The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bazı tarihçiler, ki bunların arasında en etkili geleneğe sahip olanlarından birisi de İbn Haldun’dur, tarihin döngüsel olduğunu düşünürler. Hatta çoğu dile yerleşmiş olan “tarih tekerrür eder” deyimi belki de içinde anlamamız gereken bir gerçeği de barındırmaktadır. Ancak tekrarlanmak anlamına gelen “tekerrür” yerine “tarih kafiyeli olmaya meyillidir” desek belki de hür düşünceye daha büyük bir manevra alanı bırakabiliriz. Zira bugünü anlamak için hem geçmiş dönemlerle karşılaştırma yapmalı hem de bugünün kendine has dinamiklerini göz önünde bulundurmalıyız.
Tarih ve Devletlerin Krizi
2020’ye altı ay kaldı. Modi beş yıl daha Hindistan’ın başına seçildi. Camileri bombalamak isteyen Hindu milliyetçileri pek bir sevindi. Kuzeyde Xi Jinping de Mao ve Deng Xiaoping’den sonra Çin Komünist Partisi’nin istikametini kendi elleriyle şekillendirebilecek bir pozisyonda ve görünen o ki Neo-konfüçyen bir vizyon güdüyor. Putin’in ne Avrupa ne Asya medeniyetlerine ait olmayan Slav ve Ortodoks Hristiyan Avrasya medeniyeti inşa edilmeye devam ediliyor. Okyanus ötesindeki Beyaz-Hristiyan Batı medeniyetini yeniden kendi kanatları altında diriltmeye çalışan ve büyük ihtimalle yeniden seçilmek için de kendine 2003’teki gibi bir savaş arayan Trump da bu listeye ekleniyor.
Tabii ki soru şu: Ne oldu? Francis Fukuyama’ya göre Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle Batı tarzı liberal-demokrasi ve serbest-pazar ekonomisi muzaffer olmayacak mıydı? Tarih bitecek, artık herkes Batı-medeniyeti çizgisinde yürüyecekti. Japonya ve Kore bunların mükemmel birer örneğiydi. Bu coğrafya da zamanında “Küçük bir Amerika olmak” gibi söylemleri olan politikacıları gördü.
Olan şuydu; yerel dinamiklerin içinde acı çekip kavrularak yükselen iktidar hırslı sosyopatlar, karizmatik iletişim güçleri ve zayıf bireysel prensipleri doğrultusunda kurdukları ağları kullanarak eriştikleri mutlak hakimiyet pozisyonunda, bu konumlarını kaybetmemek için kendilerine çok kuvvetli bir araca başvurdular: Medeniyet.
İnsanlık tarihinin neredeyse tüm acılarının müsebbibi olarak da addedebileceğimiz bu kavram, bazılarına göre ise insanlığın en güzel eserlerinin üreticisidir. Kentleşme ve dolayısıyla hiyerarşi ile rekabetin beraberinde gelen medeniyet unutulmamalıdır ki kölelik düzeni üzerine kuruludur.
Zaten yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılın başında sözde sosyalist post-modern akademik camianın durmadan, yorulmadan, yılmadan eleştirdiği Samuel Huntington da zamanında Fukuyama’ya zıt olarak “Tarih’in bitmediğini, ancak bir parantezden (Soğuk Savaş) sonra eski fay hatlarının yine kırılmaya başladığını” söylemişti. Son otuz yıl içinde Balkanlardan Bangladeş’e kadar çoğu yerde haklı çıktı…
Yanlış anlamayın, Huntington ve onun çizgisini devam ettirenler hiç de masum insanlar değil ve bu söylemi şekillendirmelerinin bir nedeni var; bu da çağdaş devletin içinde olduğu kriz.
Evet çağdaş devlet krizde. Zaten her zaman krizde. Krizde olmayan devlet zaten çöker. Zira devletin var olma sebebi tahayyül edilen bir krizdir. Söylenen ama görülmeyen bir düzensizliğin içinden doğduğu söylenen devlet, bireylerin kendileri özgür düşünme hakları geliştirdiği müddetçe zayıflamaya devam ediyor.
Devlet için kriz Soğuk Savaş bitince tam anlamıyla başladı. Rakibin biri pes edince öteki tam anlamıyla kazanmadı, çünkü ortada aslında kazanılacak bir şey yoktu.
On dokuzuncu yüzyıl İmparatorluklar çağıydı, yirminci yüzyıl ulus-devletlerin çağı olacaktı. İkinci Dünya Savaşı ve ertesinde oluşan küresel düzen bu projenin ölü doğmasına neden oldu. Birleşmiş Milletler, Nato ve Avrupa Birliği gibi işe yaramaz uluslararası kuruluşlar ulus-devletlerden oluşan birleşmiş bir kapitalist dünya projelerini gerçekleştiremediler.
Çözüm: Ulus-Devlet Öncesine Dönmek. İşte Bu da Medeniyet-Devlet Demek
Financial Times’taki yazısında Gideon Rachman 21. yüzyılda “ulus-devlet”in yerini alacak medeniyet-devlet için şöyle bir tanım yapıyor: “sadece tarihi bir bölgeyi, tek bir dili veya bir etnik grubu değil ama kendine münhasır bir medeniyeti temsil ettiğini iddia eden bir devlet”. Peki listesinde kimler mi var? Hindistan, Çin, Rusya, Amerika ve Türkiye.
Yaşadığımız coğrafyada bu medeniyet-devlet deneyiminin ne demek olduğunu zaten her gün sokakta hissediyoruz. Özgürlükten, adaletten muaf, dışlayıcı bir düzen.
“Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?” adlı kitabın yazarı Martin Jacques “civilization-state” olarak damgaladığı medeniyet-devlet fikrini Çin üzerinden şekillendiriyor. Burada öne çıkan en önemli husus halkın birliği ve hükümetle olan yüksek birleşmeleri. Örneğin Batı’da hükümetin belli bir mesafede tutulmasından yana bir gelenek varken Çin’deki anlayış çok daha değişik. Hükümet Çinliler için aile reisi ile eş anlamlı. Bu Batı ile Doğu arasında bulunan devlet-toplum ilişkisindeki kültürel farklardan kaynaklanıyor… Diyor Jacques…
Peki bu neden önemli?
Devletlerin dönüşüm süreçlerinde sözde meşru şiddet uygulamalarına maruz kalanlar her daim en başta azınlık olarak addedilen halklar ve muhalif entelektüeller olmuşlardır.
Bu coğrafya Dünya’nın, “İnsan”ın tarihine şahit. Yazı-öncesinden beri gelip giden her düzeni gördü. Asıl gerçekliğin “değişim” olduğunu söyleyen, düşünüp yazıp çizen onca insan büyüttü. Asur’u, Babil’i, Hitit’i, Helen’i, Roma’yı, Osmanlı’yı ve nicelerini gördü.
İmparatorluk çağında, on dokuzuncu yüzyılda, “Almanlar kaybetti diye kaybettik” diye yalan anlatılan savaşa girmeden daha, ulus-devlet projesi hazırlanıyordu yavaştan. Savaş sonrası her şey değişti; imparatorluktu, medeniyetti bertaraf edildi, sade Türk sade Batı denildi. “Halk”a zorla yaşatılan bir dolu travmadan sonra da Soğuk Savaş daha son demlerine gelmek üzereyken yeni istikamet belliydi. En iyisi ne Türk ne Batı’ydı, istikamet Müslüman ve Doğu’ydu.
Siyasetçiler aktör gibidirler, onlara verdiğiniz giysiyi giyer, eline tutuşturduğunuz kağıdı okur ve yön verdiğiniz şekilde hareket ederler. Medeniyet-devlet de günümüz siyasetçilerine verilen yeni araç. Onlar bunu çok güzel bir şekilde sahneliyorlar. Ama gerçek şu ki piyesleri ancak biz istekli bir şekilde paramızı gülümseyerek ödeyip onları hayranlıkla izlediğimiz sürece etkili.
Eğer biz kim olduğumuzu bilirsek ne Medeniyet’in ne de Devlet’in, ancak insanın ve evrensel kardeşliğin gerçek olduğunu biliriz.
Murat Devres
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Niyet Yine Devlet: Medeniyet Devlet – Murat Devres appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!
Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?
Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.
Ahlak Mirası: Evlilik
Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.
1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.
2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.
Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.
Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.
Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.
Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.
Emeğin Mirası: Yoksulluk
Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.
Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.
Ölümcül Miras: Kadınlık
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.
Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.
Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.
Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.
Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik
“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.
Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.
Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.
Reddi Miras
Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.
Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.
The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yol Aslında En Çok Duvara Benzer! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu Yol Nereye Gider Efendi?
Arter sözcüğü atardamar anlamına gelir, yani kalpten vücuda kan taşıyan damarlar. Fakat arter, aynı zamanda kara yolu anlamına gelir. Ara yollar, ana yollara bağlanır. Ana yollar merkezlere taşınır. Kapitalizm doğası gereği, sürekli merkezleri canlı tutmak, onları doyurmak durumundadır. O yüzden çevrede merkezi doyurabileceği ne varsa, onları yolları aracılığıyla merkeze taşır. Yollar, kapitalizmin damarlarıdır. Sürekli genişleme eğiliminde olan kapitalizm, yeni yollara, yeni damarlara ihtiyaç duyar. Dolayısıyla yeryüzü, mahallemiz, köyümüz, yaşam alanlarımız kötü niyetli bir cerrahın elinde tarumar edilir.
Bir Yol Hikayesi
Bu uzun süreden beri böyledir. Tarihte adını çok duyduğumuz İpek ve Baharat yollarından, Avrupalı soyluların sofralarını süsleyen tonla baharat, nazik tenlerini örten top top İpek geçer; medeniyet geçer; Asya ve Avrupalı efendilerin üzerinde yükseldikleri köleler geçer, ölüm ve zulüm geçer ama bir tek adalet geçmez. Üstelik yol sadece yerin üzerine değil, denizin üzerine de yapılır. Güney Kuzey Amerika’sına bakmadan Doğu Afrika’sından girilip Batı Afrika’sından çıkılır. Geride bağırsakları sökülmüş bir dolu coğrafya bırakılır; yüzlerinde aşağılanmanın, yok sayılmanın ve sömürülmenin yol yol yara yaptığı “üçüncü dünya ülkelerinin” sonuncu olmaya mahkum edilmiş yaşamları bırakılır.
Efendiler bir yere girdiklerinde oraya önce bir merkez, hemen ardından da yolları yaparlar. Yeşilçam filmlerinde taşrada “kasabaya-köye yol getirme” vaadiyle ortalarda dolanan işgüzar politikacılar, kapitalizmin kalp damar cerrahlarının neşterleridir. Yolun bağlandığı her yer, kapitalizmin besin kaynağına dönüşür. Bu damarlar kan vermez, onlar sondaj boruları gibi çalışır. Amasya’nın elması ile Güney Afrika’nın elması aynı mantıkla işleyen farklı yollardan yutularak merkezlere taşınır. Böylece tüm yaşam alanlarımız yollarla çevrilir. Yani kapitalizmin yaptığı tüm yollar kapitalistlerin kendileri için bir köprüye dönüşürken, biz ezilenler için hayatlarımızla kendimiz arasında birer sete dönüşür. Evet yol damara benzer, sondaj borusuna, yaşamlarımıza vurulmuş zehirli bir kırbaca. Ama aslında en çok duvara benzer!
Meselenin aslı şudur ki, ne zaman biri bize yol getireceğini söylese, aslında bizi yola getirmeye çalışıyordur. İktidarın getirdiği tüm yollar, yine kendisine çıkar. Yani yalan, talan ve ölüme…
Yol Aslında En Çok Duvara Benzer!
J.G Ballard, Beton Ada adlı kitabında, Londra’nın merkezinde işinden evine dönerken geçirdiği bir kaza sonucu, üç otoyolun kesiştiği bir noktadaki “beton ada”ya düşen bir karakterin hikayesini anlatır. O beton adada, yoldan gelip geçenlere kendisini kurtarmaları için sesini duyurmaya çalışan karakter için yollar, insanlar, dahası koca bir kent duvara dönüşmüştür. Ballard bu karakter üzerinden modern bir Robinson Crusoe hikayesi anlatır.
İşin fantastik kısmını ve Ballard’ın anlatı yeteneğini bir kenara koyacak olursak, durum bizim içinde pek farklı değil. Kentsel dönüşüm projeleri ile kentin dışına itilen ve itilmek istenen yoksullar, devasa otoyollar ile birbirinden ayrılmış mahallelerde, başka bir “tutsaklığın” parçası haline geliyorlar.
Bu tutsaklık kendini iki şekilde gösteriyor. Birincisi, geçmişte, büyük şehirlerden köylere, kasabalara açılan yollar vasıtası ile verimsizleştirilen yaşam alanlarından şehirlere göçmek zorunda kalan yoksullar, bugün de her gün mahallelerinden sürülüp, şehir merkezine göç etmek zorunda kalıyorlar. Sabahın çok erken saatlerinde üç kuruş para için sıkış tepiş otobüslere, metrolara, metrobüslere doluşan ezilenler; beylerin, efendilerin işlerini gördükleri fabrikalara, AVM’lere ve lüks semtlere gidip bütün gün çalıştırıldıktan sonra akşam yine aynı cefayı çekerek evlerine geri dönüyorlar. Kelime anlamlarından biri “ulaşımı sağlamak” olan yol, burada ezilenlerin mahalleri, aileleri dahası yaşamları ile kendileri arasında örülmüş bir duvara dönüşüyor.
Bir diğeri ise, daha doğrudan bir duvar işlevi görüyor. Devasa ana yolların arasına sıkışmış ve hemen dibindeki diğer mahalle ile bağlantısı kopmuş, adeta beton adalara dönüşmüş yaşam alanları. Böylesi bir yola/duvara verilebilecek en iyi örneklerden biri, 33 yıl önce TEM otoyolunun ortadan ikiye ayırdığı İstanbul Seyrantepe’deki Huzur Mahallesi olabilir. O dönemde mahalleyi ortadan ikiye bölenler, bir köprü yaparak durumu kurtarmaya çalıştıysa bile, 2010 yılında şu anda Galatasaray’ın kullandığı yeni stadın çevre düzenlemesi dahilinde söz konusu köprü yıkılmak istenmişti. 30 yıl önce komşularıyla aralarına koca bir yol giren Huzur Mahalleliler, ulaşımlarını sağladıkları köprünün yıkılmaması için ciddi bir direniş göstermişti. Huzur Mahalleliler köprünün yıkılmasına engel olamamış ve onun yerine yapılan üst geçitle avutulmaya çalışılmıştı. Fakat Huzur Mahallesi ve benzeri örnekler tüm İstanbul’da hatta neredeyse bütün büyük şehirlerde karşımıza çıkıyor. Eli kolu ana yollarla ve otobanlarla bağlanmış, nefessizlikten gözleri dışarıya çıkmış mahalleler.
“Yol Vermemek” Devrimci Bir Eylemdir!
Kapitalizm gün be gün büyümek, yeryüzünün en ücra köşesine ulaşmak ve orayı kendisine dönüştürmek için çabalamaya devam ediyor. Dün Huzur Mahallesi’ni ikiye bölen yollar, bugün ODTÜ ormanını yutuyor, yarınsa başka bir yere duvar örmeye devam edecek. Fakat bununla beraber ve bunlara rağmen, ezilenler de “yol vermiyor”! Gazi’de ya da Gülsuyu’nda yaşadıkları yerin dibindeki ana arterleri kapatan mahalleliler, Buenos Aires’teki çevre yollarını tıkayarak hammaddelere el koyan Barikatçılar, Cape Town’da evlerini yıkmaya gelen dozerleri ana yolda bozguna uğratan Gecekondulular farkında olarak ya da olmayarak kapitalizmin işleyişini sekteye uğratıyor. Çünkü kapitalizmin can damarları olan yollar tıkanırsa, kangren kaçınılmazdır.
Çünkü “yol vermemek” bizim için duvara dönüşen yolları, onlar için kangrene hatta ve hatta tüm bir sistem için kalp krizine dönüştürmektir!
The post Yol Aslında En Çok Duvara Benzer! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>