The post CHP ve AKP Leyla Zana’ya Karşı Birlik Oldu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Leyla Zana 17 Kasım 2015 yılında ettiği meclis yemininde ”Türk milleti” ifadesi yerine ”Türkiye milleti” ifadesini kullandığı için yemini geçersiz sayılmıştı.
Yemini geçersiz sayılan Zana, tekrar yemin etmediği gerekçesiyle meclis yasama çalışmalarına katılamamış ve hakkında devamsızlık dosyası açılmıştı. Buna dair AKP(2), CHP(2) ve HDP’den(1) oluşan beş kişilik bir komisyon 17 Ekim’de toplantı almaya başladı ve bugün, Karma Komisyon’a sunulacak olan öneride karar kıldı.
Leyla Zana’nın milletvekilliğine dair alınan karar AKP ve CHP’nin oyları, komisyondan ”düşürülsün” yönünde karar çıkmasını sağladı. HDP ise şerh koydu. Komisyonun sunacağı rapor 18 Kasım’da Karma Komisyon’a sunulacak ve bu komisyondan da ”düşürülsün” kararı çıkarsa dosya TBMM Genel Kurulu’nda gündem olacak.
Leyla Zana’nı vekilliğinin düşmesi için 276 oy gerekiyor.
Kaynak:Gazete Duvar
The post CHP ve AKP Leyla Zana’ya Karşı Birlik Oldu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>15 Temmuz ve OHAL Öncesi Bakur
7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Bakur coğrafyası, 30 yıldan fazladır süren savaşta en sıra dışı görüntülere sahne oldu. Bakur’da şimdiye dek görülmedik şekilde, tankların sokak aralarında yürütüldüğü şehir savaşları, Sur, Lice ve Nusaybin gibi ilçelerde 15 Temmuz’dan kısa süre önce ardında devasa bir yıkım ve katliam bırakarak sonlandırılmıştı. Tüm bu yıkım ve katliam görüntüleri ise, “sürecin” kağıt üzerinde devam ettiği Eylül 2014’te hazırlandığı ortaya çıkan “Çöktürme Planı” çerçevesinde kurgulanarak hayata geçirilmişti.
Söz konusu yıkım ve katliam sürecinin, devlet tarafından hazırlanan bir başka cephesi ise 2015 yılı başlarında çıkarılan “iç güvenlik yasası” idi. Bu yasa ile, kolluk kuvvetlerine sınırsız ve fütursuz bir katletme yetkisi ve bunun karşılığında da devletin adaletsizliğinden yararlanarak herhangi bir kovuşturmaya uğramama garantisi verilecekti.
15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL, Bakur’da 2015 yılından bu yana sürmekte olan bu durum düşünüldüğünde bir farklılaşmaya tekabül etmese de, darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak addeden devlet için bir fırsatı işaret ediyordu. Bu fırsat, darbe girişiminin “dumanı” henüz soğumaya başladığında, Kürt siyasi hareketinin Bakur’daki kazanımlarına saldırmak olarak kendini gösterdi. Başkanlarının hepsi tutuklanan 82 belediyeye kayyum atamak ve HDP eş başkanları dahil, 13 milletvekili ve 2360 partilinin tutuklanması şeklinde, siyasi kazanımlara yönelik başlayan bu saldırılar zamanla belediyelere atanan kayyumlar aracılığıyla, Bakur coğrafyasında yaşayan Kürt halkının sosyal, kültürel ve ekolojik değerlerine de yöneldi.
OHAL’in Ardından
OHAL’in getirdiği KHK’lar, adeta iktidarın dilediği konuda dilediği kararları kolayca hayata geçirebildiği fermanlar oldu. KHK’larla öncelikle, Kürt siyasi hareketinin önemli mücadele alanı olarak gördüğü belediyeleri hedef alan devlet, 1 Eylül’de çıkarılan 672 sayılı KHK ile belediyelere kayyum atanabilmesinin önünü açtı. 15 Temmuz’un bir atlama tahtası olarak araçsallaştırıldığı rejim değişikliği için, coğrafyanın genel siyasetinde de hedeflenerek gerçekleştirilmeye başlanan gücün merkezileşmesi, tek elde toplanmasının yerel yönetimlere de sirayetinin göstergesi olarak belediye başkanları gözaltına alındı, tutuklandı, yerlerine ise o belediyenin bulunduğu ilin kaymakamları ya da valileri kayyum olarak atandı.
Belediyelere atanan bu kayyumların bir işlevi de, söz konusu merkezileşme yolunda, Kürt siyaseti başta olmak üzere muhalefet tarafından önemli bir mücadele alanı olarak görülen belediyelerin kaybedilerek, yerel siyasetteki etkinliğin kırılması oldu.
Devlet, 15 Temmuz’da önemli bir aşamasını geride bıraktığı yeni rejim inşasında, Bakur’daki belediyelere atadığı kayyumlarla bu inşanın önemli bir sembolünü de kurumsallaştırmaya girişti. 1930’ların tek partisi CHP’nin il başkanlarının, hem vali-kaymakam hem de belediye başkanı görevini yürüterek, o dönem yeni inşa edilmeye başlanan ulus-devletin merkezi otoritesini, yerellere sirayet ettirmeyi amaçlayan bir semboldü bu. Bu sembolün, o dönemdeki gibi katliam, sürgün ve asimilasyon gibi tüm “enstrümanlarıyla” günümüze uyarlayarak güncellenmesinde kayyumlar, bir devlet geleneğinin sürdürücülüğünü yaptılar OHAL ile birlikte. OHAL sonrası Bakur’a atanan kayyumlar, bir yanıyla 1930’lar TC’sinin bu karakterini yansıtırken, donatıldıkları yetkilerle de 1990’ların “süper yetkili” OHAL valilerini anımsatarak, devlet geleneğinden “ tarihsel bir sentez” olarak cisimleşiyordu.
Bakur’da atandıkları il, ilçe ya da belde belediyelerinde ilk icraat olarak kayyumlar, binalardaki çok dilli tabelaları “tek dile” indirirken, tek ve mutlak otoriteye bağlılık çerçevesinde, “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” misali, ileriki süreçte farklı siyasal ve sosyal konularda yapacaklarının işaretini verdiler.
Kayyumlar icraatlarına, tabelalar üzerinden Bakur halkının bellek ve değerlerini hedefleyen uygulamalarıyla devam ettiler. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Roboski gibi fail-i devlet katliamlarının davalarında avukatlık yapan ve 2015’te Sur’da katledilen Tahir Elçi’nin adının verildiği bir parkın tabelası Van’ın Çatak ilçesine atanan kayyum tarafından değiştirildi. İlçe kayyumu, parka Elçi’nin yerine bir korucunun adını verirken, bu uygulamasını yukarıda bahsi geçen bağlılığı paralelinde, militarist ve elbette fetihçi saiklerle hayata geçirmişti. Sur, Lice, Nusaybin ve Bakur’un diğer bölgelerinde katliamlar gerçekleştirip, kentleri yıktıktan sonra, ilk iş olarak, yıkımdan geriye kalabilen ilk yükseltiye TC bayrağı asan kolluk güçlerinin, burayı “fethettiklerini” ilan eden ruh halinin bürokraside vücut bulmuş haliydi kayyumların bu ve benzer icraatları.
2004 yılında Mardin Kızıltepe’de polis kurşunuyla 12 yaşında katledilen Uğur Kaymaz’ın annesini, oğlunun katledilişinin yıl dönümünde OHAL KHK’si ile işten atmak gibi bir “zulüm fantezisine” imza atan merkezi ve mutlak otoritenin bu uygulamasını ise Kızıltepe kayyumu, Uğur’un ilçe meydanında bulunan heykelini TOMA eşliğinde kaldırarak tamamlayarak “selamlayacaktı.” Uğur Kaymaz’ın, elinde barış güvercini tutan ve üzerinde “biz Mezopotamya çocuklarıyız, barış güvercinleriyiz, yüreğinizde yer açın bize” yazan heykelinin yerine ise Kızıltepe halkının tarihsel belleğinde hiçbir anlam ifade etmeyen, estetikten yoksun bir saat konduran kayyum, Bakur halkının belleğini silmeye çalıştıkça zavallılaşan o mutlak gücü simgeliyordu.
Sadece Amed il ve ilçe belediyelerinde 969 işçiyi işten atan kayyumlar, bu uygulamalarıyla işçi düşmanlığı konusunda da devlete sadakatlerini ispatladılar. Bu işçilerin önemli bir kısmının kadın olması ve bir başka kayyum icraatı olarak Bakur genelinde 43 kadın merkezinin kapatılması, düşman olunan ve ötelenen bir başka toplumsal kesim olan kadınlarla ilgili olarak merkez-kayyum “uyumunu” ortaya koyuyordu.
Van Erciş’te ise, Van Gölü kenarına binlerce ton molozu dökerek, lokal bir ekoloji katliamı gerçekleştiren Erciş kayyumu, “merkezin” termik, nükleer, HES, kentsel dönüşüm gibi projelerinin benzerlerini, Bakur halkının ekolojik değerlerini katlederek gerçekleştireceğinin işaretini veriyordu.
Devletin Beka Stratejisi: Kürt Düşmanlığı
Türklük üzerine kurulmuş ve kuruluşundaki değerleri geçen süre boyunca muhafaza etmiş bir devlet olan TC, tıpkı 1994 yılında Kürt siyasetçileri/vekilleri gözaltına alıp tutukladığı gibi bugün de “beka”sını/“istikbal”ini dış politikasının önemli bir kısmı dahil olmak üzere genel siyasetinde, aynı strateji üzerinden kurguluyor. Adı Kürt düşmanlığı olan bu strateji iktidarlar değişse de devletin baki kalan politikası.
7 Haziran seçimleri sonrası ulusalcısından, milliyetçisine kurduğu yeni ittifaklarla devlet, Kürtlere karşı geleneksel bakış açısına geri döndü. Bu ittifakın sonuçlarından biri olarak, devlet Kürtleri, siyasi arenada itibarsızlaştırma/etkisizleştirme politikalarına hız verdi. Bu doğrultuda gerçekleştirilen ilk adım ise Mayıs 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması olmuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte devleti, cemaatçilerden ayıklama bahanesiyle gerçekleştirilen siyasi ve idari adımlarla çok sayıda muhalif ve devrimci işlerinden atılmış, gözaltına alınmış ya da tutuklanmıştı. OHAL’in ve KHK’ların nimetlerinden yararlanan iktidar, kendisini durduracak sistem içi hiç bir mekanizma bulunmadığı için de Kürtlere karşı gerçekleştirdiği düşmanlık politikalarını daha kolay ve hızlı uygulama imkanı buldu.
Devletin, geleneksel Kürt düşmanlığının yarattığı şekliyle Kürtleri politik alanın dışına itme ve yok saymayı amaçlayarak hayata geçirdiği bu politikaların devam edeceğini düşünmek yanlış olmaz. CHP milletvekilinin dahi tutuklandığı ve iktidarın her türden baskıyı sürdürdüğü bu süreci daha da sertleştireceğine ilişkin sinyalleri verdiği bir ortamda Kürtlere yönelik daha fazla milletvekilinin tutuklanması, vekillere siyasi yasakların getirilmesi gibi siyasi adımlar dahil olmak üzere yaşamsal, toplumsal ve kültürel baskı süreçlerinin artması kaçınılmaz olacaktır.
Fuat Çakır
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş Serbest Bırakıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>HDP’li vekil Nursel Aydoğan’ın tahliye edilmesinin ardından, tutuklu HDP Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş da serbest bırakıldı.
The post HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş Serbest Bırakıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hakan’ın Sırrı Devlet Sırrı – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Verimliliği koca bir soru işreti olan tüm bu tartışmaların, politik analizlerin ötesinde, sarf edilmiş bir sözün içinde bulunduğumuz konjonktürde hakkıyla tartışılmadığını söylemek gerek. Erdoğan, Fidan’ın istifası sonrası gazetecilere verdiği mülakatta, MİT eski müsteşarını o mevkiye kendisinin getirdiğini söyledikten sonra kısa ama önemli bir cümle kurmuştu: ”O benim sır küpümdü.”
Cümlede geçen “sır” sözcüğünü, cümleyi sarf edenin devletin bir numaralı muktediri olduğu gerçeği ile birlikte düşündüğümüzde, gerçek anlamı olan “gizli kalması gereken bilgi ya da bilgiler” bağlamından çıktığını görmek çok da zor değil. Coğrafyamızda özelikle son birkaç yıldır yaşanan gerçekler göz önünde bulundurulduğunda ve yukarıdaki cümleyi devlet kurumları bazındaki özneleriyle birlikte ele aldığımızda, bahse konu olan “sırlar” dökülürken söylenen bolca yalan ortaya çıkıyor.
Geçtiğimiz yıl Suriye’deki Türkmenlere gönderilen insani yardım olarak gösterilmek istenen tüm gizleme ve hasıraltı etme çabalarına karşın, kamuoyunda “MİT TIR’ları” olarak bilinen gerçekliğin, bölgede Selefi terör örgütlerinin daha da palazlanarak etki alanını geliştirmelerinde ve son olarak Kobanê’yi muktedirin “düştü düşüyor” iştahıyla tehdit eder hale gelmesinde hangi rolü oynadığı artık sağır sultanın bile duyduğu bir “sır”dır örneğin.
Daha uzak bir coğrafyayı ilgilendiren başka bir “sır”da ise, yine MİT aracılığıyla THY uçaklarıyla Nijerya’ya gönderilen silahlar geçiyordu. Bugünlerde Boko Haram adlı selefi örgütün terör estirdiği bu ülkeye gönderilen silahlar ile ilgili olarak devlet görevlilerinin kaygısı ise, silahların Müslümanlar yerine yanlışlıkla Hristiyanlara gitme olasılığıydı.
Yine yakın bir süreçte, Ekim ayındaki Kobanê Serhildanı sırasında Bingöl’de bir polis şefine yönelik olarak gerçekleştirilen bir eylem sonrası, bir araç içinde eylemle ilgisi olmayan 4 kişinin katledilmesi de, söz konusu “sırlar” içinde ele alınabilir. Bu devlet infazı sonrası TC başbakanı ise Bingöl’de polis şefine yönelik yapılan eylemin “faillerinin cezalandırıldığı” yalanını söylemişti.
Devletin sır, yalan ve gerçek denklemlerinde en çarpıcı örnek ise, evine giderken yanan bir belediye otobüsünde yaşamını yitiren Serap Eser. Devletin iktidarın hala büyük bir pişkinlikle sürdürmeye çalıştığı bu yalanın bir dönem içişleri bakanlığı yapan İdris Naim Şahin tarafından itiraf edilmesinin yanı sıra, olayla ilgili olarak açılan davada “gizli tanık” ifadeleri sonucu da ifşa oldu.
Devlet yalanlarla, gizlenemeyen “sırlarla” gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmek istediği katliamları örtmeye ya da başkalarına yıkmaya çalışırken; aslında belki bir gerçeği görmek istemiyor. Yazılı olamayan kural gibi bir sözdür: Gerçeklerin, bir gün er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır ve o gerçekler, yalanlarla korumaya alındığı sanılsa da dökülen “sırların” altından ortaya çıkar.
Mercan Doğan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Hakan’ın Sırrı Devlet Sırrı – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Tarihteki Yavuz Hırsızlar ” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1964’ten bu yana bir eski başbakanın(Mesut Yılmaz) ve 15 eski bakanın yargılandığı Yüce Divan’a giden yol, 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu yargılamasıyla birlikte dört eski bakanın adını da coğrafyanın siyasi tarihine kazıdı. Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Eski AB Bakanı Egemen Bağış, Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın da karıştığı yolsuzluk dosyası kapsamında, bu dört ismi “yargılayabilecek” tek mekanizmaya ulaşabilmek için girişilen çabada, 20 Ocak gecesi, yıllar boyu unutulmayacak bir siyasi skandalın, belki de son aşaması sergilendi meclis salonlarında. 9 ay süren tartışmaların sonunda gerçekleştirilen ve 11 saat süren Yüce Divan görüşmeleri sonunda, “devletin adaleti” bakanlarını aklasa da, bu son aşamada muhalefet kanadı dışında AKP’den de gelen “yargılamanın kabulü” oyları, iktidar partisi içindeki “rüşvetten rahatsızlığı” açığa çıkardı.
Zafer Çağlayan’ın Yüce Divan’a çıkarılmasına dair yapılan oylamada 27 fire veren AKP, Muammer Güler’e ilişkin 44, Zafer Egemen Bağış oylamasında ise 48 fire verdi. İktidar partisinin meclisteki koltuk sayısı hesaba katıldığında, toplamda 50’ye yakın fire veren AKP içindeki bu “çatlak”, AKP’li siyasetçiler tarafından “ihanet” olarak adlandırılıp, Haziran ayında üç dönemi dolacak 72 milletvekili “makul şüpheli” olarak işaret edildi. Ana muhalefet ise, oylamada verilen fireleri “iktidar içindeki çatlağın ilk sinyali” olarak adlandırdı.
Mecliste yapılan oylama, yalnızca oy oranları ya da sonuçlarıyla değil, aynı zamanda oylama esnasında salonda yaşananlar, eski bakanların “özgüvenleri” ve gerçekleştirilen protestolar ile de siyasi tarihe kazınacak gibi görünüyor. Eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın mecliste yaptığı konuşmada “Beni sevin, sevgiye ihtiyacım var” sözleri, eşine az rastlanır bir “siyasi af” örneği sayılabilecek nitelikteyken, öte yandan oylama salonunda gerçekleştirilen “hadisli protestolar” da Yüce Divan’a “gitmeyen” bu yolun unutulmayacak görüntüleri olarak yansıdı ekranlara. Sonradan öğrenildiği üzere CHP’li bir milletvekili tarafından oy kupasına atılan 50 liranın ise, meclis başkanvekilinin yaptığı konuşmayla “hazineye gönderileceğinin” açıklanması ise, dört eski bakanın yaptıkları yolsuzluklar sebebiyle oylandığı gecenin en ironik diyaloglarının yaşanmasına sebep oldu.
Resmi belgede sahtecilik, rüşvet, nüfuz ticareti, görevi kötüye kullanma gibi birçok suçlamayla karşı karşıya olan dört eski bakanın aklandığı bu yolu takip ederken, aslında dikkat edilmesi gereken başka bir nokta çıkıyor karşımıza: Artık neredeyse bir meslek koluna dönüşmüş, yaşandığı hemen her coğrafyada devlet garantörlüğüne alınmış, meşrulaştırılmış bir “ticaret yöntemi olan yolsuzluk”.
“Özel çıkarlar için kamu gücünün kötüye kullanılması” olarak tanımlanan yolsuzluk, alt başlıkları, uygulanabilir farkı yöntemleri ve kullandığı araçlarla, artık profesyonel bir “çalışma alanı”na dönüşmüş durumda. Tarihteki ilk yolsuzluk örneklerinden sayılabilecek Sümer Okul Günlükleri’nden, rüşvetle ilgili ilk hükmün verildiği Hamurabi Kanunları’ndan bugüne, yolsuzluk yöntemlerinde ve araçlarında gelişmeler olsa; yolsuzluğu yapanın da, buna göz yumanın da pozisyonu neredeyse aynı olsa da; iktidarların yıllar boyu kendi çıkarları uğruna geliştirdiği yolsuzluk yöntemlerine ve farklı biçimlerine göz gezdirmekte fayda var.
Bir Başbakanın Düşüşü: Türkbank Yolsuzluğu
İlk kez bir başbakanın Yüce Divan’a gitmesiyle sonuçlanan Türkbank yolsuzluğu, 55. hükümetin düşüşünün sebebi oldu. Türkiye’de özel sektör tarafından kurulan ilk banka olan Türk Ticaret Bankası, o dönemlerde “önlenemez yükselişi”yle dikkat çeken işadamı Korkmaz Yiğit’e satıldı. Ancak Alaattin Çakıcı’nın da devreye girdiği satıştan kısa bir süre sonra, ihale iptal edildi.
1998 yılında Korkmaz Yiğit’in, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz ile yaptığı telefon görüşmelerinin yer aldığı “İtiraf Kasedi”nin yayınlanması sonucu, ANAP-DSP-MHP koalisyonu yıkıldı ve Mesut Yılmaz “ihaleye fesat karıştırmak”tan Yüce Divan’a gönderildi.
Çok sayıda gazetecinin ve siyasetçinin de ifadelerinin alındığı bu soruşturma sonucunda Yılmaz, suçlu bulundu. Görevinden istifa eden Mesut Yılmaz, 1999 genel seçimlerinde partisinin yaşadığı büyük oy kaybına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yer alarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu.
Rant, Talan, İmar Yolsuzluğu DALAN
“Her taraf yemyeşil alan, bilhassa Bedrettin Dalan” sözleriyle bir dönem kuşağının hafızlarına kazınan bu isim, İstanbul üzerinde şekillenen rant politikalarının uygulayıcısı ilk isimlerden.
Anavatan Partisi’nin kurucularından olan Bedrettin Dalan, 1984 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine getirildi ve bu tarihten itibaren de yedi tepeli şehir üzerinde yükselecek olan rant projelerinin mimarı oldu. Başkanlığı döneminde Üsküdar sahilini imara açan, yıllar boyu sürecek bir siyasi kavgaya rağmen Gökkafes’i inşa eden, Unkapanı’ndaki meyve-sebze halini Bayrampaşa’ya, Anadolu yakasında bulunan hali ise İçerenköy’e taşıyan Bedrettin Dalan, şehrin altını üstüne getirdiği imar hareketliliğiyle dikkat çekti.
Gündeme gelen imar yolsuzluğu soruşturmaları ardından, Dalan hakkında hazırlanan 35 dosya, 1986’da kurulan Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu’na gönderildi. Hakkındaki suçlamaların ve soruşturmaların ardından yurtdışına kaçan Bedrettin Dalan hakkında, 30 Aralık 2011 tarihinde, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, İstek Vakfı malları hariç, Türkiye’deki bütün mal varlığına, hak ve alacaklarına el konulmasına karar verdi.
Bedrettin Dalan’ın 1986-88 yılları arasında başlattığı Tarlabaşı yıkımları ise, bugünkü Tarlabaşı Bulvarı’nın ve hatta Taksim Yayalaştırma Projesi’nin de zemini oldu.
İSKİ Yolsuzluğu
İSKİ Genel Müdürlüğü’nün ihalelerini, paravan olarak kurduğu şirketlere vermesi ve bu ihalelerde yapılan büyük yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla patlak veren İSKİ yolsuzluğu, SHP ve CHP’nin İstanbul’dan silinmesinin gerekçesi olarak konuşuldu yıllar boyu. Şehre içme suyu temin etmekle yükümlü kurum olan İSKİ’nin Genel Müdürü Ergun Göknel’in yaptığı yolsuzluklar, 1990’lı yılların başında, İstanbul’un en kurak yazlarını geçirdiği yıllarda ortaya çıktı. Sanıklar ilk kez, 1993 yılında, satın alınan klor bedelinin yüksek gösterilmesi sebebiyle hakim karşısına çıkartıldı. 6 Aralık 1993’te tutuklu bulunan İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel’in İsviçre’de bulunan Amerikan Disco Bank’ta 30.000 ABD Doları ve 670.000 Alman Markı bulunduğu tespit edildi. Ortaya çıkan hesapların ardından Göknel’in tüm hesaplarına el konuldu ve İsviçre’deki paranın iadesi istendi.
Büyük yolsuzluk, Ergun Göknel’in eşinden boşanmayı istemesi üzerine açığa çıktı. Eşinin kendisini, sekreteri ile aldattığını öğrenen Nurdan Erbuğ’un, yapılan tüm yolsuzlukları basınla paylaşmasının ardından İSKİ’de yaşanan yolsuzluk ortaya çıkmıştı. İSKİ yolsuzluğunun ardından, Ergun Göknel’I İSKİ Genel Müdürlüğü görevine getiren arkadaşı ve dönemin İstanbul Belediye Başkanı SHP’li Nurettin Sözen, 1994 yerel seçimlerinde aday olmazken, yerini Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan’a bıraktı.
Ergun Göknel’in yolsuzluklarının açığa çıktığı dönemde İsviçre bankalarında bulunan ve bugünün hesabına göre 370.000 Euro’ya yakın mal varlığının ise, 17 Aralık Operasyonu ile ortaya çıkan ve bir türlü “eritilemeyen” 30 milyon Euro’nun 80’de biri kadar olduğunu da belirtmekte fayda var.
Politbüroda Yolsuzluk, Komünist Partiden İhraç
Çin Komünist Partisi üst düzey karar alma mekanizması Politbüro Daimi Komitesi’nin eski üyesi Zhou Yongkong’un “ağır disiplin ihlali” yani “yolsuzluk” suçlamasıyla gündeme gelmesinden bu yana, parti içerisinde adı yolsuzluğa karışan siyasetçilerin isimleri giderek artıyor. Görev döneminde istihbarat, içişleri ve yargının başı konumunda olan Yongkong şimdilerde, 110 milyon dolarlık iç güvenlik bütçesini ve yetkilerini kötüye kullanmak, siyasi rakiplerine şantaj, haksız kazanç etme gibi birçok suçlama sebebiyle cezaevinde.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde yolsuzluk nedeniyle yargılanan ilk üst düzey yetkili olan Yongkong’un tutuklanmasının ardından da, Çin Komünist Partisi yetkilerinin karıştığı yolsuzluklar son bulmadı. Devlet Güvenlik Bakanlığı Yardımcısı Ma Jian da, Yongkong’dan sonra ikinci üst düzey yetkisi sıfatıyla, yolsuzluk operasyonu kapsamında gözaltına alındı.
ÇKP eski Politbüro üyesi ve Chongqing şehri parti sekreteri olan ve Çin’in gelecekteki lideri olarak görülen Bo Şilar da yolsuzluk ve yetkileri kötüye kullanma suçlamasıyla, geçtiğimiz aylarda müebbet hapis cezasına çarptırılmış, ve siyasi haklarından ömür boyu mahkum edilmişti.
Çin’den Gelen Mobilyalar, Hapishane Yolunu Gösterdi
2000-2004 yıllarında Romanya başbakanlığı yapan Adrian Nastase, 630 bin Euro rüşvet almakla suçlanmış ve yargılama sonucunda 4 yıl hapis cezası almıştı. Başbakanlığı döneminde, evine Çin’den 630 bin Euro değerinde inşaat malzemesi ve mobilya getirdiği öğrenilen Nastase’nin, bu ödemeyi de devlet kadrosuna yerleştirdiği bir iş kadınına yaptırdığı açığa çıkmıştı. 4 yıllık cezanın yanında, 5 yıl boyunca seçme, seçilme ve her türlü memuriyet hakkından da men edilen Adrian Nastase’ye ayrıca 400 bin Euro ceza verilmişti.
Yolsuzluk soruşturması kapsamında Nastase’nin eşi de gümrük evraklarında sahtecilikten üç yıl ceza almıştı. Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin kararının açıklanmasının ardından, evine gelen polisler tarafından cezaevine götürülmek istenen Nastase, intihar girişiminde bulunmuştu. Eski başbakan Adrian Nastase, Bükreş’teki Rahova Cezaevi’nde geçen 9 aylık hapis cezasının ardından tahliye edilmişti.
Rüşvet kaçakçılığından kara para aklamaya, görevi kötüye kullanmaktan rüşvete, şantajdan haksız kazanç elde etmeye kadar sayısız biçiminin olduğu yolsuzluk, dünyanın her yerinde, tüm coğrafyalarda, iktidarların kazanç kapısı konumunda. Koltuğa oturanın da, koltuğa oturmayı hedef edenin de elinin değdiği yolsuzluk örnekleri aslında saymakla bitmez. Cebini dolduran, akrabasını kayıran, rüşvet yiyen, yolsuzluk yapan kimi zaman yargılansa da, devletin adaleti 20 Ocak’ta olduğu gibi çoğu zaman aklıyor, bizden çaldıklarıyla ceplerini dolduranları.Bizlerden çaldıklarıyla servetlerine servet katanlar, yoksullukların üzerine inşa ettikleri yolsuzluklarıyla zenginleşenlerin adaleti, daha fazla rant, daha fazla talan, daha fazla sömürü ve daha fazla “adaletsizlik” oluyor bizlere. İktidarlar, bizden çaldıkları yaşamlarımızla doldururken kasalarını, onların yolsuzluğuna, rüşvetine, haracına, rantına karşı adalet, “saraylarına hapsettikleri adalet”te değil; çalınan yaşamları için direnenlerin yüreklerindeki öfkede yaşam buluyor.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Tarihteki Yavuz Hırsızlar ” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İtalya, İspanya ve Rusya’daki azılı diktatörlükler, dünyanın geri kalanında daha gerici ve ürkek partilerde özlem ve gıpta uyandırırken, yoksunlaştıran “demokrasi”ye yeni bir hava getirdi. Bunların sayesinde, işçilere uygulanan baskıların ve katliamların sorumluları, hain politika sanatına alışkın olan bu eski rejimin yaratıkları yeniden ortaya çıkıyor. Bunlar, cesaret edebildikleri yerlerde, kendilerini ilerici takdim ederek, özgürlük adına yakın geleceği ele geçirmeye çalışıyorlar. Ve mevcut duruma bakılırsa başarabilirler.
Diktatör rejimler tarafından yapılan demokrasi eleştirileri ve demokrasinin yalanlarını ve kusurlarını gösteren bu eleştirilerin tarzı üzerine söylenecek birkaç söz var. Ve Cenevre Konferansı sırasında, tatlı-sert bir iletişimimiz olan Bolşevik sempatizanı ve ayrıca kendine anarşist diyen Hermann Sandomirski’yi hatırlıyorum, şu aralar Bakunin ve Lenin’i birleştirmeye çalışıyormuş, bakın hele. Bu zat Rusya rejimini savunmak için, Kropotkin alıntılarıyla demokrasinin düşünülebilecek en iyi toplumsal yapı olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Kullandığı akıl yürütme yöntemi bana yine başka bir Rus’u hatırlattı ve ona, çarın kadınları soyması, kırbaçlaması ve asması karşısında uygar dünyanın öfkelenmesine “erkekler ve kadınların eşit hakları olacaksa, aynı zamanda eşit sorumluluk almalıdırlar” şeklinde cevap veren yurttaşlarının*, benzer şekilde akıl yürüttüklerini söyledim. Bu işkence ve hapishane destekçileri, kadınların haklarını yalnızca yeni zulümlerine bahane ararken hatırlarlar! Aynı şekilde diktatörlükler demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkarlar.
Bana sorarsanız, sadece akademik açıdan bile baksak, en kötü demokrasiyi, en iyi diktatörlüğe tercih ederim. Tabi ki demokrasi, sözde halkın egemenliği, bir yalandır; ancak yalanlar her zaman için yalancıları biraz olsun bağlar, rastgele güç kullanmasını engeller ve kullanabileceği gücü sınırlar. Tabi ki bahsedilen “halkın egemenliği”, egemenliğin soytarısıdır, başındaki taç ve elindeki değnek kartondan olan bir köledir.
Ancak özgür olmadığı halde özgür olduğuna inanmak, köle olduğunu bilip ve köleliğini kaçınılmaz ve adil kabul etmekten her zaman daha iyidir.
Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir: Yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir. Ama yine de, onu daha kötüsüyle değiştirmek isteyenlerden farklı olarak, ona karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele edebiliriz.
Demokrat olmamamızın sebeplerinden biri de, demokrasinin eninde sonunda savaşa ya da diktatörlüğe yol açmasıdır. Fakat diktatörlük destekçisi de değiliz çünkü başka birçok sebebin yanı sıra, diktatörlük her zaman demokrasi isteğini uyandırır, demokrasiye geri dönüşü kışkırtır ve böylece halkların sahte özgürlükle açık ve vahşi tiranlığın arasında sürekli gidip geldiği kısır döngüyü sürdürür.
Bu yüzden hem demokrasiye hem diktatörlüğe karşı savaşımızı ilan ediyoruz. Fakat onların yerine neyi koyuyoruz?
Tüm demokratlar yukarıda bahsettiğim gibi –halk adına halka baskı kurmak, istismar etmek ve ezmek isteyen, bunun farkında olan ya da olmayan ikiyüzlüler– olmayabilir. Özellikle genç cumhuriyetçilerin arasında, demokrasiye ciddi şekilde inananlar ve demokrasiyle herkes için tam ve eksiksiz gelişme özgürlüğünün elde edilebileceğini düşünenler var. Bu insanları uyandırmamız ve “halk” soyutlamasının, yaşayan gerçeği, farklı ihtiyaçları, tutkuları ve bazen tutarsız arzuları olan erkekler ve kadınları karşılamadığını göstermemiz gerekir.
Buradaki maksadımız parlamenter sisteme ve milletvekillerinin “halkın iradesini” gerçekten temsil etmesi için öne sürülen fikirlere karşı kritiğimizi tekrar etmek değildir ki bu elli yıllık anarşist propaganda sonucunda kabul gören ve fikirlerimizi yadsıyan bazı yazarlar tarafından bile tekrarlanan bir kritiktir (örn: Siyasal Bilimler Senatörü Gaeteno Mosca).
Bizler, bahsedilenleri parçalara ayırıp incelediklerinde, bu sözlerin ne kadar boş olduklarını kendilerinin göreceği inancıyla, genç arkadaşlarımızı daha kesin bir dil kullanmaya davet etmek için kendimizi zorlayacağız.
“Halkın Hükümeti / Egemenliği” hayır, çünkü burada öngörülen şeyin, –halkı oluşturan tüm bireylerin oybirliğinin- asla olamayacağını öngörüyoruz.
Eğer bunu “çoğunlukta olanın iktidarı” diye adlandırırsak gerçeğe çok daha yakın olurdu. Bu durumda, diğerlerinin iradesine boyun eğmek ya da isyan etmek zorunda olan bir azınlıktan bahsetmeliyiz.
Ancak çoğunluğun temsilcileri bile asla bütün sorunlarda birden hemfikir olamamışlardır ve bu yüzden çoğunluk ilkesine tekrar başvurmak gerekir (ç.n.: meclisteki oylama). Böylece, sistemin “seçmenlerin çoğunluğu tarafından seçilmiş bir çoğunluk hükümeti” olduğu gerçeğine daha da yaklaşırız.
Sistem, daha şimdiden, azınlık iktidarına güçlü bir benzerlik göstermeye başlamıştır.
Ve seçimlerin hangi yollarla yapıldığını, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğunu, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığını düşünürsek, tarih boyunca sürekli deneyimlenen gerçeği anlamak kolaylaşır: demokrasilerin en demokratik olanlarında bile, her zaman, iradesini ve çıkarlarını güç yoluyla dayatan ve yöneten bir azınlık vardır.
Bu nedenle, her bireyin iradesini, fikirlerini ve ihtiyaçlarını özgürce ortaya koyabilmesi anlamında “halkın iktidarını” gerçekten isteyenler, hiç kimsenin –azınlığın ya da çoğunluğun- başkalarına kendi iradesini dayatamayacağına emin olmalıdırlar. Başka bir deyişle, iktidarları ve her otoriter örgütü yok etmeli, çıkarları ve amaçları ortak olanların özgür örgütlülüğünü oluşturmalıdırlar.
Eğer her grup kendi başına ve her birey yalıtılmış, diğerlerinden bağımsız şekilde kendi maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaşayabilseydi her şey çok daha kolay olurdu.
Ancak bu mümkün değil ve mümkün olsaydı bile, istenebilir bir şey olmazdı çünkü insanlığın çöküşüne ve vahşete sürüklenmesine yol açardı.
Her grup ya da birey, eğer kendi özerkliklerini, kendi özgürlüklerini korumaya kararlılarsa, diğer tüm insanlarla aralarında kurulan dayanışma bağlarının önemini anlamalıdır. Ve mümkün olanların en iyisini sağlayan, böylesi bir toplumda yaşamanın gerektirdiği özverileri her fırsatta gönüllü olarak yapmayı bilecek kadar yoldaş sevgisiyle dolu olmalıdırlar.
Ama her şeyden önce, bazılarının fiziksel güçle büyük çoğunluğa kendini dayatması ve sırtından geçinmesi imkânsız hale getirilmelidir.
Jandarmayı, despot için çalışan silahlı adamları yok edelim! Ve bir şekilde özgürce anlaşmaya varalım. Çünkü herhangi bir anlaşma olmadan –özgür ya da zorla- yaşamak imkânsızdır.
Ancak özgür anlaşma bile, entelektüel ve teknik olarak hazır olanlara daha büyük yarar sağlayacaktır. Bu nedenle yoldaşlarımıza ve herkesin iyiliğini gerçekten isteyenlere en acil ve önemli sorunlar üzerinde çalışmalarını tavsiye ediyoruz. Halkın zincirlerini kırdığı gün bu sorunlara pratik çözümler gerekecektir.
Errico Malatesta (1924)
Çeviri: Berkay Tartıcı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Demokrasi ve Anarşi ” – Errico Malatesta appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İşte 29 Yaşında Emekli Olmayı Başaran Genç!” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Emekliler geçtiğimiz ay açıklanan intibak yasasıyla kendilerine 1 TL ile 330 TL arasında gelecek olan zamları dört gözle beklerken, Macit’in başarısını duyunca şaşkınlıklarını gizleyemediler.
Bir işçinin emekli olabilmesi için yaklaşık 9000 gün çalışması ve 60 yaşını doldurması gerekirken Macit, sadece 2 sene çalışarak emekli olabilecek. Üstelik Macit’in emekli maaşı da tam tamına 8 bin TL olacak.
Beyoğlu doğumlu Macit erken yaşta emekli olabilmek için ilk olarak “Genç Siviller” adlı topluluk içinde yer almış ve yalakalık koşturmacasına başlamış. Daha sonra 2011 seçimleri öncesinde kapı kapı dolaşarak, gerekirse başkanlarının paspası olarak, İstanbul’dan 16. sırada milletvekili adayı olabilmiş ve son anda gümrükteki 122 bin oyun gelmesiyle barajı kıl payı geçerek milletvekili olmuştur. Milletvekili olduktan sonra maaşı 11 bin 250 TL olan Macit, 2 sene sonra ise emekli maaşı ile birlikte toplam 19 bin 300 TL maaş alacak. Evet, bizim Macit, meclise 27 yaşında giren, en genç milletvekili olan Muhammet Bilal Macit’tir. AKP milletvekilliğini 16. sırada, son anda kapmıştır.
Kendisini başarılarından dolayı tebrik eder, emekli Mustafa amcamıza, Nebahat teyzemize aybaşına kadar sabır dileriz.
Furkan Çelik
[email protected]
The post “İşte 29 Yaşında Emekli Olmayı Başaran Genç!” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>