The post Meydan Okumayı Sürdüreceğiz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan.org Adana 3.Sulh Ceza Hakimliği tarafından erişime engellenmiştir. meydan1.org yayında! Baskılara, yasaklara, engellemelere karşı #MeydanOkuyoruz
The post Meydan Okumayı Sürdüreceğiz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tablo güzel, tablo enteresan fakat tablo tutarsız. Çelişkiler ve yanlışlarla dolu ama biraz eğlenceli ve biraz absürd. Hem insanların doğanın uyanışına şahit olmak arzusu ile dolup taştığını gösteriyor hem de yaşadığımız sistem içerisinde bunun ne kadar olanaksız, ne kadar gelip geçici bir şey olduğunu…
Fakat ne insanlar sokaktan tam olarak elini ayağını çekebildi ne de sistemin çarkları işlemeyi durdurdu. Coğrafyanın yağmacı devleti ve patronları -bu işin okulu olsa ders olarak okutulabilecek düzeyde bir yüzsüzlükle- “fırsatçılık”larını konuşturmaya başladılar. Ne İstanbul’un kanalı kaldı ne Kazdağları’nın altı üstü… Salda Gölü’ndeki talan, Dersim’deki taş ocakları, Aydın’daki Jeotermal Enerji Santralleri (JES), Karadeniz’deki Hidroelektrik Santralleri (HES) hazır insanlar sokağa çıkamıyorken daha da hızlandırıldı.
Talan Projeleri Hız Kazandı
Mart ayının sonlarına doğru, yüzlerinde maskelerle kameralara poz verenler yangından mal kaçırır gibi Kanal İstanbul ihalesi yaparken, hemen ertesi gün Ulaştırma Bakanı görevden alındı. Böylece hem toplumun tepkisi ölçüldü hem de bu zor zamanlarda devletin başının yapması gerekeni yapmaktan çekinmeyeceği duyurulmuş oldu.
Yaşadığımız coğrafyada toprak, hava ve su kirliliği, en çok da talan projeleri yüzünden son 50 yılda 36 göl kurumuş, geri kalanlarsa kuruma tehlikesiyle karşı karşıyayken Burdur’da bulunan Salda Gölü’nün -salgından istifade- iş makinalarıyla talan edilmesi, yoğun tepkiyle karşılandı. Mescit, otopark, tuvalet, duş, büfe, kafeterya vb. yapıların inşaatını da kapsayan Millet Bahçeleri Projesi, bu tepkiler üzerine 14 Nisan’da durduruldu ancak iptal edilmedi ve aynı günlerde başka bir gölle ilgili başka bir “değişiklik” duyuruldu. Edirne’de bulunan Gala Gölü çevresindeki milli parkın sınırlarının değiştirilmesini kapsayan projenin niyeti “bölgenin ekoturizme açılması ve daha iyi tanıtılması” olarak açıklandı. Henüz adı konmamış olsa da bu değişikliğin bir millet bahçesi vakasına döneceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok…
Aydın’ın Efeler ilçesindeki Kuyucular Mahallesi’nde yapılması planlanan JES projesi, yine salgından istifade hızlanan başka bir proje oldu. 16 Nisan’da JES için şirket tarafından deneme amaçlı sondaj çalışması başlatıldı. İzin almakla bile uğraşmadan çalışmayı başlatan şirkete karşı çıkan köylülere şirket görevlileri saldırdı ve köylüler arasında yaralananlar olduğu haberlere yansıdı. Herhangi bir sokakta yürürken “fiziksel mesafe kurallarını” aşanlara para cezası kesilirken sermayeyi kollayanlar yaşamı savunanlara “fiziksel saldırı” gerçekleştirebiliyordu yani. Daha önce verilen mücadeleler sonucu durdurulan Aydın Kızılcaköy’deki JES projesi de -talana başlamak için yasal olarak gerekli görülen- ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) onayını bu süreçte yeniden alabildi.
Korona virüsten korunmak için su ve sabunla temizlik uyarıları yapıladursun, Muğla’nın Milas ilçesindeki İkizköy’de bulunan Yeniköy Termik Santrali nedeniyle İkizköy susuz kalıyor. Kömür madeni zaten her şeyi; tarlaları, evleri, zeytinlikleri, dağları, ovaları, bölgedeki tüm yaşamı tarumar ederken yaşamlarını sürdürmeye çalışan İkizköy halkı, bir de salgın sürecinde günlerce süren susuzluğa maruz kalmaya isyan ederek santrali durdurma çağrısı yapıyor.
2019 yılının başında Rize Güneysu’da bulunan Gürgen köyünde halka “yol yapılacağı” söylenerek başlanan çalışmalarda, kalıp betonların arasına HES boruları saklanıp taşınarak HES inşaatı başlatılmış, HES inşaatının şantiyesini basan köylüler iş makinelerini uzaklaştırmış ve şirketi kovarak talanı durdurmuştu. HES projesini yürüten şirket halkın tepkisine rağmen -salgından istifade- çalışmalara hızlıca yeniden başladı.
Bahsi geçen örneklerdeki gibi halka sokağa çıkmak yasakken verilen izinle, maden projeleri de hız kesmeden devam ediyor. Artvin’de bakır, kurşun, çinko, gümüş ve altın aramak için iş makineleri çalıştırılırken Samsun’daki Şahin Dağları‘nda altın aramak için sondaj çalışmalarına başlandı.
Çanakkale Kumarlar köyünde baraj inşa etmek isteyen şirket, topraklarını boşaltmaları için halka baskı yapmaya devam ediyor. Mersin’de bulunan Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatı aralıksız sürüyor.
Böylesi yıkıcı bir salgını bile fırsata çevirmeye çalışan kapitalizm ve devlet, kentsel dönüşümden kapitalizm için asla yeterli olmayacak enerji üretim santrallerine ve sayamayacağımız kadar çok sayıda talan projesine varıncaya dek doğa katliamını sürdürüyor.
Her krizde olduğu gibi bu krizde de devlet, yoksulları desteklemek yerine kartlarını sermayeden yana kullanmayı tercih ediyor ve şunu söylüyor: “İnsanlar ölür, hayvanlar ölür; canlı cansız tüm varlıklarıyla doğa ölür ama çarklar dönmek zorundadır.”
Bu koşullarda, parçası olduğumuz doğayla birlikte yaşama tutunabilmek için bu çarklara çomak sokmaktan başka çaremiz kalmıyor. Ama Korona Krizi’yle çoğunluk eve sıkışmışken ihtiyacımız olan çomağı nereden bulacağız? Cevap, bu süreçte abartılan “doğanın kendine geliyor olduğu”yla ilgili söylemi andırsa da aslında daha derinde; kapitalizmin çatlaklarında yeşererek bu çatlakları derinleştirmekte yatıyor. Cevap, arşınlanmayan kaldırım taşlarının ve duvarların dökülen sıvaların arasından filizlenen yeşillikler; betondelenler bu süreçte. Cevap, gazetemizin 12. sayısındaki “Her Şeye Rağmen Yaşam Direnişte” yazımızda bahsettiğimiz gibi; her şeye rağmen -gerekirse yöntemleri farklılaştırarak- direnişi düşünmekte ve örgütlemekte!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.
The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kentin Update’i -İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sokaklar, geniş cadde ve kavşaklar, yaya geçitleri, trafik ışıkları, otobüs durakları, sokak isimlerinin bulunduğu tabelalar, alt katları dükkan ya da banka olarak kullanılan apartmanlar, hepsinin ortasında büyük bir anıt ya da fıskiyeli bir çeşme ve bunları çevreleyen peyzaj alanları, yapay yeşil alanlar…
Büyük kent merkezlerini gözümüzün önüne getirelim. Bulunduğu coğrafyaya ve/veya taşıdığı siyasi yapıya göre Kızıl Meydan, Tiananmen Meydanı, Milli Demokrasi Meydanı, Tahrir Meydanı gibi ismi, anlamı değişen meydanların ve benzeri yapıların dışında hemen hemen hepsinde yukarıda saydıklarımızı bulabiliriz. Bu benzerliği sağlayan faktörler kentin içerisinde bulunduğu politik, ekonomik ve dini iktidarlardır. Bunu daha iyi anlayabilmek için kentlerin ortaya çıkışına ve bugüne gelinceye değin geçirdiği değişikliklere kısaca göz atmakta fayda var.
İktidar-Kent
Günümüzde kent dediğimiz büyük yerleşim alanlarının prototiplerinin ilk köylerden biçimsel olarak çok farklı olmadığını ev, kutsal yer, sarnıç, yollar, -henüz pazaryeri olma özelliğini kazanmamış- agora gibi öğelerin hepsinin halihazırda köy içinde de şekillenmiş olmasından anlayabiliriz. Kentin en büyük farklılığı ise içinde taşıdığı iktidar ilişkilerinden kaynaklanmıştır. Siyasi, dini veya ekonomik iktidar yapıları kentlerin merkezi olmuş, kentler bu merkezler etrafında şekillenmiştir. Kimi zaman bir Ziggurat, kimi zaman bir manastır, kimi zaman bir kale/saray kentlerin ortasında, merkezinde yer almıştır.
Aynı zamanda etrafı surlarla çevrili bu ilk kentlerin gelişmesi bütünüyle kentin kendisinin ekonomik, dini veya politik bir merkez rolüne sahip olmasına neden olmuştur.
Örneğin M.Ö. 1200’lü yıllarda bir ticaret merkezi/ekonomik merkez olarak Tieion; M.Ö 900- M.S. 600 yılları arasında var olmuş siyasi bir merkez olarak Ninova; M.Ö 4000’li yıllarda yerleşim görmüş ve önce dini, ardından siyasi bir merkez haline gelmiş Arslantepe Höyüğü… Hepsi ilk kentlerden ve hepsinin ortak özelliği bir iktidar biçimi üzerinden hiyerarşik toplum yapısı oluşturmaları.
MÖ 3. binyıldan kalma bir belgede eski Mısır tanrısı Ptah’ın sıfatlarından biri olarak yazılan “kentleri kuran” nitelemesi de, kent-iktidar ilişkisini gösteren başka bir önemli örnek.
Kentlerin kuruluşundan gelişimine, iktidarlı yapılarla kurduğu ilişki açıkça karşımızdadır. Antik Yunan’ın kadınları, köleleri, yabancıları ve mülk sahibi olmayanları dışlayan demokrasisinin hakim olduğu polis’ten Roma İmparatorluğu’nun kentlerine; Orta Çağ’ın surlu manastır veya kale etrafında gelişen şehirlerinden merkezi güçlü krallıkların/ulus devletlerin büyük şehirlerine; sanayi devrimi akabinde fabrikaların ve işçi evlerinin oluşturduğu kentlerden milyonlarca kişinin yaşadığı metropollere, megalopolislere hepsi iktidarların kentleri olarak gelişmektedir. Ve aslında kentlerin yaşadığı bu dönüşümlere, kentlerin update’leri olarak bakmak gerekmektedir.
Bir Update Olarak Kentsel Dönüşüm
Ezilenlerin nasıl bir yaşam sürdürdüğünü önemsemeyen iktidar sahipleri coğrafi/bölgesel ya da küresel boyutta yaşanan teknik, politik, ekonomik gelişmelerin ışığında, kendi iktidarlarını korumak veya işlerliğini daha kolay sağlayabilmek adına kent mekanında kendi yararlarına bir dönüşüm planlamaktadır.
Kent, merkezin biçimlendirdiği dönüşümlere açık olarak kurgulanmıştır. Çünkü kent iktidar biçimlerinin dönüşümlerinin, baskı politikalarının mekansal/uzamsal yansımasıdır.
Örneğin Napoli Kralı Ferrante, 1475’te dar sokakları devlet için tehlikeli yerler olarak tanımlamış; surları ortadan kaldırmış, sundurmaları, barakaları, eski evleri yıktırmış, dolambaçlı sokakları -ezilenler tarafından savunulması kolay olmasın diye- düz caddelere veya açık dikdörtgen meydanlara dönüştürmüştür.Kentlerdeki yapısal veya biçimsel dönüşümlerin değişen siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın ipuçlarını barındırdığını yaşadığımız coğrafyadan ve günümüze yakın bir tarihten örnekler aracılığıyla da anlayabiliriz. 1920’lerden sonra yeni inşa edilen devlet yapısının belirginleşmesi, ete kemiğe bürünmesi için kentler oluşturulmuş ya da kentler üzerinde dönüşümler hedeflenmiştir.
Yine yaşadığımız coğrafyada sanayileşme, iç göç ve gecekondulaşmanın ardından kentin aldığı durum hedef alınarak başlatılan kentsel dönüşüm, yeni bir update olarak karşımıza çıkmaktadır. “Soylulaştırma” denebilecek dönüşümle kent merkezinin ezilenlerden “temizlenmesi” hedeflenmektedir. Ayrıca OHAL döneminde kentsel dönüşümle ilgili olarak çıkarılan yönetmelikler ve fiili uygulamalarla kentsel dönüşümün anlamı genişlemiştir.
Cumhurbaşkanı “Bu şehre ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” açıklamalarına rağmen köprü ve havaalanı gibi “dev” yatırımların yanı sıra özellikle Taksim’in genel görünümünü değiştiren/değiştirecek Topçu Kışlası, AKM’nin yıkılması ve Taksim Camii gibi projelerde oldukça ısrarcı. Kente yeni dönüşümler getirecek bu ısrarı, kendi görüşünü siyasi/toplumsal yapıda egemen kılmaya çalışmasının bir parçasıdır.
Geleceğin Kentleri
Kentin bütünsel dönüşümüne, bütün coğrafyalarda ve tarihin her döneminde rastladığımız gibi, yakın bir gelecekte de şahit olmamız mümkün. Endüstriyel üretimde teknolojik gelişmelerin yaşandığı, yapay zekaların toplumsal yaşamda etkili olacağının konuşulduğu böyle bir dönemin kıyısında olduğumuzu düşünürsek iktidarlar kentleri de daha teknolojik hatta “akıllı” bir şekilde planlayacak ve kendi dönüşümleri için tekrar araçsallaştıracaktır.
Daha şimdiden buna en somut örnek, Google’ın Kanada’nın en büyük şehri Toronto’da kurmaya başladığı ve tamamlandığında 5 bin kişinin yaşayacağı kent projesi. Şehrin algılayıcılarla donatılacağı bu projede elde edilecek verilerle şehrin tasarımı ve altyapı hizmetleri görülecek. Çöpleri robotlar toplayacak, postaları da robotlar dağıtacak. Yani kentin her yerine algılayıcılar ve kameralar yerleştirilecek, yaşayanlar her an gözetlenecek. Bu da yine iktidarlar için daha iyi yönetilebilir bir toplum anlamına gelecek.
Update’le Mekansal İhtiyaç Karşılanabilir mi?
Kentlerin, iktidarların mekan politikalarının aracı olduğunun üzerinde bu kadar durduktan sonra, özgür yaşam alanlarını konuşmak gereklidir. Kentin, iktidarların belirlediği şekliyle ihtiyaçları karşılayacak teknolojik bir dönüşüm geçirecek olması, o kentte yaşayanları özgürleştirmeyecektir. İçinde yaşadığımız kentlerin ve geleceğin akıllı kentlerinin yerine, toplumsal yaşamın ihtiyaçları doğrultusunda bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak kolektif yaşam alanlarını gündemleştirmek ve bu alanların nasıl olacağını tartışmak gerekir.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kentin Update’i -İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi Dağıtımcıları Serbest appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Polise faşist dedikleri gerekçesiyle Terörle Mücadele Savcılığı’na sevk edilen dağıtımcılar bugün Büyükçekmece Adliyesi’ndeki savcılık ifadelerinin ardından serbest bırakıldılar.
The post Meydan Gazetesi Dağıtımcıları Serbest appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Gazete Meydan “Anarşizm Mümkündür” Manşetiyle Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’ nin 41. sayısında yer alan yazılar şöyle
The post Anarşist Gazete Meydan “Anarşizm Mümkündür” Manşetiyle Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Barikattaki Kadınlar – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünyanın dört bir yanında, iktidarların var olduğu tüm ilişki biçimlerinde her zaman ezilen konumunda olan kadınlar, tarih boyunca iktidarlarla olan kavgalarını sürdürmüşlerdir. Toplumsal hareketlerde aktif rol oynayan kadınların kavgası hem iktidarlarla hem de “erk”ekle olmuştur. Geçmişten günümüze iktidarlara karşı oluşturulan barikatlarda, barikatın savunucusu olan kadın, barikatların ardında yaşamın savunucusu olmuş, yeni bir yaşam yaratmaya başlamıştır. Belleğimizde izler bırakan ve halen sürmekte olan barikatlardaki kadınların direniş ruhunu, bugün barikatlara taşıyor, özgürlük mücadelesine devam ediyoruz.
Kürdistan’ın Mücadeleci Kadınları
Kürdistan’da yıllardır süren bir savaş var. Devlet, savaş açtığı bir coğrafyada, bir halkı sindirmek, dilini ve kültürünü unutturmak istiyor. Ekonomik çıkarları uğruna sömürgeleştirmek istediği halkı topraklarından sürüyor, katlediyor. Devlet için Kürdistan’ın geleceğini yok etmek, kadını iradesini yok etmekten geçiyor. Bu yüzdendir ki Kürt kadını sadece erkeğe karşı değil, erkeğin düşünce sistematiğini oluşturan devlete karşı da mücadele ediyor.
Kürdistan’da mücadele eden kadınlar barikatın kendisidir, kendini yağan mermilerin üzerine siper eder. Yaşanan onca acıya rağmen, kaybettikleri eşleri, çocukları için, özgürlük için direnmeyi sürdürür. Devletin yerinden ettirme çabalarına, askerin ve polisin saldırılarına, medyanın “terörist” yaftalamalarına karşılık cevabı hep direniş olur. Hem Kürt hem de kadın oldukları için devletin saldırısı daha da çirkinleşirken; katledilmiş bedenleri sokak ortalarında sürüklenirken; annesinin, çocuğunun cenazesi günlerce kapının önünde dururken adı gibi, gücünü yaşamdan alır.
Yıllardır mücadele eden kadınlar, 2012’den beri süregelen bir devrimin yaratıcısı oluyorlar bugün. Devlete karşı kurdukları barikatların ardında, yeni bir yaşamı inşa edebileceklerinin farkına varıp; kadınların adını, erkek egemenliği de ortadan kaldıracaklarını söyleyerek yazıyorlar Rojava Devrimi’ne. Kurdukları “Kadın Evleri”yle, kadına dair kararlar alırken; her kararla kadının özgürlüğünü yaratmayı amaçlıyorlar.
Bugün, Kürt kadını özgürleşirken, kendi halkını da özgürleştiriyor. Kadın, özgürlüğünü devrim sonrasına ertelemeden, bugünden inşa ediyor. Kadınların özgürlük mücadelesinde, kadının yaşamı bugünden dönüştürmesine dair bir pratik olan Rojava Devrimi’nin yaratıcısı olan kadınlar; bugün, coğrafyanın dört bir yanında erkek devlete ve onun baskısına karşı kurduğumuz barikatlarımızda sesimiz oluyor, barikatların ardındaki yaşamı görmemizi sağlıyor. Kürdistan’da işgale, soykırıma ve savaşa karşı direnen kadınlar, kendi ellerimizle inşa edeceğimiz özgür yaşama olan inancımızı artırıyor.
Karadeniz’in Öfkeli Kadınları
Karadeniz gibidir Karadeniz kadını; coşkundur, hırçındır, inatçıdır. Deresinden ağıt yakar, türkü söyler; toprağından çayını alır, vadisinden yeşile bakar. Karadeniz iklimi işlenmiştir bedenine, doğası elinden alındığında üzgün değil öfkeli olur her defasında. Hayatları isyankar, hayalleri büyüktür. Toprağına, suyuna, diline, kültürüne, kadınlığına, yani yaşamına sahip çıkmak için isyan eder ve direnir. Çünkü bilir ki doğasını ve yaşamını sömüren elle, kadınları sömüren aynıdır. Aynı olan bu sömüren, bazen erkekte, bazen devlette ama hep iktidarda somutlaşır.
Devletin ve şirketlerin HES’lerle, termik santrallerle, “yeşil yol”larla talan ettiği Karadeniz kadınının yaşamıdır verdiği direniş. Yaşamını çalmak isteyenedir direnişi.
Şantiye taşlayan Senozlu nineler, Cerrattepe’de gaz kapsüllerini uçurumdan aşağı atan kadınlar, termik santrallere karşı vadi vadi dolaşan Amasralı kadınlar, HES’leri vadilerine sokturmayan Loçlu kadınlar, nükleer santrallere karşı Sinoplu kadınlar… Her biri, yaşamın sesi olup dururlar barikatların önünde.
“Karadeniz kadını, Karadeniz’in dalgası gibidir. Kızınca kabarır, kabarınca da elinden gelmeyecek olan yoktur. Hele ki HESçilere karşı” diyen 70 yaşındaki Hatice anneyle, “Suyumuzu, toprağımızı, şirketlere vermeyeceğiz, burası bizim oyun bahçemiz, evimiz, yuvamız” diyen Ayşe’yle sürer horonları da kavgaları da.
Karadeniz kadını, gücünü direnişinden alır. Şirketlerin doğayı talanı, iktidarın kadına olan savaşıdır. Bu savaşta kadın yaşamını savunur. Savunduğu toprağında çay eker, fındık eker; diğer kadınlarla bir araya gelir, geniş yaylalarda horon çeker. Artvin’de, Rize’de havasını, suyunu, taşını toprağını çalana direnir; “Burası benim” derken, “Bizim” der aslında. O “biz”in içinde, vadisi, deresi, köyü, yaşamı vardır; yaşamı yaratanlar vardır.
Paris Komünü’nün Direnişçi Kadınları
1870 yılında, Fransa Devleti Prusya’yla süren savaştan mağlubiyetle ayrılırken bu mağlubiyetin ardından Prusya, Fransa’yı kuşatmaya başlıyordu. Öte yandan 1800’lerin başından beri Avrupa’nın genelinde süren ve en büyük yansımasının Fransa’da görüldüğü toplumsal hareketlenmeler de hız kazanıyor, 1848 Devrimi’yle birlikte siyasal, ekonomik ve sosyal adaletsizliklere karşı ezilenlerin isyanı, savaş boyunca süren ekonomik yetersizliklerle en üst seviyeye ulaşıyordu.
Bu isyanla birlikte Paris Komünü, salt bir komün olmaktan öte, bir halk hareketine dönüşüyordu. Anarşist, sosyalist, örgütlü veya örgütsüz insanların, yalnızca Paris’e dair kararları kendi başlarına verme isteklerinden hareketle gelişen Paris Komünü sürecinde kadınların rolü önemli bir noktada duruyordu.
Prusya’nın Paris’teki Montmartre Tepesi’ne topları yerleştirmesine karşılık halkın sokaklara çıkıp barikatlar kurmasıyla, 18 Mart 1871’de başlayan Paris Komünü, tarihe adını farklı bir şekilde daha yazıyordu: Barikattaki kadınların öyküleriyle.
Askerler şehri kuşattığında beklemedikleri bir manzarayla karşılaştılar. Topların önünde siper olan kadınlar, en gür sesleriyle bağırıyorlardı: “Halkın üzerine ateş etmeyeceksiniz!” Paris’in dört bir yanından gelen kadınlar, işçi kadınlar, işsiz kadınlar, mücadele eden kadınlar, olmaları gereken yerde, Komün’deydi. Yaşam alanlarını savunmak için, ne Fransız Devleti’ne ne de Prusya Devleti’ne Paris’i vermemek için Montmartre Tepesi’ndeki topların peşine düşmüşlerdi. Prusya Devleti Paris’i kuşattığında karşısında gördüğü büyük direniş sonucu çatışmaya girememiş, Paris’in ara sokaklarında konumlanmıştı. Tepeye bıraktıkları toplara şimdi Fransız Devleti gözünü dikmişti. Ancak Fransız askerleri de bu manzarayı beklemiyorlardı. Karşılarında on binlerce insan vardı. Kucaklarında çocuklarıyla, sırtlarında silahlarıyla kadınlar haykırıyordu: “Toplar bizim!”
Barikatta hem sırtında silahıyla askerlerle çatışan hem de yaralıların tedavisiyle ilgilenen bir kadın vardı. Anarşist tarihte oldukça yer etmiş o anarşist kadın Louise Michel’di ve “Artık yeter” diyordu. “Kadınların ‘Artık yeter!’ dediği gün, eski dünyaya iyi bakın. Bu kadınlar asla gevşemeyecek. Kuvvet içlerinde barınıyor, daha yorgun düşmediler. Kadınlara, kadınlara iyi bakın. Özgürlük bayrağını sallayarak Avrupa’yı dolaşan Paule Minck’ten, kırların sonsuz dinginliğinde uyuyan Galya’nın en barışçıl kızlarına bakın. Evet, şimdiye kadar olanlardan bıkmış kadınlar ayağa kalktıklarında onlara iyi bakın. O gün, bu dünya sona erecek ve yenisi başlayacak.”
Komündeki tek kadın gazeteci olan Andre Leo (Léodile Bréa Champseix); barikatta, savaş sürerken, iktidarın basınının tüm çarpıtmalarına rağmen yaşananları anlatmaya devam ediyor, Komün’ün haklılığını savunuyordu.
Komün’e son veren saldırı, 21-28 Mayıs haftası yani Kanlı Hafta, Fransız Devleti’nin Komün’e yönelik büyük katliamı oluyordu. Kanlı Hafta olarak adlandırılan son haftadan hemen sonra katliamı protesto için gerçekleşen “kundaklama olaylarının” sorumluları olarak kadınlar gösteriliyordu. Ve gazetelerde, dergilerde anlatılan, resimlenen “pétroleuse”ler (kundakçılar) her yeri kapalı, bazen tek başına, bazen yanlarında çocuklarıyla evleri, dükkanları yakan kadınlardı. “Kana susamış, gulyabani gibi bu kadınlar…” diye başlayan kundaklama hikayeleri Fransa’nın dört bir yanında konuşulur, yazılır hale gelmişti. Komün’de yer alan kadınların erkek gibi olduğundan, toplumsal rollerini yerine getiremeyeceğinden dem vuranlar, hatta New York Times, Daily News gibi çok bilindik gazetelerin erkek yazarları Komün’den çok Komün’deki kadınlardan rahatsızlığını dillendiriyordu. Çoğu, sözleri ve eylemleri ataerkil kültüre meydan okuyan bu kadınlarla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Komün savunucusu erkek yazarlar arasında bile Komün kadınlarını eleştirenler vardı. Onlar da ellerinden geldiğince kadınları göz ardı ettiler.
Komün dışındakiler kadınlardan olumsuz bahsederken, Komün’de yer alanların da kadınlardan çok hoşnut olduğu söylenemezdi. Çoğu kez kadınları çocuklarıyla birlikte “geri durmaya” çağırsalar da, onları ikna edemiyorlardı. Zaten Louise Michel gibi hem Komün’ün karar alma süreçlerinde aktif yer alan, hem cephede çarpışan hem de yaralıların tedavisinde önemli bir rol oynayan kadınlar oldukça fazla olduğundan; saygı duymak zorunda kalıyorlardı.
Paris Komünü, kadınlara toplumsal rollerini bir kenara bırakıp iktidarı sorgulama ve iktidara karşı koyma reflekslerini gösteriyordu. Erkek egemenliğin, iktidarın, devletin, sömürünün baskısına tıpkı Michel’in dediği gibi “Artık Yeter” diyen kadınların, barikatta dururken barikatın ardında yaşamı yaratanların isyanıdır Komün.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.
The post Barikattaki Kadınlar – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devlet Yasaklar Devlet Aklar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yasaklamak; yukarıda sıralanmış farklı gerekçeler sebebiyle, bir kimse tarafından gerçekleştirilmek istenen bir eylemin, başka bir kimse ya da topluluk tarafından engellenmesi hali.
Modern devlet teorisi, insan haklarını “kişi hak ve özgürlükleri” olarak tanımlar; devlete de -kendini temellendireceği anayasa ve çıkardığı yasaları ile- bu özgürlüklerin korunması görevini biçer. Aynı teori “başkalarının haklarının korunması amacı”yla yasakları da savunur. Oysa devlet, birazdan aşağıda detaylandırılacak olan yasakların bizatihi kaynağıdır.
Yine teorisyenler, yasakları çiğneyenlerin -devlete karşı suç işleyenlerin- cezalandırılması işlevini, yani adaletin tesisi rolünü yine devlete biçer. Hukuk devleti teorisiyle devletin tüm kademelerinin ve kurumlarının hukuk ile bağlı olduğu ve devletin de suç işlememe yükümlülüğü olduğu savunulsa da, aslında devlet doğası itibariyle tam bir suç makinesi ve suçluları aklama müessesesidir.
Devlet Yasaklar
Özgürlüklerin koruyucusu ve adaletin sağlayıcısı olduğu iddia edilen devlet, yasaklar. Kendinden olmayan, ona biat etmeyen ya da varlığını kabul etmeyen herkesi ve her şeyi yasaklar.
Devlet; zaten hakkı olanı isteyen, “esnek” sömürü koşullarına ve patronların kar hırsına karşı mücadele edenleri engeller. Daha insani koşullarda çalışmayı, kıdem ve ihbar tazminatını, sendikayı engeller. Engele uymayan olursa, işten attırmanın yolunu açar. Devlet, sömürüye karşı direnen işçilerin örgütlenmesini yasaklar.
Bir duvara afiş asmayı, sokakta bildiri dağıtmayı, bir meydanda basın açıklaması yapmayı yasaklar. Yürüyüş düzenlemeyi, stand açmayı, slogan atmayı yasaklar. Pankart açmayı ya da duvara yazı yazmayı da elbette… Devlete göre; düşündüğünü anlatmak ya da senin düşündüğünü başkalarının görmesini sağlamaya çalışmak yasak. Eğer uyulmazsa, para cezasına da, gözaltısına da, tutuklamasına da hazır olmak gerekir.
İçinde yaşadığımız gerçeklikte, düşünmemeli ya da düşündüğünü asla belli etmemeli. Çünkü devletin buyurduğuna göre, iktidarı eleştirmek, buna dair bir yazı kaleme almak ya da yalnızca konuşmak da yasak. Tahir Elçi gibi düşündüğünü dile getirmek ya da yine tıpkı onun gibi aslında failleri son derece meşhur olan kayıpların peşine düşmek, engellenir. Çünkü; devletin suçlarını ortaya çıkarmak yasak!
Savaşın talan ettiği topraklardan bir umutla kaçıp, hiç bilinmeyen bir coğrafyada yaşama tutunmak neredeyse imkansızdır. Açıkça konuşulmasa da, “umuda yolculuk”ların son durakları aslında ortadadır. Bu durak bazen ıssız bir sahil kenarı, bazen savaştan beter toplama kampları, bazen birer hapishaneye dönüşen geri gönderme merkezleridir. Devlet bir savaş coğrafyasından kaçışı da, yeni bir yaşam umudu için yürümeyi de engeller. Yaşamak için, devletlerin savaşından kaçmak da yasak.
Kadınlar için boşanmak da, kürtaj da, tacizciden ya da tecavüzcüden hesap sormak da yasak. Devlet, kadını her daim görünmez kılar ve hep ‘erk’eğin gerisinde sinikleşmeye mahkum etmek isterken; erkeği kollar, kadını yok sayar. Çünkü bir kadın olarak yaşamak da, yaşamak için direnmek de yasak.
Kesilen elektrik sebebiyle bahçede ateş yakıp yemek pişirmek, evde kalan son yiyeceklerin de tükenmesiyle yan komşuya gitmek yasak. Çünkü sokağa çıkmak yasak. Devlet Kürdistan topraklarında ilan ettiği olağanüstü hallerle sokağa çıkmayı engeller. Katillerden korunmak için sokak başlarına kazılan hendekleri, keskin nişancılardan korunmak için sokak aralarına gerilen bezleri engeller. Çünkü Kürdistan’da var olmak da, özgürlük için direnmek de yasak.
Devlet Aklar
Devlet, yaptıklarını çoğu zaman gizler; işbirlikleri, kirli pazarlıkları, ortaklıkları ayyuka çıkmasın diye. Aksi olduğunda, yani bilinmemesi gereken bir durumun açığa çıkması söz konusu olursa ya da kendi çıkarları için yaptığı işbirliklerinin tehlikeye düşmesi ihtimali açığa çıkarsa; devlet aklar.
Daha fazla kar hırsıyla göz göre göre ölüme yollanan, bir rezidansın en üst katında ya da bir madenin en karanlık dibinde yaşamını yitiren işçilerin ardından katilleri aklar. Çoğu zaman kaza diyerek yaşamını yitiren işçiyi suçlar ya da kader diyerek yaşamını yitirenlerin ardında kalanları bu ölüme ikna etmenin yollarını arar; şehit der, cenazesini bayraklara sarar… Devlet; Marmara Park AVM’de, Ermenek’te, Soma’da, Torunlar’da ve daha sayılamayacak kadar çok olan işçi katliamlarında yaptığı gibi; her zaman patronları aklar.
Devlet, karşısında mücadele edenleri sinikleştirmek için türlü yola başvurur. Korkutmaya çalışır, gözaltına alır, işkence eder, tutuklar. Bu şekilde sindiremediklerini ise katleder. Katlettiği her bir kimsenin ardından ise türlü bahaneler sıralayarak, yaşananı meşrulaştırmaya çalışır. Zaman aşımlarıyla, meşhur olan failleri; bizatihi düzenlediği ‘güvenlik yasa’larıyla, ‘vur emrini’ verdiği polislerini; beyaz toroslarla terör estiren özel birliklerini; Esedullah Timleri’ni aklar… Devlet, gecenin bir vakti girdiği bir evde, doğudan hedef alınarak katledilen kadınların, Dilan’ın, Dilek’in, Günay’ın… katillerini, “çatışma çıktı, kendini savundu” diyerek aklar.
“Kaçakçı değil, terörist” diyerek Roboski’nin, “Güvenlik önlemi alınmasını kendileri istemedi” diyerek Suruç’un, “Güvenlik zaiyatı yok” diyerek Ankara’nın faillerini, yani aslında doğrudan kendini aklar devlet. Kürdistan’da yaşanan sayısız katliamda, köy yakmada, zorla göç ettirmede suçu sözde ‘terör’de bulur ve yaratıcısı olduğu bir talan sürecinde kendisini aklar.
Adına kimi zaman namus, kimi zaman ahlak der. Bahanesini kimi zaman “erkeklik gururu” kimi zaman “ağır tahrik” sayar; kadın katillerini aklar. Nefreti körükleyen ve nefret suçunu pekiştiren yasalarıyla eşcinsel ve trans bireylere yönelik şiddeti ve cinayeti meşrulaştırır. Şiddet uygulayanı, taciz edeni, katledeni aklar.
Devlet, 17-25 Aralık Operasyonları’nda milyarlar çaldıkları açığa çıkan bürokratlarını, yolsuzlukları ayan beyan ortaya çıkan bakanlarını, belediye başkanlarını, milletvekillerini aklar. Ayakkabı kutularına sığmayacak kadar çok çalan hırsızlarını, açığa çıkan rüşvet kayıtlarında isimleri geçenleri “Bu, siyasi bir algı operasyonudur, dış mihrakların oyunudur” diyerek aklar.
IŞİD çetelerine gönderdiği tırlar dolusu silaha ‘insani yardım’ diyerek; aynı çetelere asker olarak katılan eli kanlı katilleri Suriyeli mülteciler olarak servis ederek; yaptığı petrol anlaşmalarını ve para yardımlarını ‘muhaliflerle’ kurulan ilişkiler diye lanse ederek; devlet, Suriye Savaşı’ndaki rolünü aklar. IŞİD’e verilen lojistik destek ‘kararlı dış politika’ olur; atılan bombalar, yapılan operasyonlar ve katledilen halk ‘teröre karşı mücadele’…
Devlet, beraber iş tezgahladığı şirket patronlarını, finans zenginlerini, harici ve dahili kapitalist dostlarını aklar. Vergi kaçırmada, devlet arazilerinin peşkeş çekilmesinde, kara para aklamada elinden geleni ardına koymaz. Ağaoğulları, Zarrablar ve niceleri aklanır. Devlet, geçmişte beraber iş tuttuğu, daha nice işler tutacağı Ergenekoncuları, Balyozcuları aklar.
İşte, toplumsal düzeni inşa ettiği iddia edilen; hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olarak yutturulmaya çalışılan devlet budur. Devlet yasaklamak üzerine kuruludur; yasaklara karşı özgürlüğü için mücadele edenleri susturmak ve yıldırmak için ezer, katleder.
Adaletin sağlayıcısı ve koruyucusu diye yutturulmaya çalışılan devlet, tam da adaletsizlik üzerine kuruludur. Varlığı adaletsizliğin devamına bağlıdır, bu yüzden de adına ‘adalet sağlamak’ dediği her şey, esasen adaletsizliğin, baskının ve sömürünün devamlılığını sağlamaktır. Bunun için kullandığı araç ise, pisliklerini aklamaktır.
Meclisi, kabinesi; polisi, savcısı, mahkemesiyle bir bütün olarak devlet yapılanması işte bu iki amaç için vardır: Yasaklamak ve aklamak.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devlet Yasaklar Devlet Aklar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2012 yılının Mayıs ayında çıkan ilk sayısından itibaren, aylık olarak yayınlanan Meydan Gazetesi’nin 26. sayısını elinizde tutuyorsunuz şu anda. Gündelik işleyişe ve var olan gündeme dair anarşist bir perspektifle değerlendirmeler yapan ve bu değerlendirmeleri okuyucularıyla buluşturan anarşist gazete Meydan, yayınlandığı ilk günden bu yana, kolektif bir çabanın ürünü olarak hazırlanıyor ve ulaştırılıyor coğrafyanın dört bir yanına.
Şüphesiz ki yalnızca yazınsal bir faaliyetten ibaret olmayan Meydan, ezilenlerin isyanının ve mücadelesinin var olduğu her alandan besleniyor ve bu mücadeleyi büyütmenin bir aracı olarak, okuyucularıyla direniş meydanlarında buluşuyor. Meydan, tüm ezilenlerle birlikte, her türlü tahakküm biçimine meydan okuyor.
Kışın yağmur yazın güneş demeden, sabahın erken saatinde işine gidenin, okuluna yürüyenin yoluna çıkar “patrona, ustabaşına, öğretmene, idarecilere” karşı direnenlerin gazetesi Meydan. Metrobüs durağından geçerken, otobüse binerken, üniversite koridorlarında yürürken, fabrikanın önünde patrona karşı direnirken yankılanır sesi: “Meydan direnenlerin gazetesi”. İktidarların dağıtımına bile tahammül edemediği ve her fırsatta saldırdığı Meydan, Taksim’den Kadıköy’e, Yalova’dan Amed’e, Antalya’dan Suruç’a kadar dört bir yanda dillendiriyor direnişin sesini.
Erkek olmayan toplumsal yaşamın kıyısına itilir; erkeklerin sevgisi her gün en az üç kadını katleder, LGBTİ bireyler ataerkinin dişlileri arasında öğütülürken Meydan, heteroseksizme ve cinsiyetçiliğe karşı direnenlerin meydanı oluyor. Kadınlar, “Katledilen Kadınlar İsyanımızdır” diye haykırırken; Meydan her Mart ayında sayfalarını bedenleri, kimlikleri, varoluşları yok sayılan kadınlara bırakıyor ve coğrafyanın dört bir yanında ataerkiye karşı Meydan okuyan kadınların sesi oluyor.
HES, RES, GES denilerek, ekolojik yıkımlar yaşam alanlarımızı talan ederken Meydan, Loç Vadisi’nde HES’lere, Bergama’da siyanüre, Gerze’de termiğe ve Akkuyu’da nükleere karşı yaşamı savunanların Meydan’ı oluyor, katil şirketlerin karşısına dikiliyor.
Çocukların eline verilen oyuncak silahlarla başlayan; milli marşlarla, nizami sıralarla, üniformalarla ve okullarla normalleştirilen; zorunlu askerlik hizmetiyle kendisini dayatan; kaza, şakalaşma, cinayet adı altında yaşanan “şüpheli ölümler”le yaşamlarımızı çalan militarizme inat Meydan, ölmeyi, öldürmeyi, kardeş kanı dökmeyi ve savaşmayı reddedenlerin meydanı oluyor.
Zengini daha zengin ederken, bizleri daha da hiçleştiren emek sömürüsüne; patronların kar hırsı uğruna fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda her gün yeni bir işçinin daha katledilmesine; Soma’da, Ermenek’te, Torunlar’da yüzlerce işçinin yaşamını yitirmesine karşı isyan edenler yaşamları için direnirken; Meydan da işte bu direniş meydanlarında, 1 Mayıs’larda yazılıyor, okunuyor.
Yeni bir dünya yaratmak için mücadele edenler zindanlara kapatılır, F tipleri, tecritler ve yasaklarla tutsakların benlikleri yok edilmek istenirken Meydan, “yalınayak” direnen özgür tutsakların kalemi, Metris’in, Kandıra’nın, Kırıklar’ın meydanı oluyor.
Halkın isyanı seçimlere kanalize edilip, öfkesi oy sandıklarına hapsedilmeye çalışılırken Meydan “Koltuk Sizin, Özgürlük Bizimdir” diye haykırıyor sokaklarda. Her yeni seçim döneminde parlamentarizme sıkıştırılan özgürlüğü, doğrudan demokrasi mücadelesinde, fabrika işgallerinde, özyönetim deneyimlerinde ve direniş çadırlarında yazıyor.
Bizleri çizdikleri sınırlara hapsedip birbirimize düşman eyleyenler dilimizi, kimliğimizi varoluşumuzu yasaklayıp, bizleri yok etmeye çalışsalar da Meydan, yerinden yurdundan ötelenenlerin, sürgün edilenlerin meydanı oluyor ve milliyetçiliğe karşı halkların kardeşliğini haykırıyor. Sokaklarda taş atan çocuklar, Kobane’de direnen halklar kazanırken Meydan, direniş halaylarında yazılıyor, Newroz meydanlarında okunuyor.
Devletin bakanı polisini korur, cumhurbaşkanı “vur emri”ni verir, sokaklar TOMA’lar, akrepler, gözaltı otobüsleriyle işgal edilirken, devlet terörüne karşı direnenler yine meydanlarda buluşuyor. Meydan, polisin copuna, silahına, mermisine, “iç güvenlik” adı altında sürdürülmek istenen faşizme geçit vermeyenlerin; ekmek, adalet ve özgürlük için sokaklara çıkanların meydanı, Taksim Meydanı, Kızılay Meydanı, Şişli Meydanı oluyor.
Şimdilerde, iktidar hırsıyla yanıp kavrulanlar “Meydan” adında yeni bir gazete çıkartıp, meydanlara çıkmaya niyetlenseler de, bilsinler ki bizim “Meydan”larımızda ne patronlara, ne hırsızlara, ne katillere ne de iktidarlara yer var. Bugüne dek nasıl ki isyanımızı sokaklara taşıdık, üzüntümüzü öfke eyleyip, yeni bir yaşam umuduyla doldurduysak sokakları, yine aynı şekilde dolduracağız “Meydan”ları. Bizi yok sayanlara, katledenlere, kaybedenlere inat özgürlük olacağız Taksim’de, Beyazıt’ta, Kızılay’da, Gündoğdu’da ve her Meydan’da, yayılacağız dalga dalga.
The post Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi’nin Bir Senelik Serüveni appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir meydan düşledik iktidara, otoriteye, statüye, hiyerarşiye karşı koyanların; devlete, tacize, tecavüze, işkenceye, katliamlara, adaletsizliklere karşı koyanların; kapitalizme, bencilliğe, rekabete, sömürüye karşı koyanların doldurduğu bir meydan. Bir meydan düşledik arkadaşı açken yemek yiyemeyenler gibi paylaşan ve ağır bir taşı kaldırırken elini taşın altına koyanlar gibi dayanışan, bir halayda omuz omuza tutuşanlar gibi örgütlü, bir başkası tutsakken özgür olamayanlar kadar tutsak ama bedenleri duvarlara sıkışsa bile ruhu özgür olanlar kadar özgür olanlarla dolu bir meydan. Bir meydan düşledik, paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir meydan.
İşte bu düşlerle çıktığımız on iki sayının ardından, düşlerimizi bir bir eylemenin heyecanıyla hazırladık on üçüncü sayıyı, meydanı dolduranlarla beraber. Bugüne kadar beraberce hazırladığımız gibi. Savaş rantından nasiplenmek isteyenlerin savaşına “Hayır” derken “Kapitalizmin barışının da bir savaş” olduğunu söylediğimiz ilk sayımız gibi, yaşamımızı gasp eden trafik sorunun haberlerde söylendiği gibi “Geçici bir sorun” olmadığını “Trafik sorununun bir kapitalizm sorunu” olduğunu söylediğimiz ikinci sayımız gibi. 4+4+4 sistemini tartışmanın manasızlığında kaybolmadan tüm eğitim sistemini tartışmak isterken, Anadolu ve Mezopotamya’daki Kaya Gazı talanını gündemleştirdik üçüncü sayımızda; Sarıgazi’deki kentsel dönüşümde patlatılan bombalarla, Akçakale’de patlayan bombaların aynı savaşın bombaları olduğunu manşet yaptık dördüncü sayımızda. Dört inşaat işçisinin iş cinayetinde yitirilmiş yaşamlarından, Kürt halkının özgürlüğü için, hapishanelerde ölüm riskine rağmen bedenlerini mücadeleye dönüştüren özgür tutsakların yasıyla kapağımız kararmıştı beşinci sayımızda. Metrobüs kuyruklarında deliriyorduk altıncı sayıda. Yedici sayıda ise hepimizin bildiği bir şeyi tekrarladık manşetten, devletten bahsediyorsak adaletten bahsedemezdik. Biz de “Devlet adaletsizliktir” dedik. Genç yaşta emekliliğin sırrını verdiğimiz aynı sayıda, adeta tiraj patlaması yaşadık. Sekizinci sayımızda, gazete büromuz işgal edildi. Anarşist Kadınlar toplandı, tüm erkeleri gazete bürosundan gönderdiler. Onlarca kadın, günler boyu kamp kurdu gazete bürosuna. Ve sadece kadınların çıkardığı bir sayı olurken sekizinci sayı, manşette oldukça manidardı“Haydi kadınlar meydanlara”.
Yukarıda kapitalizme karşı koyanlarla dolu meydanlar demiştik. Dokuzuncu sayıda da kapitalizmin illüzyonuyla uğraştık. Reyting rekorları kıran “Kim Bir Milyon Kazanmak İster” yarışmasının sahtekarlıklarını anlatan röportajımız, bizden sonra tüm medya tarafından tekrar tekrar yayınlandı. Ardı ardına benzer olaylarla ilgili mailler aldık. Onuncu sayımızda, düşlediğimiz özgür meydan mücadelesi artmıştı. Taksim isyanını yaşıyorduk; çatışmalar sürüyor, devletten ve polisten kurtulan Taksim Meydanı özgürleşiyordu. Meydan Gazetesi masasını meydandaki merdivenlere konumlanan devrimci anarşistlerin hemen yanına kurmuştuk. Herkesin yüzünde Meydan’ın manşetinin haklılığını görüyorduk: “Kazanıyoruz”. Zaten bu isyan, bu toprakların mayasında yok muydu? Böyle yaptık biz de on birinci sayımızda manşetimizi, “Yaşadığımız topraklardaki halkların mayasıdır isyan” dedik. Başlayan mücadele devam ediyordu, bir yandan bunun coşkusu içimize sığmazken diğer yandan kardeşlerimizin katledilişi, anaların babaların feryatları, boğazımızda düğümleniyordu. Bazı yazıları yazmak çok zordu ve bu sayıda, bu yazılardan çok vardı. Ama her şeye rağmen yaşam direnişteydi. Her şeye rağmen direnmeyi öğretti bize yaşam. Bazen bir ayrık otu bazense bir incir ağacı, suyun ve güneşin bir betonun çatlağına sıkışmış tohumla olan uyumunu öğretti. Geçtiğimiz sayıydı yaşamın uyumunu yazdığımız on ikici sayı.
Şimdi, elinizde tuttuğunuz ve okumakta olduğunuz karşı koyanların gazetesinin bir senelik serüvenini biliyorsunuz. Bu gazeteyi meydanlarda, sokaklarda; işten atılan işçilerin direnişinde; deresi, toprağı kurutulan köylünün direnişinde; adaletsizlik saraylarının kapısında; kitapçılarda ve sahaflarda; gazete bayilerinde, kafelerde, hatta bakkalda ve simitçide bulabilirisiniz. Hep iki bin adet bastırdık Meydan’ı, elimizde de hep iki yüz-üç yüz adet kaldı. Ve hep, matbaaya borç. Köşesinde fiyatı bir lira yazsa bile nereden alırsanız alın şunu söyleyebilirsiniz: “Çıkışmadı sonra versem olur mu? Ben Meydan Gazetesi’ndekileri tanıyorum onlar benim…” sonrası önemli değil, biz birbirimizi tanıyoruz. Selamlar.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Meydan Gazetesi’nin Bir Senelik Serüveni appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi, ulaşımsızlık sorununun yaşandığı metrobüs durakları, otobüs durakları ve FSM Köprüsü’nde dağıtıldı. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi, ulaşımsızlık sorununun yaşandığı metrobüs durakları, otobüs durakları ve FSM Köprüsü’nde dağıtıldı. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>