meydan53 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 20 May 2020 11:35:24 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/ https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/#respond Wed, 20 May 2020 11:35:22 +0000 https://meydan.org/?p=58739 Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti. Avrupa’nın […]

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti.

Avrupa’nın genelinde yükselen neo-faşist dalga, bugün “far-right” diye tabir edilen sağcı hükümetlerin zeminini hazırlayan sürece işaret ediyordu aslında. O günlerde çekinerek sokağa çıkan faşistler, şimdi de çeşitli kültür sanat araçlarıyla acaba geçmiş günahları aklama peşine mi düştü?

Film Boyunca Dolaşan Darbe Hayaleti

2018 yılında, yönetmen Dani de la Torre tarafından çekilen “La sombra de la ley” (İng.: Gun City yani Silahların Şehri) Netflix’e yüklenmesiyle daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu. Jaime Lorente, Luis Tosar, Michelle Jenner gibi, takipçileri tarafından tanınmış oyuncuların yer aldığı filmde, 1900’lerin başlarında Barselona’yı izliyoruz. Anarşistler tarafından organize edilen tren soygunuyla başlayan film boyunca polisler, gazino sahibi patronlar, silahlı paramiliter gruplar ve asker arasındaki şiddet gözler önüne seriliyor, ancak mesele -tabiri caizse- bu kadar “liberal” bir hatta kalmıyor.

İlk etapta kim olduğu bir gizem olarak bırakılan istihbarat görevlisi Anibal Uriarte üzerinden şekillenen hikaye, anarşist devrimin gerçekleştiği yıllarda, anarşistlerin gösterilmesiyle devam ettiği için, bizim açımızdan ayrı bir dikkati hak ediyordu. Sözkonusu yıllara ilişkin çekilen filmlere dair özel bir ilgimiz olması, tarihsel muhatapları olarak da konuyu devrimci bir pencereden ele alma sorumluluğunu bizim üzerimize yüklüyor.

Filmin içeriğine devam edecek olursak, ilk sahnede bizlere gösterilen silah kaçakçılığı olayını aydınlatmak için harekete geçen Barselona polisinin başarısızlığı vurgulanıyor. Silah kaçakçılığını yönlendiren kapitalist baronların önünde el pençe divan durmaya zorlanan “vatansever” polisin imajının, nasıl da var olan “kaos” ortamıyla zedelendiğini izliyoruz. Dört bir yanını grevler sarmış İberya, sanki yüzyılların esaretlerine teker teker son verip ezenlerden hesap sormaya başlıyormuş gibi değil de krizde olan ülkenin ekonomisini daha da dibe batırıyormuş gibi gösteriliyor. Daha doğrusu krizin gerekçelerinden biri gibi resmediliyor.

Filmde gösterilen anarşistler arasında ise anlaşılmaz bir düşmanlık hakim. Tarihsel gerçekliklere dayandığı iddiasındaki filmin özellikle bu kısmında gerçeklik manipülasyona dönüşmeye başlıyor. Silahlı devrimi savunan ve grevlerle kapitalizmi yıkmaya çalışan anarşistler arasında büyük bir gerginlik varmış havası estirdikten sonra yönetmen, anarşizm tarihindeki trajik kayıplardan Salvador Seguí suikastini “anarşistlerin birbirini öldürmesi” olarak gösteriyor.

Burada kısa bir parantez açarak Seguí’nin kim olduğuna değinelim. 1887 yılında doğan Seguí, kısa süre içerisinde mücadele azmi, kararlılığıyla CNT içerisindeki en aktif devrimcilerden biri haline geldi. Grevlerin ve direnişlerin bu uzlaşmaz figürü, İspanyol kapitalistlerinin anarşist hareketi bastırmak için başlattığı saldırı dalgasının kurbanı oldu. 10 Mart 1923 günü, Kral XIII. Alfonso’nun tuttuğu kiralık katiller tarafından güpegündüz vurularak katledildi. İşverenler Federasyonu Başkanı Felix Graupera’nın isteğiyle gerçekleşen katliam, anarşistlerin kapitalizme ve faşizme karşı güçlü mücadelesini bastırmak için gerçekleştirilmişti. İspanya’da yaşayan ve filmi izlemiş bir yoldaşımızla konuştuğumuzda, bu gibi durumların, faşistlerin bizim aramızdaki sohbetlerden “aşırdığı” bazı hikayeleri, böyle yapımlardaki karalamalarla değiştirerek tekrar karşımıza çıkardığından bahsediyor.

Filme dönecek olursak, ana karakter Anibal Uriarte’nin polislerle kurduğu ilişkinin de bir istihbarat faaliyeti olarak ortaya çıkmasıyla beraber, işlerin biraz daha farklılaşmasıyla karşılaşıyoruz. Film boyunca izlediğimiz “şiddet dolu anarşistler”, “İspanya’daki hiçbir şeyi kontrol edemeyen basiretsiz polisler”, “uyuşturucu, silah kaçakçılığını elinde tutan ve devlet güçleri tarafından da kollanan kapitalist baronlar” arasında, Uriarte’ye emir veren pirüpak bir taraf bırakılıyor.

Bu taraf kim mi dersiniz? Devrimi isyan çıkararak bastırmaya kalkışan, ülke dışındaki faşist ittifak tarafından finanse edilen, dini ve kapitalist ideolojisiyle İspanya’yı onlarca yıl boyunca devlet şiddetiyle baskılamaya çalışan; bu baskıyı katliamlarla, suikastlerle, tutuklamalarla somutlayan ordu ve ordunun ileri gelenleri…

Evet yanlış duymadınız, filmin başından sonuna dek bütün olumsuzlukları anarşistlere, polise ve patronlara yükleyen yönetmen, yalnızca “darbe yapmak zorunda kalan” orduyu ayrı bir kefeye koyuyor. Filmin başından sonuna estirilen darbe rüzgarı, darbe olmasın diye “asayişi” sağlamaya çalışan, filmin tek “iyi” karakteri üzerinden anlatılıyor.

Yönetmen, filmin ardından yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen “O günlerde İspanya tarihini yazan toplumsal olayların, bugün de farklı varyasyonlarla devam ettiği”ne dair soruya şöyle cevap veriyor: “O zamanların spesifik bazı taleplerinden kadınlar için oy hakkı, fabrikalarda çalışma saatlerinin azaltılması veya çocuk işçiliğine son verilmesinin uzun zaman önce yerine getirildiği ve bir rahatlama yaşadığımızı söyleyebiliriz.” diyerek aslında artık bütün bunların aşıldığı mesajını veriyor. “O zamanlar hayatlarını feda eden sendikacılarımız vardı, bugün sendikalar burjuvalaştırıldı.” diyerek dalga geçer gibi manipüle ettiği, geçmişin mirasıyla mücadeleye devam eden sendikaları “burjuva” olarak karalamaya kalkıyor.

Sözün özü, filmin anlatım tekniklerine, sanatsal değerine vs. yoğunlaşmamıza izin vermeden, kara propaganda temalı filmler listemize almamıza yetecek kadar verinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci mücadeleler sinemada, televizyonda, popüler birer nostalji olarak sıklıkla yer alıyor. Bu yapımları seyrederken dikkatli bir gözle bakmakta ve gerçeklerle karşılaştırmakta fayda görüyoruz.

Jorge Martin – Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/feed/ 0
Korona Krizi’nde Yalancı Medya https://meydan1.org/2020/05/19/58593/ https://meydan1.org/2020/05/19/58593/#respond Tue, 19 May 2020 12:09:06 +0000 https://meydan.org/?p=58593 İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Korona İlacı Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide […]

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor.

Korona İlacı

Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide kullanıldığı ve virüsü engellediği söylendi. Bu bilgi sosyal medyanın da etkisiyle her yere yayıldı. Ancak IFNrec adlı bu ilaç, asıl olarak 1986’da geliştirilmiş bir ilaç olup hepatit ve lösemi gibi hastalıklara karşı bağışıklık düzenleyici olarak görev yaparak semptomların azalmasını sağlıyor.

Bağışıklık sisteminin bir ögesi olan interferonlar, akyuvarlar tarafından üretilen sitokin adı verilen protein gruplarına ait moleküllerdir ve virüsün hücre ile teması sonrası aktive edilirler. Virüslü hücrede sentezlenerek, komşu hücrelerin daha fazla virüs üretmesini engellerler. Bu işlem sırasında virüsün etki ettiği hücre tipine (solunum, sindirim, boşaltım vb.) göre farklı semptomlar görülür. Bunların en bilindik olanları ise -solunum yolları hücrelerine bulaşan Covid-19’da da görülen semptomlar olan- yüksek ateş, kuru öksürük ve yorgunluktur.

Nitekim hâlihazırda virüsle savaştığı için interferon salgılayan vücuda daha fazla interferon yüklemesi yapmak, bağışıklık sistemini daha da agresifleştirerek ilacın faydasından çok yan etkilerini göstermesine neden olacağı için Covid-19’un tedavisinde birincil tercih olması mümkün değil. İlacın korona virüsün yol açtığı solunum problemlerini azalttığı, tedavi için denendiği ve hastalarda etki ettiği doğru. Ancak “tedavisi bulundu” başlıklı haberlerde yazdığı kadar da rahat kullanılması, interferonların çalışma mekaniği sebebiyle pek olası görünmüyor.

Sürekli Su İçmek ve Tuzlu Su Gargarası

Covid-19 -en azından resmi olarak- henüz Türkiye’ye gelmemişken bile virüse karşı alınabilecek önlemler çeşitli televizyon programlarında tartışıldı. Bunlardan en çok gündem olanı, henüz akciğere ulaşmamış virüsü sürekli su içerek mideye hapsedip öldürmek ve tuzlu su ile ağız gargarası yapmak oldu.

Özellikle WhatsApp gruplarında yayılan bilgiye göre virüs vücuda girdikten sonra 4 gün boyunca boğazda kalıp kuru öksürük yapıyor -ki bu aslında virüsle karşılaşan bağışıklık sistemimizin oluşturduğu bir tepkidir. Bu mantıkla hareket edildiğinde eğer virüs boğazda duruyorsa onu su ile aşağı ittirip mide asidinde boğmamız mümkün olmalı. Ancak bunun doğru olduğunu varsaydığımızda bile -ki bazı örneklerde insan dışkısında da virüse rastlanmış- 120 nanometre boyutunda olan virüsün solunum sistemine kolaylıkla sıçraması mümkün. Tabi her dakika su içmemiz mümkün olmadığı için de bunun “15 dakikada bir” yapılması öneriliyor.

Ancak yapılan araştırmalarda Covid-19’un 4 gün boğazda “beklediğine” ve öksürük yaptığına dair herhangi bir bulgu bulunmamakta. Kaldı ki virüsün ortalama kuluçka süresinin 2-14 gün arasında değiştiği ve semptomların hiç oluşmayabileceği de biliniyor.Aynı mesajda önerilen tuzlu su gargarası, virüs yaşadığımız coğrafyaya henüz sıçramamışken bile defalarca tartışıldı. Televizyon programlarında görmeye alışkın olduğumuz bilimciler tarafından korona virüse karşı etkili bir önlem olarak lanse edildi. Yarım litre suya 5 çay kaşığı tuz katılarak günde 6 defa yapıldığı takdirde boğazı temizleyip virüsü öldüreceği ve bulaşmasını engelleyeceği söylenen gargara, tartışmalı bir önlem olarak adından sıkça söz ettirdi.

Grip ve faranjit gibi hastalıkların yol açtığı boğaz ağrısı, burun akıntısı gibi semptomları azaltmakta etkili olduğu bilinen ve kanıtlanmış olan tuzlu su gargarasının Covid-19’u öldürdüğüne ya da bulaşmasını engelleyebileceğine dair herhangi bir veri bulunmamakta.

Tam aksine, “denemekten zarar gelmez” diyerek uygulandığında, yakıcı tuz yüzünden ağızda yara açarak ağız florasını bozabilir, vücudu enfeksiyonlara karşı daha savunmasız hale getirebilir. Üstelik bireylerin ve toplumun, salgın tedirginliği yüzünden tavsiye edilen bu “önlemlerde” aşırıya kaçması da büyük bir olasılık.

Komplo Teorileri ve Sansasyonel Açıklamalar

Virüs, çeşitli komplo teorilerini de beraberinde getirdi. Madonna’nın geçtiğimiz sene çıkardığı albümün kapağındaki “Smith Corona” marka daktilodan komplo teorilerinin vazgeçilmezi “The Simpsons” dizisinin Japonya’dan kargo yoluyla dünyaya yayılan virüsü tahmin etmesine kadar pek çok komplo teorisi zihnimizde yer kapladı.

Yalan haberlerin ve teorilerin arasından belki de en “mantıklı” geleni, Kuzey Kore’de virüs ile enfekte olduğu söylenen iki kişinin idam edilmesi oldu. Kapalı ve baskıcı bir hükümete sahip olan Kuzey Kore’de, kendisinden günlerdir haber alınamayan devlet lideri Kim Jong-un’un böyle bir “önleme” başvurmuş olması hiç kimse için şaşırtıcı olmazdı.

Dünyada en çok karşılık bulan komplo teorisi ise 5G baz istasyonlarının Covid-19’u yaymasıydı. 5G’nin virüsü yaydığı iddiası, neredeyse salgınla yaşıt. İddiaya göre geçtiğimiz sene virüsün açığa çıktığı Wuhan’da denenmeye başlayan 5G teknolojisini kullanan baz istasyonlarının yaydığı dalgalar, istasyonların çevresinde yaşayanların bağışıklık sistemini baskılayarak virüse karşı savunmasız kalmalarına sebep oluyor. Yerli komplo teorisyenlerinin de ilgisini çeken bu safsata, kendisine en çok İngiltere’de karşılık buldu. Komplo teorisyenlerinin “baz istasyonlarına karşı bir şey yapma” çağrısına uyan yüzlerce kişi, sosyal medya üzerinden örgütlenerek ülkede 50’den fazla baz istasyonuna Nisan ayı boyunca sabotaj yaptılar ve istasyonları ateşe verdiler. Tabi baz istasyonlarının yaydığı dalgaları kullanarak virüs bulaştırmak biyolojik olarak mümkün olmadığı gibi 5G teknolojisi de ilk defa Wuhan’da denenmedi.

Her zamanki gibi sansasyonel başlıklarla ilgi çekmeye çalışan çeşitli medya organları gerçek dışı iddialara çanak tuttu. ABD ve Çin’de yürütülen küçük çaplı araştırmalardaki verileri adeta cımbızlayarak piyasaya salan medya, akıllara 70’li yıllara kadar sigara firmaları tarafından fonlanan, bazı aktör ve doktorların oynadığı, “Sigara sağlığa yararlıdır” ve “Boğazınızın sağlığı için…” temalı sigara reklamlarını getirdi.

Yapılan araştırmalar, halihazırda korona olan ve sigara kullanımı dışında farklı risk faktörlerine de sahip olan bireylerin oranına odaklanıyordu. Bu araştırmayı en azından daha tutarlı bir taraftan referans alan Fransız bilimci Jean-Pierre Changeux ve ekibi, nikotinin virüse karşı olası faydalarına dair geniş çapta araştırma başlatacaklarını ancak böyle bir kanıya varmak için henüz çok erken olduğunu belirtti. Eğer nikotinin önleyici etkisi kanıtlanırsa tütün firmalarının lobi çalışmalarına başlayacağını ön görebiliriz. Ancak başka yöntemlerle alma imkanı varken -tek başına bile zararlı olan- nikotini sigara içerek almak, beraberinde en az korona kadar kötü rahatsızlıkları da getirecektir.

Korona virüs tüm gerçekliğiyle yaşamımızdaki etkisini sürdürürken her geçen gün yenisi çıkan yalan haberler, yiyip içtiğimizden giydiğimize; aldığımız tedbirlerden psikolojimize kadar yaşamlarımızda belirleyici hale geliyor. Bu süreci sağlıklı atlatabilmek için yapacağımız en iyi şeylerden biri her duyduğumuza inanmamak ve kuyuya atılan her taşın arkasından atlamamak.

Emircan Kunuk

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/19/58593/feed/ 0
Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/ https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/#respond Sun, 17 May 2020 10:00:05 +0000 https://meydan.org/?p=58554 Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine […]

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine karışıyorken akıl sağlığını korumaya yönelik öneriler de birbiri ardına dizilmeye başladı.

Hemen hemen herkes, psikiyatrik ve psikolojik olarak içinde bulunduğumuz sürece dair kendince bir söz üretmeye çalışıyor. Bu yazı, tüm bu psikolojik/psikiyatrik gerçekleri göz önünde bulundurarak sistemin argümanlarına farklı bir yerden bakmayı amaçlıyor.

Tehlike ile İlk Karşılaşma; Bundan Kaçabilir Miyim?

Psikolojiye göre en basit tabiriyle travma, bireyin fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü tehdit eden olay ya da durum ve bunun çeşitli nedenlerle tetiklenerek devam etmesi, süreklilik haline dönüşmesidir. Toplumsal travma ise yaşayan bir organizma olan toplumun ortak acılar yaşaması olarak tarif edilebilir. Savaş, sürgün, katliam, kaza, afet, salgın hastalık; etnik kimlik, cinsel kimlik ve yönelim temelli zorbalık ve şiddet gibi durumlar toplumsal travma olarak nitelendirilebilir. Yani özellikle bu coğrafyada yaşayan insanlar için toplumsal travma olarak adlandırılan şey, o kadar da yabancı bir duygu değil veya karantina ile ilk kez yaşamımıza girmiş de değil. Ancak aradaki büyük farkı es geçmemek gerek. Bu kez toplumun daha büyük bir kesimi bu travmayı yaşıyor ve toplumsal travmalar birbirlerinin üstüne eklenerek büyüyor.

Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu durumun içerisinde olanlar için dehşet, çaresizlik, acı, öfke, donukluk, yalnızlık gibi belki de olumsuz olarak adlandırılabilecek tüm duygular dalga dalga topluma yayılmakta. Kimilerinin yaşantısı pek bir değişikliğe uğramadan devam ederken kimilerinin yaşamı tepetaklak olmuş durumda. Tüm bunlardan daha da olumsuz olan, yaşamlarımızın düzenlenmesini elinde bulundurduğunu iddia eden devletin, varlığı nedeniyle, sürekli olarak, organize bir biçimde bu travmayı tetiklemesi. İki saat kala sokağa çıkma yasağı olacağının duyurulması, sağlık sisteminin “sorunsuz” işliyor gibi gösterilmesi tetikleme için yerinde örneklendirmeler. Diğer taraftan sürekli maruz kalınan -ne yazık ki alışkın olduğumuz- faşist söylemler, eleştiri yöneltenlere yönelik gözaltılar, çeşitli dayanışma kampanyalarının yasaklanması, düşmanlık söyleminin körüklenmesi içinde bulunduğumuz süreci daha da çekilmez kılıyor.

Hiçbir Şey Yapmayabilirsin: Donakalmak

Her birey, kendi travmatize olmuş alanında evdeki yaşantıyı sürdürebilmek adına bir dizi tavsiyeye maruz kalıyor. Özellikle sosyal medyada sürekli dönüp duran “kaliteli zaman geçirmek” bireylere “olması gereken”miş gibi lanse ediliyor. “Hiçbir şey yapmaya vakit bulamıyorum diyenler için işte beklenen an” gibi söylemlerle “krizi fırsata çevirmek”ten bahsediliyor. Güzel yemekler yapmak, müzik dinlemek, resim çizmek, heykel yapmak, çocuklarla doyasıya oyun oynamak, yoga ve meditasyon yapmak, kaç zamandır okunması ertelenen kitapları okumak, filmleri izlemek ve daha niceleri…

“Kaliteli zaman geçirme” kavramı kesinlikle adaletli değil. Öncelikle karantinada bile çalışmak zorunda olan kargo işçileri, market işçileri, belediyelerin temizlik işçileri, inşaat işçileri gibi işçilerin -tabi ki yine işçiler- eskisinden çok daha fazla çalışmasını dolayısıyla bir o kadar daha fazla sömürülmesini beraberinde getiriyor. “Evde kalamayanlar”ın, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürebilecek ekonominin devamlılığını sağlamak adına yaşadıkları sorunlar katlanarak varlığını korurken bunun üzerine bir de hasta olma/taşıyıcı olma tedirginliği ekleniyor. Yetmezmiş gibi evlerinde kalma imkanı olanların “Neden dışarıdasınız?” ya da “Neden gereken önlemleri almıyorsunuz?” diye başlayan yargılayıcı tutumuna maruz kalıyor, dışlanıyorlar. Bu bireylerin kaliteli olarak bahsedilen zamandan geçirmeleri mümkün değil. Öte yandan, karantinadan dolayı iş yeri kapanan dolayısıyla işsiz kalan birey, şüphesiz ki en yaşamsal ihtiyacı olan beslenme ve barınmanın derdine düşecektir. Bu gibi koşullarda zaten yeterince travmatize olmuş bireylere “kaliteli zaman” önerileri travma konusunda daha da tetikleyici olacaktır.

Bir şekilde şanslı olup evde kalabilenler de “kaliteli zaman geçirmek” furyasına dahil olmak durumunda değil. Psikiyatristlerle ortak çalışmaları ile tanınan yazar David Kessler korona krizi ve karantina sürecini bir çeşit yas olarak tanımlamakta. Yani birini kaybetmemizin ardından yaşanan psikolojik süreç ile aynı duygu durumu varlığını gösterebilir. Kessler’e göre bu durum beş basamaktan oluşuyor. Birinci basamak inkar: “Virüs bizi etkilemez.” Ardından öfke geliyor: “Evde kalmama neden oluyor ve aktivitelerimi elimden alıyorsunuz.” Üçüncü basamak ise pazarlık: “Birkaç zaman evde kalırsam her şey eskisi gibi olacak değil mi?” Sonrasında gelen depresyon genellikle bu durumun ne zaman sona ereceğini bilememek ile kendisini gösteriyor. Ve en son kabullenme: “Bu olay gerçekleşiyor ve nasıl devam edeceğimi keşfetmeliyim.”

İşin kabullenme kısmına gelebilmek tabi ki çok uzun bir süreç ve içerisinde pek çok farklı denklemi barındırıyor. Şiddet gören bir kadın, çocuk veya LGBTİ’nin psikolojik olarak var olan durumu kabullenmesinden söz edilemez. İşsiz kalmış, düzenli geliri olmayan ve akşama ne yiyeceğinin derdine düşmüş birey için de aynısı geçerli. Ancak yine de bir şekilde evde kısmi de olsa güvenilir bir ortamda bulunabilenler için kabullenmeye dair çeşitli ipuçları mevcut.

Tüm gün belki televizyon karşısında, belki elde telefonla, bomboş ve hiçbir şey yapmadan donuk biçimde zaman geçiren kişiler de oldukça fazla, kısacası bir şekilde tüm önerileri kulak ardı edebilenler var.

Don-Kaç-Savaş veya Mücadele Et!

Ormanlık alanda otlayan geyik bir anda karşısına çıkan aslan tarafından, tüm kaçma çabalarına rağmen, yakalanır. Aslan geyiği dişlemeye başlar; geyik önce biraz çırpınır, sonra bakışları tamamen donar. Nefes aldığına dair hiçbir belirti yok. Az sonra birkaç sırtlan gelir ve onlarla çatışmaktan çekinen aslan geyiği oracıkta bırakıp uzaklaşır. Geyiğin gözler donuk, bedeninde en ufak bir yaşam ifadesi yok. Aradan on dakika gibi bir süre geçer ve nefes alış verişleri görünür hale gelir. Önce biraz titremeye başlar, beş dakika sonra ayağa kalkar ve son sürat, tüm gücüyle koşmaya başlar. Kameraların onu takip edemeyeceği kadar koşar, koşar… Bu bir sinir sistemi tepkisi: don-kaç-savaş.

Polyvigal teoriye göre yaşamımızı tehdit eden bir saldırı anında sinir sistemimiz üç farklı tepki ile karşılık verir; saldırı karşısında savaşmak, kaçmak veya donmak. Korona krizi başladığından bu yana hissettiğimiz güvensizlik duygusu karşısında şu an ne yapacağını bilemez bir halde donakalmış olmak aslında sinir sistemimizin bir uyarısı. Yani “hiçbir şey yapmamak” -tam da bu sebepten- geyiğin ölü taklidi yapması gibi, yaşamın içinde her daim var olan, çok olağan bir tepki. Kaçmak ise pek gerçekleşebilecek bir tepki değil gibi duruyor. Peki savaşmak veya başka bir deyişle mücadele etmek mümkün mü?

Bireyin en büyük yaşamsal ihtiyaçlarından biri olan toplumsallığın, kendinden başka insanlarla iletişim ve ilişki kurma halinin, bir şekilde tehlikeye dönüştüğü söyleniyorsa bununla nasıl mücadele edilebilir? Şüphesiz ki bunu cevabı dayanışmadadır. Fiziksel olarak mesafelenmek asla sosyal anlamda mesafelenmeyi gerektirmez.

Devletin yetkililerinden kapitalizmin uzmanlarına kadar herkesin kullandığı sosyal mesafe kavramı oldukça yanlıştır çünkü içinde bulunduğumuz süreç, yalnızca fiziksel anlamda mesafelenmeyi gerektirmektedir. Hayatta kalabilmek için gereken sosyal mesafelenme değil toplumsal dayanışmadır. Toplumsal dayanışmaysa devletlerin ve özel şirketlerin sadece gövde gösterisinden ibaret “yardım kampanyaları” değil, bizlerin dayanışmasıdır. Empati, Cola Cola’nın reklam panolarına yazdığı şey değildir; hiçbir ekonomik geliri olmayan komşunun yemek alışverişini karşılamaktır. Bizleri bu tehlikeden(!) kurtaracak olan da zihinsel sağlığımızı korumayı destekleyecek olan da “biz” olmaktır.

Ece Uzun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/feed/ 0
Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/ https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/#respond Tue, 12 May 2020 15:36:17 +0000 https://meydan.org/?p=58369 Sokaklardan insanların çekilmesiyle “…İstanbul’dan Eyfel Kulesi görünmeye başladı… Adıyaman’a, Ankara’ya deniz geldi…” Hatta sokaklarda çitalar fink atmaya, domuzlar dans etmeye başladı. Martılar şarkı söylüyor, kuğular narin başlarıyla ritim tutuyorlardı. Çiçekler rengarenk bakıyor, arılar onlara göz kırpıyordu. Sabah sıcacık bir güneşle uyanan ağaçlar tertemiz gökyüzüne uzanıyor ve kollarını açarak esniyor, sallanan dallarından dökülen meyveleri envai çeşit […]

The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sokaklardan insanların çekilmesiyle “…İstanbul’dan Eyfel Kulesi görünmeye başladı… Adıyaman’a, Ankara’ya deniz geldi…” Hatta sokaklarda çitalar fink atmaya, domuzlar dans etmeye başladı. Martılar şarkı söylüyor, kuğular narin başlarıyla ritim tutuyorlardı. Çiçekler rengarenk bakıyor, arılar onlara göz kırpıyordu. Sabah sıcacık bir güneşle uyanan ağaçlar tertemiz gökyüzüne uzanıyor ve kollarını açarak esniyor, sallanan dallarından dökülen meyveleri envai çeşit hayvan topluyordu…

Tablo güzel, tablo enteresan fakat tablo tutarsız. Çelişkiler ve yanlışlarla dolu ama biraz eğlenceli ve biraz absürd. Hem insanların doğanın uyanışına şahit olmak arzusu ile dolup taştığını gösteriyor hem de yaşadığımız sistem içerisinde bunun ne kadar olanaksız, ne kadar gelip geçici bir şey olduğunu…

Fakat ne insanlar sokaktan tam olarak elini ayağını çekebildi ne de sistemin çarkları işlemeyi durdurdu. Coğrafyanın yağmacı devleti ve patronları -bu işin okulu olsa ders olarak okutulabilecek düzeyde bir yüzsüzlükle- “fırsatçılık”larını konuşturmaya başladılar. Ne İstanbul’un kanalı kaldı ne Kazdağları’nın altı üstü… Salda Gölü’ndeki talan, Dersim’deki taş ocakları, Aydın’daki Jeotermal Enerji Santralleri (JES), Karadeniz’deki Hidroelektrik Santralleri (HES) hazır insanlar sokağa çıkamıyorken daha da hızlandırıldı.

Talan Projeleri Hız Kazandı

Mart ayının sonlarına doğru, yüzlerinde maskelerle kameralara poz verenler yangından mal kaçırır gibi Kanal İstanbul ihalesi yaparken, hemen ertesi gün Ulaştırma Bakanı görevden alındı. Böylece hem toplumun tepkisi ölçüldü hem de bu zor zamanlarda devletin başının yapması gerekeni yapmaktan çekinmeyeceği duyurulmuş oldu.

Yaşadığımız coğrafyada toprak, hava ve su kirliliği, en çok da talan projeleri yüzünden son 50 yılda 36 göl kurumuş, geri kalanlarsa kuruma tehlikesiyle karşı karşıyayken Burdur’da bulunan Salda Gölü’nün -salgından istifade- iş makinalarıyla talan edilmesi, yoğun tepkiyle karşılandı. Mescit, otopark, tuvalet, duş, büfe, kafeterya vb. yapıların inşaatını da kapsayan Millet Bahçeleri Projesi, bu tepkiler üzerine 14 Nisan’da durduruldu ancak iptal edilmedi ve aynı günlerde başka bir gölle ilgili başka bir “değişiklik” duyuruldu. Edirne’de bulunan Gala Gölü çevresindeki milli parkın sınırlarının değiştirilmesini kapsayan projenin niyeti “bölgenin ekoturizme açılması ve daha iyi tanıtılması” olarak açıklandı. Henüz adı konmamış olsa da bu değişikliğin bir millet bahçesi vakasına döneceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok…

Aydın’ın Efeler ilçesindeki Kuyucular Mahallesi’nde yapılması planlanan JES projesi, yine salgından istifade hızlanan başka bir proje oldu. 16 Nisan’da JES için şirket tarafından deneme amaçlı sondaj çalışması başlatıldı. İzin almakla bile uğraşmadan çalışmayı başlatan şirkete karşı çıkan köylülere şirket görevlileri saldırdı ve köylüler arasında yaralananlar olduğu haberlere yansıdı. Herhangi bir sokakta yürürken “fiziksel mesafe kurallarını” aşanlara para cezası kesilirken sermayeyi kollayanlar yaşamı savunanlara “fiziksel saldırı” gerçekleştirebiliyordu yani. Daha önce verilen mücadeleler sonucu durdurulan Aydın Kızılcaköy’deki JES projesi de -talana başlamak için yasal olarak gerekli görülen- ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) onayını bu süreçte yeniden alabildi.

Korona virüsten korunmak için su ve sabunla temizlik uyarıları yapıladursun, Muğla’nın Milas ilçesindeki İkizköy’de bulunan Yeniköy Termik Santrali nedeniyle İkizköy susuz kalıyor. Kömür madeni zaten her şeyi; tarlaları, evleri, zeytinlikleri, dağları, ovaları, bölgedeki tüm yaşamı tarumar ederken yaşamlarını sürdürmeye çalışan İkizköy halkı, bir de salgın sürecinde günlerce süren susuzluğa maruz kalmaya isyan ederek santrali durdurma çağrısı yapıyor.

2019 yılının başında Rize Güneysu’da bulunan Gürgen köyünde halka “yol yapılacağı” söylenerek başlanan çalışmalarda, kalıp betonların arasına HES boruları saklanıp taşınarak HES inşaatı başlatılmış, HES inşaatının şantiyesini basan köylüler iş makinelerini uzaklaştırmış ve şirketi kovarak talanı durdurmuştu. HES projesini yürüten şirket halkın tepkisine rağmen -salgından istifade- çalışmalara hızlıca yeniden başladı.

Bahsi geçen örneklerdeki gibi halka sokağa çıkmak yasakken verilen izinle, maden projeleri de hız kesmeden devam ediyor. Artvin’de bakır, kurşun, çinko, gümüş ve altın aramak için iş makineleri çalıştırılırken Samsun’daki Şahin Dağları‘nda altın aramak için sondaj çalışmalarına başlandı.

Çanakkale Kumarlar köyünde baraj inşa etmek isteyen şirket, topraklarını boşaltmaları için halka baskı yapmaya devam ediyor. Mersin’de bulunan Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatı aralıksız sürüyor.

Böylesi yıkıcı bir salgını bile fırsata çevirmeye çalışan kapitalizm ve devlet, kentsel dönüşümden kapitalizm için asla yeterli olmayacak enerji üretim santrallerine ve sayamayacağımız kadar çok sayıda talan projesine varıncaya dek doğa katliamını sürdürüyor.

Her krizde olduğu gibi bu krizde de devlet, yoksulları desteklemek yerine kartlarını sermayeden yana kullanmayı tercih ediyor ve şunu söylüyor: “İnsanlar ölür, hayvanlar ölür; canlı cansız tüm varlıklarıyla doğa ölür ama çarklar dönmek zorundadır.”

Bu koşullarda, parçası olduğumuz doğayla birlikte yaşama tutunabilmek için bu çarklara çomak sokmaktan başka çaremiz kalmıyor. Ama Korona Krizi’yle çoğunluk eve sıkışmışken ihtiyacımız olan çomağı nereden bulacağız? Cevap, bu süreçte abartılan “doğanın kendine geliyor olduğu”yla ilgili söylemi andırsa da aslında daha derinde; kapitalizmin çatlaklarında yeşererek bu çatlakları derinleştirmekte yatıyor. Cevap, arşınlanmayan kaldırım taşlarının ve duvarların dökülen sıvaların arasından filizlenen yeşillikler; betondelenler bu süreçte. Cevap, gazetemizin 12. sayısındaki “Her Şeye Rağmen Yaşam Direnişte” yazımızda bahsettiğimiz gibi; her şeye rağmen -gerekirse yöntemleri farklılaştırarak- direnişi düşünmekte ve örgütlemekte!

Özgür Erdoğan

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/feed/ 0
Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam https://meydan1.org/2020/05/06/58054/ https://meydan1.org/2020/05/06/58054/#respond Wed, 06 May 2020 05:06:49 +0000 https://meydan.org/?p=58054 Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!” Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de […]

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!”

Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de kaleme alır ancak günlükte bahsedilen yıl, kitabın sonundaki dörtlükte de yazdığı gibi, 1665’tir. Defoe, anlattığı dönemde henüz 5 yaşındadır ve bu yüzden birinci ağızdan anlattığı dönemin bir kurgudan ibaret olup olmadığı tam olarak bilinmez. Kimilerine göre Defoe’nun amcası Henry Foe’nun günlüğünden yola çıkılarak yazılmıştır.

Hangisinin gerçek olduğu da bilinmez ancak anlatılan her şey oldukça gerçekçidir. Okuyan, vebanın kol gezdiği sokaklarda bulur kendisini; görür, duyar, hisseder, koklar. Her gün öyle çok insan vebadan ölür ki ölüm, soğukluğunu kaybetmiştir artık. Sokak kenarlarında yığılmış bedenler olağanlaşır, gelişigüzel bir bezle bedeni sarmalanıp kazılan çukurlara “atılan” cesetler, korkuya ve acıya dayanamayıp mezara girmeye çalışanlar, sokaklarda sıkılı dişleri ve yumruklarıyla bağırarak dolaşanlar, günahlarının affolması için dua ederek merhamet dileyenler… Günlükte anlatıldığı haliyle veba, imkansız görünenin mümkün hale geldiği, düşünülemeyecek olanın gerçekleştiği bir salgındır.

Defoe kitaba, neden günlük yazdığını açıklayarak başlar. Londra’da yaşayan, eyer imalatıyla uğraşan anlatıcı, veba hastalığı yaşadığı topraklara uğradığı anda birçokları gibi vebadan nasıl kaçacağını düşünmeye başlar. Bir yandan kaçıp kurtulmayı bir yandan kalıp salgın boyunca kentte yaşananları yazmayı ister. Son kararı, çeşitli tesadüflerin de etkisiyle, kentte kalmak ve yazmak olur:

“…Bakarsınız benden sonra da biri benzer bir sıkıntıya düştüğünde yine benzer bir seçim yapmak zorunda kalır. Aldığım bu notlar yapıp ettiklerimin tarihçesi değil kişinin eylemlerine rehber olsun diyedir. Yoksa şahsen yaşadıklarımın kimsenin gözünde zerre kadar önemi olmadığının farkındayım.”

Anlatıcı kentte kalmayı “seçmiş” olsa da kentte kalmanın birçok kişi için zorunluluk olduğunu görürüz. Kent, her şeyden önce, kalabalık olduğu için terk edilesi bir yer olarak anlatılırken vebanın bulaştığı kimseler, birkaç iyileşme rivayeti dışında, günler içinde ölmektedir ve hastalıktan kurtulmanın tek yolu ondan kaçmaktır. Kaçanlar arasında kimler yoktur ki… Kentin ileri gelenleri bir yana, kral ve maiyeti kenti ilk terkedenlerden olur: “…hastalık onların yanlarından bile geçmemişti.” der anlatıcı. Kentte geriye kalanlar, kaçacak hiçbir yeri olmayanlardır: Evsizler, yoksullar, hizmetçiler…

Günlük, bir bakıma, kentin dış çeperlerindeki muhitlerde kalıp ölümün gelişini seyretmek zorunda bırakılan bu insanların anlatısıdır. Anlatıcının söylediği haliyle “en umutsuz durumda olanlar” buralarda yaşayanlardır. Vebayı korku içinde bekleyen ve günü gelip kendisine bulaştığında bir “kurban” gibi teslim olmaya hazırlanan yoksulların bekleyişi çoğunlukla “hayatta kalabilmek için iki lokma isterken” ya da evin içinden yükselen çığlık sesleriyle son bulur. “Hastalandıklarında ne yiyecek bir şeyleri, ne ilaçları, ne onlara yol gösterecek hakim veya eczacı, ne de bakacak hemşireleri vardı.” der anlatıcı, sefilliğin en uç noktasındaki bu insanları anlatırken.

Birikmiş parası olan, hastalığın yayıldığı haberini aldığında stok yapar ve salgının en can yakıcı bulaşıcılığa ulaştığı dönemleri evinde geçirebilir. Yoksullar ise stok yapamaz ve pazara gitmek için sürekli sokağa çıkmak zorundadır. Böylelikle hasta olan ya da hastalığının farkında olmayan birçok kişi pazara gelir, pazardan dönen birçok kişi sessiz sedasız, ölümü de kendisiyle taşır.

Hizmetçiler, hiç değilse ailenin diğer üyelerini yaşatabilmek için çalışmayı sürdürür ve çoğunlukla zengin ev sahibinin yazgısındaki son, onun da sonudur. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bu hizmetçilerin en büyük korkusu vebaya yakalanmak değil işine son verilmesidir. Gerçekten birçoğunun işine, yoksul olduğu ve hastalığın yoksullar tarafından bulaştırıldığı düşüncesiyle son verilir. Ancak yoksulluk, yoksullara çalışmak dışında bir imkan tanımaz. Bu insanlar, hastalara bakmak ve ölüleri mezara taşımak gibi, hiç kimsenin yapmak istemeyeceği işleri bulduklarında bile hiç düşünmeden işe koyulur ve bu sayede para kazanırlar. Ne yazık ki bu insanlar arasında sahte ilaçla şifa dağıtan, büyüyle kendine inandıran, korkulardan beslenip umut satan fırsatçılara kazandığı paranın tümünü kaptıranların sayısı hiç az değildir.

Günlüğün sonuna gelecek olursak…

Bir yılın ardından veba Londra’yı terk eder, anlatıcının söylediğine göre son üç haftada bile 30.000 kişi ölmüştür ve veba salgını boyunca tam olarak kaç kişinin öldüğü asla gerçekten bilinemeyecektir. Çünkü anlatıcı bize verilerin eksik aktarıldığını, saklandığını ve gerçeği yansıtmadığını söyleyerek bitirir günlüğü. Yüz binlerce insanın yaşamını yitirmiş olmasının ardından her şeyin kolayca eski haline geldiğini söylemek zordur. İnsanların birbiriyle kurduğu ilişkide düşmanca tepkiler ortaya çıkar; mezar sayısının olağanüstü artışıyla evler ve mezarlar birbiriyle iç içe girer; yıkılmış, etkisizleşmiş, çökmüş bütün kurumlar yeniden kurulmaya başlanır. Ancak insanlar, hastalığın geçtiğine dair umutlanmaya başladığı andan itibaren, yaşadıkları “cehennemi” unutur ve tüm tedbirleri bir anda elden bırakarak tüm tehlike geçmişçesine eski yaşantısına dönmeye çalışır. Ölenler dünyayı terk etmişken kaçanlar kente döner; dindar olanlar Tanrı’ya insanlığı bu salgından kurtardığı için şükranlarını sunarken yoksullar vebayı atlatabildikleri için kendilerini şanslı sayarak yaşamayı sürdürür…

Aradan geçen üç yüz yıl “salgın” kavramına ve deneyimine dair birçok şeyi değiştirmiştirse de okuyanla kitap arasındaki gerçeklik ilişkisinin kurulabilmesini sağlayan en önemli etken, anlatılanların birçok yönüyle bugün de yaşanıyor olmasıdır. Değişmeyen şeylerden birisi de zenginler ve yoksulların salgından nasıl etkilendiğidir.

Şeyma Çopur

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/06/58054/feed/ 0
Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/ https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/#respond Mon, 04 May 2020 16:06:56 +0000 https://meydan.org/?p=57946 Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir yazı yayınlamıştık. Bu sayıda ise Wayne Price’ın 2006 yılında kaleme aldığı “Programımız Anarşist Devrimdir” başlıklı yazıyı, toplumsal mücadeleler tarihinde önemli bir açmaz olan bu konuya ilişkin zihin açıcı olarak gördüğümüz için siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Devrimci Anarşist Perspektif

“Devrim” kelimesinin anlamı ve mümkün olup olmadığı üzerine tartışmalar mevcut. Devrimciler reformları desteklemeli mi? Onları devletten talep etmeli miyiz? Devrim şiddet içermeli mi?

İsa’nın yaşadığı dönemde, söylentiye göre bir putperestin Haham Hillel’e gidip Yahudiliğe geçeceğini ifade ettiği bilinmektedir. Eğer Hillel dinini zamanında açıklayabilseydi, bu arayıcı tek ayak üstünde duracaktı. Hillel ise adamı kovmak yerine, “Sana yapılmasını istemediğin kötülüğü başkasına yapma (Altın Kural’ın bir versiyonu). Kural budur (Tevrat); geride kalan her şey yorumdan ibarettir” dedi.

Eğer birisi, yoldaşlarımın ve benim tarafımdan savunulan politik teoriyi açıklamam için bana meydan okuyacaksa, tek ayak üstünde duruyorken, “Programımız anarşist devrimdir” demeliyim. Ya da benzer başka bir şey, “Programımız liberter sosyalist devrimdir” gibi, ya da “…uluslararası proleterya devrimi -veya dünyanın bütün ezilenlerinin ve işçi sınıfının gerçekleştireceği devrim” (bunların hepsini aynı şeyi ifade ediyor gibi ele alıyorum). Geride kalan her şey, o her şey çok önemli olsa da, “yorumdan” ibarettir: artı değer ve sömürü ilişkisi, devletin doğası, ailenin rolü vb. gibi.

“Devrim” sözcüğü sıklıkla, toplumda köklü bir değişimi ifade etmek için kullanılır. Pek çok insan için bu korkunç bir konsepttir, katliam ve manasız şiddet anlamına gelir. İşin garip yanı, ben bir devrimin içinde doğduğu için gurur duyanların olduğu bir ülkede yaşadım. Bu sözcük aynı zamanda heyecan verici bir değişiklik anlamına gelmek üzere oldukça anlamsız bir şekilde de kullanılır, bir Bankacılık Devrimi!, ya da Otomotivde Devrim! ve ya Rujda Devrim! gibi sunulan hizmet/ürün reklamlarında görüldüğü şekliyle…

“Devrim” sözcüğü kökeni itibariyle, “devirmekten” yani alt üst etmekten gelir. Yöneten sınıfı alaşağı etmek (ya da devirmek) demektir. Böylece toplumun yapısında gerekli değişikliklerin yapılması bağlamında, üstte bulunanlarla, daha önce altta bulunanların yer değiştirmesidir. Tarih boyunca, -yeni patronlar kitleleri yalnızca eski patronları alaşağı etmek için bir araç olarak kullanmış olsa – ve genelde işçi sınıfına bazı ayrıcalıklar kazandırmış olsa dahi- devrimlerde yöneten elitin bir başkasıyla yer değiştirdiğine tanık olduk.

Anarşist devrim ise, şimdiye kadar görülmüş en bütünlüklü devrimi öneriyor, yalnızca bir yönetici sınıfın (yani kapitalistlerin) devrilmesini değil, yönetici sınıfın bütün varoluşuyla devrilmesinden söz ediyor. Bir azınlığın bir başkası tarafından devrilmesi yerine, kapitalist azınlığın dünyanın çoğunluğu tarafından devrilmesini öngörüyor. Gücü ele geçirme eylemiyle, işçiler sınıfların sonunu ve tüm baskının, adaletsizliklerin sonunu işaret edeceklerdir. Dünyanın yaptığı işte uzmanlaşmış, yönlendiren, karar veren ve sömüren bu sabit katmanının varlığına son verilecektir.

Bir devrim, gerçekleşebilecek en demokratik olaydır. O, halkın tarihe baskın yapmasıdır. Anarşist devrim, işçi sınıfının yönetenlere ve onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen elitlere olan bağlılığını kesmeye karar vermesiyle ortaya çıkar. Yani insanlar yalnızca kendilerine ve birbirlerine güvenmeye karar verdiklerinde. Devrim, öncelikle bir kez ve bütün yönetimin, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrımın sona ermesiyle gerçekleşir.

Gerçekleşen Devrimler

Eğer kafamızı pencereden dışarıya çıkarıp ABD dışındaki diğer endüstriyel (küresel kapitalist) devletlere bakacak olursak, açık bir şekilde herhangi bir toplumsal devrimden uzak olduğumuzu görürüz. İşçiler genelde kapitalist sistemi kabul eder. Genel refah, az ya da çok sürüyor gibi görünmektedir. ABD kendini, bir zamanlar “sosyalizm” ve “komünizm” anlamına geldiğini iddia eden ve “Sizi gömeceğiz!” diyerek övünen Sovyetler Birliği’ni yok etmiş gibi göstermektedir. Burjuva ideologları “tarihin sonunu” ve “Yeni Dünya Düzeni’ni” ilan ediyorlar. En azından, Irak Savaşı ABD’nin emperyal gücünün oldukça gerçek limitlerini göstermeden önce bunu ilan ediyorlardı.

Yine de bizler biliyoruz ki devrimler var, hem de büyük, dünyayı sallayanlarından. Nadiren gerçekleşirler, çünkü çoğu zaman halk yapması gerektiğini hissettiği şey neyse onu yapar, katlanmak zorunda olduğu ne varsa katlanır ve elinden gelenin en iyisini yapar. Ancak bazen, verili koşulların değişkenliği insanları sarsar, öyle ki aniden daha iyi bir dünyaya olan umudu onlara kazandıracak kadar. Sonra isyan ederler ve “cennet fırtınası” kopar. Günümüzde devrimciler genelde yenilmiştir. Ancak bazen de başarılı olmuşlardır, bu yalnızca bir elitin yerine daha az baskıcı ya da daha iyi yeni bir elitin geçmesine neden olmuş olsa bile. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem, bir dizi devrimin ardından iktidarı ele geçirmiştir. “Atlantik Devrimi” olarak isimlendirilen bu devrim; İngiliz Devrimi (Cromwell ve diğerlerinin), Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Latin Amerika Devrimleri (Bolivar ve diğerlerinin) ve çoğu başarısız olan Avrupa çapındaki 1848 Devrimleri’nin arasına dahil edilir. Bunlar modern dünyayı yaratan burjuva-demokratik devrimlerdi. Kapitalizm tarafından sağlan her türlü demokrasi, özgürlük ve endüstriyalizmin sunduğu sosyal olanaklar, bu halkçı devrimlerden kaynaklanıyordu.

Politik istikrarsızlık, devrim, devrim girişimi ve toplumsal altüst oluşun farklı biçimleri çeşitli olaylarla vücut buldu. Çoğu zaman tarihin yavaş hareket ettiğini düşünürsek unutmak kolaydır, etkili değişiklikler nesiller boyu sürer, nadiren sosyal patlamalarla açığa çıkar. Hiç birşeyin daha önce olduğu gibi olmadığını ve öyle de kalmayacağını bilmek için tarih çalışıyoruz. Devrimciler, yeraltı tektonik plakalarındaki kademeli değişimleri inceleyen, ne zaman olacağını söyleyemese de bir gün Kaliforniya’da büyük bir deprem olacağını öngören jeologlar gibidir.

Yakında 60 yaşına gireceğim. İlk yıllarımda ne Çin Devrimi ve Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığını ne de çoğu Afrika’da gerçekleşen ulusal devrimleri (sonrasında gerçekleşen Angola, Mozambik ve Güney Afrika’dakiler hariç) fark etmek için henüz çok gençtim. Küba Devrimi’nin ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Portekiz Devrimi’nin, Amerika’daki insan hakları hareketi ve siyahların özgürlük mücadelesinin, kadın özgürlük hareketinin ve gay özgürlük hareketinin farkındaydım. 60’lardaki savaş karşıtı harekete ve kültürümüzü inanılmaz derecede değiştiren genel radikalizasyon sürecine katıldım. O zamandan bu yana, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, Doğu Avrupa’daki çatışmaları, İspanya’da faşizmin yıkılışını, İran Şahı’na karşı gerçekleşen devrimi ve Afrika’daki ırk ayrımının sonunu gördüm. Bu rejimler sonsuza kadar yok edilemez gibi görünüyordu, ancak şimdi hepsi ortadan kalktı. Söz konusu coğrafyalardaki sorunlar çözümden uzaksa, en azından mücadele farklı bir temelde yürütülmektedir.

Bu başarısız ve yarı-başarılı devrimler ve halk mücadeleleri tarihinden, bazı marksistlerin yaptığı gibi işçi sınıfının sosyalist-anarşist devriminin gerçekleşmesi gerektiğini ya da “kaçınılmaz” olduğunu anlatmak için bahsetmiyorum. Ancak tersine devrimin gerçekleşmeyeceğini de iddia edemeyiz. Tarih sona ermedi. Değişimler yaklaşıyor, pozitif ya da negatif. Halk mücadeleleri, toplumsal olaylar ve devrimler devam edecek.

Herhangi bir dönemde, kapitalizm az ya da çok stabil ve “başarılı” olabilir, en azından dünyanın kapitalist kesiminde. Böylece limitli (göreceli) kazanımlar sağlanabilir, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden süreçteki büyük patlamadan 60’ların sonuna dek olduğu gibi. Savaştan sonra, işçi sınıfının yaşam standardını önemli ölçüde arttırabildiği görüldü, en azından küresel kapitalist ülkelerde. Faşizm defededildi ve demokrasiye geçildi. Baskı altındaki halklar bile politik “bağımsızlık”larını kazandı ve bazıları bir derece endüstriyelleşti. Ya da öyle görünüyor.

Ancak kapitalizmin temel radikal eleştirisi hala geçerlidir (Anarşizm kadar özgürlükçü Marksizm tarafından da geliştirilen). Kapitalizm, dünya işçi sınıfı ve yoksulları için stabil, istikrarlı bir kalıcı refah sağlamak için uygun değil. “Üçüncü Dünya’nın” ekonomik ve endüstriyel gelişimi dengesiz ve karmaşık haldedir. Dünya ekonomisi olası bir çözülüşe doğru yokuş aşağı ilerliyor. Muhtemel Nükleer Savaş tehdidinin sürmesine neden olan nükleer silahlanmanın yayıldığı savaşlar devam ediyor. Onun ekolojik krizi, hepimizi etkileyecek olan korkunç yıkımı tehdit ediyor. Kapitalizmin politik demokrasiye bağlılığı sınırlı ve kolayca otoriter baskıya evriliyor. Programımız sosyalist-anarşist devrimdir, sadece iyi bir şey olduğu için değil, anarşist devrime ihtiyacımız olduğu için.

Devrimciler Reformları Desteklemeli Mi?

Çoğu zaman, direnişlerin çoğu, sistem içindeki iyileştirmeler için gerçekleşir: daha yüksek maaş ve daha iyi çalışma koşulları, herkes için sağlık hizmeti, ayrımcılıkla mücadele yasaları ve farklı etnisiteye sahip insanlar, kadınlar için olumlu politikalar, sendika örgütleme hakkı, polis gözetiminden korunma, ekolojik güvenlik, mevcut savaşın ne olursa olsun sona ermesi ve benzeri şeyler. Bunlardan hiçbiri kendinde kapitalizmin ya da devletin varoluşuyla hesaplaşmaz. Bu tür talepleri “geçici”, “rüşvetler ve yemler” olarak görerek kınayan, desteklemeyi ve hatta duruma karşı çıkmayı dahi reddederek ne kadar “devrimci” olduklarını ispatlayan radikal solcuların uzun bir tarihi vardır. Bu tür eğilimler bugün de varlığını sürdürmektedir. Benzer şekilde pek çok anarşist varoluşları gereği sendikalara katılmayı reddeder (en azından “devrimci sendika” olmayanlara). Nihayet, sendikalar kapitalistleri devirmenin yollarını arayacağı yerde onlarla anlaşmalar yapar! Aralarında ABD’li işçilerin çoğu ezilen halklardaki insanlar kadar fakir olana kadar, ABD’li işçilerin yaşam standartlarını savunmaya dahi karşı olacak kadar radikal olanları vardır. Açık bir şekilde “ilkelci” olan ve herkesin uygarlık öncesi avcı-toplayıcı yaşama dönmesini isteyenlerden bahsetmiyorum.

Benim devrimci anarşist eğilimim, kesinlikle bazı reformlar için gerçekleşecek olan direnişleri desteklemektir. Biz işçi sınıfının ve genel popülasyonun bir parçasıyız, ahlaki olarak onlardan üstün olduğu için onları aşağılayıp yargılayabilecek olan azınlık değil. Çok uzun zamandır kapitalist koşullar altında yaşamaya zorlanıyoruz, insanların daha iyi beslenebilmesinin ve daha fazla boş vakte sahip olmasının iyi bir şey olduğunu düşünüyoruz. İnsanların bir şeylerin iyileşmesini istemeye ve nihayet, çocuklarının orduya gönderilip öldürmeleri ve ölmeleri için baskı yapılmamasını istemeye hakkı vardır. İnsanların yaşamlarındaki küçük değişiklikler uğruna mücadele etmek için devrimi beklemelerine gerek yoktur -zaten beklemezler de. Devrimler arasındaki devrimci olmayan o uzun zamanlarda bu kesinlikle doğrudur.

Asıl mesele bizim reformlar için nasıl mücadele edeceğimizdir. Anahtar strateji “kapitalizmin sınırlarını kabul etmiyoruz” ilkesi olmalıdır. Patronlar maaşlarda artışı karşılayamadıklarını söylediklerinde, hatta kesintiye gittiklerinde, ya da devlet sağlık sigortasını karşılayamadığını deklare ettiğinde, pek çok sendika yetkilisi buna uyum sağlamaktadır. İşçi sınıfının bu “liderleri” çalıştıkları şirketlerinin iflas etmesini ya da devletin bütçesine zarar gelmesini istemediklerini söylerler. Buna da “gerçekçilik”.

Bizim bakış açımıza göre, her yönetici sınıf işçi sınıfıyla işbirliğine gider. ABD’de kapitalistler, geçmişteki kralların hayal bile edemeyeceği zenginliğe ulaştılar. Bunun karşılığında da işçilere (nispeten) yüksek bir yaşam standardı, (İskandinav ülkelerindeki kadar yüksek olmamakla beraber) ve (nispeten) bir ölçüde de özgürlük ve demokrasi (ki bu ayrıcalıklar da temel olarak beyazlar içindi tabii ki) verdiler.

Benzer şekilde, eski Sovyetler Birliği yöneticilerinin, düşük kalitede olsa da, işçilerine garanti bir iş, barınma ve sağlık bakımı sağlamak karşılığında kontrolsüz bir güce ve servete sahip olmalarında olduğu gibi.

Kapitalistler işçilerin hayat standartlarına saldırmaya başladığında -onlarca yıldan beridir saldırıyor olsalar da- aklımızda tutmamız gereken onların halka verdikleri sözü tutmadıkları olmalıdır. Eğer onlar bu oldukça endüstriyel herkes için refah ve özgürlüğü sağlayamıyorsa, o zaman bırakın da başka birisi ülkeyi yönetsin, yani işçiler. Eğer şirket yoksulluk için ağlıyorsa, o zaman bırakın da işçiler üretim süreçlerinin anlatıldığı kitaplara baksın. Eğer sahipleri firmayı yönetip işçilere maaşlarını ödeyemiyorsa, yapılacak şey tesisin (ofis, şantiye her ne ise) kolektifleştirilmesi ve işçilerin oluşturduğu topluluk tarafından çalıştırılmasıdır. Eğer devlet sosyal servisleri ödeyemeyeceğini söylüyorsa (hatta New Orleans şehrinin tamamını kaybettiler) o zaman bırakın da devletin yerine toplumsal dernekleri/örgütleri geçirelim. Maaşlarda kesintileri ve sosyal olanaklardaki kısıtlamaları kabul etmiyoruz. İşçilere karşı bu saldırıyı kabul eden bütün sendikacıları ve sendika destekli politikacıyı kınıyoruz.

Aynı durum bütün alanlarda geçerlidir. ABD hükümeti şimdi olduğu gibi bir savaşa “sıkışmış”, liberal demokratlar da ABD’nin kolonyal çıkarlarını kollarken nasıl olup da bu durumdan kurtulunacağını düşünüyor. Barış hareketinin “liderleri” bu tür burjuva siyasetçilerinin nasıl göreve getirilecekleri ve onları daha “makul” politikalar yürütmeye nasıl ikna edecekleri konusunda endişeli. Bunun yerine ulus devletlerin tüm bu uluslararası politikalarını, emperyalizmi, iktidarlı siyasetini ve “biz” ve “onlar” muhabbetini reddediyor; ABD güçlerinin her yerden, derhal çekilmesini talep ediyoruz ve tüm ABD askeri gücüne karşı çıkıyoruz.

Bu yönelim, ezilenler ve işçi hareketi içinde stratejik bir eğilim ile birlikte gitmeli. Anarşist işçiler işçi sınıfının politik bağımsızlığı için tutarlı bir şekilde militan olarak kalmalı. Her spesifik örnekte militanlığı ve bağımsızlığı nasıl yükselteceğimizi ve yasa koyuculara karşı nasıl daha güçlü mobilize olunup mücadele edileceğini ve başarılı olunacağını düşünmeliyiz. Mücadele daha militan, bağımsız ve demokratik -yani devrimci- olursa yasa koyucuların reform yapma zorunluluğu o kadar artar. Hareket içerisindeki devrimci kanadın varlığı, patronları reformistlerle daha fazla anlaşmaya zorlar (tıpkı Malcolm X’in insan hakları hareketi sırasında üzerinde durduğu gibi). Sadece reformların kazanılma ihtimalinin olduğu bir dönemde bile bir devrimci harekete ihtiyaç vardır.

Devrimciler reformlar için gerçekleştirilen mücadeleleri desteklerler, çünkü onlar mücadeledir. İnsanları yöneticilere karşı mücadele ettirecek olan ne varsa iyidir. Özgüvenlerini ve mücadele azmini yükseltecek ne varsa iyidir. Devrimler devrim olarak başlamaz, onlar sınıf mücadeleleri olarak başlar.

Reform ve devrim arasındaki ayrım o kadar keskin olmak zorunda değildir; bağlama göre değişir. Stabilite (İstikrar) ve refah dönemlerinde reform mücadeleleri sadece gelecek için verilen sözler açısından iyidir. Ancak sistem zorlukla karşılaştığında -ki bu başlamıştır- o zaman reform talepleri devrimci ayaklanmaların tetikleyicisi haline gelebilir. Geçmiş devrimlerden çıkarılan derslere baktığımızda bunun tekrar tekrar yaşandığını görürüz (Amerikan Devrimi’ni hızlandıran İngiliz çay vergisinden ya da Rus Devrimini başlatan işçi kadınların ekmek isyanından söz edebiliriz).

Anarşistler Devletten Talep Edilen Reformları Desteklemeli Mi?

Marksistler ve sosyal demokratlar devlet eylemi için reform çağrısı yaparlar. Devletçiliğin cevap olduğuna inanırlar: ya devlet mülkiyetine dayanan bir ekonomi ya da en azından kapitalist ekonominin güçlü bir devlet müdahalesi ve statüsüyle kontrol altına alınması. Anarşistler her zaman devletçi-kapitalist projelere karşı çıkmıştır. Devlet, kapitalist baskının bir aracından başka bir şey değildir, başka da bir şey olamaz. Onun büyümesini değil, parçalanmasını ummalıyız.

Neyse ki devlet, özel şirketlerden ne daha iyi ne de daha kötüdür. Devletten beklenen taleplere karşı tutumumuz taktiksel bir karaktere sahip olmalıdır, ilkesel değil. Mesela, açıktır ki “kamu hizmeti”nin “özelleştirilmesi” (devlet tarafından sağlanan hizmetin özel şirketlere devredilmesi) işçi sınıfına saldırı anlamına gelmektedir. Kamu çalışanlarını kapsayan sosyal güvenlikten kurtulmanın ve işçi sınıfına sağlanan hizmetlerde kesintiye gitmenin bir yoludur. Bu nedenden dolayı işçiler buna karşı çıkmakta haklıdır ve anarşistler de özelleştirme karşıtı mücadelenin bir parçası olmalıdır.

Kapitalizm içerisinde, devlet toplumu temsil ettiğini iddia eder ve kendisinin toplum olduğunu, “kamu” olduğunu iddia eder. Devletin toplumun çıkarları doğrultusunda hareket etmesini talep eden bu iddia bir yalan olarak görülmelidir. Pratikte, devletin çok fazla parası vardır ve bu para kapitalist sınıfın genel politikasının düzenlenmesi içindir. Anarşist işçiler herhangi bir kapitalist firmanın yönetiminden talep ettiğimiz şekilde bu durumla ilgili devletten taleplerde bulunabilirler. Eğer şirketlerden ücretlerimizi artımasını talep edebiliyorsak, devletten de asgari ücrete zam talep edebilmeliyiz. Eğer şirketlerden maaşta kesintiye gitmeksizin çalışma saatlerimizin azaltılmasını isteyebiliyorsak, aynı şekilde devletten maaşta kesinti olmadan legal çalışma süresinin kısaltılmasını da isteyebilmeliyiz. Bu sosyalist-anarşist ekonominin prensibidir: bütün iş, işçiler arasında bölünmeli ve bütün ürünler işçiler arasında paylaşılmalı.

Ancak anarşist işçiler asla devleti (ne şimdi ne de yeni bir tanesini) yönetmeye kesinlikle dahil olmamalıdırlar, kapitalist bir işletmeyi yönetmeye de aynı şekilde (bazı yönetim kurullarında oturan sendika bürokratlarının aksine). Asla seçim politikalarına alet olmamalıyız. Ne zaman ki ,farz edelim Bolivya, kendi doğal kaynaklarının yabancı kapitalistlerin elinden alınıp ulusallaştırılmasını talep ediyor, bununla hemfikir olmalı ancak şunu da belirtmeliyiz; “işçiler ve halk tarafından kontrol edilmeli”, devlet tarafından değil. Ne zaman ki ABD’li sol liberaller devlet tarafından ödenen sağlık sigortası (sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti) için çağrı yaparsa, desteklemeliyiz ancak sağlık kooperatifleri ve halk örgütleriyle organize edilmesi gerektiğini söylerek, bürokratik makinelerle değil.

Reformizm Değil Reform

Reformları desteklemek liberalizmin ya da reformizmin stratejisini benimsemek anlamına gelmez. Liberaller reformları kapitalizmin eylemlerini temizlemek için kullanmayı umut ederler, işçilere daha iyi bir yaşam sağlamak, insanları derisinin rengine göre ayırt etmeyi durdurmak ve küçük ülkelerdeki savaşa son vermek (en azından müttefik kuvvetler arasında) için değil. Onlar zincirlerimizin pürüzlü kenarlarını törpüleyeceklerdi. Tarihsel olarak sosyalist reformistlerin (sosyal demokratların) en azından hayal güçleri daha cesurdu. Reformları kapitalizmden sosyalizme yavaş yavaş, adım adım ve barışçıl bir geçiş için kullanmak istediler.

Başka bir yerde tartıştığım gibi, anarşizmin reformist bir versiyonun yaygınlaştığını görüyoruz. En azından Proudhon’a dönen bir programı takip ederek, kapitalizmden anarşizme kademeli bir şekilde artan, barışçıl bir geçişi umarlar. Oluşturulan kooperatifler, topluluk merkezleri ve diğer alternatif enstitü ve aktivitelerle eski toplumun nihai mağlubiyetine kadar bunu yapmak için uğraşırlar. Galiba GM ve United Steel gibi şirketlerin yerini üretici kooperatifleri alacak. Burjuva devletinden bu gitgelleri fark etmesi ve kendisinin yerine geçecek sınıfa zorluk çıkarmadan yerini vermesi beklenmiyor.

Bütün bunlar çok tehlikeli, eğer hoş ise fanteziden ibaret. Burjuva sınıfı, kendi “alternatif kurumlarını” (işletmeler) feodal düzenin çatlaklarını doldurmak için geliştirmiştir ve hala kapitalizmi kabul ettirebilmesi için “Atlantik Devrimi” ile savaşmalıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada refaha, reformlara ancak minimal ölçekte ve baskı altında izin verilir, küresel kapitalist devletlerde bile yaygın bir sefalet vardır, ırka ve cinsiyete dayalı baskı vardır, saldırganlık nedeniyle savaşlar sürmektedir. “Üçüncü Dünya’nın” devrimci direnişleri, Orta Amerika’da, Günay Amerika’da ve başka yerlerde karşı devrimci terörle karşılaşmaktadır. Allande’nin Şili’si gibi reformist programlar bile kanla boğulmuştur. Şimdi ise dünya ekonomik gerileme ve krizle batmaktadır. Devletin şiddet içeren bir karşı çıkışı olmadan nasıl mevcut toplumun barışçıl bir reformla dönüşmesini bekleyebiliriz? Nasıl? Neden?

Kooperatifleri ve bazı sosyal faydaları “reform” diyerek eleştirmiyorum. Bunlar kendilerinde iyidirler ve mücadele için kullanışlı destek güçlerini oluştururlar. Alternatif medya, internet siteleri de dahil olmak üzere, mesajı dışarı çıkarmak için son derece kullanışlıdır. Ancak bu devletin ve kapitalizmin üstesinden gelmek için başarılı bir stratejinin kendisi değildir.

Devrim kanlı olmak zorunda değildir. Birleşik Devletler’de örneğin, toplumun %80’i işçi sınıfındandır (ücretli çalışan olarak düşünürsek). Eğer çoğunlukla devrimci bir program etrafında birleşirlerse, eğer silahlı güçlerin desteğini kazanmışlarsa (işçi sınıfın kadınları ve erkekleri) ve eğer yollarını takip etmekte kararlıysalar, ne olursa olsun, yöneten sınıf demoralize olabilir ve elindekileri kolayca verebilir. Eğer başka coğrafyalarda devrimler zafer kazandıysa, bu özellikle doğru olmalı.

Ancak bunun gerçekleşeceğine ilişkin hiçbir garanti yoktur. Birleşik Devletler’de kapitalist sınıf, dünya politikasında halihazırda gözlemlediğimiz gibi zalim ve merhametsizdir. Hiç şüphe yoktur ki eğer gerek olduğu düşünülseydi demokratik rejimin militer bir diktatörlükle başka ülkelerde olduğu gibi değişmesi kaçınılmaz olurdu. Ancak o kocaman bir “orta sınıf” tarafından desteklenmektedir. Derin bir şekilde ırkçı, cinsiyetçi ve dinci-muhafazakar duygular orta ve işçi sınıfının geniş kısmına yayılmış durumdadır. Devrimci işçi sınıfı yüksek oranda kutuplaştırılmış, derin bir şekilde ayrıştırılmış bir toplumla karşı karşıya kalabilir. Yalnızca faşist baskıyı engellemek için mücadele edilebilir, Meksika’dan destek için devrimci güçler gelebilir. Bütün bunlar kapitalist sınıf ve onun müttefiklerine bağlıdır.

Neyse ki sınıfımızın, kendisini savunacak silahları ve sayısı dışında bir şeyleri var. Endüstrinin, taşımacılığın ve servislerin ekonomik kollarını elimize geçirip, toplumu durdurabilir ya da başka bir temelde yeniden başlatabiliriz. Bu proleteryanın özel gücüdür. Bu, özsavunmanın gerekli olmadığı anlamına gelmez, polis ve faşist terörüne mutlaka direnilmelidir. Ancak bu, olumlu bir sonucu mümkün kılar.

Reformist tartışma, geçmiş bütün devrimlerin başarısız olduğunu tartışır. Bu doğru değildir, halkın belleğinde geçmiş deneyimlerin kazanımları durmaktadır, kapitalist ülkelerdeki (her ne kadar sınırlı olsa da) “demokrasi” ve özgürlükler dahil. Ancak geçmiş hiçbir devrimin yöneten azınlıklar kuralını sona erdirmediği konusuna katılıyoruz. Devrimin şu anda sorunları çözeceğini kanıtlayamayız. Ancak reformizm de; ne devlet sosyalizmi versiyonu olan şeklinin, ne de ılımlı anarşist versiyonun zaferiyle -kapitalist hükmü bitirerek- sonuçlanmadı. Gerekçeli analizin önemi budur, gerisi inanç ve sorumluluktan ibaret.

Çeviren: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/feed/ 0
Erkek Devlet Affetti Kadınlar Affetmeyecek https://meydan1.org/2020/05/04/erkek-devlet-affetti-kadinlar-affetmeyecek/ https://meydan1.org/2020/05/04/erkek-devlet-affetti-kadinlar-affetmeyecek/#respond Mon, 04 May 2020 11:20:02 +0000 https://meydan.org/?p=57937 Mayıs ayındayız… 11 Mart’tan 31 Mart’a kadar geçen 20 günlük süreçte 21 kadın katledildi. Evde kalmak “korunmak” için ilk koşul olarak gösterilirken geçtiğimiz günlerde Dilek Kaya kendi evinde karantinadayken erkek sevgilisi tarafından katledildi. Devletin bu süreçte başlattığı “hayat eve sığar” kampanyası, kadınların hayatında karşılığını bulmadı. Korona virüs tedbiri adı altında çıkarılan her yasa ve üretilen […]

The post Erkek Devlet Affetti Kadınlar Affetmeyecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Mayıs ayındayız…

11 Mart’tan 31 Mart’a kadar geçen 20 günlük süreçte 21 kadın katledildi. Evde kalmak “korunmak” için ilk koşul olarak gösterilirken geçtiğimiz günlerde Dilek Kaya kendi evinde karantinadayken erkek sevgilisi tarafından katledildi. Devletin bu süreçte başlattığı “hayat eve sığar” kampanyası, kadınların hayatında karşılığını bulmadı. Korona virüs tedbiri adı altında çıkarılan her yasa ve üretilen her politika da öncekiler gibi, kadınların erkek şiddetine terk edilmesiyle sonuçlanmaya devam ediyor.

2014 yılında boşandıktan sonra bile şiddete uğrayan ve en az yüz kere karakola başvuran Zeliha Erdemir, geçtiğimiz haftalarda mecliste onaylanan infaz yasasındaki değişiklikler kapsamında birçok hapishanede tahliyeler sürerken bu yasanın tehdit ettiği binlerce kadından biri.

Bundan 4 yıl önce, boşandığı erkek Cem Kara tarafından tehdit edilen Zeliha Erdemir, evlendikleri 2011 yılından beri sistematik olarak şiddete maruz kalıyordu. Zeliha can güvenliğinin olmayışını şu sözlerle anlatmıştı:

“Çocuğumun, ailemin, benim can güvenliğimiz yok. 2011’den beri bana sistematik olarak fiziksel şiddet, hakaret ve tehditlerde bulunuyor. Didim Adliyesi’nde 46 şikayetime soruşturma açıldı ve herhangi bir sonuç alamadık. 2016’dan beri süren şiddet davam var. Hayatım altüst.”

Zeliha’nın sesini sosyal medyadan “ölmek istemiyorum” diyerek sesini duyurmasıyla ve kadın örgütlerinin de tepkisiyle bu erkek tutuklanmış, Zeliha çocuğuyla beraber yeni bir hayata başlamıştı.

Bu erkek daha önce Zeliha’nın 8 yaşındaki çocuğunu kaçırdığı için 2 ay boyunca tutuklu kalmıştı, yetmedi. Serbest bırakıldıktan hemen sonra Zeliha’ya defalarca şiddet uyguladı. Zeliha ise ısrarla şiddet karşısında susmadı. Bu erkeğin yargılandığı dava 17 ay 20 gün hapis cezasıyla sonuçlanmışken değiştirilen infaz yasasıyla 2 Mayıs günü onun da tutukluluğunun sona ereceği öğrenildi. Yani yine bir tehdit ve yine aynı erkek…

Zeliha 2 Mayıs gelmeden sesini duyurmak için çeşitli kanalları kullanırken infaz yasasıyla ilgili “Kimse o erkeği benim yerime affedemez. Başıma bir şey gelirse sorumlusu devlettir!” diyor.

Peki Zeliha, devleti sorumlu tutarak ne demek istiyor?

Kendisini katleden erkeği, katledilmeden önce 24 kere şikâyet ettikten sonra sokak ortasında öldürülen Ayşe Tuba Arslan’ın ve şiddet gördüğü için karakola başvurduğunda “Bir şey olmaz.” denilerek eve gönderilen nice kadının sorumlusunun devlet olduğunu söylüyor Zeliha. Devlet, uyguladığı politikalarla kadınların sadece varlığını değil yok oluşunu da görmezden geliyor.

Yine geçtiğimiz günlerde, evli olduğu Rukiye’yi bıçakladığı için tutuklanan ve 2019 yılında serbest bırakılan bir erkeğin 9 yaşındaki kızını döverek katlettiği ortaya çıktı. Kadına ve çocuğa şiddet uygulayanları serbest bırakarak bunu meşrulaştıran, hiçbir sorun yokmuş gibi aynı politikaları sürdüren devlet, tüm kadınlar ve çocuklar karşısında suçlu değil midir?

Devlet de erkektir ve erkekler için adalet demek, kadınlar için adaletsizlik demektir… Bu erkekleri affeden devletken aynı sorunların tekrar yaşanması an meselesidir. Hapisten çıkarak “yarım bıraktığı işi tamamlamak” isteyecek erkekleri koşulsuz şartsız serbest bırakmak, “Kadınlar katledilsin”! demektir.

Bu durumda “Kim kimi affediyor?” sorusunu sormalıyız.

Vladimit Jankélévitch “Pardonner?” adlı kitabında, Nazilerin ölüm kamplarında yaptıkları katliamların, hayatta kalanlar tarafından -ölenler adına- affedilmesinin mümkün olmadığını vurgular. Suçlunun affedilmeyi isteyebilmesi için, öncelikle hiçbir çekince koymadan, suçuna bahaneler bulmadan, suçluluğunu kabul etmesi gerektiğini belirtiyordu. Ve böyle bir durumda bile affetmek yalnızca bir kandırmacadan ibarettir. Affetmek, çoğunlukla o eylemi yok saymaya ve unutmaya çalışmak olarak çıkar karşımıza. Bir kadının uğradığı şiddeti affetmesi, o şiddetin izlerini tamamen silmesi mümkün olmaz çoğu zaman. Bu izler bedenden silinse de psikolojik etkileri sürebilir.

Zeliha’nın “Kimse benim yerime onu affedemez.” demesi bu yüzden anlamlıdır. Çünkü Zeliha, kendisine yeni baştan bir hayat kurmaya çalışırken devlet onun adına bir şiddet failini affederek serbest bırakacak. Yani Zeliha’nın kurtulmaya çalıştığı şiddet tekrar hayatında yerini alacak ya da Zeliha’nın sesi duyulacak ve yalnızca Zeliha’nın değil birçok kadının yaşamı kurtulacak.

Devlet, kadınları evlere kapatsa ve seslerini duymazdan gelmeye çalışsa da kadınların isyanı evlere sığmaz! Buna güvenelim. Öfkesini isyan eyleyen, özgürlük için mücadele eden biz kadınlar devletin baskısına, bizi yok etmeye çalışan politikalarına karşı yalnız ve güçsüz değiliz, bize şiddet uygulayan erkekleri ve onların şiddetini görünmez ve meşru kılmaya çalışan devleti affetmiyoruz.

“Kadınlar birlikte güçlü!” diyerek birbirimizin sesini duymayı sürdürelim ve birbirimizin sesini duydukça mücadelemizi büyütelim.

Irmak Türkü Kabay

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Erkek Devlet Affetti Kadınlar Affetmeyecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/04/erkek-devlet-affetti-kadinlar-affetmeyecek/feed/ 0
Korona Krizi Devletin Yeni Beka Sorunu mu? https://meydan1.org/2020/05/03/korona-krizi-devletin-yeni-beka-sorunu-mu/ https://meydan1.org/2020/05/03/korona-krizi-devletin-yeni-beka-sorunu-mu/#respond Sun, 03 May 2020 18:13:20 +0000 https://meydan.org/?p=57895 Tanımlanmış ismiyle Covid-19 adlı virüsün neden olduğu salgın hastalık sonucu küreyi saran korona krizi, dördüncü ayını geride bırakmak üzere. Gözlemlendiği kadarıyla devletleri tüm dünyada hazırlıksız yakalayan kriz hali TC için de fazlasıyla geçerli. İktidar aldığı önlemlerin getirdiği, kerameti kendinden menkul bir özgüvenle, “virüs, aldığımız önlemlerden güçlü değil” söylemini yükseltti. Korona Krizi’nin küresel ağırlığını arttırmaya başladığı dönemlerde, devleti […]

The post Korona Krizi Devletin Yeni Beka Sorunu mu? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Tanımlanmış ismiyle Covid-19 adlı virüsün neden olduğu salgın hastalık sonucu küreyi saran korona krizi, dördüncü ayını geride bırakmak üzere. Gözlemlendiği kadarıyla devletleri tüm dünyada hazırlıksız yakalayan kriz hali TC için de fazlasıyla geçerli. İktidar aldığı önlemlerin getirdiği, kerameti kendinden menkul bir özgüvenle, “virüs, aldığımız önlemlerden güçlü değil” söylemini yükseltti. Korona Krizi’nin küresel ağırlığını arttırmaya başladığı dönemlerde, devleti yöneten siyasi kadro, sorunun çok boyutluluğunu görmek bir yana, Çin’den boşalması beklenen ihracat arzını doldurmaya soyunarak fırsat devşirme yoluna gitti. Ancak bu fırsat beklentisi boşa çıkarken iktidar cenahına, ilk vakanın ilan edilmesi sonrası bir hafta kadar süren uzun ve anlamlı bir suskunluk hakimdi.

Korona Krizi’nin somut varlığının kabulü sonrası yapılan ilk hamle ise içeriği patronlara güvence olan “ekonomik istikrar kalkanı” adı verilen önlem paketi oldu. Devlet iktidarının, sınır ötesi operasyonlarından aşina olduğumuz ve “kalkan” gibi militarist çağrışımlar taşıyan hamleleri yeni değil. Bu durum devlet iktidarında, karşılaştığı herhangi bir sorunu, o meseleyi çözmekten çok, kendi gücünü test ederek karşılama refleksinin gelişmesini sağladı. Ancak korona krizinde bu refleksif söylemin gelişmesinin önündeki engel, virüsün döviz krizi, Rojava “tehdidi” ve benzeri “dış destekli şer odakları” türünden bir düşman olmamasıydı. Böylece devletin kriz karşısında herhangi bir stratejisinin olmadığı ortaya çıktı. Bu durum diğer yandan kimi muhalif kesimlerce, kriz öncesi yaşanan Pazarkule’deki göçmenler sorunu, İdlip yenilgisi, tıkanma emareleri gösteren başkanlık sistemi gibi açmazlarla ilişkilendirildi ve Korona Krizi’nin iktidarın sonu olacağı şeklinde yorumlandı. Ancak kriz, her ne kadar ekonomik bir fırsata ya da düşmanlaştırılacak bir objeye dönüştürülemese de, muhalefet üzerine sallanacak bir sopa olarak araçsallaştırıldı.

Muhalefetin, AKP-MHP iktidar bloğu tarafından 2015’ten bu yana kriminalize edilen kanadı HDP’ye yönelik kayyum atamaları hız kesmedi. İktidar sopasının sert ve sivri kısmı HDP’ye yönetilirken muhalefetin “parlamenter” kanadı, aşamalı bir şekilde kriminalize edildi. Korona Krizi’nin ilk günlerinden itibaren, devlet kurumlarının krize müdahaledeki yetersizliğinin aksine, muhalefet partilerinin yönetimindeki belediyelerin gösterdiği performans, iktidar cenahında, öncelikle kaşların kalkmasına yol açtı. Muhalefet belediyelerinin, iktidarın korona krizi boyunca vitrin yüzü olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca üzerinden, süreci iyi yürüttüğü algısını yaralama potansiyeli taşıyan faaliyetleri kısa sürede “paralel devlet” suçlamalarının muhatabı oldu. İktidarın bu agresif tutumunda, muhalefetin yerellerdeki mobilizasyonundan ziyade, kendi inisiyatifi dışındaki birtakım siyasi öznelerin yok sayılması ve hareket alanı tanınmamasının amaçlandığı belirtilmeli. Bu tavrı, korona krizini fırsat bilen devletlerin, yerelleri yok sayarak merkeziyetçiliği baskın kılmayı esas alan “devlet benim” politikaları bağlamında da değerlendirmek gerek.

İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, muhalefete ait belediyelerin başlattığı dayanışma kampanyalarının yasaklandığı günlerde Cumhurbaşkanlığı’nın duyurduğu “Milli Dayanışma Kampanyası” halktan maddi yardım talebinin yanı sıra “kendi başınızın çaresine bakın” mesajı da içeriyordu. Kampanya, Erdoğan’ın korona krizi sonrası yaptığı “ulusa sesleniş” konuşmalarından birinde, patronlara yönelik sarf ettiği “neşeniz yerinde” sözü ile birlikte değerlendirildiğinde, devletin kriz sonrası sınıfsal karakterini de kristalize ediyor. Yine aynı günlerde devlet, bir yandan “hayat eve sığar” demagojisi yapar, diğer yandan da “çarkın dönmesini” bir öncelik olarak belirlerken, yaşamak için evde olmamaları gerekenlere yönelik, zor kullanma yöntemlerini kullanmaktan geri durmadı. Bu zor yöntemleri, “Çalışmasam ekmek yok, beni bu virüs değil, senin düzenin öldürür!” diyen tır şoföründen sağlık sistemini eleştiren sağlıkçılara, gazetecilere, kısacası devletin korona krizindeki politikalarına itiraz eden tüm kesimleri hedef aldı.

Korona krizi boyunca iktidarın muhalefete gösterdiği “azı dişi” olarak belirginleşen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kabul edilmeyen istifası ile sonuçlanan 10 ve 12 Nisan tarihlerine ise bir parantez açmakta yarar var. 10 Nisan gecesi aniden ilan edilen sokağa çıkma yasağı sonrası yaşanan kargaşa ve sonrasında 12 Nisan gecesi Soylu’nun sosyal medyadan duyurduğu istifası, iktidar bloğunda yer alan çatlakların yanı sıra, güç dengelerinin ve iktidar bileşenlerinin “özgül ağırlıklarına” dair bir fikir de verdi. AKP’de yıllardır alışageldiğimiz “istifa ettirme ya da görevden alma” şeklinde gelişen pratiklerin aksine bir izlenim veren Soylu’nun istifası sonrası gerek MHP Lideri Devlet Bahçeli, gerek Vatan Partisi’ne yakın medya organlarının, istifanın geri alınması ya da Erdoğan tarafından kabul edilmemesi yönündeki “çabaları” dikkat çekiciydi. O gece geç saatlerde istifa kararının Erdoğan tarafından geri çevirmesi, iktidarın ırkçılık paydasında ortaklaşan ulusalcı ve milliyetçi kanatlarının söz konusu “çabalarının” bir karşılığı olarak not edilebilir. Ancak diğer taraftan, 2018’deki istifa restinin ardından, kırmızı çizgisi güç paylaşımı olan Erdoğan nezdinde, kendi siyasi gücü olan bir özne olarak belirginleşen Soylu’nun ikinci restinin uzun vadedeki sonucunu önümüzdeki süreçte görmemiz muhtemel. İstifa krizinin yaşandığı gece, Soylu’nun gerilim yaşadığı Berat Albayrak’a yakın Pelikancıların medya organlarındaki “itidalli” yaklaşımının ve Erdoğan’ın bir süre önce, iktidar bloğunun bu “gizemli” bileşeniyle birlikte fotoğraf veren tavrının da Soylu’nun istikbaline dair ihtimaller bağlamında altı çizilmeli.

Korona krizi bahane edilerek ağırlıkla mafya-çete liderlerinin serbest bırakıldığı infaz yasasında da iktidar içi güç dengelerine dair alt-okumalar yapılabilir. Geçmişte Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla hakkında dava açılan, yine Erdoğan’a yönelik olarak “Devletin sahibi sen değilsin!” şeklinde meydan okuyan çete lideri Alaattin Çakıcı’nın serbest kaldığı infaz yasası, Devlet Bahçeli üzerinden, iktidar bloğunda yeni bir anlaşma yapıldığı izlenimi veriyor. Erdoğan’ın uzun süredir ayak dirediği yasaya bu süreçte onay vermesiyle serbest kalan Alaattin Çakıcı’nın “hasmı” bir başka çete lideri Sedat Peker’in ise bir süredir Balkanlarda olması, devlet-çete-kontrgerilla ilişkileri ve güç dengeleri bağlamında dikkat çekici.

Devlet iktidarı, korona krizi ile bir taraftan “görebildiğimiz” bu sorunlarla karşı karşıyayken diğer taraftan krizden beka devşirme hamleleri yaptı. Virüs tehdidine karşı işçileri çalışmaya zorlama ve ücretsiz izni yasal güvenceye alma şeklinde, patronların lehine hayata geçen bu hamleler, devletin gücünü ezilenler üzerinde tahkim etme politikalarının bir tezahürü. Korona Krizi’nin başından bu yana gerek ezilenler karşısında kayıtsız şartsız patronlardan yana tavrı, gerekse çete liderleri lehine çıkardığı infaz yasasıyla “bizim çocuklar” tavrını belirginleştirmesi, devletin krizden devşireceği bekanın sınırlarına dair bir tahmin yürütmek için ipuçları verebilir. Bu ipuçlarının ezilenler açısından olumlu ya da olumsuz sonuçlarına dair fikir yürütürken, AKP’yi iktidara taşıyan 1999 depremi ve 2001 krizi gibi tarihsel dönemeçlerin aleyhte tekerrürü ihtimali ve güç kaybetme eğilimi taşıyan iktidarın daha da otoriterleşeceği akılda tutulmalı.

Emrah Tekin


Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi Devletin Yeni Beka Sorunu mu? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/03/korona-krizi-devletin-yeni-beka-sorunu-mu/feed/ 0
Savaşın Kozu Salgında Unutuldu: Göçmenler https://meydan1.org/2020/05/03/savasin-kozu-salginda-unutuldugocmenler/ https://meydan1.org/2020/05/03/savasin-kozu-salginda-unutuldugocmenler/#respond Sun, 03 May 2020 14:42:08 +0000 https://meydan.org/?p=57867 Mart ayı başında TC’nin İdlip savaşı konusunda AB ile yaptığı pazarlıklarda elindeki kozu arttırmak için araçsallaştırdığı göçmenler, sadece yaşadığımız coğrafyanın değil dünyanın da gündemi haline gelmişti. Bahsi geçen pazarlık çerçevesinde göçmenlerin Yunanistan sınırına, yani AB sınırına yığılması devletin “Avrupa sınırını açtık, geçişi engellemeyeceğiz.” açıklamasıyla başlamıştı. TC gerçekten de Pazarkule Sınır Kapısı’ndaki dikenli tellerini dahi kaldırmıştı kaldırmasına ama […]

The post Savaşın Kozu Salgında Unutuldu: Göçmenler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Mart ayı başında TC’nin İdlip savaşı konusunda AB ile yaptığı pazarlıklarda elindeki kozu arttırmak için araçsallaştırdığı göçmenler, sadece yaşadığımız coğrafyanın değil dünyanın da gündemi haline gelmişti.

Bahsi geçen pazarlık çerçevesinde göçmenlerin Yunanistan sınırına, yani AB sınırına yığılması devletin “Avrupa sınırını açtık, geçişi engellemeyeceğiz.” açıklamasıyla başlamıştı. TC gerçekten de Pazarkule Sınır Kapısı’ndaki dikenli tellerini dahi kaldırmıştı kaldırmasına ama yine de bu bir aldatmacaydı: Yunanistan’ın sınır kapısı kapalıydı. Avrupa’ya geçmek için türlü güçlüklerle Pazarkule’ye varabilen göçmenler, iki kapı arasındaki tampon bölgede haftalarca açlık, hastalık ve barınaksızlığa rağmen kapının Yunanistan tarafından da açılması umuduyla bekledi.

Korona Krizi ve Bir, İki, Üç, Tıp!

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ilk korona virüs vakasını açıklamasının ardından Pazarkule Sınır Kapısı’ndaki göçmenlerin esamesi okunmaz oldu. Her gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sınırı geçtiğini iddia ettiği göçmenlerin sayısını açıkladığı gün sonu raporlarının yerini Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın korona virüs sebebiyle hastalanan ve yaşamını yitirenlerin sayısını açıkladığı Z raporları aldı.

Göçmenler artık iktidarın politikaları için verimli bir gündem olmaktan çıkmıştı. Sınırı geçmeye çalışan göçmenlerle dolu olan Pazarkule’deki tampon bölge çok kısa bir sürede boşaltıldı. Büyük basın kuruluşları kısa ama misafirperverlik, hoşgörü, duyarlılık gibi süslerle bezeli haberlerle “göçmenlerin misafirhanelere naklinin gerçekleştiğini” duyurdu ve bir, iki, üç, tıp!

Hani sınır geçilecek diye toplamıştınız o kalabalığı tampon bölgeye? Hani biraz daha yüklenilse yıkılırdı Yunanistan’ın kapısı? Hıncahınç dolu tampon bölge hemencecik nasıl boşaltıldı? Ve nereye, göçmenler nereye götürüldü? Cevabı açıklanmadı bu soruların, çünkü “tıp” denilmişken konuşulmazdı. Ama konuşmak gerek.

O sınır zaten bu şekilde geçilemeyecekmiş. Yaşamları hiçe sayılarak toplatılmış göçmenler sınıra, yüklenilse de yıkılmayacakmış kapı. Hıncahınç dolu tampon bölge ise asker ve polis zoruyla boşaltılmış hemencecik.

Birleşmiş Milletler, TC, hatta göçmenlerin dayanışma örgütlenmelerinin ayrı ayrı açıkladığı verilere göre Türkiye’de farklı hukuki statülerde en az 5,5 milyon göçmen bulunduğu halde bir anda yeniden görünmez ilan edildi göçmenler. Ama görüyoruz.

İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre 6000’den fazla göçmen 9 kentteki kamplara ve geri gönderme merkezlerine kapatılarak karantinaya alındı. Açıklanmayan gerçekliklere göreyse en az 3 hafta süren karantina sonrasında göçmenlerin çoğu yaşamadıkları, yolunu izini bilmedikleri kentlerde -barınma, hijyen ve hatta beslenme olanaklarından yoksun bir şekilde- sokağa bırakıldı. Hem yoksulluk hem de kentler arası ulaşımın kısıtlı olması sebebiyle kayıtlı oldukları ya da kayıtsız yaşadıkları kentlere dönemediler. Sokağa çıkma yasakları ilan edilmişken kimileri günlerini gecelerini otogarlarda, parklarda geçirdi; kimileriyse tanıdıklarının olduğu ya da daha önce yaşadıkları ama yüzlerce kilometre uzakta bulunan kentlere yürümeye çalıştı.

Sonunda göçmenlerin ve göçmenlerle dayanışma oluşumlarının çabaları sonucu birçokları gitmek istedikleri kentlere ulaşabilse de korona kriziyle beraber yaşadıkları sorunlar gittikçe artıyor. Ancak devlet de büyük basın kuruluşları da bu sorunları görmezden gelmeyi sürdürüyor. “Tıp”!

“Tıp” Demişken… Salgın Sürecinde Göçmen Sağlığı

Korona virüsünden korunmak deyince ilk akla gelen şey olan maskelerden, en basitinden başlayalım. Başta kayıtsızlar olmak üzere neredeyse tüm göçmenlerin korona virüsünden korunmak için -artık satışı da yasaklanan, sadece kişiye özel dağıtılan- maskelere nasıl ulaşabileceğine dair bile herhangi bir açıklama yok. Ki maskelerin parayla temini hala mümkün olsaydı dahi satın almaları mümkün olmayabilirdi, ekonomi onlar için çoğu zaman büyük bir problem. Yüzyıllardır olduğu gibi bu salgın sürecinde de göçmenlerin “hastalık bulaştırıcıları” olduğuna dair safsata, bugün hala çalışan göçmenlerin de çoğunun işlerinden atılmasına (hatta evlerinden atılmalarına) sebep olarak bu problemi derinleştiriyor.

Hastanelerden söz edecek olursak, özellikle kayıtsız göçmenlerin sağlık problemi yaşadıklarında hastaneye gitmekten çekindikleri bilinen bir gerçeklik. Salgın sürecinde yükselen bu kaygının en büyük sebebi hastanede gözaltına alınarak geri gönderme merkezlerine kapatılma, oradan da sınır dışı edilme ihtimalleri ve bu ihtimal pek düşük sayılmaz.

Otel gibi konforlu diye övülen geri gönderme merkezlerinde, hele de böylesi bir salgın döneminde- vicdanı geçelim aklın bile almayacağı koşullar dayatıyor göçmenlere. İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’nde mesela, 30 göçmenin korona virüs testi geçen hafta pozitif çıktı. Bu merkezde odalarda ortalama 12 ve katlarda ortalama 200 göçmenin kaldığı; odalar arası, katlar arası ve içeri dışarı arası insan sirkülasyonunun oldukça yoğun olduğu göz önünde bulundurulduğunda sonucu pozitif çıkan test sayısının 30’la sınırlı kalmayacağı aşikar. Ki bahsi geçen merkezin değil dezenfeksiyonu, düzenli temizliği bile yapılmıyorken; çöpler toplanmıyor ve katlar havalandırılmıyorken; ateşi çıkan göçmenlere ateş düşürücü verilerek bekleniyor ve yeni gelen göçmenler ayrı bir odada tutulmadan doğrudan kalabalık odalara alınıyorken; yani hijyenik bir mekanda fiziksel mesafelenme teknik olarak mümkün değilken bu sayının katlanarak artacağı öngörülebiliyor. Başka kentlerdeki başka merkezlerden de benzer haberler geliyor, bazılarındansa haber bile gelemiyor.

İzmir Barosu Göç ve İltica Komisyonu’nun hazırladığı İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi Korona Pandemisi Raporu’nda, küresel bir salgın döneminde göçmenlerin hiçbir koşulda sınırdışı edilemeyeceği, bunun Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 4. maddesinde düzenlenen Geri Göndermeme ve uluslararası hukuktaki non-refoulement ilkeleri kapsamında yasak olduğu vurgulanıyor. Bu süreçte geri gönderilemeyecek göçmenlerin geri gönderme merkezlerine kapatılması başlı başına büyük bir sorun ancak il göç idarelerinden ya da devletin herhangi başka bir kurumundan bu konuda herhangi bir açıklama yapılmıyor. İktidarın farklı politikalar uğruna kendi yasağını dahi kılıfına uygun biçimde delebileceği bilindiğinden, bu merkezlere kapatılma ihtimali göçmenlerde elbette büyük bir kaygıya sebep oluyor.

Hal böyleyken göçmenlerin ya sağlık hizmeti vermek için gerekli hijyene ya da donanıma sahip olmayan merdiven altı mekanlarda tedavi olmaya çalıştıklarını duyuyoruz ya da risk alarak hastanelere gittiklerini görüyoruz.

Genel Sağlık Sigortası’ndan yararlanamayan kayıtsız göçmenlerin acil durumlarda hastaneye kayıtlarının nasıl yapılacağına dair standart bir düzenleme olmadığı için pek çok sorun yaşanıyor. HSYS’ye “vatansız” girişi uygulaması başlatılmış olsa da bu konuda her hastane bilgi sahibi değil, uygulamada farklılıklar açığa çıkabiliyor. Acil durumlar dışında kayıtsa bazen mümkün olmayabiliyor ve bazı hastaneler kayıtsız göçmenleri doğrudan polise teslim edebiliyor.

Korona krizinde çoğu hastane “pandemi hastanesi”ne dönüştürülmüşken kronik hastalığı olan, gebe olan ya da aşı olması gereken çocuk göçmenlerin sağlık hizmetinden nasıl yararlanabileceğine dair net bir bilgi de yok.

Türk Tabipleri Birliği verilerine göre şu anda yaşadığımız coğrafyada 4000’den fazla göçmen hastanelerde doktorluk yapıyor. Yani göçmenler hasta “vatandaş”ları tedavi edebiliyor. Ancak hastalandıklarında tedavi edilip edilmeyeceklerinin kesinliği yok.

Aşmaya çalıştıkları sınırların güvenliklerini türlü zorlukla atlatmış, geri gönderilmekten bugüne dek kurtulmuş, hayatta kalmış ve yaşadığımız topraklara ulaşmışların; birlikte yaşadığımız göçmenlerin böyle bir salgın sürecinde tedavi edilmemesine “devletin ihmalkarlığı” demek apaçık safdillik olacaktır. Bu durum, göçmen sorununda sorunu göçmenler olarak gören devletin açıktan yapamadığı katliamlarını örtük biçimde gerçekleştirme çabasıdır.

Göçmenler “Hastalık Bulaştırıcıları” Değildir!

Ortaçağ’daki veba salgınlarında başta Fransa, ardından da tüm Avrupa’da kilise salgının göçmen yahudilerden kaynaklandığı söyleniyordu. Dönemin yahudi nüfusunun bir kısmı yakılarak, kuyulara atılarak katledildi. Veba yayılmayı sürdürdü.

18. yüzyılın başında pek çok coğrafyayı etkileyen sarı humma salgınlarının göçmenlerden kaynaklandığı söylenmiş, göçmenler karantinada tutulmuş ve kötü muameleye maruz kalmıştı. Elbette yıllar sonra hastalığı yayanın göçmenler değil sivrisinekler olduğu kabul edildi.

19. yüzyılın sonunda ABD’deki veba salgını sırasında pek çok şehirdeki göçmen mahalleleri sağlıksız ve kalabalık olduğu için salgının merkezi olarak görülüp karantinaya alınmış, bu mahallelerde yaşayan göçmenler açık banyolarda zorla yıkanmış, daha sonraysa şehri hastalıktan temizlemek uğruna bu mahalleler yakılmıştı. Ancak veba şehirleri kasıp kavurmayı sürdürdü.

Fransa’da Paris çevresinde göçmenlerin yaşadığı mahallede polis ve göçmenler arasında çatışma çıktı. Devriye gezen polislerin motorsiklet kullanan bir gence çarpması sonucu başlayan eylemler Gennevilliers, Clamart, Champigny-sur-Marne mahallelerinde başladı. Korona virüs önlemleriyle beraber şehirde göçmen şiddetini arttıran polis özellikle siyah ve Ortadoğulu göçmenlerin yaşadığı mahallelere saldırılarını arttırarak devam ediyor.

Mercan Doğan

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Savaşın Kozu Salgında Unutuldu: Göçmenler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/03/savasin-kozu-salginda-unutuldugocmenler/feed/ 0
Tarihsel Kırılmalar Salgın Krizleri https://meydan1.org/2020/05/03/tarihsel-kirilmalar-salgin-krizleri/ https://meydan1.org/2020/05/03/tarihsel-kirilmalar-salgin-krizleri/#respond Sun, 03 May 2020 12:20:36 +0000 https://meydan.org/?p=57859 Geçtiğimiz yılın sonlarından bugüne değin bir virüs, tüm yerküreyi sarsıyor. Eski tarihlerde salgın hastalıklara neden olan virüsler gibi, o dönemlerin ulaşım kanalları olan deniz ve kara yollarının yanı sıra ve onlardan farklı şekilde, günümüzün revaçta ulaşım yöntemi olan hava yoluyla ve “jet hızıyla” yayılan Covid-19’un yol açtığı Korona Krizi yeni bir tarihsel kırılmanın güçlü sinyallerini […]

The post Tarihsel Kırılmalar Salgın Krizleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz yılın sonlarından bugüne değin bir virüs, tüm yerküreyi sarsıyor. Eski tarihlerde salgın hastalıklara neden olan virüsler gibi, o dönemlerin ulaşım kanalları olan deniz ve kara yollarının yanı sıra ve onlardan farklı şekilde, günümüzün revaçta ulaşım yöntemi olan hava yoluyla ve “jet hızıyla” yayılan Covid-19’un yol açtığı Korona Krizi yeni bir tarihsel kırılmanın güçlü sinyallerini veriyor. Salgın hastalıklar tarih boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal gidişatı direkt etkilemiştir. Covid-19 virüsü kaynaklı Korona Krizi’nin de tarihin akışına benzer bir etkide bulunması kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz durumun boyutlarını, kapitalizmin ve küreselleşmenin geldiği nokta, devletlerin yer yer ciddi gerilimlere evrilen rekabetleri gibi gerçeklikleri akılda tutarak, çok da uzak olmayan bir gelecekte görmemiz muhtemel.

Tarih boyunca yaşanan salgın hastalıkların da iktidarların değişmesinden üretim ilişkilerinin farklılaşmasına, kültürel alt-üst oluşlar ve yeni sanat eserlerinin ortaya çıkmasından keşiflere dek dönüm noktalarındaki izleri son derece belirgin. Genellikle de bu dönüm noktalarında veba salgınlarının etkili olduğu görülüyor.

M.Ö. 14. yüzyılda Hitit Uygarlığı döneminde, 20 yıl süren ve dönemin Hitit Kralı 1. Şuppililuma’nın ölümüne yol açan, tarihsel etkisi de sınırlı olan veba salgını sonrası kayıtlara geçen ilk büyük salgın, Atina Vebası. M.Ö. 430’da Atina ve Sparta arasındaki Peloponez Savaşı sırasında ortaya çıkan veba sonucu, 100 bin kişi yaşamını yitirdi. Savaştan kaçanların yarattığı nüfus yoğunluğu salgının da yayılmasına yol açarken Sparta karşısında yenilgiye uğrayan Atina’da nüfusun azalması, kısmi reformları getirdi. Bunların en belirgin olanı ise bireylerin “vatandaş” sayılabilmesi için, ebeveyninin her ikisinin de Atina “vatandaş”ı olması şartının kaldırılmasıydı.

Antonine Vebası olarak bilinen ve M.S. 165-180 yılları arasında gerçekleşen salgının nedeni de bir savaştı. 5 milyon insanın yaşamını yitirmesine sebep olan veba, Part İmparatorluğu ile yapılan savaştan dönen Roma askerleri tarafından taşınmış ve İtalya’dan Mısır’a uzanan geniş bir coğrafyayı etkilemişti. Salgının bir sonucu olarak Roma İmparatorluğu’nda iktidar savaşları yaşanırken Hristiyanlık güç kazanmaya başlamıştı. Diğer taraftan ordusu veba nedeniyle ağır kayıplar veren ve dış tehditlere açık hale gelen Roma İmparatorluğu, “düşman” Cermen toplulukları ile işbirliği yapmak zorunda kaldı. Bu süreç sonunda imparatorluk “Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu” adını aldı.

Roma İmparatorluğu’nda Antonine Vebası ile görünür hale gelen Hristiyanlık, bir başka veba salgını ile devlet yapısı içinde hakimiyetini artırdı. 250-270 yılları arasında görülen Kıbrıs Vebası sırasında misyonerler tarafından yayılan Hristiyanlık, zamanla devletin resmi dini oldu. Ancak bir başka veba salgını Roma İmparatorluğu’nun birleşmesi ihtimalini ortadan kaldırmıştır. 541-750 yılları arasındaki Jüstinyen Vebası olarak bilinen salgında farklı kaynaklara göre 30 ila 100 milyon arasında kişi yaşamını yitirdi. Salgının imparatorluğa siyasi sonucu ise Doğu Afrika ve Ortadoğu’daki toprakların Müslümanların eline geçmesi oldu.

Dünya tarihi boyunca görülen salgın hastalıklar içinde belki de en belirleyici olanı ise Kara Veba ya da Kara Ölüm olarak bilinen salgındı. 1330’larda, şimdi yaşadığımız Korona Krizi gibi Çin’de başlayan ve Avrupa’ya 1346’da ulaşan salgında 150 milyon insan yaşamını yitirdi. Salgın 1480’lere kadar Avrupa’yı kasıp kavurdu ve nüfusunun yarısının yok olmasına neden oldu. Önemli bir tarihsel kırılmaya yol açan Kara Veba’nın yaşandığı yıllarda Avrupa’da şehir devletlerin varlığı söz konusuydu, ancak salgın sonrası şehir devletleri ortadan kalkmaya başladı. Kara Veba sonucu yaşamını yitirenlerin önemli bir kısmının emeğiyle yaşamını sağlamaya çalışan nüfus olması, “işgücü” açığını ortaya çıkarırken emeğin “değer” kazanmasını ve ücretlendirilmesini beraberinde getirdi. Feodal sistemde taşları yerinden oynatan “işgücü” kaybı, emeği ile yaşamını sürdüren köylülerin de “efendilere karşı” elini güçlerindirecekti. Bu anlamda güçlerinin farkına varan köylüler, İngiltere’de devletin salgını bahane ederek yeni vergiler almak istemesi sonrası 1381 köylü isyanlarını başlattılar.

Salgın sonucu ekilebilir arazi sayısının azalması nedeniyle tarıma dayalı ekonomi, yerini ticaret burjuvazisinin gelişimine bıraktı. Akdeniz’in Atlantik Okyanusu’na açılan limanlarını kendilerine merkez alan Avrupa ticaret burjuvazisi, salgın sonrası azalan “işgücünü” köle ticareti ile kapatmaya yönelirken siyaset literatürüne de sömürgecilik kavramını sokuyordu. Bu durum, aynı zamanda sonraki yüzyıllarda Avrupa’nın dünya siyaseti ve ekonomisinde hegemon bir güç olmasını sağladı. Avrupa’da ileride giderek gelişen ulus-devlet fikri, gelişmiş ordu ihtiyacını da ortaya çıkardı.

Kara Veba’nın toplumsal anlamda bir diğer sonucu ise Katolik Kilisesi’nin telkinleriyle salgının müsebbibi olarak görülen Yahudiler, Çingeneler ve “cadı” olarak tanımlanan kadınlara yönelik ırkçı ve cinskırımcı saldırılardı. Daha sonra, mizojini ve özellikle ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber milliyetçiliğin temellenmesini sağlayan bu hareketler sonucu kadınlara yönelik katliamlar yaşanırken, katledilmekten kaçan Yahudiler Doğu Avrupa’da Polonya ve Rusya’ya yerleşti. Kara Veba nedeniyle “tedavi merkezi” olarak görülen kiliselerde bizzat din insanlarının salgından ölmesi ile otoritesi sarsılan Katolik Kilisesi’nin, bu ırkçı ve kadın düşmanı telkininin Kilise’ye “olumlu” etkisi ise kısa süreli oldu. Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı, Katolik Kilise’nin Avrupa’daki merkezi otoritesini ortadan kaldırdı.

Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan bir diğer küresel salgınsa İspanyol Gribi’ydi. 1918 yılının Nisan ayında ABD’de muhtemelen bir askeri birlikte ortaya çıkan salgına İspanyol Gribi denmesinin nedeni ise virüsün ilk kez İspanya’da ortaya çıkmasıyla değil devletlerin savaş ve sansür politikalarıyla ilgili. Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda ortaya çıkan salgına dair ilk haberler savaşa katılmayan, dolayısıyla savaş nedeniyle basına sansür uygulanmayan İspanya’da yayınlandı. İki dalga halinde yaklaşık iki yıl süren bu küresel salgın nedeniyle yaklaşık 500 milyon insan enfekte olurken 50 milyon kadar insan da yaşamını yitirdi. İspanyol Gribi’nin, savaşın bitmesi başta olmak üzere bir dizi politik, sosyal ve ekonomik sonucu oldu. Kara Veba’da olduğu gibi salgında yaşamını yitirenlerin ağırlıkla ezilenler olması nedeniyle aktif “işgücü” büyük oranda yok oldu. Bu durum, dünyada işçi hareketlerinin yükselmesini sağladı. İspanyol Gribi nedeniyle sağlık ve sosyal güvenlik talepleri ise Hindistan’da bir başka toplumsal hareketliliği doğurdu. Salgında, yaklaşık 18 milyon gibi bir rakamla, en çok insanın yaşamını yitirdiği Hindistan o dönemler bir İngiltere sömürgesiydi. Cepheden dönen sömürge askerlerinin yol açtığı salgın tehdidine karşı “sağlık güvencesi” taleplerine kulaklarını tıkayan İngiltere, savaş döneminde başlattığı ve olağanüstü hal uygulamaları içeren Rowlatt Yasaları’nı tekrar güncelledi. Hindistan’da bu uygulama karşısında tepki olarak sokağa çıkanlara İngiltere’nin yanıtı en ez 400 insanın yaşamını yitirdiği, 13 Nisan 1919’daki Amritsar Katliamı oldu. Ancak bu katliam, Hindistan’daki bağımsızlık hareketinin önünün açılmasına ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen İngiltere’nin sömürge coğrafyalarındaki egemenliğinin giderek sonlanmasına yol açtı.

Dördüncü ayını geride bırakmak üzere olduğumuz ve iktisadi yıkım bazında 1929 Buhranı ile kıyaslanan Korona Krizi’nin yol açacağı tarihsel kırılmanın sosyal, ekonomik ve politik etkilerinin Kara Veba’dan da İspanyol Gribi’nden de geri kalır yanlarının olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Korona Krizi sonrası sıklıkla tekrarlanan “Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” öngörüsünün olumlu ya da olumsuz olası sonuçları, kuşkusuz bu etkiler dahilinde.

Dünya tarihi boyunca kısa vadede büyük toplumsal yıkımlara neden olan salgın hastalıklar ya da küresel salgınların uzun vadedeki etkileri, tarihsel örnekler bağlamında önümüzde duruyor. Korona Krizi’nin yol açacağı olası sonuçlara dair fikir üretmek için de yaşanan duruma olabildiğince geniş bir açıdan bakmak gerek. Bu geniş açıda, küresel ekonominin ağır tahribatından bazı devletlerin yıkılabileceği ya da yenilerinin ortaya çıkabileceği olasılığına, politik dengelerdeki alt-üst oluştan yeni sınıf tanımlamalarına dek birçok pencere yer alıyor.

Halil Çelik

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Tarihsel Kırılmalar Salgın Krizleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/03/tarihsel-kirilmalar-salgin-krizleri/feed/ 0
İşçiler İçin Korona Yalanları https://meydan1.org/2020/05/03/isciler-icin-korona-yalanlari/ https://meydan1.org/2020/05/03/isciler-icin-korona-yalanlari/#respond Sun, 03 May 2020 06:53:36 +0000 https://meydan.org/?p=57819 17.04.2020 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 7244 sayılı Kanun ile patronlar işçiyi işçinin herhangi bir rızasını aramadan isterse -3 ayı geçmemek üzere- ücretsiz izne çıkartabilecek. Patronun 3 ay sonra işçiyi işten çıkarmasının önündeyse yasal hiçbir engel yok. Ayrıca devletin patronları kurtarmaya yönelik bu hamlesinde patronun ücret ödeme yükümlülüğü de bulunmuyor. İşçiye -kendisinden işsizlik sigortası adı altında […]

The post İşçiler İçin Korona Yalanları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

17.04.2020 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 7244 sayılı Kanun ile patronlar işçiyi işçinin herhangi bir rızasını aramadan isterse -3 ayı geçmemek üzere- ücretsiz izne çıkartabilecek. Patronun 3 ay sonra işçiyi işten çıkarmasının önündeyse yasal hiçbir engel yok. Ayrıca devletin patronları kurtarmaya yönelik bu hamlesinde patronun ücret ödeme yükümlülüğü de bulunmuyor. İşçiye -kendisinden işsizlik sigortası adı altında yıldan yıla kesilen paralardan alınarak oluşturulan- işsizlik sigortasından verilecek ücret ise günlük 39,24 liradan aylık 1.177 lira!

Patronun, işçiyi istediği zaman ücretsiz izne çıkarabilmesi için ilk etapta 17.07.2020 tarihine kadar vakti var. Ancak süre, bu kadarla sınırlı değil. Devlet başkanı istediği takdirde bu süreyi 3 ay daha uzatabilecek. Son kanun değişikliklerinde patronun, işçiyi ücretsiz izne çıkarmasında herhangi bir kısıtlamaya gidilmedi. Patronlar, “ihtiyaçları doğrultusunda” istediği sayıda ve istediği özellikteki işçiyi ücretsiz izne çıkarabilir.

Kanun çıkana kadar işçinin korona krizi nedeniyle oluşacak durumda haklı nedene dayanarak işten ayrılma hakkı vardı, işçinin bu yola gittiğinde de kıdem tazminatını almasının önünde herhangi bir engel bulunmuyordu. Ancak son değişiklikle patronun işçiyi istediği zaman ücretsiz izne ayırması durumunda, işçinin haklı nedene dayanarak sözleşmeyi fesih hakkı elinden alınmış durumda. Bu düzenlemeyle birlikte işçinin, işten ayrılarak kıdem tazminatı almasının önüne geçilmiş oluyor. İşçi bu durumda ayrıca işsizlik ödeneğine de başvuramayacak.

Son kanun değişikliklerinin en çok gündem olan maddelerinden biri de işten çıkarmalara ilişkin. Buna göre her türlü iş sözleşmesi, 17.04.2020 tarihinden itibaren üç ay süreyle sona erdirilemeyecek; sona erdiren patronlara aylık brüt asgari ücret tutarında idari para cezası kesilecek. Ancak bunun istinasıysa “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzeri sebepler.” Yani uygulamada sıklıkla gördüğümüz üzere patronlar yalan yanlış bahanelerle işçiyi ahlak ve iyi niyet kurallarına uymadıkları gerekçesiyle herhangi bir tazminat ödemeden işten çıkarmaya devam edebilecek. Karşılarına arabuluculuklar, dertlerini anlatamayacakları avukatlar ve mahkeme kapıları çıkarılan işçilerse alacaklarını hukuk yoluyla -eğer ortada şirket kaldıysa- iyimser bir tahminle 2-3 yıla ancak alabilecek.

Ahlak ve iyi niyet kuralları bahanesine uymak istemeyen patronlar da 3 bin lira civarı bir para vererek işçileri işten çıkarabilecek. Yani işçiyi işten çıkarmak yasak değil. Bugün değilse yarın, bu bahaneyle olmazsa şu bahaneyle, en olmadı parasını vererek işçiler işten çıkartılmaya devam edilecek. Gerekli koşulları sağlama şansına sahip işçiler işsizlik ödeneğine başvurabilecek. Ücretsiz izne ayrılan işçilerse başvursa bile asgari ücretin yarısına dahi ulaşamayan bir miktarla yani açlıkla karşı karşıya kalacak. O da hijyenik olmayan ortamlarda çalıştırılırken eğer Covid-19 kapıp öldürülmediyse.

“Hepimiz aynı gemideyiz, biz bize yeteriz” denilerek sürdürülen propaganda çalışmalarında devletin, geçmediğimiz köprüler bahanesiyle elini cebimize atarak ödediği miktarların yanından geçmeyen komik rakamlar dönüp duruyor ekranlarda. Bu kampanyaya destek verdiklerini söyleyerek reklamlarını yapan ve iktidara yakın kalarak pastadan pay kapmaya çalışan patronlar, arka kapıdan da işçileri kovmaya devam ediyor. İşçiyi işten çıkarmak yasak değil, sadece geçici bir süreliğine yasakmış gibi davranılacak!

Gökhan Soysal

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır

The post İşçiler İçin Korona Yalanları appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/03/isciler-icin-korona-yalanlari/feed/ 0
Napoli’deki Kolera Salgınında Malatesta ve Anarşistler https://meydan1.org/2020/05/02/napolideki-kolera-salgininda-malatesta-ve-anarsistler/ https://meydan1.org/2020/05/02/napolideki-kolera-salgininda-malatesta-ve-anarsistler/#respond Sat, 02 May 2020 12:18:00 +0000 https://meydan.org/?p=57765 “Halk artık yiyecek bir şey bulamadığında zenginleri yiyecek.” – La Révolte 1884 yılında Napoli, tüm Avrupa’da görülen, yüzyılın en etkili salgınıyla karşı karşıyaydı. Avrupa’nın tüm büyükşehirlerinde görülen kolera salgını Napoli’de bu büyükşehirlerin tamamından daha büyük bir etki yaratacak, sonrasında şehrin mimarisini yeniden yapılandırmaya girişip labirentleri yıkarak büyük bulvarlarda kesişen caddelere sahip yeni merkezi bulvarlar yapacak […]

The post Napoli’deki Kolera Salgınında Malatesta ve Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Halk artık yiyecek bir şey bulamadığında zenginleri yiyecek.”
– La Révolte

1884 yılında Napoli, tüm Avrupa’da görülen, yüzyılın en etkili salgınıyla karşı karşıyaydı. Avrupa’nın tüm büyükşehirlerinde görülen kolera salgını Napoli’de bu büyükşehirlerin tamamından daha büyük bir etki yaratacak, sonrasında şehrin mimarisini yeniden yapılandırmaya girişip labirentleri yıkarak büyük bulvarlarda kesişen caddelere sahip yeni merkezi bulvarlar yapacak kadar kalıcı etkiler bırakacaktı. Yaklaşık 2 milyon nüfusu bulunan Paris’te 1884 yılı boyunca kolera salgını kaynaklı yaşamını yitirenlerin sayısı 986 iken ortalama 550 bin nüfuslu Napoli’de kolera 14 bin kişiyi etkilemiş, 7 bin kişi salgın nedeniyle yaşamını yitirmişti. (1)

Henüz 14 yaşındayken İtalya Kralı’na bölgesel bir adaletsizlikle ilgili olarak yazdığı şikayet mektubu nedeniyle hapis cezası ile tanışan Errico Malatesta, yaşamı boyunca defalarca tutuklandı veya İtalya dışına çıkmak zorunda kaldı. Tıp öğrencisiyken bir eyleme katıldığı için okuldan atılmıştı. 1884 yılına gelindiğinde, “La Questione Sociale”de yazılan yazılar gerekçe gösterilerek hakkında 3 yıl hapis cezası verilmişti. Cezanın temyiz duruşması 14 Kasım’da görülecek ve Malatesta bu süre boyunca tutuksuz yargılanacaktı. Hapis cezasının kesinleşeceği tahmin edildiği için İtalya’dan ayrılmayı planlayan Malatesta, aynı dosyadan ceza alan yoldaşlarıyla birlikte karantina altında olan Napoli’ye gitmeyi tercih etti. Kolera salgınına yakalanan hastaların tedavi edilebilmesi ve karantina altına alınmış bir şehirde yaşayan ezilenlerle dayanışma göstermek için Napoli’ye giden anarşistler, salgın bittikten sonra “Kolera salgınının nedenleri içerisinde sefillik var, sefil yaşamlar salgının yayılmasını hızlandırdı, bu bir adalet sorunudur.” diyerek şehirden ayrılacaklardı.

Napoli’de devlet kolera salgınına büyük bir baskıyla karşılık verdi; sıkıyönetim altına alınan şehre giriş çıkışlar yasaklandı, sokağa çıkma yasağı uygulandı. Devrimcilerin yaklaşımı ise bambaşka oldu. Errico Malatesta, Galileo Palla, Fransesco Pezzi, Luisa Minguzzi, Fransesco Nata, Cesare Agostinelli, Antonio Valdre, Rocco Lombardo ve Massimiliano Boschi Napoli’deki ezilenlerle dayanışmak için şehre gelen anarşistlerden bazılarıydı. Hızlıca gönüllü grupları oluşturdular. Napoli’ye gelir gelmez uzun yıllardır burada yaşayan anarşist Florentine Lombard ile bir araya geldiler. Lombard aynı zamanda bir hemşireydi, salgın boyunca yürütülen dayanışma faaliyetlerini örgütleyenlerin arasında önemli bir rolü vardı. Kolera, yasaklı Napoli sokaklarında ezilenlerle dayanışmaya koşan devrimciler için de ölümcüldü. Bu süreçte anarşist gazete Proximus Tuns’tan Antonio Valdre, Rocco Lombardo ve Massimiliano Boschi koleraya yakalanarak yaşamını yitirenler arasındaydı. (2)

1884 yılında Fransızca yayınlanmakta olan anarşist gazete La Révolte, Napoli’de yaşananları şöyle aktarıyor:

“Kolera İtalya’da etkisini gösterdiğinde haliyle proleter ailelerden çok fazla kurban vardı çünkü onlar hijyen lüksüne para ayırabilecek durumda değillerdi. Hijyen de diğer bütün ayrıcalıklar gibi sadece burjuvaziye aitti. Halk artık yiyecek bir şey bulamadığında zenginleri yiyecek.” (3)

La Révolte Napoli’de dayanışma için bulunan yoldaşlardan da haber veriyordu:

“Napoli’deki kolera salgını bildiğiniz gibi işçiler arasında büyük bir sıkıntıya yol açtı. Bu süreçte hastaları iyileştirmek üzere Napoli’ye giden yoldaşlarımız döndüklerinde koleranın gerçek sebebini anlatan bir manifestoyu -sefalet ve bunun tek çözümü olan toplumsal devrimin vurgulanacağı- yayınlayacaklar. Bugünlerde gazeteler, doğal olarak dindar gazeteler ‘insanların rahatça ölmesine izin vermeyen acımasız anarşistlerin’ üzerine polis kalabalıklarını göndermeye çalışmadan edemiyor. Ama bunlar bizi durduramayacak.

Anarşistler hasta insanları iyileştirmek pahasına yaşamlarını yitirdiler. Lombardo, Boschi ve diğer yerlerdeki yoldaşlar da ölenler arasındaydı. 2 Kasım tarihinde kaybettiğimiz yoldaşlarımız için bir anma töreni örgütledik. Devlet bu anmayı engellemeye çalıştı fakat biz pes etmedik.” (4)

Errico Malatesta, Napoli’de bulunduğu süre boyunca bir hasta grubunun sorumluluğunu üstlenmişti. Bu hasta grubu, en yüksek iyileşme oranının yakalandığı gruplardan biri olacaktı. Tüm gönüllülerin devlet tarafından ödüllendirildiği Napoli’de, Malatesta ve -bir çoğu çoktan İtalya’dan ayrılmış- yoldaşlarının payına düşen ödül, karantinadan önce verilen hapis cezasının temyiz duruşmasına gitmedikleri gerekçesiyle çıkarılan yakalama kararı olmuştu.

Malatesta da hakkında yakalama kararı çıkmasından sonra Floransa’ya geçti. Floransa’da yoldaşlarıyla kaldığı bina polis tarafından kuşatıldı. Hızlıca bir kaçış planı hazırlandı. Bir dikiş makinası kutusunun içerisine saklanarak yoldaşları tarafından binanın önünde bekleyen yük arabasına taşınacaktı. Bu sırada kapıda bekleyen polislerden biri, Malatesta’nın içinde olduğu kutunun yük arabasına taşınmasına yardım edecek, Malatesta aynı gece Buenos Aires’e doğru yola çıkacaktı. (5)

Yaşamının büyük bölümünü ezilenlerin özgürlük mücadelesi pahasına hapiste ve sürgünde geçiren Malatesta, doğrudan ezilenlerin yaşamlarını tehdit eden bir salgın söz konusu olduğunda, yoldaşlarıyla birlikte kuşkusuz dayanışmaya koştu. Devletin saldırıları, kolerayla boğuşan ezilenlerle dayanışmasına da özgürlük mücadelesini başka coğrafyalara taşımasına da engel olamadı. La Révolte’yle kolera bölgesinden seslenen anarşistler, bölgede yaşadıkları engellemelere rağmen “Bunlar bizi durduramayacak!” demişti. Malatesta’yı, dayanışmayı, anarşizmi durduramadılar.

Şamil Parlak

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.


1) Frank M. Snowden: Naples İn The Time of Cholera 1884-1911.

2) Max Nettlau: Errico Malatesta, The Biography of An Anarchist.

3) La Révolte, Yıl: 6 Sayı: 15, 14 Eylül 1884.

4) La Révolte, Yıl: 6 Sayı: 21, 7 Aralık 1884.

5) Luigi Fabbri: Life of Malatesta.

The post Napoli’deki Kolera Salgınında Malatesta ve Anarşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/02/napolideki-kolera-salgininda-malatesta-ve-anarsistler/feed/ 0