The post Kim Bir Milyon Dolandırılmak İster? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ayça kendisi ile yaptığım sohbette yarışmanın hem izleyiciyi hem de yarışmacıyı dolandırdığını söylüyor. “Sanki Kenan Işık’ın çeki sana uzatmasıyla, parayı o an alıyormuşsun gibi. Ben alınacak parada sıkıntı yaşanabileceğini, üç kağıda düşülebileceğini tahmin etmemiştim. Programım yayımlandıktan sonra bekledim; Ağustos geçti, Eylül geçti, ödemelerle ilgilenen Aysel Karakazan’a, ATV’nin görsel ve yayın müdürlerine ulaştım. Bana bazı evraklar yollayacaklarını, ödemelerde de sıraya sokulacağımı söylediler. Evraklar geldi. İçinde ikametgâh, nüfus sureti gibi önemsiz bir evrakmış gibi, ibranameyi de yollamışlar. İbranameyi okuduğunuzda karşınıza şöyle bir metni imzalamanız gerektiği çıkıyor: Parayı aldım, 3 yıl boyunca bütün hukuki haklarımdan vazgeçiyorum, hiçbir şekilde yargıya başvurmayacağım, aksi takdirde tazminat ödemeyi kabul ediyor, üstelik bütün haklarımdan vazgeçerek görsel ve yazılı medyada programın başarısını olumsuz yönde etkileyecek herhangi bir şey söylersem tazminat ödemeyi de kabul ediyorum. Bütün bunların altına imza attığımı düşünün. Sonra nasıl olur da ortaya çıkar, paramı almadım diyebilirdim?”
“Paranı tabi ki de alamazsın”
“Açıklık getirmek için Aysel Hanım’ı aradım, ben bu belgeyi imzalıyorum ama aynı gün paramı alıyor muyum diye sordum. Aysel Hanım çok tuhaf bir şey sormuşum gibi, tabi ki de hayır dedi. Noter tasdikli metinde parayı aldığım tarih 5 Ekim yazıyorsa, ben 5 Ekim’de paramı almalıyım. Bir gün dahi geciktirmek kanuna aykırı iken, bu insanlar aylarca para ödemiyorlar. Ben parayı almadan bu kağıdı onlara teslim etseydim, parayı almadığımı onlara asla iddia edemezdim.”
Ahmet Çalık’a Dolandırıcılıktan Suç Duyurusu
Ayça’nın avukatı Engin Gül ile yaptığım görüşmede olayın hukuki sürecinin ayrıntılarını dinliyorum. “Ayça ödülü alamamaktan şikayetle geldi bize. Yaklaşık 3-4 aydır parasını alamadığını söyledi. Bu insanların vaadi şu; yarışma sonrası ödülü kazandınız, siz gidin biz sizi arayacağız. Ayça’nın dediği gibi, yolladıkları evrakta ibraname de var. Ayça Hanım da bu kağıdı imzalarsak paramızı alır mıyız diye bana danıştı. Şimdi bir kere bu ibranameyi bir hukukçu olarak, ben imzalatmam. Çünkü ibraname borcun sükuta erdiği, paraların ödendiği, karşı tarafı akladığını gösterir bir belgedir. Bununla ilgili kendilerini aradım konuştum, bizim prosedürümüz gereği bu ibraname imzalanmak zorundadır, biz parayı patronumuzdan alıp ödemeyi yaparız, patron da bu evraklar olmadan ödeme çıkarmaz, bu yüzden paranızı alamazsınız dedi. Biz de ibranameyi veremeyeceğimizi, hukuki süreci devam ettireceğimizi söyledik.
Öncelikle icraya verdik tabi; 15.000 TL’lik alacağımız için. İbranameyi verin sizi öne alayım dediler. Bu ne demek? Başka ibranameyi verenler varken, biz neden öne alınıyoruz? Çünkü biz hukuki olarak harekete geçtik. İcra prosedürü bellidir, biz alacağımızı istedik. Kişinin borcu yoksa itiraz eder. İtiraz edemediler. Vergi kesintisi ile paramızı aldık. Aynı zamanda Turkuvaz Radyo Televizyon AŞ. Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık hakkında, dolandırıcılık vasfıyla suç duyurusunda bulunduk. Neden dolandırıcılık? Çünkü biz, yani seyirciler de izliyoruz programı. Gördüğümüz kadarıyla orada sunucu, kazanan yarışmacıya ödülünü çek olarak veriyor, yarışmacı da alıyor çekini gidiyor. Biz böyle biliyoruz, yarışmacı da o ana kadar olayı böyle görüyor. Ama aldığında görüyor ki ortada bir çek yok. Uydurma bir kağıt parçası eline tutuşturulmuş, çıkarken de kağıt elinden alınıyor. O anda yarışmacılar da, onu izleyen bizler de aldatılmış oluyoruz. Yani biz paranın alındığını biliyoruz. Ondan sonra dönen dolaplardan haberimiz yok.”
“İbranameyi imzalasan da paranı alamıyorsun”
Ayça’nın avukatı yaşananları anlatmaya şöyle devam ediyor: “İbranameyi imzalasan da sonuç değişmiyor. Ulaştığımız insanlar var, ibranameyi imzalamasına rağmen 5-6 aydır paralarını alamıyorlar. Yani ibranameyi imzalamak demek, parayı alıyorsunuz demek de değil. Kimseyi para vermeden, borcunuzu kapatmadan ibranameyi imzalatmaya zorlayamazsınız. Ama bu insanları parayı ödeyeceğiz vaadiyle imza atmaya mecbur bırakıyorlar, bu belgeleri imzalamadan parayı alamazsınız diyorlar.”
“Yarışmacıları korkutuyorlar”
Ayça yarışma dolayısıyla tanıştığı kişilerin de oldukça mağdur olduğunu vurguluyor: “Benden 3 ay önce yarışmaya katılan Esra Arslan hala parasını alamadı. O ibranamesini imzaladığı için parasını alamıyor. Şimdi almak için debeleniyor ama içerdeki evraklara bakılırsa 5 ay önce parasını almış görünüyor. Esra dışında isminin bilinmesini istemeyen pek çok mağdur var.” Avukat Engin Gül ise şöyle ekliyor: “Yarışmacıları korkutuyorlar. Yarışmacılar acaba hiç alamaz mıyız paramızı diye korkuyorlar. Çoğu, ibraname verdim artık bir şey yapamam diyor. Doğru değil. İbraname her şeyin sonu değil. Parayı verdiklerine dair başka belgeler de gerekir. Ben neden ibranameyi verip mahkemelerde uğraşmak zorunda kalayım? Biz hukuki zoru kullanmak durumunda kaldık. İnsanları ibranameyi imzaladınız, bir şey yapamazsınız psikolojisine sokuyorlar.”
“Bu uygulamadan kazançları çok büyük”
Avukat Engin Gül’e prosedürlerle herhangi bir kazanç sağlanıp sağlanmadığını sorduğumda ise aldığım yanıt son derece çarpıcı. “Böyle bir prosedürü oluşturmanın hiçbir hukuki mantığı yoktur. Sizin bugün borcunuzu ödemeniz çok farklı bir şeydir, ama 6 ay 1 sene sonra ödemeniz çok farklıdır. Bu yarışmadan her gün 3-5 kişi 30.000 lira, 50.000 lira kazanır. Siz kasada biriken parayı düşünün ve bunların 1 yıl sona ödendiğini düşünün. Bunların mutlaka faiz ya da yatırım getirisi vardır.”
Ayça ise bu uygulamadan iki türlü karın sağlanabileceğini söylüyor. “Birincisi muhasebeden ödemeyi çıkarıp yarışmacıya veriyoruz şeklinde gösterip kazanç elde ediyor, faiz işletiyor olabilirler. Korkunç bir rakam söz konusu, gecelik bile çok ciddi bir kazanç elde ediyor olabilirler. Ama bence en önemli sakıncası ise ikincisi. Bir tarihte bana ödeme yapılmış görünüyor, elinde hukuki delil niteliğinde noter tasdikli resmi belge var. Bu belge ile ödenmemiş parayı ödenmiş gibi gösterip, bunu vergi muafiyeti için gider olarak vergiden düşüyor olabilirler. Yani bir taraftan devleti, bir taraftan yarışmacıyı, öte taraftan seyirciyi dolandırıyorlar. Ben ne yaptım? Bir taraftan kendi icra takibimi yaparken, bir taraftan da dolandırıldığıma ilişkin Cumhuriyet Savcısı’na suç duyurusunda bulundum. Biz ortada bir suçun varlığını iddia etmekteyiz. Savcı ortada bir suç olduğuna kanaat getirirse davayı açacaktır.”
“Yarışma lisansının iptaline kadar gidebilir”
Ayça yaşadığı haksızlığı duyurmak için oldukça çaba gösterse de ana akım medyanın bu konuda uyguladığı tutum neredeyse sansür niteliğinde. Ama Ayça yalnızca yerelde değil, uluslararası düzlemde de sesini duyurmaya çabalıyor. Yarışma, başlangıç noktası olarak adını İngiltere’de “Who Wants To Be Millionare” programından alıyor. Ayça, yayın haklarının satıldığı, İngiltere’de bir merkeze sahip yarışmanın sahibi şirket Victory Televizyonu’na da şikayette bulunmuş. “Aslında herkes alacağını icra yolu ile almaya başvursa, her mağdurun avukatının vekalet ücretlerinin toplamı bile program için caydırıcı olur. Lisansın iptali mi gerekir, uyarı mı gerekir, her ne lazımsa yarışmacıların mağduriyetinin duyulması açısından bunun da peşine düştüm. Bu yarışma dünyanın 42 yerinde gösteriliyor, orada işler nasıl yürüyor bilemem ama Türkiye’de işler yanlış yürüyor. Bu iş yarışmanın yayının durdurulmasına varırsa, en iyi olacak.” diye ekliyor.
“Her koyun kendi bacağından asılır değil, bu çarkı kim döndürüyorsa düzeni bozulsun diyorum”
Ayça parasını almasına rağmen bu haksızlığın peşinden koşmasının sebebini açıkça belirtiyor; bu düzen bozulsun. “Onlar parayı ödemediler, ben söke söke aldım. Ben aldım parayı. Ama paramı aldım kendi işime bakarım, başkaları baksın başının çaresine deyip kesip bırakmıyorum. Bu yarışma pek çok insanı daha dolandırmaya devam ediyor. Kimler sorumluysa ortaya çıksın istiyorum. Benim arzum dava açılması, sorumlu kimse ve yaptırımı neyse yapılmasıdır. İnsanlar bu işi kanıksamışlar, normalmiş gibi davranıyorlar. Sanki insanları kandırmak gündelik ve olağan bir şey. Mesele şu bu kanal, kimin yaptığı değil; mesele haksızlığa uğramış olmak. Kim bu çarkı döndürüyorsa, onların düzeni bozulsun, bu şekilde devam edemesinler istiyorum.”
Yarışmacıyı demoralize etmek için elinden geleni yapıyorlar
Yarışmanın arka sahnesinde ise Ayça’nın deyimiyle her şey görünenden farklı. “Banttan yayımlandığı için her şeyi kırparak yayımlıyorlar. Örneğin Ermeni olduğumu, annem öldükten 1 yıl sonra tesadüfen öğrendiğimi söyledim. Kenan Işık, bu tür şeylerin Türkiye’de sık yaşandığını, Ermenilerin baskı altında olduğu için dinlerini, isimlerini değiştirmek zorunda kaldıklarını, böyle acıların bir daha yaşanmamasını umduğunu bizzat söyledi. Ama bunlar hiç yayımlanmadı. Yarışmaya katıldığınız anda demoralize olmanız için bir sürü yöntem deniyorlar. Ramazan’a denk geliyor, askılı giyemezsin dediler. Bu tür şeylere kendi yayın politikalarıdır dedim geçtim.”
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post Kim Bir Milyon Dolandırılmak İster? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Aktivist projenin -malumunuz- başını çeken Greenpeace’in Bölgesel Koordinatörü Ricardo Scheleff’e yöneltilen ‘aktivist ne demektir?’ sorusuna verdiği yanıt açıklayıcı: ‘Sosyal bir değişim yaratmak için çevresine karşı sorumluluk hisseden kişi aktivisttir.’
Bu anlayış, öznelerini aktivistlerin oluşturduğu, proje geliştirme, ağ oluşturma, lobicilik, gösteri yürüyüşü, kampanya yürütme gibi kelime haznesiyle yeni bir sözlüğe de sahip. Aslen Fransızca activiste- İngilizce activist kelimesinden dilimize çevrilen bu kavram, çeviride ‘amaçlarını gerçekleştirmek için doğrudan eyleme geçen kimse, eylemci, militan’ gibi adlandırılsa da, kullanımından bugüne sözlük anlamının dışına taşarak, kimilerince ‘makul görülen’ bir mücadele anlayışını temsil ediyor. Dolayısıyla bugünkü kullanımıyla 70’lerdeki eylemci ya da militan anlamındaki kavramları kapsayıcılığı da oldukça sınırlı.
Bu yazı, bir kelime olarak aktivisti ya da kendini aktivist diye tanımlayanları irdelemekten ziyade, bir ideoloji olarak aktivizmin ve uygulayıcılarının yaratmaya çabaladığı muhalefet anlayışının çıkmazlarını, deneyim ve eyleme yöntemlerini sorgulama niyetine dair başlangıç olma amacını taşıyor.
Konu odaklı kampanya
Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi. Kadın hakları, lgbtt, hayvan hakları, çevre, küreselleşme-nükleer-savaş karşıtlığı vb. sayılabilecek farklı birçok konuda alan çalışması yapan aktivistler, üzerinde çalıştıkları konular üzerinde kampanya örgütleyerek bir tür duyarlılık üretmeye çalışırlar. Toplumsal meseleler artık ‘sorumluluk’ kapsamında değerlendirilmelidir.
Bağlantıları kopar, her koyun kendi bacağından mı asılır?
Aktivizmin en karakteristik özelliklerinden birisi örgütlenme alanlarını parçalayarak bütünün parçaları arasında bağı kopartmaları. Böylece kadın mücadelesinin bileşeni bir kadın için, yaşadığı sorunun aynı zamanda devletin ekonomi politikalarıyla alakalı olduğu gerçeği silikleşir. Kadının yaşadığı mağduriyet yalnızca toplumun eğitimsizliği, cahilliği ya da kültürsüzlüğü gibi ‘göbeğini kaşıyan adam’ sığlığında açıklanır. Ardından çoğunlukla iş olsun diye yapılan ‘birbirimize değemiyoruz, alanlar arası bağlantı kuramıyoruz konseptli’ toplantı ve seminerler, çoğunlukla entelektüel bir aktivite tadında gerçekleştirilir. Niyet önemlidir, ve fakat çoğu zaman bile bile ladestir.
Öfkeden suçluluk duygusuna yeni bir rol modeli: Nasıl bir sorumluluk alırdınız?
Mücadeleler arası bağların kopartılmasıyla bağlantılı bir başka özellik de toplumsal sorunların çözümünün bir tür ‘sorumluluk’ kapsamında ele alınmasıdır. Bu şekilde sistemin özünde var olan eşitsizlik ve çıkmazlar, her bireyin kendi eksiklikleri noktasında bir ‘duyarlılık’ meselesi olarak açıklanır. Ve hatta bu anlayış, yalnızca bir kültürsüzlük meselesi haline getirilerek şarkiyat sorunu çerçevesinde Kürt düşmanlığına kadar vardırılabilir.
Mücadele anlayışları öfke ve isyan ile değil başkalarına karşı sorumluluk, duyarlılık vb. bir tür suçluluk duygusu ile şekillendiği için, psikoloji alanının üstüne çalışmasına ihtiyaç duyduğu kişilerdir. Hayatı için pratik kaygılarla yaşamını savunmak adına değil de, başkaları için sorumluluk ve suçluluk duygusuyla hareket ettikleri için, hazır kalıpları sahiplenerek yollarına devam ederler. (elbette bu durum, yalnızca sorumluluk ve suçluluk duygusunu değil, aynı zamanda sosyalleşme, farklı olma vb. duyguları da karşılar)
Bugünden gerçekleşecek devrimci yaşam pratiği kaygısının esamesi okunmaz hayatlarında. Bu yüzden sokaktaki varlıkları da eylemin bereketliliğini değil, çoğunlukla şovu andıran bir gösteriyi andırır. Rolleri aynıdır, ve birbirlerini sürekli tekrar eder. Yaratıcılıkları çoğunlukla kapitalizmin kendilerine sunduğu yeniliklerin birer taklidinden ibarettir. Yaşamın bütününü kapsayan bir farkındalığı değil, gösterinin ötekilerden kendisini ayıran farklılığını önemserler.
‘Sistem iyi çevresi kötü’ : Dikkat siyaset var!
Sonuç mu? Örneğin ‘yeşili seven’ duyarlı vatandaşın termikçi şirkete karşı olan ‘radikal’ tavrını, kapitalizme karşı gösterdiğini çoğunlukla göremezsiniz. –alanlar arası bağlar çoktan kopmuştur- Çünkü bir aktivist için mesele yalnızca x şirketinin yeteri kadar duyarlılık gösterememesinden kaynaklanır ve amaç bu şirketi ‘acilen sorumluluğa çağırmak’ olacaktır. Meselenin bütün şirketlerin özünde var olan kar hırsı olduğu, bu sorunun hangi iktidar ilişkileri sonrası ortaya çıktığı, bu durumdan kimin ne kazandığı ya da sorunların çözüme ulaşmamasının kimlerin işine geldiği her zaman için görmezden gelinebilir ayrıntılardır. Bu sorunu derinlemesine inceleyerek bütünlüklü bir anlayışa sahip örgütlenmeler, ‘siyaset var’ şiyarıyla lanetlenir. Yani aslında, sistem iyidir ama ‘çevresi kötüdür’ ve aktivistlere düşen görev, yalnızca sistemi duyarlılığa çağırmaktır.
Böylece ıslıkların, renkli gösteri ve kampanyaların ardında, düşmanı yardıma çağıran bu boş ve anlamsız çaba apaçık bir şekilde gerçeklikten sıyrılır.
Toplumsal çelişki yok, hepsi teknik aksaklık
Aktivistler için çoğu sorun aslında teknik bir meseledir. Ve sistemin teknik aksaklıkları her zaman müzakere ve diyalog süreçleri geliştirilerek, katılımcı demokrasi yöntemi kullanılarak çözülmelidir. Bizim düzeni değiştirmek gibi bir derdimiz yok, anlaşsak yeter! Mücadelenin kendisi, esnafla müşteri arasında geçen bir tür pazarlık meselesi olarak gösterilir ve ortada açık bir şekilde duran sınıfsal ve sosyal çelişkiler, karşılıklı anlaşıp konuşularak çözülebilecek teknik bir meseleye indirgenir. Bu diyalog ve müzakere süreçleri, çoğunlukla aktivistleri temsilen Sivil Toplum Kuruluşları(STK) ve STK’laşmış örgütler aracılığıyla uzlaşma masalarında sağlanır.
Bir kariyer serüveni: “Üst düzey bir aktivist olarak..”
Aktivistler için mücadele bir tür iş koşuşturmacısı gibidir, bu sebeple çoğu kimse aktivizm mesleğine adaptasyonda sıkıntı çekmez. Aktivizm, kapitalizmin dünyasına algısal olarak çok yakın bir yöntemi benimsemiş olduğu için, kişinin dünyasında çoğunlukla iş ile hobi arasında bir yer tutar. (Hatta ticarette dahi daha çok risk alabilirsiniz.) Aktivist olmak kolaydır, çünkü devrimci değildir. Ve bu tutum apaçık sahiplenilir. Aktivistler, sisteme dair uyuşmazlığın en kolay kabul gören biçimi olarak bu rollerine sıkı sıkıya sarılırlar. Başbakanın hakkını aramaya davet ettiği hanım arkadaşlardır.
İşi gereği sabah 9 akşam 5 aktivistlik yaparken, mesaisi dışında hayatına ‘suya sabuna dokunmadan’ devam ederler. Sistemin kendisini en kolay sızdırdığı gündelik yaşamda onlar için her şey olduğu gibidir. Bu şekilde sistemin onu devam ettiren birer parçası haline gelirler. Nükleer ve iklim değişikliği aktivist sertifikasına sahip olan ve hiçbir eylemi kaçırmayan bu kişiler, zamanla aktivistlik kariyerinde üst sıralara yerleşirler.
Uzmanlaşma kaçınılmazdır. Bu durum onları neredeyse kendi küçük değişim taleplerini bile içten içe reddeder hale getirir. Ağaçların kesilmediği, hayvanların katledilmediği bir ülkede, bir çevreci nasıl olur da kariyerini devam ettirebilecektir? Evet sistem iyidir, aslında düşününce çok da kötü değildir ve çatlaklar derinleşmese hiç de fena olmayacaktır. Bu kadar deneyimi boşuna mı edindim? Zamanla sistem artık aktivistin varlığının bir gereği olur. Yanisi, herkes kendine yarattığı küçük ve şirin kovuğunu savunarak, gerçek değişimin karşısında bir nefer haline getirilir.
Yönlendirilmeye öyle açık ki..
Elbette mücadele zeminlerini böylesi küçük parçalara bölmek, bir yandan da onu çok daha kolay kontrol edilebilir bir hale getirir. Devletlerin ve özellikle devasa vakıfların fon ya da hibe programlarıyla beslenen bu tarz çalışmalar, muhalefeti kontrol edilebilir ve bilgisine kolayca ulaşılabilir hale getirir. Sistem, kendi karşıtını uluslararası şirketlere muhtaç ve onlarla organik bir bağlantı içerisinde konumlandırmak için olağanüstü bir çaba sarf eder. Bu durum paranoyak ‘dış mihraklar’ söyleminin ötesinde, yalın bir gerçekliği ifade eder. Rockefeller ailesinin başını çektiği Davos Dünya Ekonomi Forumu’nun karşı zirvesi Dünya Sosyal Forumu’nun Rockefeller Vakfı tarafından hibelenmesi saklanmaya dahi gerek duyulmayan bir gerçektir. Sonuçta Rockefeller vakfının bu aileyle ne ilgisi olabilir?
Sonuç yerine
Bugüne baktığımızda oluşturulan parçalı muhalefet anlayışının, yerelliği ve bireyselliği yükselterek daha ‘demokratik’ bir örgütlenmeyi sağladığı savunulanlar arasında. Ancak bu durumun toplumsal sorunlar arasındaki bağlantıyı toparlanamayacak derecede koparması, bütünleşik bir koordinasyon ve eylem planının sağlanamaması, parçaların içine türlü yollarla sızmayı kolaylaştırması nedeniyle hareketlerin sınırlarını belirlenebilir kılması, yıllardır tarif edilemeyecek tahribatlara sebep oldu.
Sistemin bütününü göremeyen, politik mücadeleyi ‘siyaset var’ söylemiyle reddeden bir anlayışın toplumsal bir dönüşümü sağlayamayacağı açık. Üstelik böylesi bir siyasetsizlik, eskinin ideolojik propaganda ve devrim tahayyülünü reddederek kendini bir tür ‘solcu karşıtlığı’ üzerinden var etmekte. Eskiyi eleştirerek yeni bir politik mücadele hattını oluşturmak yerine, -gerçek bir alternatiften söz ediyorum- siyasetsizliği savunan bir anlayışın getirdiği şey, stratejisiz, tahayyülsüz ve alternatif gelecek vaadi olmayan bir siyasetsizlikten öte değil.
Bu sorunun en güncel halini Occupy Wall Street ile başlayan zincirleme işgal hareketinin Obama’nın seçim propagandası haline dönüşmesi gerçekliğinde apaçık gördük.* Eylemleri bir tür etkinlik haline getiren ve politik argümanları olabildiğince öteleyerek hareketlerin geleceğini dahi tartıştırmayan bir mücadele anlayışını ‘yöntem’ olarak benimsemenin artık bilinçli bir karşı hareket olduğunu görmek gerekiyor. Buna karşı yaratılacak hareketlerin de, kapitalizmin kendi yarattığı karşıtlara karşı olmak gibi kısır bir döngünün parçası olarak değil, devrimci bir alternatifin bugüne verilecek cevabının ne olması gerektiğini düşünerek, ve farklı mücadeleleri ‘duyarlılık’ değil ‘birlik ve dayanışma’ esasına göre örgütleyen bir anlayış olması gerektiğini, artık hepimiz biliyor olmalıyız.
*Devrimci Anarşist Faaliyet’in ‘Bir %99 etkinliği olarak Occupy’a Anarşist Bir Eleştiri’ adlı kitapçığı, Amerika’daki işgal hareketinin açmazlarını göstermek açısından oldukça verimli bir tartışmanın önünü açmıştı. Okumak için: http://issuu.com/faaliyet/docs/occupy
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Roboski halkının kola ile imtihanı..
Raporda Uludere katliamının ardından çocuklardaki psiko sosyal bozukluklar şöyle betimleniyor: “Çocukların, özellikle öğrencilerin çok ciddi davranış problemleri var. Kızgın ve öfkeliler… Okul camlarını kırmak ya da bir çocuktan beklenmeyecek ölçüde aşırı politize söylemler söz konusu.” Ve ekleniyor “Okulun eşyalarına zarar veriyorlar, ders başarıları düşmüş durumda. Çocuklar, çikolata, kola gibi besinler bile tüketmiyor.” Olaydan sonra öğrencilerde agresif davranışlar, slogan atma, disiplinize edilememe, aniden bağırma ve parti yöneticileri gibi konuşma davranışlarının gözlemlendiği de ekleniyor.
Raporun aslında ilk bakışta masum görünen bu tespiti, sağlıklı bir çocuğun nasıl olması gerektiğini, hastalık belirtilerini göstererek alttan alta bilincimize aşılıyor. Kola içmeyen ve politik düşüncelerini sık sık dile getiren sosyopat ve disiplinsiz çocukların karşısına, kolasını içen, televizyon izleyen, okuluna gidip dersini çalışan akıllı uslu çocuklar yerleştiriliyor. Böylece Roboski gibi Türkiye’nin diğer illerine göre bambaşka bir sosyal ve politik karaktere sahip bölgesinde yaşayan çocuklar, yine ezenlerin akıl ve değer sistemine göre yargılanarak “hasta” kabul ediliyor.
Asimilasyon ve ötekileştirme, yani bugün Kürt çocuklarının yaşadığı sorunların kaynağı, yalnızca bir dilin başka bir dil üstünde kurduğu baskının da ötesinde, bütünlüklü ve sistematik olarak uygulanır. Bazen egemen devletin ve milletin kendi dilini dayatması, bazen egemen sınıfın kendi değerlerini ve kültürünü ezilenlere, çocuklara ve gençlere aşılaması, bazen ise insanlarla ilişki kurma, mantık süzgecinden gerçirme ve dile dökmedeki biçimsel dayatmayla kendini gösterir.
Bu ötekileştirme biçimleri, gün gelir adı Şırnak değil Şirnex olan ve merkezinde ne Mc Donald’s ne de Burger King’in olduğu bir şehrin dağlık köyünde yaşayan çocuk ve kadınları kola içmemelerine istinaden ruh hastası yapar. Aynı şekilde öğretmenlerinin ne dediklerini bile anlamadıkları okulları zaten her yıl anadilde eğitim talebiyle boykot eden çocukları, ders başarılarının düşmesiyle görecelendirir. Bizler de kapitalizmin giremediği bir bölgenin kapitalizmin koşullarına göre değerlendirildiği, devletin sistematik olarak kendini dayattığı çocukların “disiplin kurallarıyla” ölçüldüğü bir tabloyla karşı karşıya kalırız. Raporu okurken, Mars’tan dünyaya düşmüş akil bilim insanları ile bölge halkının karşılaşmasını izlerken buluruz kendimizi. Sonra bir de bakmışız ki halkın öfkesine tercüman olmak adına yapılan “iyi niyetli” değerlendirmeler, tarafsız ve “nesnel” görüneyim derken, acemi nalbant gibi meselenin kah nalına kah mıhına vuruyor.
Roboski halkı iyileşmek istemiyor.. derken?
Söz konusu metnin raportörü Hira Selma Kalkan bir televizyon programı ile yaptığı söyleşide, halktaki mevcut yası şöyle açıklıyor: “Kadınlar mezardan çıkmıyor, uzun süreler mezarda kalıyorlar, bu acıyı tekrar tekrar yaşıyorlar. Hatta sanki acıyı bırakmak istemiyor gibiler. Gelelim, destek verelim size iyi gelir mi diye sorduk, “iyi gelir ama istemiyoruz, acımızı unutmak istemiyoruz” dediler. Yani o acılı ve mağdur duruma sarılma halleri var, aslında bu da rahatsız edici bir şey. Acılı bir olay yaşandı ya, bu onların tek gerçeği oluyor. Çözemedikleri zaman da bu acı, hayatlarındaki en büyük olay- tabi ki büyük olay ama, şimdi bir şey söyleyeceğim, kör ölür badem gözlü olur.. Tek yaşam dayanakları burası gibi oluyor. Bu acıdan beslenme hali ortaya çıkıyor. Bu acıdan kurtulmak istemiyor.. Niye istemiyor? Bir suçluluk duygusu yaşıyor, benim oğlum ölmüş ben kola nasıl içerim diyor. Bu kalanların suçluluk duygusu.. Ben onu nasıl koruyamadım diyor, suçluluk duygusu onları acıya yapıştırıyor. İyileşmeleri için hem suçluluk duygusunu çözmek lazım, hem o acıyla baş etme yöntemi bulmak zorundayız…”
Selma Hira Kalkan’ın bu konuyu yorumlarken gerçekten söylemek istediklerini tasarlayarak mı yoksa yıllar boyunca öğrendiği anaakım psikiyatrın kurbanı olarak mı yaptığını niyet okumasından öte yorumlamak güç. Ama yıllar yılı psikiyatrinin toplumsal travma sonrası insan davranışlarının onların kendi bireysel rahatsızlıklarından kaynaklandığını belirten asıl hastalıklı yaklaşımı yazık ki burada da açığa çıkmış görünüyor.
Roboski katliamında hala süregelen ve unutulmak istenmeyen öfke ve yas hali, bireysel ve münferit bir hastalık belirtisi değil, kendilerine bu acıyı çektirenlere karşı ‘politik’ bir tavırdır. Hatta şöyle diyelim, kişilerin kendisi dahi buna “politik” bir tavır demeyebilir, bunun “politik” olduğu bilincine ve bilgisine sahip olmayabilirler, ama onların olaya ve yaşadıklarına karşı aldıkları tavrı “suçluluk duygusu” gibi bir kavramla açıklamak bu tavrı yalnızca değersizleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ötekileştirir. Öyle ki bu değerlendirme, Roboski halkının devlete karşı aldığı tavrı toplumun gözünde itibar edilmemesi gereken ve zaten ruh sağlığı yerinde olan insanlar tarafından uygulanmayacak bir yöntem olarak gösterir. Bu ise toplumun duyarlılığını arttırmak için çabalayan bir psikiyatristin değil, düpedüz devletin ve kapitalizmin dilidir..
Vicdani retten Roboski’ye sosyopat kişilik bozukluğu..
Görünüşe bakılırsa Roboski katliamının ardından sisteme entegre olamayan çocuk ve kadınlar, kendileriyle ilgilenen başkaca psikiyatrlar tarafından anti-sosyal kişilik bozukluğu, hiperaktivite, depresyon ve bunun gibi bir çok farklı modern hastalık tanısıyla karşı karşıya bırakılacaklar.
İlginç olmayan bir tesadüf.. Vicdani retlerini açıklayarak askere gitmeyi ve kardeş kanı dökmeyi reddedenlere açılan “askerlikten soğutma” davasında “otorite ile uyumsuz olma ve bu nedenle suç işlemeye eğilim” olarak tanımlanan anti sosyal kişilik bozukluğu teşhisi, akla zarar bir yargı sürecini beraberinde getirmişti. Bu süreçte devlet “bilimsel” veriler ışığında vicdani retçilerin askere gitmemek yönünde aldıkları politik tavrı, “kişilik bozukluğu” tanısıyla değersizleştirip ötekileştirmek için elinden geleni arkasına koymadı. Savaşmayı reddedenlerin sistem ile birebir yaşadıkları sorunların onların bireysel sıkıntılarından ileri geldiğini iddia etti. Bu şekilde anaakım psikiyatri, baskı ve eşitsizliğin kaynağının toplumsal ya da politik değil, “kötü sistem yoktur çürük elmalar vardır” derken kastedildiği gibi bireysel veya kişiler arası olduğunu öğretmeye çabaladı. Sosyal değişimi hedefleyen hareketler artık başka yöne çevirebilecek bilimsel ve meşru bir hatta sahipti.
Kim bilir belki bir gün, katliamı yaşayan Roboski’li çocuklar kendi kardeşlerini öldüren uçağın pilotu olmak istemediklerini, katil devlete asker olmayacaklarını, kardeş kanı dökmeyeceklerini söyleyecekler.. Ve bu sefer katliamı yapan aynı devlet, bugün yazılmış raporlarda belirtilerini gösteren hastalıklara istinaden, verdiği çürük raporuyla hapislerde süründürecek aynı çocukları..
Kim hasta kim değil, bu çok daha uzun bir tartışmanın konusu elbet. Ama insanın insanı, kendi kardeşini, amcasını, babasını öldürmeyi reddetmesine hastalık diyenlerin “akıllı” sayıldığı şizofrenik bir toplumda, hastalığın belirtisini dahi tespit ederken en az 3 kere düşünmek gerekiyor. Hiç değilse çocukların kola içmedikleri için ruh hastası ilan edilmeyeceği günlere özlem duyanlar için..
Mine Selin Sayarı
The post “ Roboski Anormal: Çocuklar Çikolata Yemiyor, Kola İçmiyor! ” – Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tıp ile yaşarken ölmeyi öğreniyoruz
Bugün ilaç şirketleri, ilaçlarının tanıtımı için en yüksek miktarda yatırımı reklam masrafları için değil, halkla ilişkiler uzmanları ve doktorlara harcıyor. İlaç şirketleri kendilerini meşrulaştıran doktorları kendi elleriyle yetiştirirken, doktorlar bilim adı altında insanlara zehir yazıyor. Üstelik sadece ilaç değil, sağlıklı beslenme piyasası da, yan sektör olarak devreye giriyor.
Kardiyolog dernekleri uluslararası şirket tekellerinin ‘kalp dostu’ gıda ürünlerinin tanıtımını yaparken, kolestrolün kalp krizinin nedeni olmadığı, bu ilaçların ticari bir rant aracı olduğu, kolestrol ilaçlarının asıl hastalık nedenini sakladığı başkaca doktorlar tarafından bas bas bağırılıyor. Kötü beslenmeden, hareketsizlikten ve şehir yaşamından kaynaklanan kalp rahatsızlıkları, insanın yaşamını bütünlüklü bir şekilde değiştirmesi ile önlenebilecekken, hastalığın nedeni değil sonucu olan kolestrolü düşürmek için üretilen ilaçlar, dünyanın en çok satanlarında birinci sıraya oturuyor. Aslında tıp, zehirlenen insanın sararmaya başlayan suratına makyaj yapmakla görevlendiriliyor. Bu şekilde insanlara zehrin kendisiyle, kirli havayla, fast foodla, aşırı şekerli ürünlerle, ağır çalışma koşullarıyla, yalnızlık, bencillik, stres ve rekabetle yaşamak öğretiliyor. Bir insanın sağlıklı olması için yapabileceği en iyi şey, hastalık hiç oluşmadan onu önlemek iken, bugün doktorlar hastalığın devamlılığı üzerinden kar ederek var olabiliyor. Çünkü hastalığı önlemek adına yaşamı dönüştürmek, tanı koyarak ilaç yazmaktan çok daha ‘masrafsız’ oluyor. Ve aslında bu gerçek, kimilerinin hiç ‘işine’ gelmiyor..
Tıp yalnızca tıp değil..
Sadece hastalanmıyoruz. Toplumsal roller de tıp tarafından belirleniyor. Örneğin yapmaktan nefret ettiği bir işi yapmak zorunda kalan bir kimse kronik mutsuzluğa sahip ise, bu durum depresyon tanısının ardından kişiye yazılan anti depresanlar ile geçiştiriliyor. Adına tedavi denilen bu yöntemle kişi ilk olarak ‘uyumsuz’, ‘karşıt’ vb. tanımlarla karşılaşmadan, politik sorumluluklarından kurtuluyor.
Doktor ise hastasının sorununun sistemden kaynaklanmadığı, meselenin tamamen biyolojik olduğu yönündeki ‘tanısı’ ile hastanın ve sistemin suç ortağı oluyor. Üstelik kişinin yaşam koşulları değişmediği takdirde anti depresanın hastayı tedavi başarısı istatistiklerde ‘yok’ kabul edilmesine rağmen, kişileri yaşam boyu kendine bağımlı kılan ilacın kullanımı hiç durmadan artıyor.
Aynı şey kolestrol ilaçları, kalp rahatsızlıkları, obezite, hipertansiyon, ağrı kesiciler söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyor. Ve dünyanın en çok satan bu ilaçları, kişinin hastalığını önlemeyi değil, tedavi adı altında hastalığının sürdürülebilir kılınmasını amaçlıyor.
Hastaneler hiç bu kadar yaşam merkezi olmamıştı…
Evet sistem artık herkesi muayene etmek, yüksek teknolojideki makinelerini kullanarak bunlar üzerinden kar etmek, her eve en az iki reçete yazmak, kutu kutu ilaçlarla ecza dolaplarını doldurmak ve bir velinimet olarak müşterisini her daim kendisine bağımlı kılmak istiyor. Anlayacağınız, bir yaşam merkezi olarak hastaneler alışveriş merkezleri kadar cazip hale getirilmek isteniyor. Geçtiğimiz yıllarda AKP’nin hastanelere ulaşımı kolaylaştırma politikası ile içinde AVM’lerin de olduğu devasa şehir hastaneleri projesi, bu anlayışı temsil ediyor. Hasta insan, bir tüketici olarak hastane şirketlerinden mümkün olan en yüksek oranda ‘alışverişe’ teşvik ediliyor. Tabi bu alışverişten, herkes ancak ‘nasibine’ düşeni alabiliyor.
‘Herkese eşit eziyet hakkı’ mı?
Günümüzde sağlık meselesi iktidarın gündelik politikaları ve onların karşıtlığı üzerinden öyle sıkışmış bir tablo içerisinde tartışılıyor ki, tıbbın sorgulanamaz olma durumu tarihte hiç bu kadar keskin olmamıştı. Sağlığı toplumun her kesimine eşit şekilde dağıtma talebi üzerinden yapılan muhalefet politikaları, yalnızca sıkışmış bir siyaset biçimini değil, aynı zamanda iktidarların ve sağlığın ortağı şirketlerin de ağzını sulandırıyor. Kar mantığı üzerinden şekillenen tıbbın eşit dağıtılmasını istemek, aslında büyük bir kör dövüşüne işaret ediyor. Bu taleple birlikte toplumun tüm dikkati, bu yıkıcı sistemin devamını sağlayan iktidarın ve doktorların verdiği zarardan, iktidarların tüketim toplumunun devamlılığını sağlamak için üzerine düşeni yeterince yapmadığına kayıyor.
Böyle bir düzende hizmetlerin daha eşit dağıtılmasını istemek, insanların hasta edici yaşam ve çalışma koşullarına devam etmesini meşru kılıyor. Eğer tıp, bizleri hasta eden sistemin bir devamcısı ve uygulayıcısı haline gelmişse, aslında ilk önce tıbbın kendisini sorgulamamız gerekiyor.
Bildiğin gibi değil..
Yeşilçam filmlerinde bir sahne vardır belki hatırlarsınız, mahallenin doktoru hastanın evinde, yatağının başında ona bir arkadaş olarak nasihatlarda bulunur. Doktor hastasına nasıl yaşaması gerektiği, nelere dikkat etmesi gerektiğini söyler. Doktor olmak, ilaç yazmak değildir aslında. Ve aslında ‘doktor olmak’ da değildir; karşındakinin yaşamını dert edinebilmek, sahip olduğun bilgiyi ihtiyacı olanla paylaşmaktır. Artık sağlık bilgisi hastanelere ve tıp ‘profesörlerinin’ tekellerine öyle bir kapatılmıştır ki, en basit sağlık bilgilerini bile yıllar yılı kaybetmiş buluruz kendimizi. Artık her müdahale yüksek teknolojilerle hastanelerde yapılmaktadır. Halbuki bugün herhangi bir krize müdahalenin hastane merkezli olmasından dolayı ölen insan sayısı, hastanelerin sağladığı üstün teknikler sayesinde kurtulan insan sayısından fazladır. Ve bütün yaşamsal bilgiler, hastanelere muhtaç olmamız için bizden uzaklaştırılır. Onlarca yan etkisi olan ilaçları kullanmadan önce bir zamanlar evde kullanılan tedavi yöntemleri ‘koca karı’ işi olarak çoktan bir kenara atılmıştır.
Yaşamak, ama nasıl?…
Acaba tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel hale gelen bu hastalıklar mı teknolojiyi geliştiriyor? Yoksa bu kadar büyük endüstrinin, yapay gıdaların, hızlı üretim ve tüketim yaşantısının, şehirlere kapatılarak yalnızlaştırılan insanların olduğu bir toplum mu hastalığın kendisi? Hastalık dediğimiz nedir? Örneğin insanların doğal gelişiminin bir sonucu olan menopoz, östropoz önlenmesi gereken bir hastalık mıdır? Bütün bir yaşamı boyunca ‘hastalıklı’ bir şekilde ölümsüzlüğü kovalayan insanlar mı olduk? Yoksa mutlu, sağlıklı, bizim ve özgür olan bir yaşam mı istiyoruz? Bu yazı böylesi önemli bir mesele için yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyabilir ancak: Büyüyünce ne olmak istersiniz demiyorum, nasıl yaşamayı düşlerdiniz?
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post ‘Hastalanıyoruz’- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Daha Fazla Zam, Daha Fazla Borç Ama Yine de “Tüket ey Türkiye”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şu an yatıyorum, kalkıyorum; Başbakan olarak bütün hedefim, derdim vatandaşımızın tüketim gücünü nasıl artırırım; ona bakıyorum. Artırdıkça ülkemde üretim artıyor, üretim arttıkça yatırım başlayacak. Yatırım büyümeyi getiriyor, büyüme olunca istihdam alanı açılıyor. Tüket ki üretesin. Formül: Tüket ey Türkiye!
Bütçe açığı beklentilerin üzerinde geldi, hükümet zam kararlarını art arda açıkladı. Akaryakıt, içki ve otomobildeki fiyat artışlarını, elektrik ve doğalgaz zammı takip etti. Zamlar ilk olarak ekmek fiyatını etkileyecek denilirken, sırada, süt ve süt ürünleri, et, ve temel gıda ürünleri bulunuyor.
Maliye Bakanı, “düzeltici önlemler” üzerinde çalıştıklarını belirterek “özellikle cari açık nedeniyle mali disiplinin sürmesi için çabaladıklarını” söyledi. “Harcamalarda öngörülmeyen artışlar; gelirler tarafından ise özelleştirme gelirlerinin beklentilerin altında kalmasını” sebep olarak gösteren Şimşek, aslında zamların ilanından bir süre sonra oluşturulan savaş gündemi ve bunun için gerekecek mali tebdir ve takviyenin de sinyalini veriyor.
Muhalefet partilerine karşı hükümete büyük bir politik üstünlük sağlayan büyüme raporları bu sefer beklentinin altına düştü. Bütçe açığı nedeniyle frene basacağını belirten Maliye Bakanı, herşeye rağmen olumlu mesajlar vermeyi sürdürüyor. Türkiye’nin büyüme hızı ekonomistlerin ifadesine göre AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana ortalama %4.23 artış gösterdi. Tüm bu gelişmelerin yanında son süreçte büyüme kriterlerinde kimi kritik dönüşümler var.
10 Eylül 2012’de Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayımladığı rapora göre ihracatta büyüme durma noktasına geldi. Halkın tüketime olan iç arzında ve özel yatırım oranlarında yaşanan düşüş ve inşaat sektöründeki durma, her ne kadar ‘dış etkenlerin’ etkisiyle açıklanmaya çalışılsa da, bu gelişmeler bambaşka gerçeklikleri görünür kılmaya başladı.
Peki bütün politikacıların dilinden düşmeyen ‘büyüme’ ne demek? Sürekli raporları yayımlanan gayrı safi milli hasıla nedir, böylesi hızlı büyümeye rağmen insanlar neden daha çok yoksullaşıyor?
Büyüye büyüye yoksullaşmak..
Büyüme, basitçe daha fazla harcamak demektir. İktisadi büyümenin ölçütü olan Gayrı Safi Milli Hasıla(GSMH), bir ülke vatandaşlarının verilen bir yıl için ürettikleri toplam mal ve hizmetlerin, belli bir para birimi karşılığındaki değerinin toplamı olarak lanse edilir; ancak GSMH modelinin en önemli özelliği varlığını gayri-insani’liğinden almasıdır. Çünkü iktisadi büyüme, her türlü sınıflandırmayı insanın değil piyasanın değerlerine göre yapar. Büyümenin daha fazla harcamak manasına geldiği bir iktisadi politika içerisinde gelişimi sıcak paranın el değiştirmesi üzerine kurulu bir sistem, kendi insafsızlığı oranında “iyi toplum” algısına egemendir. Ve hatta ne kadar gayri-insani olursa, o kadar büyür, “milli” servete neş’e katar.
Milli hasılayı hesaplamanın alışıldık yöntemi, genel politikaların zaten gelir dağılımı eşit ve adil olmayan bir toplumda manasızlaşan tahlillerine dayanırken, açıkça ifade edilmeyen asıl hipotez, daha fazla para el değiştirdiğinde ekonominin büyüdüğü hesaplamasına dayanır. Bu hipoteze göre bir toplumdaki refah, “fakirden alınıp zengine verilerek hareket ettirilen” sıcak paranın ivme almasına göre artar.
Kapitalist bir işletme gibi çalışan devlet ekonomisi, ya büyümek ya da yok olmak zorunda olduğu rekabetçi piyasada, rekabet yeteneğini sürekli geliştirmek zorundadır. Bu nedenle karını arttırmak için düşük ücret, zam, vergi gibi yöntemler kullanarak üretim maliyetini düşürmeyi çabalar. Aslında büyümeye egemen olan GSMH modelinin baştan “eşit dağılım” ilkesini göz ardı ederek “işçinin böğrüne-piyasanın cebine” anlayışına kucak açmasındaki insafsızlığı, sınıflandırmayı sadece aldatıcı ya da yanlış olarak yapmasından değil, hiç sınıflandırmadığı şeylerden kaynaklanır. Çünkü bu paranın nereye ve ne için harcandığının hiçbir önemi yoktur.
Büyümeye dayalı kapitalist bir iktisat politikasında, para aklımıza gelebilecek her vesileyle el değiştirebilir. Örneğin, kredi kartına borcunuzu ödeyemediğiniz için avukatların haciz masrafı olarak sizden aldığı para, gayrı safi milli hasılaya güç katar. Trafik kazası yaptığınızda cebinizden çıkan para, iş kazasında ölen işçinin cenaze masrafları GSMH’ye can katar.. Savaş, parayı hareket ettiren en büyük kaynaklardan biridir. Binlerce temiz dereyi borularla kapatıp HES yaparak büyüyen özel sektör, devletle birlikte arıtma tesisi ve sudaki kirlenmeye karşı mücadele için on yıl içinde neredeyse üçe katlanacak “tüketim” ve dolayısıyla “büyüme” tahlilleri yapar. Bir yanda “şehir içi sürgünler” deprem riski ile meşrulaştırılarak “soylulaştırma” ekonomiye can verirken, diğer yandan gözetim toplumları, cezaevleri donanımları gayrısafi milli hasıla’nın büyümesine önemli katkıda bulunurlar.
Anlaşıldığı üzere, halkın cebinden çıkan her türlü ‘hareket eden’’ para, GSMH’nin sürekli büyümesini sağlayacaktır. Ve bu büyüme yoksul kesimin yaşam kalitesini arttırmaya değil, yoksullara kredi vererek zenginleşen, evsizleri gecekondularından atıp yeni binalar dikenlerin büyümesini sağlar..
Bir röportajında Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi ekonomi politikasını açıklarken vurguladığı cümleler, tam da bu politikanın dayanaklarını ortaya koymakta:
“Şu an yatıyorum, kalkıyorum Başbakan olarak bütün hedefim, derdim vatandaşımızın tüketim gücünü nasıl artırırım; ona bakıyorum. Artırdıkça ülkemde üretim artıyor, üretim arttıkça yatırım başlayacak. Yatırım büyümeyi getiriyor, büyüme olunca istihdam alanı açılıyor. Tüket ki üretesin. Formül: Tüket ey Türkiye!”
Varlığını paranın değişimi ve dolayısıyla yaşamın değil piyasanın değerleri üzerinden alan bir iktisadi politikanın, değerlendirmelerden uzak tuttuğu, böylece uygulamada yaşamsal değerler kadar kolektif ve bireysel refah konusunda da her türlü güncel değeri inkar ettiği açık. Peki her yıl hiç durmadan büyüyen biz olmadıysak, kimler büyüdü de zengin oldu?
Zenginler daha zengin, fakirler daha borçlu..
Son 10 yıla baktığımızda, bankacılık sektörü yıllık bazda yüzde 15 civarındareel büyüme kaydetti. Silah sektörü 2012’nin ilk 8 ayında %70, Suriye’yle sıcaklaşan siyasi gündem sonrası 27 Eylül 2012 itibari ile %100 büyüdü. Aselsan Suriye’ye atılan bombanın ardından borsada %8 değerlendi. İnşaat ise son yıllarda en çok büyüyen sektörler sıralamasından hiç düşmedi.
Her yıl ortalama %4 oranında büyüdüğü iddia edilen ekonomide, 2002’de bir memur maaşı ile 5310 bardak çay alınabilirken, 2011’de bu rakamın 3090’a düştüğü belirlendi. Asgari ücretlinin ise bugünün koşullarında 1260 bardak çay içebildiği kaydedildi. Çay fiyatı karşısında memur maaşları yüzde 42, asgari ücret ise yüzde 31,5 oranında eridi.
Bugün Türkiye’de 20 milyon hacze konulmuş dosya mevcut. Bu, bir yıl boyunca 20 milyon insanın evindeki eşyaların boşaltılması ihtimali var demek. Bu yılın ilk 6 ayında kredi kartı ve bireysel kredi borçlarını ödeyemeyenlerin sayısı geçen senenin tamamından daha fazla. Büyüme hızının hiç durmadan arttığı söylenen 10 yıllık dönemde tüketici kredisi borçları 79 kat, kredi kartı borçları 14 kat, tüketici finansman şirketlerine olan borçlar 12 kat arttı.
Aslında böylesi bir tabloda politika açıkça görülüyor: Paranın fakirden zengine büyüyen oranlarda geçmesine muhtaç olan devlet, artık fakirleri açlıktan öldürmüyor; süründürüyor. Eskiden daha fazla kar için halkı mülksüzleştirirken, bugün borçlandırıyor. Toplumu sürekli tüketime teşvik ederken, alın verin ekonomiye can verin diyerek, parayı hareket ettiriyor. GSMH durmadan artmasına rağmen para elde hiç durmazken, borç hiç bitmiyor.
Aslında ekonominin patlamaya hazır olması veya olmamasının ezilenlerce pek de bir anlamı yok. Zenginlerin krize girmeye yüz tutmuş ekonomisi, gelecek günlerde GSMH’yi arttırmaya yönelik savaş harcamaları ve zamlar olarak bize geri dönecek gibi görünüyor. Kredi kartından başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan ezilenler için ise isyan etmekten gayrı tek bir seçenek kaldı; borçlu olmak ya da daha çok borçlu olmak…
Mine Selin SAYARI
[email protected]
The post Daha Fazla Zam, Daha Fazla Borç Ama Yine de “Tüket ey Türkiye”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>