The post Sesli Tweet Geliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sosyal paylaşım sitesi Twitter’a sesli tweet özelliği geliyor. Şimdilik yalnızca İOS cihazlardaki sürümünde kullanıma açılan bu özellikle kullanıcılar bundan sonra 140 saniyeye kadar sesli mesaj iletebilecekler.
Sesli tweet özelliğinin android işlemcili cihazlarda da çok yakında başlayacağı belirtiliyor.
The post Sesli Tweet Geliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İdlib Saldırısı Sonrası Sosyal Medya Engelleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kullanıcıların farklı alternatifleri denemesi ve vpn kullanması ile üstesinden büyük oranda gelinen bu engelleme nedeniyle diğer internet sayfalarının erişimi de yavaşlıyor.
Bu engellemenin tesadüfi olmadığını hatta bizzat iktidar tarafından planlandığını belirten Sosyal medya uzmanı Dr. Yaman Akdeniz “Bu engelleme masa başından olan bir engellemedir. Herhangi bir hukuki dayanağı yoktur. Siyasi bir engelleme ve yönlendirmedir” dedi.
The post İdlib Saldırısı Sonrası Sosyal Medya Engelleniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Kadınlar’dan Turkuvaz Medya Önünde Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Kadınlar, Turkuvaz Medya önünde “Kadın cinayetlerinin üstü değil erkek medya kapatılsın” diyerek bir eylem gerçekleştirdi.
Yapılan açıklamada Anarşist Kadınlar, kadın cinayetlerinin ve şiddetin üzerini örten erkek medya kapatılsın diyerek Turkuvaz Medya’nın önünde olduklarını vurguladı.
Polis ve özel güvenlikler, kadınların tepki ve eylemini engellemeye çalıştı ancak “Kadın cinayetlerinin üstünü örten medya önündeki eylemimizden vazgeçmiyoruz!” diyen kadınlar tüm baskılara rağmen basın açıklamasını gerçekleştirdi.
Basın açıklaması ise şu şekilde:
“Erkek Medya Nedir?
“Medya”, en etkili haberleşme araçlarından biridir. Ancak erkek medya, söz konusu erkekliği korumak olduğunda gerçekleri her zaman manipüle eder.
Kadınlar tacize uğradıklarında ne giydiklerini, şiddete uğradıklarında erkeklerin bahanelerini dinliyoruz haberlerden . Her bir kadın cinayeti, yalandan bir “yazıklar olsun” ifadesiyle servis edilirken arka planda katilin aslında “kötü” biri olmadığını, ya da “kendini kaybettiğini” ya da “ne kadar pişman olduğunu” dinliyoruz.
Biz bu şiddetin yine medya tarafından nasıl ilmek ilmek örüldüğünü biliyoruz, kadın programlarıyla, dizilerle, öğleden sonra kurmaca kuşaklarıyla kadına “yakışıtırılan” rolleri her gün görüyoruz.
Bizler katledilirken üzerimizi örtüp kapatan gazeteleri, bizler her gün şiddete uğrarken kesilen boğazımızı, yakılan bedenimizi hatta yüzümüzü sansürleyerek kapatan televizyonlarınıza inanmıyoruz. Bizi 3. Sayfa haberlerine, isyanımızı satır aralarına saklayarak kapatamayacaksınız!
İstanbul Bakırköy’de bir erkek eşini ve çocuğunu siyanür kullanarak katletti. Bu katliama bunalım diyen de oldu, ekonomik kriz diyen de. Erkek şiddetine kılıf hazırlamaya alışkın olanlar aile intiharı kılıfını hazırladılar çoktan bu olaya da. Kadının cansız bedeninin asansör önünde bulunması değil de ailenin geçmiş günlerden kalan mutluluk fotoğraflarıydı medyanın konusu. Oysa yaşananlar,bir erkeğin eşi ve çocuğunu öldürme hakkını kendinde görmesinden başka bir şey değildi. Siyanür, erkek şiddetinin yeni kılıfından başka bir şey olmamıştı Bakırköy’de, o evde.
Şule Çet Ankara’da, bir plazanın 20. katından aşağı atıldığında erkek medya olay yeri inceleme raporlarını, Şule’nin otopsi sonuçlarını yayınlamadı da Şule’nin olay yerinde alkol tükettiğini gösteren videoları, katilin omuzuna yaslandığı görüntüleri yayınladı. Güleda Cankel’e yapılan işkenceyi yayınlamadı da Güleda ve katil erkeğin 5 yıllık ilişkisi olduğunu yazdı her şeyden önce. Yani görmedi, görmediniz. Gördüklerinizi de yanlış gösterdiniz topluma. Sakladınız erkek şiddetini, korudunuz erkekleri, kadın cinayetlerinin üstünü örttünüz.
Nadira Kadirova’yı duydunuz da duymazdan geldiniz birçoğunuz. Çünkü Nadira yanında çalıştığı AKP milletvekili Şirin Ünsal’ın evinde ölü bulundu. Bazılarınız duydunuz da “İntihar dediniz, zaten fahişeydi dediniz, psikolojisi bozuktu” dediniz. Manşetlerinizde Nadira’nın yaşadıkları yoktu, Şirin Ünsal’ın boy boy fotoğraflarını yayınladınız. Suçlu olanı akladınız medyanızla.
Kadınlar hakları için, özgürlüğü için sokağa çıktığında “marjinal, terörist” olarak ilan edip kadın örgütlerinin toplumda şiddete sebep olduğunu iddia ettiniz köşe yazılarınızda, haber sayfalarınızda. Peki soruyoruz: Esenyurtta Cihan Tekstil’de çalışan Reyhan Kaya erkek patronu tarafından şiddete uğradığında neredeydiniz? Kadın düşmanı sözlerinizi ağız birliği yaparak büyütürken Rabia Naz yaşamını yitirdiğinde, Ensar Vakfı’nda çocuklar cinsel şiddete uğradığında niye hepiniz sustunuz?
Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin üstünü kapatan, şiddet kültürünü durmaksızın besleyen ve şiddetin her halini meşrulaştıran erkek medya kapatılsın!”
Kaynak: Anarşist Kadınlar
The post Anarşist Kadınlar’dan Turkuvaz Medya Önünde Eylem appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hızla değişen gündemler, birbirini izleyen olaylar ardından hızla yapılan açıklamalar, hızla akıp giden altyazılar, hızla değişen görüntüler, yüzleri hızla değişen ama birbirlerinin kopyası olmaktan öteye gitmeyen politikacılar… Hızın medyadaki kullanımı hangi örnekte ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Ancak televizyon ya da bilgisayar ekranının bizden sakladıkları çoğu zaman aynı kalıyor.
“Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.”
Rudyard Kipling
Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin propagandasını içselleştirmesi için sürekli bir saldırıya maruz bırakıldığından bahsetmiştik. Şok ediciliği ve haber değerinin yükseltilmesi açısından sunuluş şekli, bu saldırının pekiştirilmesini güçlendiriyordu.
Toplumsal mücadeleler, savaşlar ve etkisini her geçen gün arttıran şiddet sarmalı içerisinde gözden kaybolan gerçekler, yalnızca tekrarlarla silinmeye başlamadı tabii ki zihnimizden. Hız ve hızın stratejik kullanımıyla ilgili uygulamalar gerek medyada gerekse kamuoyunda, gündelik sohbetlerimize uzanan ölçekte uzun yıllardır iktidarın ezilenler üzerinde kullandığı en etkili araçlardan birisi olarak karşımızda duruyor. Hızlı yemeye, hızlı konuşmaya, hızlı hizmete ve bir bütün olarak hızlı yaşamaya uyarlanmış günlerimiz; manipülasyonun, yalanın, dezenformasyonun da hızlısıyla şekillendirilmeye çalışılıyor.
Yalnızca seçim gündemiyle alakalı onlarca açıklamanın ardı arkasına yapıldığı, sürekli yeni bir bilginin açığa çıktığı bu döngünün içinde debelenip dururken gözümüzden ya da kulaklarımızdan (biraz da farkında olarak) kaçırdığımız bir şeyler olabilir mi diye sormak düşüyor bize. Acaba bu aktarımın alıcı tarafında olan bizler, bilgiyi yeniden üretmesek dahi sessizliğimizle şiddete ortak oluyor olabilir miyiz? Kipling’in başarılı bir şekilde tespit ettiği gibi, gerçeğin savaşla yitirildiği bir süreçte, gözlerimizdeki perdeyi kaldıracak olan tek yol olarak savaşın meşruiyetini sorgulamaktan başka bir seçenek kalıyor mu?
Bütün Bu Kirlilik Nasıl Başladı, Nasıl Büyüdü?
“Sadece 48 saat acemisin/ Önce tanır sonra kaybedersin/ Her şey kaybolur, ardından yalnız kalırsın/Dikkat,/ Beğenenlere dikkatli edin!”
Stromae, Carmen
Medya enformasyonda kirliliğin, hızla manipüle edilen gerçeklik ve bunun gözümüzün önündeki alışılmış formuna ulaştığı haline nasıl geldiği üzerine geçmiş ve güncel örneklerden yola çıkarak bir yorum yapmadan önce, biraz başa gidelim isterseniz.
Enformasyon Bombası adlı kitabında Paul Virilio, “hear it now” (anında duy) ve “see it now” (anında gör) şeklinde kavramsallaştırdığı kitle iletişim araçlarındaki değişimden bahsederken tüm bu sürecin bir şiddete dönüştüğünü anlatıyordu. Canlı yayınların aslında o kadar da “canlı” olmadığı, film yıldızlarının yerine geçen top modellerin de yalnızca bir teşhirin nesnesi olduklarını gösteren “sessizliğinden” dem vurarak, haber ya da bilgi alışverişinin bu modern yolunu şiddete ortak olmak olarak tanımlıyordu. 2019’da, yaşadığımız Ortadoğu ülkesinde savaşın, kanın, gözyaşının gerçekliği yanıbaşımızda bütün çıplaklığıyla duruyorken, Twitter gibi sosyal platformlarda en çok konuşulan konuların dizi/filmler ya da magazinsel bir gelişme olabildiği bir durumda, meselenin sadece dezenformasyonla değil iradi seçimlerle de bu hale gelebileceğini anlamamız için Virilio’ya tekrar kulak kabartmak gerekiyor.
Medyada hızın dezenformasyon üreticisi ve bir siyaset yapma biçimi olarak kökeni kitle iletişim araçlarına dayanıyorsa, yaşadığı sıçramanın büyük bir adımını da sosyal medya kullanımının artışında görmek hakkaniyetli olacak. Zira sesin ve görüntünün bilgi-bilgi-bilgi sürekliliğinde devamlı güncellenen ve bu sürece müdahale eden yan bilgiler, yanlış güncellemelerle bilginin gerçekliğinin sorgulanışı üzerinden yaratılan muammaların yapısı, artan sosyal medya kullanımıyla beraber katlanarak devam ediyor.
Sosyal medya kullanımının, yarattığı alternatif medya kanallarıyla devrimciler için kullanışlı bir araç olduğu yıllar boyunca sıkça dillendirildi. Ancak bu kullanımın toplumsal mücadelelere olan besleyici etkisinden söz ederken meselenin devletin manipülasyon aracı haline geldiği kısmını da akılda tutarak bir yorum geliştirmek gerekiyor. Kitle iletişim araçlarının hiçbirine, özü itibariyle bir olumlama yapmamak gerekiyor.
Peki Ya Hakikat Ne Kadar Hakiki?
1950 yılında çektiği Rashômon adlı filminde Akira Kurosawa, ormanda çıktıkları gezinti sırasında saldırıya uğrayan bir kadın ve samuray eşinin hikayesi üzerinden gerçekliği, hakikati sorguluyordu. Sırayla kameranın karşısına geçen ve yüzünü görmediğimiz bir adalet koyucuya olayın nasıl gerçekleştiğini kendi gözlerinden anlatan bütün failler ve tanıklar kendilerine göre, bambaşka hikayeler anlatıyordu. Gerçekleşmiş bir olayın fiziksel bir tasviri noktasında dahi farklılıkların açığa çıkabilmesi ve filmin sonunda da gerçeğin ne olduğuna ilişkin soru işaretlerinin fazlalığı gerçeğin ne olduğuna ilişkin önemli sorular sormamıza olanak sağlıyordu. Yorumcular tarafından “objektivitenin reddi” olarak da okunan Rashômon’u gözümüzün önünde tutarak gündemdeki haberleri, dolaşan tartışmaları düşünürsek akıllara şu soru gelecektir: Peki ya hakikat ne kadar hakiki?
Yanılsamaların Ötesine Geçmek, Gerçekliği Kendi Ellerimizle Yaratmak Mümkün
Hızla, tekrarlarla, yalanla ya da yaratılan muammalarla, zaten hakikiliği kuşkulu olan bilgileri bir kenara bırakmalı. Dokunabildiğimiz, izleyebildiğimiz, dinleyebildiğimiz dünya ölçeğinde, kendi yargılarımızla kendi yarattığımız gerçekliğin kurallarına göre yaşamak mümkün. Bize sunulan seçeneklerin hepsi, tıpkı bizim ürettiğimiz seçeneklerde olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle manipüle edilmeye çalışılabilir (ki buna da müsait görünüyor). O halde saldırının karşısında durmanın tek etkili yolunun, kendi gerçekliğimizi yaratmanın peşine düşmekte olduğunu kavramalıyız. Kendi gerçekliğimizi yarattıktan sonrasının ise bu gerçekliğin kabulü noktasında inat etmekten geçtiğinin bilinciyle. Devletin, şirketin, medyanın dezenformasyonuna karşı kendi gerçeklerimiz için mücadeleye!
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Encamımız Kıyam – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>*Encam: (Farsça) işin sonu, gelecek. Kıyam: (Arapça) başkaldırı, isyan.
Döviz aldı başını gidiyor, TC’de son bir yılda %100’e yakın kur artışı oldu. Bu durum yaşamın her alanına yansıdı elbette, ama en çok -basın yayın gibi- dövizle çalışan sektörleri etkiledi. Üstüne bir de kağıdın hammaddesi olan selülozun fiyatının tüm dünyada %50’ye varan artışı… Bir de yeni gümrük vergisi eklendi. Hal böyleyken, bütün basın kuruluşları kağıt sıkıntısıyla karşı karşıya. Devlet, büyük ve “sahibinin sesi” basın kuruluşlarına verdiği teşvikler ve sildiği vergi borçlarıyla artan maliyetleri ve vergi yükünü hafifletiyor. Herhangi bir sermaye grubuna dahil olmayan, reklam bile almayan, hele de “sahibi olmayan” basınsa ciddi maddi zorluklar çekiyor.
Özgür düşünceyi yansıtan, gerçekleri anlatan kitaplara, gazetelere ve onların yazarlarına düşmanlık, faşizmin en belirgin davranışlarındandır. Tehlikeli görülen yayınları toplayarak meydanlarda ateşe vermek, yayınevlerini yakmak, yayınları sansürlemek-yasaklamak ve toplamak sık kullanılan “açık” yöntemlerdendir. Bugün bu açık yöntemlerin yanında, “örtük” bir yöntemle de karşı karşıyayız aslında; kağıt sıkıntısı…
Gazetta Gazetta Olalı…
Bilinen ilk gazetenin Antik Roma’da taş üzerine oyulup halka açık yerlere konularak yayınlanan Acta Diurna veya hükümet ilanı bültenleri olduğu iddia edilir. Bugünkü anlamıyla gazetenin ortaya çıkışının ise 1447 yılında hareketli parçalar ile yazı baskısını icat eden Johannes Gutenberg’in matbaasına dayandığı söylenir.
Gutenberg’in matbaasının ardından Avrupa’nın birçok kentinde, basımevi sahipleri duydukları ilginç olayları “haber sayfaları” olarak yayınlamaya başlamıştı. Bunlardan Venedik’te basılanları, halka “1 gazetta”ya satılıyordu. Bu paranın adı, zamanla okuduğumuz gazetenin adı haline geldi. O gün bugündür sansür ve maddi dayatmalar gibi devlet politikaları, başta gazeteler olmak üzere kitaptan dergiye tüm basılı araçların tepesinde bekleyen giyotin olmayı sürdürüyor.
Devlet Politikaları Yüzünden Değişmek Zorunda Kalan Biçim
Matbaanın icadının ardından çıkmaya başlayan gazeteler, günümüzün dergileri boyutundaydı. 1712’de Britanya devleti gazetelerden sayfa başına vergi almaya karar verince, yayımcılar da çareyi dönemin matbaalarının basabileceği en büyük sayfa boyutunu kullanmakta bulmuştu. Dünyanın dört bir yanında hala sıklıkla kullanılan 55×35 cm boyutlarındaki gazeteler, böylece ortaya çıkmıştı. Devletlerin politikaları yüzünden yaşanan ekonomik sıkıntılara tarih boyunca farklı çözümler üretildi.
Şimdilerde de son bir yılda, özellikle son bir ayda yaşadığımız topraklarda katbekat artan kağıt fiyatlarına çare aranır oldu. Çeşitli basın yayın kuruluşları kendilerince çözümler üretti yaşanan sıkıntılara. Kimi dergiler cep boyu basıldı, kimi gazeteler puntolarını küçülttü, kimileri sayfa sayısını ya da kağıt kalitesini düşürdü.
Sorunun Kaynağı İthal Kağıt mı?
Sorunun kaynağını kağıt üretmeyip ithal etmeye indirgeyen bir kesim var. Bu yerlici-millici ama anti-AKP’ci kesimin savları şöyle: “TC, 1936 yılında kağıt üretimine başlamıştı. Ancak ‘yerli’ SEKA (SElüloz-KAğıt) fabrikaları, kağıt üretiminin ithal kağıttan daha pahalı olduğu ileri sürülerek Özal döneminde özelleştirilmeye başlanmıştı ve Erdoğan döneminde son fabrikalar da satılmıştı. İthal kağıt da dövizle alındığı için maliyet arttı.”
Bu bilgiler doğru, ama oldukça eksik. Kağıt TC’de üretilseydi bile kağıdın hammaddesi olan selüloz da, kalıp malzemeleri de, mürekkep de, matbaa makineleri de bu makinelerin yedek parçaları ve bütün teknik malzemeler de dövizle alınıyordu. Yani kağıt üretimi “yerli” olsaydı bile basın yayın sektörü kur artışından oldukça fazla etkilenecekti. SEKA’nın var olduğu ancak yayıncılığın zora girdiği Menderes Dönemi başta olmak üzere birçok dönemde benzer sebeplerle özellikle muhalif yayınlar kağıt sıkıntısı çekmişti.
Menderes Döneminde Kağıt “Yerli” Ama Kullanabilenler “Menderesçi”
“Basın özgürlüğü” Adnan Menderes’in öne çıkan seçim vaatlerindendi. Kazandığı seçimin ardından gelen ilk yıllarda basınla geliştirdiği “ılımlı” ilişkiler kısa sürmüştü. Ekonomik istikrarsızlık ve Kore’ye asker gönderilmesinin eleştirilerinin yer aldığı basınla ilgili düzenlemeler gündeme gelmiş ve 1954 yılından itibaren kanunlar değişmeye başlamıştı. 1955’te, 6-7 Eylül Pogromu’nun ardından ilan edilen sıkıyönetimle birlikte gelen yasaklar, baskıyı iyice yükseltmişti: “6-7 Eylül olaylarıyla ilgili haber ve resimler yasaktır. Hükümeti tenkid etmek yasaktır.” Bunun dışında da devletin haberleştirilmesini hatta konuşulmasını istemediği pek çok şey yasaklanmıştı: “Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yazılmayacaktır. NATO devletleriyle ilgili haber yapmak yasaktır. Kıbrıs’taki olaylarla ilgili haber yapmak yasaktır. Öğrenci birlikleri ya da başka dernekler hakkında yapılan kovuşturmalarla ilgili haberler basılamaz…” Yayını yasaklanmış haberlerin yerleri gazetelerde boş bırakılır, bu nedenle belirli yerleri bembeyaz gazeteler çıkardı. 10 yılda 800’den fazla gazeteci yasaklara uymadıkları için hapishanelere kapatılmış, yine aynı gerekçeyle onlarca gazetenin yayınına son verilmişti.
Böyle bir dönemde devlete ve politikalarına karşı yazmak zaten zorlaşmışken devlet tarafından gazetelere dağıtılan kağıt da iktidarı övmeyenlerden kısılarak iktidarı övenlere verilmekteydi, elde kalan kağıtsa piyasadaki alıcılara. Alıcıların kim olacağına devlet karar verdiği için o döneme kadar kapatılmayan muhalif yayınlar da kağıt sıkıntısı çekmekteydi. Kağıt karaborsaya düşmüş, birçok yayın varlığını sürdüremeyerek kapanmıştı. Öncesinde bütün gazetelere verilen devlet ilanları ise 1959’dan itibaren sadece pohpohçu yayınlara verilmeye başlanmıştı. Bu yayınların patronları ilan gelirlerinin yanı sıra peşin alım desteği, kamu kurumu abonelikleri ve makine hibeleri gibi fırsatlardan yararlanarak zenginliklerine zenginlik katıyordu. Kağıt “yerli”ydi ama o kağıtla yayın çıkarabilmek “Menderesçi” olmayanlar için imkansıza yakındı.
Özal Döneminde İki Buçuk Gazete Yeterliydi, Gerisi Fazlalık
Gazete kağıdına devlet desteğinin kaldırılmasının ve yayınların çoğunun darbeyle susturulmasının ardından kapitalizmin yaşadığımız coğrafyada palazlandığı dönem, geride magazin gazeteciliği dışında yayıncılık ya da gazetecilik namına pek bir şey bırakmamıştı. Özal da iki buçuk gazetenin TC için yeterli olduğunu söyleyerek diğer gazete ve yayınlara ne olacağının mesajını vermişti (iki buçuk: Hürriyet, Sabah ve diğerlerinin toplamı). Medya patronları Özal’ın tüm dış gezilerinde hazırkıta yanında bulunuyordu; faili devlet olan cinayetler, infazlar, köy boşaltmalar, çete-devlet ilişkilerini araştırıp yazmak yasaklanmıştı.
Dönemin gazetelerinden birinin “basının desteğiyle iktidar olup sonra da basını bozguncu ilan ettiler” haberinin ardından kendisini övmeyen basınla ipleri tamamen koparan Özal, 90 yılının Nisan ayında Çankaya’da, basının “teröre” alet olduğunu söylediği bir basın toplantısı düzenlemişti. Gazetelerin haber politikaları ve dillerinin nasıl olması gerektiğini detaylıca anlatıp nasıl manşetler atılabileceğine kadar örnekler vererek gazeteciliğin sınırlarını açıklamıştı. Ardından çıkarılan “SS Kararnamesi” olarak bilinen Sansür ve Sürgün Kararnamesi ile OHAL valisi köy boşaltma ve sürgün yetkilerine sahip olmanın yanı sıra istediği yayını toplatabilir, yayınlanmasını durdurabilir, basıldığı matbaaları kapatabilir hale gelmişti. Bu kararnamenin ardından iki yıl içerisinde 100’den fazla gazeteci doğrudan kolluk kuvvetlerinin fiziki saldırısına mağruz kalmış, pek çokları tutsak edilmiş, yine yüzlerce gazete ve dergi toplatılmış, yasaklanmış ve kapatılmıştı.
Bu açık baskıların yanında Özal da (Menderes gibi) kağıt temini vasıtasıyla gazeteler üzerinde baskı oluşturmaktaydı. Basınla ilişkileri ne zaman gerilse tüm gazetelerin kağıtlarını temin eden SEKA’ya zam talimatı veriyordu.
Bugün: Baskı, Yine Her Biçimiyle Baskı
Yıl 2018’e geldiğindeyse devletin kullandığı “açık” baskı yöntemlerini teker teker yazmaya ihtiyaç duymuyoruz, herkes biliyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)’nin verilerine göre, yaşadığımız coğrafyada 21 Eylül 2018 tarihi itibariyle 217 gazeteci hapishanelerde tutsak bulunuyor. Yazdıkları sebebiyle açılan davalarla baskılanan binlerce kişi, yazılanlar sebebiyle kapatılan yüzlerce gazete- dergi olduğunu da bilmeyen yok.
Bütün bunların üzerine, döviz kurlarındaki akılalmaz yükselişten en çok hangi yayınların etkilendiği apaçık ortada. Yine Basın İlan Kurumu tarafından sağlanan gelirlerden sadece “sahibinin sesi” basın kuruluşlarının patronlarının nasiplendiği de herkesin adı gibi emin olduğu gerçeklerden. Basına yönelik sansürcülüğü ve yasaklarıyla ünlü olan padişah II. Abdülhamid gibi “suikast, anarşi, dinamit, dinamo ve padişahın büyük burnunu akla getireceği için ‘burun’ vb.” kelimeleri henüz yasaklamamış olsalar da, yasaklamaları muhtemel; bu kadar yalan söyleyen politikacı ve medya patronları varken onların uzayan burunlarını akla getirebileceği gerekçesiyle.
Ve bu büyük medya kuruluşlarının gazetelerinin hepsi ortak manşetlerle çıkmayı sürdürürken kendi fikrini, inandığını yazanların yaşadıkları bugüne özgü değil; aksine basın tarihi benzer sıkıntılarla dolu. Ve her şeye rağmen yayınını sürdürenlerle. 47. sayımızda yeniden buluşmak üzere…
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Encamımız Kıyam – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Diyanet İşleri Kendi Medyasını Kuruyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Diyanet Vakfı ” Vakıf Medya Sanat Radyo Televizyon Anonim Şirketi ” isimli bir şirket kurdu. Kurulan şirket kapsamında açılacak medya organlarının kamu yayıncılığı ilkelerine uymasına gerek olmayacak.
Daha önce TRT üzerinden yayıncılık yapan Diyanet İşleri kamu yayıncılığı ilkelerine uymak durumundaydı.
The post Diyanet İşleri Kendi Medyasını Kuruyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post El Değiştiren Kanal D ve CNN Türk’te İşten Çıkarmalar Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz aylarda, devlet iktidarının, medyayı bütünüyle kontrol altına alma politikaları doğrultusunda Doğan Grubu’ndan, Demirören Holding’e satılarak el değiştirmesi sağlanan Doğan Medya Grubu’nda “değişim” tüm hızıyla sürüyor. İktidara “yeteri kadar” yandaş olmadığı düşünülen eski patron Aydın Doğan’dan, “daha yandaş” olduğu tescilli Erdoğan Demirören patronluğundaki Demirören Holding’e satılan medya grubunda ilk olarak, yayın akışlarındaki siyaset tonunun düşürüleceği açıklanmıştı. Bu nedenle Kanal D’de sabah haberlerinin yayından kaldırılıp, yerine “dizi tekrarlarının” yayınlanacağı yolunda haberler yer almıştı.
Söz konusu medya grubundaki bu değişim, öte taraftan işten çıkarmalarla da devam ediyor. Kanal D’de çalışan ile başlayan süreç, bu hafta grubun bir diğer önemli televizyon kanalı CNN Türk’ü ve kanalın “ekran yüzlerini” de içine alacak şekilde genişletildi. CNN Türk’te hafta içi hergün Günlük programını sunan Saynur Tezel ve CNN Türk Ana Haber sunucusu Duygu Demirdağ bu isimler arasında yer aldı.
The post El Değiştiren Kanal D ve CNN Türk’te İşten Çıkarmalar Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Akit’in Provokatör Sunucusu İstifa Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Akit TV adlı, devletin propaganda-dezenformasyon yayınları arasında tetikçilik görevi üstlenen kanalda sunuculuk yapan Ahmet Keser, dünkü programında TSK’ye yönelik sivil katliamları haberleri üzerine, “Sivil öldürecek olsak Cihangir’den başlarız, Nişantaşı, Etiler… Değil mi? Yani bir sürü hain var…” şeklinde tehdit ifadeleri kullanmıştı. Akit TV, bugün yaptığı açıklamada sunucusu Keser’in tepki çeken sözleri sonrası istifa ettiğini duyurdu. Akit TV açıklamasında, provokatör sunucuyu kısmen sahiplenen “Akit TV’nin 27.02.2018 tarihli ‘Gün Başlıyor’ programında sunucumuz Ahmet Keser’in ‘Türk Askeri Sivil Öldürmez’ doğru tespitinin akabindeki maksadını aşan sözler kurumumuz tarafından tasvip edilmemiştir.” ifadelerini kullandı.
The post Akit’in Provokatör Sunucusu İstifa Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletten “Nasıl Haber Yapılır Dersi” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC, bir yandan cihatçı çetelerle birlikte işgal amaçlı Efrin’e saldırırken bir yandan da medyayı kontrol etmeyi ihmal etmiyor. Binali Yıldırım medya temsilcileriyle yaptığı toplantıda, 15 madde ile nasıl haber yapılacağını ya da nasıl haber yapılamayacağını tek tek söyleyerek uyardı. Akredite basının yanı sıra bugüne kadar açıklamalara alınmayan diğer basın kurumlarını da toplantıya davet eden Başbakan Yıldırım, Efrin saldırılarıyla ilgili haberlerde “milli menfaatleri ön plana koymalarını” önceliğe koymalarını istedi.
Ayrıca yapılan toplantıda devlet kendi “gazetecilerini” “DAEŞ deyin, sivil kayıpları, protestoları görmeyin, herkesten görüş almayın” diyerek uyardı.
Toplamda 15 maddenin olduğu listede; saldırının “terör örgütlerine” yönelik olduğu, sivilleri koruduğu, yalnızca PKK/PYD’ye yönelik değil DEAŞ’a yönelik olduğunun da ön plana çıkarılması, yabancı basında çıkan haberlerin çok dikkate alınmaması, PKK/PYD’nin moralini yükseltecek haberler yapılmaması gibi maddeler yer alıyor.
The post Devletten “Nasıl Haber Yapılır Dersi” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Balzac 1843’te, “Basın var olmasaydı, onu hiç icat etmemek gerekirdi!” der. Bugün medya aracılığıyla neler olup bittiğini takip ediyor, küresel güncelin bilgisini basın ve yayın kuruluşlarından kolaylıkla alıyoruz. Balzac’ın sözü işte bu bilginin niteliğini tartışmaya yöneliktir. Medyanın hem güncelin bilgisinin üretiminde önemli bir araç olması, hem de ekonomik-siyasal-toplumsal önemli bir güç olmasıyla ilişkilidir bu durum.
Bu gücün devletle ne kadar ilişkili olduğunu, 1920’lerde gazeteci Walter Lippmann, Kamuoyu isimli kitabında güzel bir şekilde çözümlemiştir. Lipmann, propagandanın çoktan beri “hükümetin düzenli bir organı” haline geldiğini ve gelişmesi ile öneminin düzenli olarak arttığını savunmuştur.
1920’lerden bu yana, ana akım medya ve devlet arasındaki ilişkinin ne boyutlara ulaştığı az çok ortada. Batılı medya kuruluşları bu ilişkiyi gizlemekte başarılı. Bizde son beş yıldır olup biten ise medya tarihinde tersine bir evrim… Medya patronları da onları destekleyen siyasi yapılar da ilişkilerini açık bir şekilde göstermekte beis görmüyor. Özellikle OHAL süreciyle beraber, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin rızasını alan medya kuruluşu olmak, bu alanda bir statü kabul ediliyor.
Geçtiğimiz ağustos ayında, ana akım medyada gerçekleşen oyuncu değişikliğini buradan okumak gerek.
Savaş sanayisinin önde gelen isimlerinden biri haline gelen Ethem Sancak, ES Medya’yı Hasan Yeşildağ’a bıraktı. ES Medya bünyesinde bulunan Akşam, Star, Güneş gibi gazeteler; 360 ve Kanal 24 gibi TV kanallarına bundan sonra Yeşildağ patronluk edecek.
Kim bu Hasan Yeşildağ?
Hasan Yeşildağ’ın kim olduğunu aramaya başlayan araştırmacı-gazetecilerin ilk karşılaştığı yazı, 2006 yılında Mahmut Övür’ün yazdığı “Kim şu Hasan Yeşildağ?” yazısı. Övür, bu yazıyı, yazdığına yazacağına pişman olmuş olabilir. ES Medya gibi Tayyip Erdoğan ve AKP ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktan çekinmeyen Turkuvaz Medya’ya bağlı Sabah gazetesinde yayınlanan yazı, yaşadığımız coğrafyadaki medya-devlet ilişkilerinin evrimini anlamak açısından önemli. 2006’da açık bir şekilde Erdoğan’ı ve derin ilişkilerini gündem eden ve eleştiren Övür artık, Sabah gazetesinde de, yorumcu olarak konuk edildiği A Haber programlarında da Tayyip Erdoğan’a ve onun siyasi çizgisine övgüler dizmekten geri kalmıyor. Doğal olarak, Hasan Yeşildağ’ı da sevecek!
Övür’ün bir zamanlar, “derin” ilişkilerinin açığa çıkarılması için yetkilileri sorumluluğa davet ettiği Hasan Yeşildağ kimdir?
1970’lerin sonunda, Üsküdar’da Şehir Tiyatrosunun bombalanmasında ismi geçen, katledilenlerin arasında devrimcilerin de olduğu birçok cinayetin faili, azmettiricisi, silah tedarikçileri arasında yer alan, Üsküdar ÜGD örgütünün başı bir ülkücü. İşlediği cinayetlerin birinden idam cezası istenerek tutuklu yargılanan, hapishanede Mehmet Ali Ağca’yla tanışıp devletin “derin” işlerini yapacak kadrosunun içine alınan ve vakit kaybetmeden beraat ettirilip İsviçre’ye kaçırılan kişidir. İsviçre’den dönünce, Tayyip Erdoğan’ın güvenliğini almak üzere bir “suç işleyerek” onunla aynı hapise giren, kaldığı süre boyunca hapishane müdürlüğü yapan şahıstır. 2000 yılında Abdi İpekçi cinayeti de dahil olmak üzere hakkındaki tüm suçlar hakkında takipsizlik kararı verilen, hakkında İGDAŞ ve İstanbul Belediyesi ile ilgili birçok soruşturma bulunan isimdir.
Kardeşi İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi Zeki Yeşildağ, Tayyip Erdoğan’ın farklı coğrafyalarda protestocularla yaptıkları kavgalarla ünlenen korumalarının başında bulunan; belediyenin ağaç dikme işleri, trafik sinyalizasyon araçlarının satımı, güvenlik kameraları ve gizli kamera tekniklerini belediyelere pazarlaması işi gibi “karlı” işlerini yapan eski ANAP, Refah Partisi yani anlayacağınız her dönemin siyasetçisidir. Aynı zamanda Eski Emlak Bank Genel Müdürü Civangate yolsuzluk skandalının baş ismi Engin Civan’ın kardeşinin eşidir.
Böyle bir CV’ye şimdilerde bir de Tayyip Erdoğan’dan önce İslamcı gençliğin liderlerinden Metin Yüksel’in ülkücüler tarafından katledildiği bilgisi eklendi. Ülkücülerin Tayyip Erdoğan’ın önünü bu cinayetle açtığı iddia ediliyor. O da ülkücülerin önünü açmayı seviyor, her şey karşılıklı! Bu bilgilerin birbiriyle ilgisi ise büyük ve derin planlar!
Ethem Sancak ile kıyaslandığında, daha “vefalı” ve daha “derin” konumda bulunan Yeşildağ’ın medya patronluğunda, kendinden öncekileri aratmayacağı açık. Balzac, medya patronları ve onların iktidarlı ilişkilerini öngörmüş herhalde!
Nedim Ciran
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
https://seninmedyan.org/category/nedim-ciran-yorumluyor/
The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir yanda, basımı ya da dağıtımı engellenen gazeteler, haklarında soruşturma açılan gazeteciler, “devlet büyükleri”ne hakaret etti iddiasıyla hedef gösterilip işten çıkarılan muhabirler, yayını durdurulan televizyon kanalları, programdan uzaklaştırılan haber spikerleri, paylaşımları yüzünden trollerin saldırısına uğrayan sosyal medya kullanıcıları…
Diğer yanda da, birbirleriyle aynı manşeti kullanan havuz gazeteleri, ziyafet ve davetlerden eksik olmayan yayın yönetmenleri, köşelerinden kan kusan yazarlar, ırkçı ve nefret dolu paylaşımlarıyla gündem oluşturmak için maaşa bağlanmış trol hesaplar…
15 Temmuz’a yaklaşırken medyanın genel hali az çok böyleydi.
Darbe planlı mıydı, kontrollü müydü tartışmaları hiç kesilmiyor; ama şu artık bir gerçek ki, böylesi bir “yetki devri” kimilerince arzulanan bir şeydi. İşte yandaş medyanın 15 Temmuz öncesi bir görevi de bu algının oluşmasını sağlamaktı. 15 Temmuz’un sonuçlarına bakılırsa, bunu ne kadar iyi yerine getirdiğini görmek mümkün.
Yandaş medyaya OHAL’den sonra verilen görevse, gün geçtikçe şiddetini artıran devlet zulmünün ve toplumun özellikle ezilen ve muhalif kesimine yansıyan adaletsizliklerin üzerini örtmek için sayfalarını ya da ekranını seferber etmek oldu. Gerçekten de seferber edildiler, çünkü artık her haber “darbecilere” karşı tam bir askeri zafer kazanılmış edasıyla sunuluyor, her bir sözcük kendinden olmayanı nefret ve düşmanlıkla linç ediyordu.
Bu kadarla da sınırlı değil. Gündemi yandaş medyadan takip edenlerin, ekonomik başarılar içinde yüzüldüğü, 1000 odalı sarayı kıskananların olduğu, ABD’ye ve Rusya’ya posta konulduğu, Fırat Kalkanı ile Suriye’nin ta ortalarına kadar ilerlendiği yanılsamasına kapılmış olmaları kuvvetle muhtemel! Zaten medyanın muhalifleri susturmaktan daha çok başarılı olduğu yer de burası; gerçeği tahrif ederek hiç de azımsanmayacak bir kesimi “resmi haber”lere inandırmak.
OHAL’in “başarılı” bir biçimde uygulanmasında doğrudan tetikçilik yapan yandaş medya kadar, doğrudan siyasi baskıyla muhalefet edemez, farklı bir yorum getiremez hale sokulmuş medya organlarının da payı var kuşkusuz. Oysa çok değil, daha bir önceki seçimde “OHAL kalktı, oyum AKP’ye” propagandası bu gazetelerin sayfalarını, televizyonların ekranlarını dolduruyordu. Şimdi ise OHAL’in ne kadar da zorunlu olduğu yineleniyor her an.
OHAL koşullarında referandum
Yandaş medya, geçtiğimiz referandumda da, kamuoyunu belirleme konusunda kendinden beklendiği gibi davrandı ve yayınlarını “evet” propagandasına çevirdi. Hemen her kanalda yer alan açık oturumlarda cevabı önceden belli sorularla zihinler bulandırıldı, oy vermeye işte bu tek kale maça dönen şovların etkisinde gidildi. Sonuçlar malum.
Özellikle bu dönemde medya patronları ve yayın yönetmenleri ile yapılan kahvaltılı toplantılar, aslında medyanın hareketlerini kontrol etmesine yönelik bir dizi talimat vermenin bir aracı oldu. Böylelikle yandaş medyada ne hayırcılara yönelik saldırılara yer verildi, ne de diğer OHAL baskılarına. Mecliste grubu bulunan HDP’nin grup toplantıları bile yayınlanmadı. HDP’liler çare olarak cep telefonu ile yayın yapma yöntemine gittiler.
OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiyken KHK’yla ihraç edilen Funda Başaran, Sokak Akademisi’nde verdiği “OHAL’de Medya” dersinde, işte bu gidişe “topluma karşı savaş” diyor, ‘OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor’. Peki, bu nasıl bir savaş? Funda Başaran devam ediyor: “İktidarın kendi çıkarlarını sürdürmesi üzerine kurulu bir savaş. Üstelik AKP’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren medyayı kendine ilişkilendirmesinin bir sonucu olarak ve yasaklar, baskılar, sansür ve değişen sahiplik ilişkileri ile oluşturulan ortamda, bugün medya gerçek bir savaş aracına dönüşmüştür.”
OHAL medya havuzunu büyüttü
OHAL’le birlikte ardı ardına açıklanan KHK’larla kapatılan gazete ve tv’ler, yandaş medya patronlarının eline geçti. Daha önce Gülenci şirket ya da vakıflara ait olan bu kuruluşlar, çok küçük bedeller karşılığında, yandaşlıkta kusur etmeyen iş çevrelerine devredildiler. Böylece havuz medyası büyüdükçe büyüdü. Bu devirler sonrası ya çalışanların yeni yönetime biat etmesi istendi ya da topluca işten çıkarmalar yapıldı. Son bir yılda medya kuruluşlarından çıkarılanların toplam sayısı, KHK’larla doğrudan açığa alınan medya çalışanlarıyla beraber 10 bini aşıyor.
Sosyal Troller
Darbe gecesi Tayyip Erdoğan’la yapılan ve canlı yayınlanan görüntülü telefon görüşmesinin, hiç bir plandan haberi olmayan insanları sokağa çıkarmak için yetmiş de artmıştı. Ama darbe taşları yerlerine oturup bir de OHAL ilan edilince, sosyal medya da yasaklama ve engellemeyle karşı karşıya kaldı. Üstüne, trol hesaplardan yayılan yalan bilgilerle sosyal medya da devletin propaganda alanı haline geldi. Özellikle Reina saldırısı öncesi ve sonrası IŞİD’i öven sosyal medya paylaşımlarının serbest olması dikkat çekiciydi. Burada yapılan hedef göstermeler mahkemelerde delil olarak kabul edilip gözaltı ve tutuklanma gerekçesi yapıldı.
Kürtler için her gün OHAL
Yazılı ve görsel medyada az da olsa gerçeği dillendirme çabaları, yine AKP’ye bağlı yargının hakimlerince daha başından engellenmeye çalışıldı. TCK kapsamında “örgüt”, “terör” veya “devlet büyüklerine hakaret” bahaneleriyle haklarında dava açılan gazeteci sayısında artış yaşandı. Rakamla vermek gerekirse, OHAL sonrası soruşturmalar ve davalar sonucu 778 gazetecinin basın kartı, 46 gazetecinin pasaportu iptal edildi; 3 gazeteci “devletin güvenliğine ilişkin belge yayınlamak”tan 12 yıl 6 ay; 2’si “örgüt üyeliği”nden 55 yıl hapse mahkum edildi. 2016 sonu itibariyle 73 gazeteci (38’i Özgür Gündem dayanışmasından) toplam 547 yıl 6 ay hapis istemiyle yargılanıyordu.
Geçtiğimiz Ocak ayında, Ankara’da yapılan Uluslararası Hukuk Konferansı’nda bir konuşma yapan DİHA editörlerinden Kenan Kırkaya, Sur, Cizre ve Nusaybin’deki katliamlara hep birlikte karşı çıkılabilseydi, OHAL’in batıdaki etkileri bu kadar şiddetli olmayabileceğini ifade etti. Bunu söylerken pek de haksız değil. Kısacası, Kürt olmak hele de Kürt bir gazeteci olmak bu topraklarda hiç de kolay olmadı. 30 yıldır geleneğini sürdüren Kürt basını ve Kürtler için her gün OHAL’di desek yanlış olmaz.
Ağıta da tahammül yok!
Hepsi bununla da kalmıyor. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir KHK’yla televizyon yayınlarına yeni bir OHAL tehditi getirildi. Bu kararnamedeki “terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak yayın” ifadeleri ile yeni bir suç daha yaratıldı. Bu yasağa uymayan televizyonlar kapatılacak. Bu KHK’ya göre, oğlunu ya da eşini kaybetmiş annelerin ağıtları ya da iktidarı eleştiren feryatları televizyonlardan yayımlanamayacak.
Devlet hep ölümden, acıdan, katliamdan yana. Medyası da öyle. İktidar, kendi isteği dışında bir sesin çıkıp ezberleri bozmasını istemiyor. Elinde tuttuğu onca medya desteğine rağmen bir ananın feryadına bile tahammül gösteremiyor. Onu bu feryatların yıkacağını biliyor ve korkusu da, OHAL’i de bundan.
Nedim Ciran, Medyan Haber Ajansı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Reuters Araştırması: Türkiye’nin %60’ına Göre Medya Yalancı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Reuters haber ajansı, medya ve toplum ilişkilerine yönelik yapılan bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Reuters’in araştırma raporuna göre Türkiye’de nüfusun yüzde 60’ı ana akım olarak tabir edilen, devlet kontrolündeki medyada yer alan haberlere güvenmiyor.
Söz konusu araştırmada, devlet kontrolündeki medyaya inanmama skalasında Türkiye toplumu, 36 ülke arasında 23’üncü sırada yer alıyor. Araştırma, Oxford Üniversitesi’ne bağlı Reuters Gazetecilik Çalışma Enstitüsü tarafından yapıldı.
The post Reuters Araştırması: Türkiye’nin %60’ına Göre Medya Yalancı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>