The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gündelik dilde kullandığımız çoğu kavramın ne anlama geldiğini nereden türediğini bilmiyoruz. Çoğunlukla bu kavramlar zaman-mekan ve duruma göre anlam değiştiriyor. Hem bireysel hem de toplumsal hayatı anlamlandırmak için kullandığımız dil de haliyle her zaman bize tam anlamıyla hizmet etmiyor.
Son yıllarda dünya gündemini, siyaseti, akademiyi, sanatı hayatın hemen hemen bütün alanlarını işgal eden kavramlardan birinden bahsedeceğiz. Bu kelimeleri anlamlandırmak için önce etimolojik kökeninden yola çıkacağız.
Popüler sözcüğünü duyduğumuz anda aklımıza gelen yegane anlam “yaygın”. Popüler sözcüğü türkçeye fransızca populaire kelimesinden geçmiştir. Kökenini Latince populus (halk) sözcüğünden alır. Kelimenin tam anlamı ise şudur : “halka ait, halka uygun, halkça sevilen”. Sosyal bilimlerde hâlâ halka ait, halktan gelen anlamında kullanılır.
Kültür çalışmalarında kullanılan “culture populaire” (ingilizce: Folk Culture , türkçe: halk kültürü) halkın genelinde yaygın olan ve genelde toplumun çoğunu oluşturan sosyal sınıfın kültürünü betimlemek için kullanılır. Benzer bir örneği “democratie populaire”’de de görüyoruz. Halkın yönetime katılabildiği ve bütün vatandaşların oy verebildiği demokrasi anlamına geliyor.
Gelelim gündelik anlamda popüleri ne için kullandığımıza… Popüler kültür dediğimizde halk arasında yaygın olarak tüketilen kültürden bahsediyoruz. Bunu kullandığımız anda artık popüler kelimesinin anlamını bozmuş ve ondan uzaklaşmış oluyoruz. Örnek olarak sosyal bilimlerde, bu coğrafyanın popüler müziği (halktan gelen müzik) aşıklar, ozanlar, dengbejler tarafından icra edilen halk müziğidir. Ama gündelik kullanımda coğrafyanın popüler müziği ise başka. Gördüğünüz üzere kelime birebir aynı olmasına rağmen sonucu birbirinden tamamen bağımsız iki türe işaret ediyor. Yani kavram muğlak!
Başka Bir Muğlaklık
Demokrasi terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin de bir muğlaklık vardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Demokrasi için yaparız her şeyi. Her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle yapılmalıdır.
Bu muğlaklık, demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alır. Demokrasinin merkezinde bulunan ve özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir devlet hilesidir.
Şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Bu bürokrasi aracılığıyla yönetenler-yönetilenler ikiliği ortaya çıkar.
Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası, devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.
Demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.
Demokrasi kavramının, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaması ve kavramın birçok şey ifade etmek için kullanılması, devletli siyasetin muğlaklık oyunlarından biridir. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme potansiyelini içerisinde taşır.
Popülokrasi
“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.” 29 Kasım 1955’te Demokrat Parti Meclis Grubu’na, Adnan Menderes bu şekilde seslenir. Adnan Menderes, Türkiye Siyasal Tarihi’nde popülist liderlerden biri olarak sıklıkla örnek verilir. Partisinin isminin “demokrat” olmasının dışında, bu seslenişteki ironi demokrasi aracılığıyla demokrasinin ortadan basit bir şekilde kaldırılabilmesidir.
Bu örnekte de görüldüğü üzere, demokrasi ve popülizmin muğlaklığı bilinçli bir muğlaklıktır. İktidarın despotik doğasını gizlemek üzerinden yaratılmıştır.
İçinde bulunduğumuz siyasal süreçte, yeni bir siyasal biçim olarak popülokrasi yaygınlaşmaktadır. “Küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanmıştır.
Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir.
Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek çok zor değil. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.
Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.
Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yönetecek kişileri seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içinde düşünülmüştür.
Demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden farklı coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, popülizmin siyasal olarak kendini belirginleştirdiği süreçte olmuştur.
Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.
Demokrasinin bugün içine girdiği krizi anlamak önemlidir. Çünkü demokrasinin bu versiyonu, dünyanın farklı yerlerinde yükselen isyanlara karşı yükseltilmiş yeni tarz bir demokrasi arayışıdır.
Hukuku ayaklar alma noktasında sıkıntısı olmayan, popülist partinin tek ve sahici temsilcisi olduğunu iddia eden, elit karşıtı pozisyonuyla yaygınlaşmayı/popülerleşmeyi hedefleyen, önceki kurumsal yapıları zayıflatıp kişiselleşmiş yönetimin yapı taşlarını döşeyen yeni bir demokrasi arayışı.
İsmi popülizm ya da demokrasi…Ya da popülokrasi… Muğlaklığıyla gizlediği iktidarın doğasına has despotluktur. İki uç arasındaki bu kısır döngüde şimdilerde ibre popülizmden yana duruyor. Bu kısır döngüyü kırmak, devletli yapının farklı biçimlerini fark edebilmekle mümkündür.
Errico Malatesta’nın demokrasinin ne olduğunu anlattığı ufak alıntıda olduğu gibi;
“Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.
Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.
Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz.”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post POPÜLOKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Hızına Yetişmek Mümkün mü? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Paradokslarıyla ünlü Elealı Zenon’un en ünlü paradokslarından biri, mitolojik kahraman Aşil(Akhilleus) ve bir kaplumbağa arasında geçtiği varsayılan yarışa ilişkindir. Aşil, Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biri olup Aşil’den daha hızlı bir isim olmadığı kabul edilir. Aşil henüz bir çocukken bile bir ceylanı yakalayabilecek kadar hızlıdır. Zenon’un varsayımında kaplumbağa Aşil’le girdiği koşu yarışını kazanacaktır. Kendisinden bir yüzyıl önce yaşamış olan Ezop’un masalında kaplumbağanın rakibi olan tavşanı paradoksu için yeterli görmediği bellidir Zenon’un. Onun için paradoksunu iyiden iyiye ilgi çekici kılmak için Aşil’i kullanmaya karar verdiği açıktır.
Bu varsayımda Aşil, kendisinden katbekat yavaş ilerleyen kaplumbağayla eğlenmek için ona yarışa biraz önde başlaması olanağı verir. Veyahut hikayenin başka bir anlatımına göre kaplumbağayı umutsuz görerek onu aşağılayan Aşil’in hırsından yararlanan kaplumbağa, yarışa Aşil’e göre biraz daha önde başlamak için onu ikna eder.
Yarış başlar. Aşil kaplumbağadan çok daha hızlı koşacağını düşündüğü için kaplumbağaya avans verir. Yarış başlar: Zenon der ki, “Akhilleus kaplumbağanın başlama noktasına vardığında, kaplumbağa önde başlamış olduğu için bir miktar daha yol almış olacaktır. Akhilleus kaplumbağanın aldığı yolu tamamlamak için her zaman bu yolun önce yarısını koşmak zorunda değil midir? Her yarı yolu tamamladığında, kaplumbağa daha da ilerlemiş olacağından bu sonsuza kadar devam eder ve Akhilleus asla kaplumbağaya yetişemez.”
Bu böyle sonsuza dek süreceği için Aşil kaplumbağaya hiçbir zaman yetişemeyecek, dolayısıyla kaplumbağanın onu geçtiğini kabul etmek zorunda kalacaktır.
Yani Aşil’in hatası, kaplumbağaya belli bir avans vermesi miydi?
Biz Kapitalizmin Hızına Yetişebilir Miyiz?
Aslında biz Aşil’den şanssızız. Biz, bizim hayatımız hakkında istediği kuralları koyup bu kurallara rağmen yine kendi istediği gibi oynayacak olan kapitalizme kendi rızamızla hiçbir avans vermedik. Ancak kapitalizm, kendisini var etme sebebi olarak ezilenden her zaman yaşamını almış ve bu nedenle her zaman biz ezilenlerden her zaman önde olmuştur. Biz hayatımızı sürdürebilmek için çalıştığımız işe yetişmek amacıyla vapura yetişmek zorundayızdır. Vapura yetişmek için de otobüse. Zenon’un paradoksu aklımıza gelirse vay halimize! Çünkü bu paradoksa göre her zaman peşinden koşturduğumuz otobüs bizden önde olduğu için ona yetişmemiz dolayısıyla işe yetişmemiz her zaman imkansızdır. Buna rağmen gözlerimizde sağımızı solumuzu görmemize engel olan at gözlüğüyle yola devam etmek zorunda bırakılıyoruz. Hem de sırtımızdan kırbaç eksiltilmeden.
Kapitalizmin kendisini yeni yeni açık ettiği zamanlarda kırbaçlar göze görünür, sırtımızda hissedilirdi. Ancak içinden geçtiğimiz modern zamanlarda kırbaç sırtımıza zaman zaman elektrik, su, doğalgaz faturası olarak zaman zaman kira olarak zaman zaman da krediler olarak inmektedir. Sırtımızda değil belki ama cüzdanımızda hissederiz acısını.
1 yıl önce son modelini aldığımız telefonun bu sene yeni bir son modeli çıkmıştır. Kapitalizmin beraberinde getirdiği tüketim kültürü hemen “eski” telefonu bırakıp yeni telefonu almamızı emreder. Reklam panolarında, televizyonlarda, internette her yerde karşımıza çıkan reklamlar, en çok ihtiyacımız olan şeyin son model telefon olduğu yanılsamasını yaratır. Parmak izi okutarak açılan telefonlar eskimiştir artık, yeni olan yüz tanıma sistemiyle açılan telefonlardır.
Kapitalizm hızlıdır. Telefonu yenilemese bile içindekileri hemen her an yeniler. Devletlerin kontrol hırsıyla belli bir oranda internette gezinmelerimiz yavaşlatılsa da hemen şu sosyal medyadan çıkıp diğer sosyal medya uygulamasına girmemiz, yanından yöresinden geçmediğimiz gelişmeleri ilk bizim öğrenmemiz, hayatımızla ilgisi olmayan insanların paylaşımlarını ilk bizim görmemiz gereklidir. Keza yeni çıkan oyunları da ilk biz oynamalı, şarjımız ve priz kenarlarından ayrılmayan aklımıza sabrımız dayanıyorsa bu oyunu da ilk bizim bitirmemiz gerekir. Oyunu satmakla yetinemez kapitalizm, her şeyden kar etmek zorundadır. Başladığınız oyunda diğer oyuncuların önüne geçmek yani hiçbir zaman onların size yetişemeyeceğini garantilemek için oyun içinde çeşitli araçlar satın almalısınızdır. Kapitalizm için zaman önemli değil hız önemlidir. Saatlerce uğraşıp kazandığınız parayı oyuna yatırıp hemen zaman kazanmanız gerekir. Parayla birlikte hız da sizindir, oyunda emeğin bir önemi yoktur. Kapitalizm için oyunu kazanmak önemlidir. Biz oyunu kazandığımızı zannederken aslında kapitalizme karşı içinde olduğumuz oyunu kaybediyoruzdur.
Yeni bir metro inşaatına sevinir hale getirmişlerdir bizi. Metro demek hız demektir, hiç trafiğe takılmadan işe gitmemiz gerekir ki yaşamak için kendimizi daha hızlı ezdirebilelim. İçinden geçtiğimiz zamanlarda hiçbir metro istasyonu sahile çıkmaz. Aksine polis bariyerleri ile kapatılmış meydanlara, işgücünün yoğunlaştığı yerlere çıkar. Gezilecek yerlerde yok mu peki kolaylıkla ulaşacağınız toplu taşıma alanları? Vardır, tabi eğer turistseniz. Kapitalizm hiç değilse insanların uyumasına izin verir. Gece, yavaşlık demektir. Gece hıza gerek yoktur, metrolar gece çalıştırılmaz. Taşınacak işgücü yoktur çünkü.
Paradoksa dönecek olursak, matematik aklımızı karıştıran bu paradoksa bir çözüm üretmiştir. Yani Aşil gönül rahatlığıyla yarışa devam edebilir. Ama biz içinde yaşadığımız bu paradoksa henüz çözüm üretemedik. Evet çalışmak zorundayız. Evet şehrin kira olarak pahalı yerlerinden ev tutamayız, bunun için “varoş” denilen yerlerden ev tutmamız gerekir. Evet bunun için metro bizim için avantaj gibi görünebilir. Hayatımızı devam ettirebilmek için kapitalizmin hızına yaklaşmak zorunda olduğumuz defalarca aklımıza, bedenimize ezberletilebilir. Ama bu paradoksu eninde sonunda çözmemiz gerekir. Kapitalizmin hızına yetişmek zorunda olduğumuz bu paradokstan kurtulmanın yolu, paradoksu yok etmekten geçiyor; onun içinde kendimizi “hızlı” bir şekilde kaybetmekten değil.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kapitalizmin Hızına Yetişmek Mümkün mü? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KARA MOR İSYANLA ÖZGÜRLÜĞE appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kara Mor Bir İsyan Bizimkisi
Siz hiç bir kelimeyi boğazınız acıyıncaya, sesiniz kısılıncaya, nefesiniz kesilinceye kadar haykırdınız mı?
Hiç bir bez parçasının altında koştunuz mu ya da o bez parçasının bir ucundan sımsıkı tutup uzunca yollardan ya da kestirmelerden yürüdünüz mü?
Hiç tanımadığınıza, bir selamlık tanıdığınıza ya da yıllardır aynı düşüncenin aynı yaşamın yolunda yoldaş kaldığınıza el uzatmanın tadından geçtiniz mi?
Hiç düşlediniz mi benden başkaları da var mı, benim gibi düşünüp düşleyen diye?
Gümbür gümbür attı mı hiç yüreğiniz, duyuldu mu çok çok uzaklardan? Peki siz de duydunuz mu, başka yüreklerde çarpan heyecanı hissettiniz mi bitmeyecekmişcesine?
Hayal ettiniz mi hiç, bir ben daha olsa neler yapardım diye?
Korkmadığınız oldu mu kaybetmekten, vazgeçemediklerinizden vazgeçtiniz mi, her oyunu kazanmaktan bıktınız mı, beraberliğin çok güzel olduğunu hiç anlayabildiniz mi?
Karşılıksız, almadan bir şeyler vermenin, vermeden almanın imkansız olmadığını gördünüz mü hiç?
Sordun mu hiç uzakta, önünde, arkanda, belki yanıbaşında var mı senin gibisi?
Hoşgeldin, gir içeri…
Merhaba kızkardeşim, hoşgeldin!
Aynı dertten dertlendik, yorulduk. Demek ki aynı acı acıttı üzdü bizi, kızdırdı, korkuttu. Aynı sevinç coşturdu, aynı öfke büyüdü içimizde, aynı mücadele buluşturdu bizi. Ben buldum seni, sen buldun beni; kızkardeşim hoşgeldin!
Biz, biz olunca yorulmak bilmeyeceğiz; aşacağız tüm dertleri. Acımayacak artık ne bedenimiz ne de ruhumuz. Korkmayacağız gölgelerinden ve asla kaçmayacağız. Üzülmeyeceğiz, üzüntümüz öfkemizin tohumları olacak; onları ekeceğiz her yere ve biz yeniden birlikte yeşereceğiz. Sevinçlerimiz çoğalacak, her yerden duyulacak seslerimiz: Asla ama asla vazgeçmeyeceğiz! Biz buluştuk ya, mücadelemiz işte böyle böyle büyüyecek. Yenilmeyeceğiz, biz kazanacağız kızkardeşim!
Onlar bizim karşımızda, hep karşımızda olacaklar ve yasaklayacaklar ve saldıracaklar tüm güçleriyle. Biz de tam karşılarında olacağız ve dimdik duracağız, “Her yerde varız ve her yerde var olacağız!” demek için dimdik duracağız.
Kara mor bir isyan bizimkisi! Öylesine bir isyan ki bir güne sığmaz, öylesine bir isyan ki bir günü beklemez. Öylesine bir an ki şimdi şu an devrim olur. Biz her gün devrim olacağız, tüm iktidarları ve onların egemenliklerini kadınlarla yıkacağız!
Anarşist Kadınlar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post KARA MOR İSYANLA ÖZGÜRLÜĞE appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post EĞiTiLMEK iSTEMiYORUZ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yaşamımızın örgütlenmesi için ihtiyaç duyduğumuz bilgiye özgürce ulaşmak isteyen biz anarşistler, ne devlet okulunda ne özel okulda eğitilmek istemiyoruz. Eğitim değil bilgiyi özgürce paylaşmak istiyoruz.
Yeni Başkanlık Sistemi’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “masanın üzerindeki tuzluğu değiştirerek ‘sistem değişti’ demeyeceğiz, masayı yeniden inşa edeceğiz” diyerek iddialı bir başlangıç yaptı. Oysa Selçuk, son yüzyılda değişen 80’i aşkın Milli Eğitim Bakanı’ndan sadece biri. Yani ortalama 1,5-2 yıl görevde kalmış 80 bakan. Kimisi darbecilerin emriyle Öğretmenler Günü icat etmiş, kimisi kredili geçme sistemini getirmiş, ama fazla uzun sürmemiş. Kimisi allayıp pullayıp SBS diye bir sistem getirmiş, ama bir sonra gelen bakan uygulamadan kaldırmış. Kimisine yürü ya kulum denmiş, aynı dönem önce rektör, sonra YÖK Başkanı, sonra da Bakan olmuş; kimisinin de Fatih Projesi daha doğmadan çökmüş. Yani bırakın masayı yeniden inşa etmeyi, kimse masanın çıkan çivisini bile çakamamış, çakmamış.
İnsanın aklına İkinci Abdülhamid’in Maarif Nazırı’nın söylediği sözler geliyor. Kimi kaynaklara göre Haşim Paşa, kimi kaynaklara göre Emrullah Efendi’nin söylediği: “Şu mektepler olmasa, maarifi (eğitimi) ne güzel idare ederdim” sözü devletle eğitim ilişkisini bir güzel özetler nitelikte.
Devlet Okulları: Devletin İdeolojik Okulları
Eğitim esas olarak devletin görevidir diye düşünenler olacaktır. Oysa eğitim devletin hizaya getirme araçlarından biridir. Yani devletin derdi ve eğitimle amaçladığı şey, sistemin kalıbına sokulmuş bireyler yetiştirmektir. Gerisi illüzyondur.
Eğitim aynı zamanda bireyin devlete ve sisteme itaat ettirilmesi ve bu itaat durumunun sürdürülmesi esasına dayanır. Bu itaat ilişkisi okul aracılığıyla kurulur.
Disipline edici ve itaatkarlaştırıcı özelliğinin keşfedilmesinden sonra belli yaş aralığındaki her birey için zorunlu hale getirilen eğitim, günümüzde doğrudan devlete bağlı ya şahıslar ya da şirketler tarafından kurulan özel okullarda sürdürülmektedir. Bunun yanı sıra, kendisini alternatif olarak niteleyen okullar da giderek yaygınlaşmaktadır.
Müfredatından müdürüne, boyasından badanasına her şeyini devletin belirlediği devlet okulları, ailede temelleri atılan itaat ilişkisini ve tahakkümü sistematikleştirir. Ezberci, sorgulamayan, soru soramayan bir öğrenci modeli üzerinden işlemesi bir yana, devletin bütün milliyetçi ve militarist söylemleri de hem ders kitaplarında yazılanlar, hem de derslerin uygulanış biçimiyle aktarılır. Tarih de, coğrafya da, diğer kültür dersleri de, devletin resmi ve milli görüşünün paralelinde işlenir. “Denize dökülen düşmanlar”, “bizi parçalamak isteyen komşular” gibi konular sık sık tekrarlanır. Devlet bilgiyi kendi çıkarına değiştirerek manipüle eder, doğru ve gerçek bilgiye erişimi engeller, yasaklar.
Okulda sıkça yapılan tören ve anmalar, marş okumalar, sıraya geçip hazır ol’a durmalarla okuldaki bireyin, sanki savaşa hazırlanan bir asker gibi olması amaçlanır. Öğretmenin, müdür yardımcılarının ve müdürün her dediğine uymaya zorlanan, itiraz etme ya da karşı çıkma imkanı verilmeyen öğrenci, bu hiyerarşik sistemin içinde kaldıkça kendisi de alt sınıfları ezen bir konuma sürüklenir. Bir süre sonra bu durumu içselleştirecek olan öğrenci, devletin istediği nitelikte bir kişiye dönüşür.
Devlet, kendine ait okulları her köye, her mahalleye açarak etnik ya da kültürel olarak farklı bölgelerde yaşayan, doğuştan devletin resmi dilinden farklı bir dili konuşan öğrencileri; devletin resmi ideolojisi ve resmi dili ile şekillenmesine zorlar. Okullar bu asimilasyonun yoğunlaştığı yerlerdir. Yatılı bölge okulları ve eğitim enstitüleri gibi modeller de bu asimilasyonun merkezi haline gelmiştir.
Devlet, kendine bağlı okulların bazılarını meslek, bazılarını da imam hatip olarak adlandırarak ya kapitalizme ucuz işgücü sağlar ya da muhafazakarlaşma ideolojisi paralelinde mevcut potansiyeli elinde tutar. “Dindar nesil” oluşturma projesinde imam hatiplerin etkisi büyüktür.
Paran Varsa Okul Özel
Özel okulların devlet okullarından ilk farkı; gri duvarlar yerine rengarenk boyanmış duvarlarla bizleri karşılıyor oluşudur. Bunun bir bedeli vardır elbette. Bu, kayıt için gidildiğinde “müşteri temsilcisi” tarafından kibar bir dille izah edilir. Çünkü burada her öğrenci aslında iyi bir müşteri. İstenirse taksitle de ödenebilir, sorun değil! Onun dışında müfredat hemen hemen aynı, ama belki sınav sistemine daha iyi hazırlanmış öğrencilere rastlanabilir, çünkü daha çok bir dershane gibi işler özel okullar. Zaten kılık kıyafette de belli bir serbestlik var, elbette belirtilen yerlerden satın alınmak şartıyla istenilen kombinle okula gelmek mümkün. Maksat okul aile birliği kazansın.
Özel okulların tercih edilmesinde bir başka faktör de çocuğunun dini eğitimi almasını istemeyen velilerin oluşu. Ancak öğrenci, devlet okulundaki gibi başını kapatmaya ya da sure ve dua ezberlemek zorunda bırakılmasa da yine özel okullarda da kimi sembol ya da simgeler karşısında ve başka büstlerin önünde başını eğmek durumunda kalacaktır.
Özel okul öğrencilerinin bilimsel çalışmalara yöneldikleri gibi bir yaygın kanı mevcuttur. Bu da, bu okulların seçilmesinde bir tercih sebebidir. “Bilimsel eğitim” de, olsa olsa daha çok para kazanmak için özel okulların reklam kampanyalarında sıkça kullandıkları bir argümandan başka bir şey değildir.
Devletin ve Kapitalizmin Kontrolünde Olmayan Okul Olabilir mi?
Okulun din ve devletle olan tarihsel ilişkisi, bilginin toplumsallaşması ve özgürleşmesi önünde hep bir engel olmuştur. Bilgiyi tek elde tutmak, toplumu baskı altında tutmanın meşrulaştırılması ve gerçeğin kolay manipüle edilmesi için okul, iktidar için en kullanışlı araçtır.
Toplumsal bir devrim inşa edilirken, bilginin toplumsallaştırılması yani belirli bir grubun elinden çıkarılması, anarşizm tarihinde önemli çabaya işaret eder. Anarşist devrimin yaşama geçirildiği İberya’da “Modern Okul” işte tam da bu çabanın somutlaştırılmasıdır. Francisco Ferrer ismi bu çabada öne çıkan bir isimdir. “Çocukların eğitiminde değişim isteyenlerin önünde iki yol vardır: Birincisi, çocuğun yeteneklerini iredeleyip mevcut ders sisteminin yetersizliğini ve değiştirilmesini gerektiğini bilimsel olarak kanıtlayarak okulu dönüştürmeye çalışabilirler. Ya da modern toplumun temeli haline gelen zulüm, aldatma ve yalanı reddeden ilkelere ve ideale uygun yeni okullar kurabilirler.”
Ferrer, bilginin toplumsallaştırılması noktasında “modern okul” deneyimiyle, devlet ve dinin gelecek nesli kontrol etme politikaları ve buna karşı ne yapılabileceğini en somut şekilde göstermiştir.
Özgür bilginin imkanı ve toplumsallaştırılması, bir sorun olarak Ferrer’in modern okul deneyiminden yıllar sonra gündeme gelmiş ve “alternatif” çabalar oluşturulmaya başlanmıştır.
Bir yandan devletin milliyetçi-muhafazakar eleği, diğer yanda kapitalizmin sözde özgür ama paralı, sisteme entegrasyon aracı okula karşı alternatif çabalar (Waldorf, Montessori, Reggio Emillia vb.) 20. yüzyılın başında artmıştır. Bu çabaların hepsi mevcut eğitim yöntemine de sisteme de karşıdır.
Özünde sistem karşıtı, eğitim karşıtı, özgürlükçü bireylerin yöntem ve metodlarından yola çıkılarak hayata geçirilmiş olan bu tarz okulların bir kısmı, zamanla, özellikle ekonomik olarak devlet ve özel okul sisteminin gücüne yenik düştüklerinden ya da düşünsel olarak bir kayma yaşadıklarından, “alternatif” olma özelliklerini yitirmişlerdir. Kapitalizmin para kazanma alternatifine dönüşmüşlerdir. Çocuklarını farklı bir eğitim içerisine kattıklarını düşünenlerden çok da az olmayan paralar temin etme ile işleyen alternatif okulların bir kısmı, alternatif sözcüğünün de içini iyice boşaltmışlardır.
Güncel bir örnek olarak, Tayyip Erdoğan’ın oğlu üzerinden sahip olduğu Türgev, alternatif metodları ile bilinen Montessori’ye ait yöntemleri uygulamak üzere harekete geçmiş, bunun ilk adımı olarak şehirlerin ilan panolarında büyük ilanlar vererek bunu duyurmuştu.
Alternatif okulların bir kısmının, devlet ve kapitalizm eliyle manipülasyonuna rağmen, bilgiyi özgür ve didaktik olmayan bir şekilde toplumsallaştırmaya dönük deneyimler yok değildir. Mesele alternatif okulların devlet müfredatına ve kapitalizmin eğitim pazarına yenik düşmeden varlığını sürdürebilmeleri. Dünyanın farklı coğrafyalarında, bu kaygılarla süren birçok deneyim aslında alternatif modellerin bu alandaki önemini gözler önüne seriyor. Kendilerine okul demeden, yaptıkları işi eğitim diye nitelemeden, bilgiyi yaş hiyerarşisi gütmeden paylaşan çabalar, bugün her zamankinden daha yakıcı bir ihtiyaç durumunda.
Eğitilmek Değil Bilgiyi Özgürce Paylaşmak İstiyoruz
Yukarıda kısaca devlet okullarının, özel okulların ve sözde alternatif olduğunu iddia eden okulların eğitimle olan ilişkisini gözden geçirdik. Anlaşıldığı üzere, bu modeller bizi itaatkarlaştırmadan bilgiye götürebilir nitelikte değil. İsimleri, renkleri, yöntemleri farklı da olsa, hepsi bizi bir mekana ve zamana hapsederek eğitimi dayatıyor.
Bilginin bu şekilde kontrol altında tutulması, toplumsallaştırılmak istenmemesi ve manipülasyonu iktidarın konumunu sürdürmesinin yegane koşulu olduğundan; bilginin özgürleştirilmesine ve özgürce paylaşılmasına tam da içinde bulunduğumuz zamanda her zamankinden fazla ihtiyaç var.
Yaşamımızın örgütlenmesi için ihtiyaç duyduğumuz bilgiye özgürce ulaşmak isteyen biz anarşistler ister devlet okulunda, ister özel okulda olsun eğitilmek istemiyoruz. İtaatkarlaştıran eğitimi değil, özgür bilgi paylaşımını savunuyoruz. Yaşamlarımız için ihtiyaç duyduğumuz bilgiye bu yöntemle ulaşıyoruz ve bilgiyi bu yöntemle paylaştıkça çoğaltıyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post EĞiTiLMEK iSTEMiYORUZ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
1 Mayıs 2012 tarihinde, 26A Kolektifi Taksim’de bulunan işçilere 5 bin adet sandviç dağıttı.
Olmayan Kriz
Kabine üyeleri aralarında söz birliği etmiş. Kimse ağzına kriz kelimesini almıyor. Tayyip Erdoğan öyle buyurduktan sonra ters de düşmek istemiyorlar. Kişisel gelişim kitapları gibi; olumlu düşünürsen olumlu olur! Eğer kriz yok dersen kriz olmaz. Ya da söylem politikası; söyleme döküp var olmasını istemiyorlar! Medya aracılığıyla krizi oldurmamaya çalışıyorlar!
Eğer para biriminiz bir yıl içerisinde %45 değer kaybediyorsa; %17.9’luk enflasyon, %6.25 faiz artırımı, %15’e varan işsizlik oranları ortaya çıktıysa; farklı ürünlerde değil fiyat artımı yaşanması, gizli stratejik “zam sanatları” oluşturuluyorsa; başkanın damadı Hazine Bakanı ara ara çıkıp kısa, orta ve uzun vadeli programlardan bahsediyorsa; kemer sıkma politikalarının yönetilmesi için Maliyet ve Dönüşüm Ofisi kurulmuşsa; ABD kaynaklı olduğu iddia edilen krize, yine aynı kaynaklı ekonomik danışma şirketi McKinsey ile çözüm aranıyorsa; iş yeri kapatmalar, işten atılmalar, ücretlerdeki genel düşüş artmışsa; ekmekten domatese, elektrikten doğal gaza fiyat değişiklikleri sadece bizi şaşırtmakla kalmıyor ihtiyaçlarımızı karşılayamaz bir duruma geliyorsak… O zaman kriz var demektir. Termodinamiğin birinci yasası; enerji yoktan var edilemez, varsa da yok edilemez! Tüm bu somut verilerle, krizin olmadığını iddia edenler var olanı yok etmeye çalışıyorlar.
Daha geçen yıl protesto için dolarlarını yakanlar ya da iphone’larını kıranlar, bugün bu gelişmeleri sessizce izliyor. Ne oldu da ekonomimizi bir ABD şirketine devrettik diye de sormayınca kriz olmayıveriyor!
Ama gerçek ekonomik durum hiç de öyle parlak değil. Kendini ekonomide de tek güç olarak belirleyen Erdoğan, varlık fonuna da kendini başkan olarak atayarak günü kurtarmaya çalışıyor. Sıcak para gelmesi uğruna Venezuela ve Katar gibi ülkelerle ilginç ilişkiler geliştirmesi de, imar barışı bahanesiyle ev sahiplerinden gelecek paraya gözünü dikmesi de bundan.
Son seçimler öncesi her bir oyun peşine düşerek “kardeşinizi destekleyin, görün dövizin faizin halini” diyen Erdoğan, şimdi içine girdiği durumdan nasıl çıkacağını düşünüyor. Bugüne dek olduğu gibi şimdi de ekonomideki kötü gidişin kabahatini hep başkalarına yüklüyor. Böylece bir taşla iki kuş vurmanın hesabını yapıyor.
Oysa olmadığı iddia edilen kriz bırakalım teğet geçmeyi, tam da 12’den hedefini vuruyor. Çünkü bu sistem, ithalatı artırarak dış borcun daha da kabarmasına yol açan, para politikalarındaki uygulamalarıyla dövizin değerini iki katına çıkaran, rantçıya ve köşe dönücüye teşvik veren bir sistem, bu sistem kapitalizm.
Krizden ve Kapitalizmden Çıkış: Yeni Bir Ekonominin Şimdi Yaratılması
Küresel bir kapitalist sistemde, küresel ölçekte bir güce sahip olanların ve sermayeye sahip olanların ezilenlere dayattığı toplumsal bir gerçeklik olarak kriz; ezilenler için işsizlik ve yoksulluk anlamına gelir. Bu yüzden de yoksulluktan, ezilmekten ve krizden kurtuluşun yöntemi kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.
İşte bu bağlamda, farklı farklı coğrafyalarda ve dönemlerde ekonomik krizlere karşı kolektif çabalarla gerçekleştirilen yeni ekonomik işleyişler, sadece ekonomik krizin etkilerine karşı değil, tüm bu krizlerin sebebi olan kapitalizmin var olmadığı bir dünyayı yaratmak adına da önemlidir.
Ekonomik krize, kapitalizmin sömürü, yoksulluk ve katliam sistemine karşı uygulanan, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken, kolektif işleyişe sahip pek çok ekonomik çaba bulunmaktadır.
Yerel üretici birliklerinin, gıda topluluklarının, kentlerde üretim ve tüketim kolektiflerinin, kooperatiflerinin kurulması ve bu toplulukların aralarında oluşturdukları ağlarla dayanışmacı ve kolektif bir şekilde üretim ve dağıtım ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi bahsedilen ekonomik çabalara en önemli örneklerdendir. Bu yollarla rekabete ve kar etmeye odaklı bir ekonomi yerine paylaşma ve dayanışmaya dayalı, ihtiyaçların giderilmesine odaklı bir ekonomik işleyişin kuruluşu sağlanabilir.
Tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek, alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.
Tüm bu alternatifler, mevcut ekonomik krizlere karşı çözüm için birer ihtiyaç olduğu gibi, kapitalizmden çıkışın ve yeni bir toplumsal yaşamın örgütlenmesinde uygulamamız gereken yöntemlerdir.
Mülkiyete ve Otoriteye Dayalı Tüm Mekanizmalara Karşı Örgütlenmeliyiz!
Tabi ki kapitalizmin etkilerinden kurtulmak ya da kapitalizmden çıkış, sadece alternatif ekonomik çabalar üretmekle gerçekleştirilemez. Kapitalizm özgür bir dünyanın önünde engel olan iktidarın biçimlerinden biri olduğu için, kapitalizmden kurtulmayı istemek, diğer tüm iktidar biçimlerine karşı doğrudan politik faaliyetler yürütmeyi de gerektirir.
Bahsedilen politik faaliyetler, giderek yaklaşmakta olan, tüm toplumu -sistemin tamamına karşı çıkma konusunda- pasifize eden (yerel) seçimler değildir. Sözü edilen, sistemi doğrudan hedef alan faaliyetlerdir. Bu alternatif ekonomik işleyişleri güçlendirecek, toplumsallaştıracak, diğer tüm alanlarda gerçekleşen sosyal ve siyasal krizlere direniş gösterecek, bu krizlere çözüm olacak ve sistemin kendisine karşı verilecek bir bütünlüklü mücadeledir. Bu bütünlüklü mücadele de tüm iktidar biçimlerine karşı örgütlenerek gerçekleştirilebilir.
İçerisinde bulunduğumuz ekonomik, siyasi ve toplumsal durum oldukça belirsiz. Ekonomik krize dair konuşulanlar ya da tartışılanlar ört bas edilmek istense de; ekonominin yakın bir zamanda daha büyük sorunlarla karşılaşacağı aşikar. Hazırlıklı olunması gereken şey, devlet ve kapitalizm dışı bir ekonomiyi kolektif bir şekilde oluşturmanın koşullarını hazırlamaktır. Bu hazırlık, devletin yapay gündemleri dışında, toplumsal muhalefetin örgütlemesi gereken bir süreçtir. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini örgütsel düzeyde somutlaştırmak ve toplumsallaştırmak gereklidir.
Bizleri bir arada ve ayakta tutacak olan öz-örgütlülüğümüzden başka güvenebileceğimiz hiçbir şey yok. İktidarlar “kriz yok” yalanıyla bizleri bir krizin en derinine sürüklerken; patronlar krizden pay kapmaya ve daha da zengin olmaya çalışırken; yapabileceğimiz tek şey yüzümüzü birbirimize dönmektir; dayanışmayı örgütlemektir.
Devletlerin tarih boyunca yarattıkları ekonomik krizlere karşı yaşamanın ve krizden kurtulmanın yolunu yeni bir ekonomik model yaratmakta bulan farklı deneyimlerde olduğu gibi; yapmamız gereken bizleri özgürleştirecek ve kapitalist krizin sıkışmışlığından çıkartacak olan üretim-dağıtım-tüketim kolektiflerini, öz-örgütlülükle oluşturulmuş atölyeleri ve kooperatifleri, paylaşma ve dayanışma temelli ilişkilerle bugünden yaratmaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post KRİZE KARŞl PAYLAŞMA VE DAYANlŞMA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zamanda yolculuk gerçekleşti. Siyasi gündem bir günde 1 buçuk yıl ileri sardı. Kasım 2019’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri 2 ay sonraya (24 Haziran 2018) çekildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 17 Nisan günü, grup toplantısında, “Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir.” sözleriyle başlattığı erken seçim tartışmaları çok sürmedi. Tartışmalar bir gün sonra, Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği basın toplantısında “Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu fotoğraftan hareketle bu erken seçim teklifine olumlu yaklaşmamız konusunda arkadaşlarımızla görüş birliğine vardık.” sözleriyle bitti. Sözün kısası erken seçim tartışmaları, erken bitti.
Bir İktidar Geleneği Olarak Erken Seçim
Erken seçim kararları, hükümetler tarafından çoğunlukla muhalefet partilerine baskın yapmak, yani bu partilerin seçimlere hazırlıksız yakalanmalarını sağlamak amacıyla alındığı gibi, iktidarın dönemsel gücünü ve popülerliğini koruma amacı da güdebilmektedir.
TC siyasi tarihi boyunca yapılan erken seçimlerin bazılarına bu “kurnaz” planlarla gidilmişse de bu planların ters teptiği zamanlar da olmuştur. Kimi hükümet partileri oy kaybederken kimileri de iktidarını kaybetmiştir. 1957’de Demokrat Parti, 1987’de ANAP erken seçimlerde önemli derecede oy kaybederken; 1991’de DYP, 2002’de MHP’nin de içinde olduğu koalisyon iktidarını kaybetmiştir.
Bu zamana dek yapılan 27 genel seçimin yedisi erken seçimdir. AKP’nin 2002’de iktidara gelmesi de erken seçimle olurken; AKP de (24 Haziran 2018 erken seçimi kararı haricinde) 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimi krizi ile bir erken seçim kararı almıştır.
Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim
Erdoğan ve AKP, her miting övdüğü ve propagandası olarak kullandığı söylemleri 7 Haziran seçimlerinden bu yana birer birer çiğnemek durumunda kalmaktadır. Yıllardır hükümete gelir gelmez; çözüm süreci ile artık anaların ağlamadığını söylese de daha sonra şehitliği kutsamış; OHAL’i kaldırdığından övünse de 15 Temmuz sonrası OHAL’i uzattıkça uzatmış “sürekli seçim mi yapılır” dedikten sonra bugün erken seçimin gerekliliğini açıklamaya çalışmıştır. AKP’nin siyasetinde bunların hepsi olağandır.
Erdoğan’ın “Eski sistemin hastalıkları attığımız her adımda karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’nin bir an önce belirsizlikleri aşması gereklidir” diyerek erken seçim kararı almasının gözle görünür nedenlerini neler oluşturmaktadır?
Hükümeti, seçim kararı almasına zorlayan ekonomik nedenlere bakalım. 2017 yılının 3. çeyreğine yönelik TÜİK tarafından açıklanan ama aslında borç ve iç taleple oluşturulmuş olan “büyümeyi” iktidar, siyasi söylemde aylardır kullanmaktadır. Fakat döviz kurlarının artması, büyüyen işsizlik ve büyüyen enflasyon rakamları ile kabineden Mehmet Şimşek’in bile ekonomideki sıkıntıları dillendiriyor oluşu büyümenin bir balon olduğunu ortaya koymuştur.
Son haftalarda dolar 4, avro 5 liranın üzerine çıkmış ve kurlar bu hattan düşmeyecek bir seyirdedir. Buna ek olarak faizlerin istenilen seviyeye çekilememesi, her şeyin yavaş yavaş zamlanıyor oluşu ve iktidarın, ekonomik krizin süreceğine dair elinde bulundurduğu tüm veriler erken seçim kararını etkilemiştir.
Ekonomik krizden etkilenen seçmenin 2019 seçimlerine kadar AKP’de tutulamayacağından korkan hükümetin erken seçimden başka bir seçeneği kalmamıştır. Erkek seçim başkanlık için adeta bir imdat seçimine dönüşmüştür.
Cumhur İttifakı’nın, aslında Erdoğan’ın, erken seçim kararı almasının ekonomik sebepleri olduğu kadar politik sebepleri de bulunmaktadır.
MHP’yi yanına alması, milliyetçi söylemleri yükseltmesi ve Afrin’e saldırısı sonucunda siyasi iktidar, milliyetçi muhafazakar seçmen için “sempati” kazanmıştır. Fakat, siyasi iktidarın Afrin’le birlikte arkasına aldığı rüzgarın dinmemesi gerekmektedir. İktidar Afrin saldırısından sonra hedeflediği Menbiç, Kobane veya Şengal saldırılarından birini 2019’a kadar gerçekleştiremeyeceğini bildiği için bu milliyetçi muhafazakar seçmenin ilgisinin dağılma tehlikesini de bilmektedir. İktidar yine korkmuştur. Bu sebeple seçim geciktirilmemeli, erkenden gerçekleştirilmelidir. Tam bu noktada Bahçeli’nin sözleri hatırlanmalıdır: “3 Kasım 2019’a ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır.”
Birden bire, bir günde alınmış gibi görünen seçim kararı fikri hiç de akla mantığa uymamaktadır. Öyle ki hükümet ekonomik krizin derinleşeceğinden, yakaladığı milliyetçi muhafazakar rüzgarın dineceğinden oldukça korkmakta, paniklemektedir. Panikle tüm gücünü kullanarak imdat frenini çekmektedir.
Şimdi, “durmak yok yola devam” şiarıyla birçok seçimi kazanan hükümetin imdat freni çekmesini iktidarı kazanmak için bir fırsat olarak görenler olacaktır. Parlamenter muhalefetin bu fırsatı kullanması olağanken yine tüm kurtuluşu seçimlere sıkıştıracak devrimci muhalefetin olağan olmayan bu yaklaşımıyla bezenecek iki aylık süreç başladı. Yani olmak ya da olmamak anlayışı içerisinde her şeyin bir oya indirgeneceği günlerdeyiz. Yaşadığımız tüm adaletsizliklerin mücadelesinde seçim sandıklarına sıkışacağız. Alamadığımız ücretler, uğradığımız tacizler, tecavüzler, cinayetler; kesilen ağaçlar, kurutulan dereler; gözaltılar tutuklanmalar yani her şey seçimlerle ilişkilendirilecek.
24 Haziran’daki imdat seçimi, Erdoğan’ı iktidardan düşürecek bir fırsat olarak düşünmek. -Cumhur İttifak’ı seçimi kaybedecek olsa bile- adalet ve özgürlük mücadelesini seçimlere sıkıştırarak ertelemek, kaybetmektir. İktidarı kazanmak isteyenler erken davranıyor, biz yaşamlarını kazanmak isteyenler gecikmeyelim.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erkeklik Öldürür Kadın Yaşatır! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın olmak kolay olmadı hiçbir zaman. Nerede olursak olalım… Köylü, şehirli, doğulu, batılı, hayatlarımız hep zordu… Genç olalım, yaşlı olalım; sorumluluklar çoğu kez zorunluluk oldu bize… Evli olalım bekar olalım, dul olalım; yaşadıklarımız hep benzedi birbirine… Biz, ne kadar farklı olsak da, farklı dilleri konuşsak da, birbirimize hiç benzemesek bile, hiç birimizde farklılaşmayan bir parçamız vardı.
Hep aynı şeylerdi bize öğretilen. Narin, kırılgan olduğumuz söylendi bize. Ağaca çıkmak öğretilmedi örneğin, düşeriz diye. Yüzmek öğretilmedi, ayıp diye… Beceriksiz olduğumuz, akılsız olduğumuz öğretildi… Dizimizi kırıp evimizde oturmamız, çocuklarımıza annelik, kocalarımıza karılık yapmamız, elimizin hamuruyla başka işlere karışmamamız…
“Hayır” demek öğretilmedi örneğin. Söz dinlemek öğretildi; uslu kız olmamız, babamız, kocamız, abilerimiz ne derse onu yapmamız… Kavga etmek öğretilmedi; kafa tutmak, diretmek öğretilmedi. Töre ne derse boyun eğmemiz, birilerinin namusu olmamız, kaderimiz neyse razı gelmemiz, başa geleni çekmemiz…
Onların öğrettiği gibi davranmadığımızda şeytan olduğumuzu, fettan olduğumuzu, cadı olduğumuzu söylediler. Kafamıza kaktıkları ahlak öğretilerine uymadığımızda oynak, kaltak, sürtük olduğumuzu söylediler.
“Kadın”lığımızın ayıp, utanılacak bir şey olduğunu öğrettiler, bayan dediler bize. “Karı gibi” iş yaptığımızda aşağıladılar, “erkek gibi kadın” olduğumuzda takdir ettiler. Bizi erkekleştirmeye çalıştılar…
“Dişileştirmeye” çalıştıklarında ise bize bedenlerimizle ne yapacağımızı, nasıl en güzel görüneceğimizi, kaç beden olacağımızı, saçımızı yüzümüzü ne şekle sokacağımızı, kendimizi nasıl pazarlayacağımızı söylediler.
Erkekliğin öğretileri birbiri ardına sıralanırken hayatlarımız gittikçe zorlaşıyordu.
Annelerimiz, kardeşlerimiz, komşularımız, arkadaşlarımız, çocuklarımız vardı. Hepsi bize, hepsi birbirine benzeyen.
Her biri her gün aşağılanan, sıkıştırılan, kapatılan, korkutulan, sindirilen, itilip kakılan, pazarlanan, satılan, ezilen, tartaklanan, dayak yiyen, taciz edilen, tecavüze uğrayan, katledilen, bedeni parça parça edilen… Sonra yine aşağılanan, “hak etti” denilen, neden kısa etek giydiği, neden o saatte sokakta olduğu sorgulanan… Yaşadıklarında “rızası”nın olmadığını ispatlamak zorunda bırakılan… Niye o yemeği tuzsuz yaptığının, niye o adama “öyle” baktığının hesabı sorulan…
***
Biz onları çok iyi tanıyorduk, onlar bizdik. Her gün aynaya baktığımızda gördüğümüz bakıştan tanıyorduk onları, kafamızın içinde duyduğumuz seslerden tanıyorduk, boğazımızda düğümlenen yumrudan tanıyorduk.
Ve her geçen gün kendimize benzeyen başka kadınlar tanıdık. Tanıdıkça birbirimizi, birbirimizden öğrendik vazgeçmemeyi, yılmadan yeniden yeniden denemeyi.
Her attığımız adımda daha da dik durarak, başımızı öne eğmemeyi öğrendik. “Kirpiğiniz yere düşmesin” diyen kadınlar tanıdık. Kaderimize razı gelmemeyi, kafa tutmayı öğrendik.
“Hayır” demeyi öğrendik birbirimizden, “yetti be” deyip elimizi belimize koymayı öğrendik.
Kavga etmeyi öğrendik, sineye çekmemeyi… Bize öğretilenlerle kavgaya tutuştuk önce; bize yakıştırılan, üstümüze yapıştırılan ne varsa. Ve bize bunu dayatan erkeklikle, bize bunun başka türlü olamayacağına inandırmaya çalışanlarla; kendimiz için, kardeşlerimiz için tutuştuk kavgaya.
Birbirimizi tanıyorduk biz. Her birimizin yaşadıkları, herhangi birimizin yaşadıklarıydı aslında. Bu yüzden aynı dili konuşmasak da dinledik birbirimizi ve anladık. “Erkeklikten” kaçmak zorunda kaldığımızda, birimiz bir diğerine “sığınak” olduk.
Hikayelerimiz unutulsun istediler, ama biz unutmadık, dilden dile çoğalttık, hiç birimizin hikayesi yarım kalmasın diye tamamladık birbirimizle…
Birbirimize göz, kulak olmayı, birbirimizin sessizliğine ses olmayı öğrendik.
Birimiz diğerinin gözündeki bakışı gördü, birimiz diğerimizin bağırışını duydu, birimiz diğerimizin atamadığı çığlığı oldu.
Empatiyi öğrendik. Karşılık beklemeksizin birbirimizin sıkıntısına çözüm bulmak refleksimiz oldu. Kendini kurtarmanın ancak yanımızdakilerin elini tutarak mümkün olduğunu öğrendik. Birimizin hepimiz, hepimizin birimiz için olduğunu. Benlerden biz olmayı, bizi özgürleştirenin “biz olmak” olduğunu…
Biz birbirimizden, kadın olmanın ne demek olduğunu -ne daha eksik ne de daha fazla- sadece “kadın” olduğumuzu öğrendik. Kadın olmanın bizi biz yaptığını öğrendik. Biz kadındık, biz birbirimize yaşamdık.
Her gün yeniden yeniden üretilen “erkeklik”, bir başka kardeşimizi katlederken kadın anlar kadını, kadın bulur kadının derdinin çaresini, kadın kadına empati yaşatır kadını!
Erkeklik Öldürür Kadın Yaşatır!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Erkeklik Öldürür Kadın Yaşatır! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post BRUKSİZM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“ Bruksizm diye bir hastalık varmış; “CEO, müdür, şef hastalığı”ymış. Şimdi hepimize bulaştığını söylüyorlar. Hepimiz Bruksistmişiz. Bruksizme yakalanınca sinirden, stresten dolayı dişlerini sıkar; geceleri dişlerini gıcırtısına uyanır ve sabahında çene, boyun, baş ağrısıyla kalkarmışsın. Şimdi anlıyoruz ki biz ezilenler de Bruksistmişiz. Ama bizim diş sıkmamız, dişlerimizi gıcırdatmamız diğerlerininkine hiç benzemez. Bizim dişlerimiz ödeyemediğimiz faturaya, kiraya sıkılır; bu değişmeyen düzene yoksulluğa, ezilmişliğe, kapatılmaya, OHAL’lere, barış halleriyle savaş halleriyle bu sisteme, sinir stresle sarılmış yaşamlarımıza sıkılır. İyice sıktığımız dişlerimiz sıkmaktan kırılmadan yumruklarımızı sıkmalıyız. Yumruklarımızı sıktığımızda belki her şey değişecektir. Özlem duyduğumuz özgürlük ve inandığımız, aradığımız adalet ellerimizde, sıkılmayı bekleyen yumrukların içindedir…’’
Özgür Erdoğan
Sık dişini az kaldı… Sık dişini olur gider… Sık dişini biter, o da geçer… “Sabrın sonu selamettir”, “Sabrın kendisi acı, meyvesi tatlıdır”. Dağın ardında geniş düzlükler, çölün ardında ormanlar, çamurun altında en parlak ışıklar vardır. Hep böyle derler. Sabredersek, sıkarsak dişimizi olurmuş meğer. Sanki kilometrelerce uzanan trafik bir gün bitermiş gibi, gökyüzüne saplanmış gökdelenler ve TOKİ’ler bir anda yıkılıp bizi güneşle buluşturacakmış gibi, fabrikalardaki, plazalardaki, iş yerlerindeki çalış çalış zulmü bitecekmiş gibi, tecavüzler son bulacak, hapishane duvarları aniden çökecek, okulların kapıları bir anda kırılacakmış gibi… Dişlerimiz parçalanıncaya, çenemiz kilitleninceye kadar sıkarız dişlerimizi…
İstem Dışı Bir Yaşam
Hayatta kalmak uğruna sıkarız dişlerimizi; bombaların, yıkılmış şehirlerin, yola düşen insanların sonu varmış gibi… Geçinmek için, yaşamımızı idame ettirebilmek için sıkarız dişlerimizi, sabahın en kör vaktinde güneş doğmadan gireriz iş yerlerimize akşam güneşi batırmadan çıkamayız… Asgari ücretle asgari bir yaşamı sürdürmek için sıkarız dişlerimizi… Tüm kaslarımız eriyene, beynimiz iflas edene kadar çalışırız… Ve biz ezilenler tüm bu yaşadıklarımızı anlamak için birbirimizin gözünün içine bakarız, ağızdan çıkacak tek bir söze odaklanırız, dişlerimizi gıcırdatırız, ancak ne yaparsak yapalım kilitlenip kalırız. Yaşamlarımız parafonksiyonel/istemdışı bir alışkanlıklar silsilesinde akıp gider.
Hep Stres, Hep Stres Mi?
Sıkmak, daraltmak, germek gibi kelimelerin köklerinden türetilen stres belki de son yüzyılın en popüler kelimelerinden biri. Fakat benim burada stresten bahsedeceğimi düşünenler yanılacaktır. Çünkü stres bir sonuçtur. Sabrın sebatın, itaatin bedenimize ve zihnimize ödettiği bir bedeldir. Hem de ağır bir bedeldir. Susmanın, kabul etmenin, bu seferlik bir şey söylememenin, gelecek güzel günler için kendini paralamanın sonucudur. Fabrikadaki işçinin, mutfaktaki kadının, okuldaki çocuğun “içinden geçirdiği isyan kelimelerinin” dışarıya çıkmak için can atarken çarptığı duvardaki derin sarsıntılardır. Yani sabrın sonu selamet değil, hastalıktır.
Bruksizme Yakalandık
Literatüre göre stres kaynaklı bir hastalıktır. Genellikle gece uyku sırasında (gündüz uyanıkken de o an yaşanan stresle ilişkili olarak bilinçsiz bir şekilde gerçekleşebilir) farkında olmadan dişleri sıkmak ve çeneyi kenetlemek eylemine bruksizm denir.
Elbette bruksizmin stres dışında başka nedenleri de bulunmaktadır. Uyku bozuklukları, dişlerin sıralanışındaki yapısal bozuklar ve vücudumuzdaki bazı vitamin (anti-stres vitamini olarak da bilinen B5 vitamini) ve minerallerin eksikliği de hastalığın nedenleri arasında yer almaktadır.
Bu hastalığın vücuda, öncelikle dişlere çok fazla zararı bulunmaktadır. Gün içinde yaşanılanların ardından gece uykuya dalındığında farkında olmadan dişlerin sıkılıp rahatsız edici seslerin çıkarıldığı bu eylemin sonunda diş kırılmaları, diş yüzeyinde aşınma, dişlerde hassasiyet, diş etinin çekilmesi, yanaklarda tahriş, baş, eklem ve kas ağrıları meydana gelebilmektedir.
Her ne kadar bir “CEO, müdür, şef hastalığı” olduğu söylense de değildir. Çünkü belirli bir güruh dışında, hemen hemen hiç bir ezilen, dişlerini sıktığı için doktora gitmez, gidemez. Çünkü insanların büyük çoğunluğu doğar doğmaz dişlerini sıkmaya başlar. Hayat bir çok kişi için sabredilecek bir serüven, istemsiz bir hareketler zinciridir. Ha eğer bir gün bir ezilen yanlışlıkla dişlerini sıkmadığını fark ederse belki o zaman bir doktora gitmeyi düşünebilir.
Bruksizmin Tedavisi
Bruksizmin tedavisinde bahsedilen yöntemler genel olarak geçicidir. Depresyonu Prozac’la, şizofreniyi elektroşokla tedavi etmeye çalışan akıl, bunu da aynı şekilde tedavi etmeye çalışır. Dişleri korumak için, silikon bir plak önerir. Yani sabrın kendisi acı, meyvesi ise “Gece Plağı”dır. Kas gevşeticiler, rahatlatıcılar, küpür küpür haplar, kaşık kaşık şuruplar içilir yine de olmaz, olamaz. Hipnoterapi bile uygulanır. İnsanlar uyutulur ve dişlerini sıkmamaları yönünde telkin edilir. Meditasyon yapılır, akupunktur denenir, hatta ve hatta “iyi bir tatil” önerilir. Bunlar da olmayınca nedeni bilinmeyen strese bağlı bir hastalık denilerek kabullenilir. Çünkü tedavi çoğu zaman olduğu gibi, yanlış yerde aranır.
Kasılmış bedenler, hızlıca kırpılan göz kapakları, takır takır titreyen dişler, saçları, bıyıkları ve sakalları yolan eller, çeşit çeşit tikler… Böyle istemsizce yapılan hareketlerin arkasında istemsizce yaşanan bir hayattan başka bir şey yoktur. Ezilenin, ezenin çizdiği sınırlar dahilinde yaşamaya zorlanması ve tüm hayatını ezenin ihtiyaçlarını doyurmak için paralamasıdır. Akmak ya da olmak yerine sürüklenen, savrulan ve itilen biz ezilenlerin bir yere; bir şeye tutunmaya çalışırken çıldırmasıdır Bruksizm. İşte bu yüzden ne ilaçlar ne de gidilip gelinen “iyi bir tatil” derman olabilir bu hastalığa… Derman çemberin dışında, kapitalizmin ve iktidarın yokluğunda aranmalıdır.
Derman devrimdir, tek tek bizlerden başlayan ve bütün toplumları özgürleştirecek olan devrim!
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 43. Sayısında Yayınlanmıştır
The post BRUKSİZM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Güneş, hava ve deniz ortaktır. Kimse buna sınır koyamaz, bunları bölemez ve sınırlandıramaz.”
Pierre Joseph Proudhon
Kapitalizm onları da mülkiyeti altına almayı başardı! Güneş ışığı, kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacına “kaynak” oldu. Hava, şişelere hapsedilip satışa sunuldu. Deniz parsel parsel bölündü, birileri için sermaye oldu.
Mülkiyet, anarşist literatürde Proudhon’un üzerine yazdığı kapsamlı inceleme ve daha çok da bu incelemeye dayanaklık eden temel sav olan “Mülkiyet hırsızlıktır” söylemi üzerinden bilinir. Ekonomik yaşamın inşasında, Proudhon’un olanaksız olarak tanımladığı bu kavramın bizler için ifade ettikleri, iktisadın inceleme alanlarının ötesindedir. Bu yönüyle üretim ve tüketim ilişkilerini belirleyen bir ilke olmasının yanında, iktidar ilişkilerinin yansıdığı başka alanlarda da farklı anlamlar kazanmaktadır.
Yönetenler halkın iradesini gasp eder. Özgür bir yaşamda kendi kararlarını kendileri alacak olan bütün bireylerin yaşam enerjisini ve gücünü mülkiyetine geçirir. Bazen demokrasidir bu yönetimin adı, bazen monarşi, bazen ise diktatörlük; ancak isimler değişse de mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki adaletsizlik hepsinin ortak özelliğidir.
Patronlar, işçinin emeğini gasp eder. Yaşamak için çalışmak zorunda olan bireylerin yaratıcılıklarını ve boş vakitlerini mülkiyetlerine geçirir. Çok uluslusundan yereline, taşeronuna kadar hepsi işçilerin özgürlüğüne düşmandır. İşçilerin köleliği, bir avuç mülk sahibinin iktidarıyla normalleştirilir. Aslında doğal olan, bilinçli bir şekilde çarpıtılır; imkansız olarak gösterilir.
Erkek, kadının yaşamını gasp eder. Kadın, dinsel buyruklar, kültürel normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetlerle yürüyüşünden konuşmasına, oturup kalkışından alışkanlıklarına kadar her şeyiyle baskılanır. Bu da yetmez, erkek kadının yaşayıp yaşamayacağına karar verecek merci olarak görür kendisini. Kadının yaşamını dahi kendi mülkiyetine geçirir.
İnsan, ekolojik yaşamı gasp eder. Havanın, suyun, toprağın ve üzerinde yaşayan tüm canlıların, bir bütün halinde ekosistemin uyumuna karşı ihtiyaç dışı tüketimi, rantı, talanı ve sömürüyü araç edinir. Hem türümüzle hem de diğer türlerle kurduğumuz karşılıklı ilişkinin zemini olan dünya, dev bir tüketim mabedi haline getirilir.
Her Şey Herkesindir
“Halk, kendisini devletin dışında oluşturmaya başlarsa devlet iktidarı, yönetici ilke, eski yolları temsil edenlerin doğası gittikçe zayıflayacak ve tüm eski sistem geri dönüşsüz şekilde ortadan kalkacaktır.”
Gustav Landauer
Her şeyin herkes tarafından özgürce üretimi ve paylaşımı… Yani üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortadan kaldırılması, anarşistlerin toplumun ekonomik ve sosyal örgütlenmesine yönelik tahayyüllerinin zeminini oluşturdu. Bu tahayyülün gelişimi üzerine düşünürken daima bu zemin üzerinde hareket edildi. Geleceğin yaşamının, geçmişin deneyiminin ışığında; halkın yaratıcı gücüyle, dönemin ihtiyaçlarına göre yapılandırılacağına olan inanç korundu. Ancak bir yandan da bu ilkeler, yaşam alanlarında gerçeklik kazanan somut deneyimler haline geldi. Anarşist kolektifleştirme pratikleri, 1920’lerde Rus Devrimleri’nin yanı başındaki Özgür Topraklar deneyiminde ya da 1936 İberya Devrim sürecinde geniş ölçekte uygulanma fırsatı buldu.
Anarşist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisinin temelinde yer alan kolektifleştirme; mülksüzleştirme ve özyönetim kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Endüstride ya da tarımda kolektifleştirme, bir yanda özel mülkiyetin diğer yanda ise devlet mülkiyetinin zincirlerinden kurtulmuş ekonomik örgütlenmeleri ifade eder. Kolektifleştirilmiş topraklarda ya da fabrikalarda özyönetim, işleyişin etkilediği bütün bireylerin özgür katılımıyla alınan karar toplantılarını ilke edinir. Kimse toprağın ya da fabrikanın sahibi değildir, ancak onu yaşatma sürecinin sorumluluğu da herkesin üzerindedir. Böylece herkesin, ihtiyacı kadarıyla yetindiği ve bir alanda yeteneğine, eğilimlerine göre yoğunlaşabilme düşüncesinde ortaklaştığı bir dünyayı yaratırız.
Üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin bütünü olan ekonomide; özel mülkiyet de devlet mülkiyeti de iktidarlıdır. Bu iktidarlara karşı kendi ekonomik alternatiflerimizi şimdiden yaratmak, otoritenin bütün uygulamalarından kurtulmak ve ihtiyaç duyduğumuz yaşama kavuşmak için tek araç olarak önümüzde duruyor.
Herkesten Yeteneğine Göre
Mülkiyetin olmadığı dünyaya olan özlem, bir yanılsamayla anlamı çarpıtılmak istense de, gerçek hırsızların otoritesine son verecek olandır. Çünkü mülkiyet olmazsa, her şey herkesin çabasıyla üretilir ve herkese ait olursa, kimse hırsızlık yapmaz, yapamaz. Çünkü asıl hırsızlık senden çalınanları geri almak değil; emeği ücretlendirmek, toprağı vergilendirmek, özgürlüğü denetim altına almaya çalışmaktır.
Emeğin ücretlendirilmesi üzerine yürütülmüş tartışmalar içerisinde anarşizm; savlarını iş-işçi, emek-emeğin değeri, yetenek-yeteneğin ölçüsü gibi ayrımların olmadığı bir ekonomik planlama süreci üzerinden şekillendirmiştir. “Dinde Tanrı, politikada Devlet, ekonomide Mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur.” diyen Proudhon, toplumsal adaletin sağlanması için mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Bu düşüncesiyle yalnızca anarşizmin değil, sosyalist akımlar içerisindeki neredeyse her eğilimden devrimcinin bu alana dair yorumlarına bir referans noktası oluşturmuştur. Önerdiği çeşitli ekonomik formüller farklı dönemlerde farklı coğrafyalarda deneyimlenmiştir. Toplumsal dönüşüme dair yazılarında geleceğin toplumunun yaratıcı gücüne olan güvenini daima vurgulayan Bakunin ise, bölüşümde emeğin ve yeteneklerin belirleyiciliği olabileceği üzerinde durmuştur.
Sonrasında Pyotr Kropotkin, Errico Malatesta, Carlo Cafiero, Alexander Berkman gibi anarşistlerin meseleye yönelik yazıları, kitapları yayınlanır. İlk kez I. Enternasyonal’de İtalyan Birliği çatısında savunulmaya başlanan bu anarşist komünist fikirler, toplumsal devrimin sosyo-ekonomik örgütlenmesine dair, halkın en derin özlemlerinin ayrıntılı bir ifadesi oldu.
Emeğin ücretlendirilmesi; Kropotkin ve Malatesta gibi yoldaşlara göre yeni bir iktidar ortaya çıkarmakta, biçim olarak değişse de öz olarak kapitalist ilişki biçimlerinin algısal anlamda sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Oysa üretimde belirleyici yegane ilkenin bireylerin yetenekleriyle şekillendirilmesi gerekliliği; kapitalizmden, gerontokrasiden, ataerkiden sıyrılmış bireyin yaşamını nasıl planlayacağına dair de bir model oluşturmaktadır.
Herkese İhtiyacı Kadar
Özgür bir yaşamda insanlar hayatta kalmak için değil, toplumun içinde kendini, kendi içinde ise toplumu bularak, hem kendi mutluluğunu hem de kendi dışındakilerin mutluluğunu amaç edinerek yaşar. Yüzyıllardır özlemini çektiğimiz devletsiz toplum, kolektif işleyişin bu çekirdeği üzerinde filizlenmektedir. Bugün yaşamlarımızı köleleştiren yemek-içmek, uyumak, gibi gündelik ihtiyaçlarımız dışındaki bütün vaktimizi işgal eden zorunlu çalışma, özgür bir yaşamda eski zamanlara ait kötü bir masal olacaktır.
Kolektif yaşamın şekillendirilmesinde ise üretim ve dağıtım kadar belirleyici olan bir başka olgudan, “tüketimden” söz etmeliyiz. Kolektifleştirmenin gücüyle üretim araçlarının kontrolünü patronların elinden alan ve özel mülkiyete son verilen bir düzlemde, yetenekleri ölçüsünde kolektif üretimi gerçekleştirmeye başlayan her topluluk, ihtiyaçlarını da kolektifleştirecektir. Kalabalıklar içinde yalnızlaştırılmış, paylaşma ve dayanışmadan yoksun hayatlarımız ancak ve ancak böyle anlam kazanacaktır.
Özgürlük
“Her ekonomik evre, tarihte belirli bir politik evreye denk düşer. Bugünkü mülkiyet biçiminin yıkılması da ancak yeni bir siyasal hayatın gerçekleştirilmesiyle mümkündür.”
Pyotr Kropotkin
Yazıya girerken ekonomiden bahsetmiştik. Ekonomik yaratımı oluşturanların suistimali üzerinde yükselenlerin sisteminde, toplumsal zenginliği üretenler ve bu üretimi gasp eden azınlık arasındaki derin uçurumun sona ermesi imkansız gibi gözükür.
Devletin ve kapitalizmin olmadığı, paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir dünyanın yaratımı, anarşizmin bir eylem biçimidir de aynı zamanda. Bu eylem biçimi tarihin birçok yerinde birbirinden farklı gerçekliklerde, ortak bir deneyim yaratarak bir gelenek haline gelmiştir.
Özgürlüğe varmak için yola çıkan, işçilerin iktidarını kuracağını savunan bazılarınınsa, neden çelişkileri yok etmek yerine arttırmayı yeğleyen yöntemlere yöneldiğini anlayabilmek için bu tartışmaları tekrar tekrar gündem etmek önemlidir. Toplumsal bir devrimin nasıl despotluğa dönüştürüleceğini gördük, bu olumsuz pratikleri yeterince deneyimledik. Artık özgürlüğü yaratmak için geçiş evrelerine ya da bürokrasiye ihtiyacımızın olmadığı, bizimle hemfikir olmayanlar için de karşı konulamaz bir gerçeklik haline gelmiştir.
Çalışma saatlerinden mekanın ya da mekanların işleyişine, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkiye kadar her alanda özgürlüğü esas alan bir düşünce ve eylem biçimi olan anarşizmin konuya ilişkin gerçek çözümleri bugün birçok yerde, birçok kolektif işleyiş içerisinde sürmekte. Mahallelerdeki özyönetim fabrikalarında, köylerdeki özgür kooperatif deneyimlerinde, devletin talanına karşı gecekondu evlerinde, şirketlerin ekolojik yıkımında toprağın metalaşmasına karşı halk direnişlerinde bunların izlerini görürüz.
Bir şeye sahip olanlar, sahip oldukları şeyleri daima birilerinin yaşamlarını çalarak edindiler. İçinde yaşadığımız toplumun sonunu getirecek olan özgür ve mutlu bir yaşamın ifadesi tek bir slogana sığacak kadar basit:
“Her şey herkesin olmalı, mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır!”
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayında yayınlanmıştır.
The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yaşamın Yeniden Yaratılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yaşamın Yeniden Yaratılması
Bütün dünyada devam etmekte olan çok boyutlu bir hareketin içerisindeyiz. Bu çok boyutlu hareket, insanları ya sistemin içerisine çekmekte ya da bu durumu kabullenmeyenleri sistemin dışına itmektedir.
Sadece içerisinde yaşadığımız coğrafyada artık mevcut işleyişin ismi haline gelen OHAL’de olduğumuzdan dolayı değil. Bir eskimişlik bizi rahatsız eden şey. Eski yapıların yetmediğini anlamakla, bu yapılar olmadan hareket edemeyecek olma dayatmasının arasındayız.
Sadece siyasal sistem değil, toplumsal yapılar, ideolojik meşruiyetler, yaşamsal gerçekler değil değişen. Tüm bunların ortasında bulunan bizler de sığamıyoruz artık bu eski yapılara.
İhtiyacımız olan şey, cesaret. Eskiyenin yerine yenisini yapmak cesareti. Hem Bakunin’in söylediği gibi yıkmak yaratmak olduğu için, hem de Durruti’nin söylediği gibi yıkıntılardan korkmadığımız için…
Tutsak Değiliz, Mecbur Değiliz
Ekonomik tutsak/mecbur değiliz. Sadece çalışmaya değil, çalışırken katledilmeye zorlayan bir ekonomik sistemin, bireyleri sömürmeye odaklı büyük fabrikanın zoraki işçileri değiliz. Daha fazla kar uğruna katleden patronların, bizleri katlettikçe zenginleşen şirketlerin tutsağı değiliz.
Enerjimizle, emeğimizle, saatlerimizle ve yaşamlarımızla beslenen kapitalizmi beslemeye mecbur değiliz. İktidarın bize dayattığı “bitmeyen tüketim arzusu”na karşı, kolektif üretim-tüketim ağlarımızı yaratabilir; bizlere dayatılan kapitalist sömürüyü yok edebiliriz.
Toplumsal tutsak/mecbur değiliz. Her geçen gün yaşamlarımız siyasal iktidarın toplumu muhafazakarlaştırma politikalarıyla dönüştürülmeye çalışılırken, içinde beraber yaşadığımız büyük ilişki bize dayatmalara dönüştüyse, bu döngünün bir parçası olmak zorunda değiliz.
İktidarın belli zamanlarda -kendi çıkarları doğrultusunda- değiştirdiği, devlete uygun birey yetiştirme süreçleri olan okullarına, az ve yanlış bilgiyi çaktırmadan yerleştiren bir işleyişe, eğitim sistemlerine mecbur değiliz. Öğreten-öğrenen hiyerarşisi olmaksızın, iktidarın değil yaşamın bilgisini özgürce paylaşabiliriz.
Yaşamsal tutsak/mecbur değiliz. Tüm yaşam alanlarımız erkek egemenliğinin baskısıyla şekillendirilir, erk’in nefreti hem bedenlerimizi hem yaşamlarımızı hedef alırken bizler de bu egemenliğin tutsağı haline getirilmek isteniyoruz. Nefret ve bu nefretin getirdiği şiddet türlü bahanelerle normalleştirilirken erkek egemenler tarafından kimi zaman kimliksizleştirilmek isteniyoruz, kimi zaman katlediliyoruz.
Yaşamlarımız iktidarın baskısıyla şekilden şekle sokulurken, yaşam alanlarımız her geçen gün kapitalizm ve devlet arasında paylaşılırken, düşüncelerimizi gerçekleştirebileceğimiz alanlarımız ellerimizden alınıyor. Yaşam alanlarımız devlet-şirket işbirliğiyle talan ediliyor, düşündüklerimizi eylediğimiz sokaklar türlü bahanelerle bizlere kapatılmak isteniyor. İktidarın baskısı ve bitmek bilmeyen saldırılarıyla yaşamlarımız çalınıyor.
Ancak bizler bu yaşamsal tutsaklığa mecbur değiliz. İktidarın ve erkek egemenliğinin nefretini de şiddetini de kendi ellerimizle durdurabiliriz. Erk’ten beslenen ve yine bu erk’i büyüten nefreti, şiddeti ve erkek egemen tüm politik/yaşamsal dayatmaları kendi irademizle, kendi benliğimizle ve kendi gücümüzle yıkabiliriz. Yaşam alanlarımızın talan edilmesine, yaşamlarımızın gasp edilmesine karşı direnerek, özgür bir yaşamı kendi ellerimizle yaratabiliriz.
Politik tutsak/mecbur değiliz. Sadece iktidarın siyasetine değil, iktidarın iktidarlı muhalefetlerine, siyasal çarkları tekrar tekrar döndürmekten başka işlevi olmayan partili devletli siyasete tutsak değiliz. Devletin kendinden olmayanı türlü gerekçelerle kapattığı, devrimci iradeleri hapishanelerle teslim almak istediği politik baskının tutsağı değiliz.
İktidarın politikasına ters düştüğümüzden, ezilenlerin siyasetini benimsediğimizden dolayı maruz kaldığımız yaptırımlarla irademizi tutsak aldığını düşünen iktidara mecbur değiliz. Devlet, adalete ve özgürlüğe olan açlığımızı bizleri hapsederek bastırmak istese de maruz bırakılmak istendiğimiz tutsaklıktan özgürleşebiliriz. Bedenlerimizi kapatarak düşüncelerimizi de yok edebileceğini sananlara, beton duvarlarla bizleri yıldırmak isteyenlere karşı bulunduğumuz her yerde, her bir hapishanenin her bir hücresinde, mücadelemize olan inancımızla direndikçe özgürleşebiliriz.
İdeolojik tutsak/mecbur değiliz. Siyasi iktidarın her geçen gün artan ideolojik baskısını, 15 Temmuz siyasetini, başkanlık tartışmalarını, siyasal iktidarın bizleri iradesizleştirme çabalarını düşünsel olarak sahiplenmek zorunda değiliz. Yarattığı suni “gündem”lerle gündemimizi belirleyen, tüm siyasal süreci kendi çıkarı doğrultusunda şekillendiren iktidarın ideolojisine tutsak değiliz.
Bizler iktidarın tutsağı değiliz; çünkü bu sistemi yıkmanın yaratmak olduğunu bilen bireyleriz.
Özgürüz
Bizler ekonomik ve yaşamsal sömürünün, insan merkezcil aklın, erkek egemenliğinin, kapitalizmin, devletin ve iktidarlı hiçbir ilişki biçiminin sürdürücüsü değiliz. Çünkü özgür yaşamın ancak iktidarı topyekûn yok etmekle mümkün olduğunu biliyoruz.
Bunun için iktidarların yaratıcısı olduğu sayısız yıkıma, talana, katliama ve bitmek bilmeyen sömürüye karşı özgürlüğü düşlemeliyiz.
Ekonomik sömürünün, nefretin ve şiddetin olmadığı, iktidarın sürekli olarak artan baskısına ve manipülasyonuna karşı bilginin özgürce paylaşıldığı/paylaşarak çoğaldığı, kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurmadığı, iktidarın tutsaklığına karşı özgürlüğün inşa edildiği ve yaşandığı alanlarımızı yaratmalıyız. İktidarın tutsaklığını yıkmalı, özgürlüğü yaratmalıyız. Düşlediğimizi artık eylemeliyiz çünkü yaşamlarımızı ancak bu şekilde dönüştürebiliriz.
Özgür ve adil olan yeni bir dünyayı kendi ellerimizle yaratabilmek ve maruz bırakıldığımız tüm tutsaklıklardan kurtulabilmek için şimdi anarşizmde örgütlenmeliyiz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. Sayısında Yayınlanmıştır
The post Yaşamın Yeniden Yaratılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötülük Kaybedecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kötülük doğmaz, doğurulmaz. Bir çiçekten toprağa düşüp, bahar gelince de baş vermez. Kimilerinin dediği gibi bir rüzgar gibi esmez. Ani bir yağmur gibi boşalmaz. Kötülük üretilir. Bu işin ustası olmuş ellerce hazırlanır, paketlenir ve her gün yürüdüğümüz sokakların, meydanların dibine, evlerimizin kuytu köşelerine, tezgahların kenarına, çalışma masalarının köşesine sinsice yerleştirilir.
Bazen kötülük bomba olur patlar bir meydanda. Yüz insan, sanki hiç anıları, dostları, gülümseyen yüzleri, tatlı telaşları ve korkuları yokmuş gibi ölüverir bir anda. Bazen anlamsız ve iğrenç bir açlık olur, kendinden güçsüz olana her şeyi yapabileceğini düşünür. Dokuz yaşındaki bir çocuğa tecavüz eder. Ayrılmak isteyen karısını sokağın ortasında kırk altı defa bıçaklar. Bazen zehirli bir su gibidir. Bu sudan içenler çıldırmış gibi sağa sola saldırır. Devlet, millet diye diye, bir annenin cenazesini mezardan çıkartır. Başka bir cenazeyi arabanın arkasına bağlayıp sürükler, başka birinin kulağını keser anahtarlık yapar. Kendi işine gelmeyen, kendine biat etmeyenin ne dirisine ne ölüsüne tahammülü vardır.
Üniforma giydiğine çok rastlanır, inandıkları için, her şeye rağmen direnmeyi seçtikleri için tereddütsüz bir şekilde açlığa yatan iki insanın üzerine gevrek gevrek, aptal aptal sırıtarak elindeki gaz tüpünü boşaltır. Kalp atışları yavaşlayan, günden güne eriyen bu iki insanın başına gidip, sanki hiç çocuğunun başını okşamamış, kimseyle dostça el sıkışmamış gibi büyük bir soğukkanlılıkla “öldünüz mü lan?” diye sorar.
Kendi uygarlığını, kendi krallığını üretmek için binlerce ağacı kesiverir bir gecede. Ya da nedensiz yere bir köpeği tekmeleyiverir. Bir Caretta Caretta’nın kafasına 10 kurşun sıkabilir mesela. Daha da büyüsün daha da semirsin diye açtığı devasa fabrikalar, santraller, madenler, alışveriş merkezlerinin dünyayı zehirlemesine aldırmaz. Dünya yavaş yavaş ölümün eşiğine gelirken kasırgalar fırtınalar seller ve tufanlarla sarsılırken, hiçbir şey olmamış gibi işine devam edebilir.
Laboratuvar ortamında iktidarlar tarafından üretilmiş bir çeşit virüstür kötülük. Manipülasyon ve korkuyla beraber enjekte edilir. Bu her şeyi normalleştirir. Zamanla her şey o kadar normal gözükür ki yabancı olan şey silikleşir, kötülük kavranamaz; anlaşılamaz hale gelir.
Aslında her şey itaat etmekle başlar. Dostça bir gülümsemeye karşılık vermediğimiz yerde ortaya çıkar, ötekine yardım etmeyi reddettiğimizde ya da bir adaletsizliğe kayıtsız kaldığımızda bizi sarmaya başlar. Ve nihayetinde başka bir canlıya nefretle yaklaştığımızda bizleri ele geçirir.
Ama dedik ya başta, kötülük doğamaz, yapılsa üretilse bile kök salamaz diye. O yüzden bizden değildir kötülük. İşte Kropotkin de tam olarak bundan bahseder. İyi olan, hayatta kalma çabasıdır. Dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma hayatta kalmanın yegane yoludur. Yaşamın akışını kesen şey kötüdür, bu da bencilikle ve rekabetle ilişkilidir. Bunların sonucu olan iktidar ve tüm merkezi yapılarla beraber devlet kötüdür. Kötülüğün somutlaşmış halidir.
Bu kötülüğü sağaltmak, bu kökleri tekrar canlandırmakla mümkün olur ancak; itaat etmeyi reddetmekle başlar. Dayanışma ve duygudaşlıkla beraber büyür. Ötekine karşı duyulan nefretin, iktidara karşı öfkeye dönüşmesiyle yenilir kötülük!
İtirazın, isyanın, duygudaşlığın ve alçak gönüllüğün tekrar hayat bulduğu yerde kötülük ölmeye başlıyordur! Yaşamın tekrar akmaya başladığı yerde kötülük kaybetmeye mahkûmdur!
Kötülük Kaybedecek; Biz Kazanacağız!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kötülük Kaybedecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>