Mirabel Kardeşler – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 01 Mar 2018 13:34:04 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/ https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/#respond Thu, 01 Mar 2018 13:34:04 +0000 https://test.meydan.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/   Bir savaş coğrafyasında yaşıyoruz. Tarihsel anlatıları, yaşanmışlıkları, kültürü, dünü ve bugünü savaşla dolu bir coğrafyada… Ekonominin, politikanın ve hatta gündelik yaşayışların aynı savaş etrafında şekillendiği, şekillendirildiği bir coğrafyada… Bir süreden beridir de yine savaş var gazete manşetlerinde, haber bültenlerinde, tüm politikacıların “dili”nde. Hal böyleyken, kadınlar da tabi ki yine bu savaşın tam içinde. Aynı […]

The post Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Bir savaş coğrafyasında yaşıyoruz. Tarihsel anlatıları, yaşanmışlıkları, kültürü, dünü ve bugünü savaşla dolu bir coğrafyada… Ekonominin, politikanın ve hatta gündelik yaşayışların aynı savaş etrafında şekillendiği, şekillendirildiği bir coğrafyada…

Bir süreden beridir de yine savaş var gazete manşetlerinde, haber bültenlerinde, tüm politikacıların “dili”nde. Hal böyleyken, kadınlar da tabi ki yine bu savaşın tam içinde. Aynı gazetelerin manşetlerinde “otobüs şoförünün saygısızlığına maruz bırakılan asker annesi”nin “kutsallığı”nda, haber bültenlerinde “cephedeki askerlere atkı-bere ören kadınlar”ın “vefakarlığı”nda… Kimi zaman “o” kimi zaman “bu” tarafta; ama her zaman erkek iktidarların erk savaşının tam göbeğinde…

Örgütlenen Şiddet:Militarizm

İçinde yaşadığımız dünyada kapitalizmin cinsiyetçilikle ilişkisi nasıl aşikarsa; militarizmin de cinsiyet rolleri ile olan ilişkisi -her ne kadar görünmez kılınmak istense de- o kadar belirgindir. Erk’in kurucusu olduğu hiyerarşik toplumsal düzenin devamlılığı için, yine erk’in garantörlüğüne ihtiyaç vardır. Bu garantörlük erk’in tahakkümü altında tuttuğu, kendinden olmayan herkese -ve özellikle de kadına- yönelik bir baskılama-yok sayma politikasını; bu politikanın doğurduğu ve beslendiği şiddeti beraberinde getirir.

Militarizm de söz konusu bu şiddetin örgütlenmesi ve yaşamın tümüne sirayet etmesidir. Toplumun kültürel, sosyal, ahlaki tutum ve pratiklerinin, “şiddet kriteri” dâhilinde belirlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz militarizmin etkisini, yaşamın tümünde gözlemlemek mümkündür.

Cynthia Enloe’ya göre “Erkeklik, devletin dayanaklarındandır ve ulusu oluşturan temel nosyonlardan biridir”. Devlet “ulusal güvenlik” için kendi askeri kuvvetlerine muhtaçken; bu muhtaçlık ilişkisi kapsamında “erkek olma”ya yüklenen anlamı da şekillendirir, belirler. Bu süreç içerisinde “erkeklik” fikrindeki değişiklikler, militarizmin varlığında da belirgindir. Yine Enloe’ya göre özellikle savaş dönemlerinde yükselen milliyetçiliğin militarizasyonu, toplumsal cinsiyete ilişkin çelişkilerle yüklü ve mücadelelerle dolu bir süreçtir. “Bu süreç genellikle kadınlar ile erkekler arasındaki örgütlü ya da örgütsüz mücadelelerin gözlemlenebileceği en iyi ortamdır. Bu militarizasyon tartışmalarında, kadınlar ve erkekler yalnızca siyasal gündemin öncelikleri konusunda değil, “ulus” denen o belirsiz ve değişken yapının kurucu unsurları konusunda da birbirlerinden farklılaşırlar.”

Enloe’nun bahsettiği erkek ve kadın arasındaki farklılaşma, özellikle savaş dönemlerinde daha da belirginleşir. Erk’eğin “kurucu ve kollayıcı” rolünün karşısında kadına dayatılan “pasif ve aciz” rol, militarizmin beslendiği şiddeti ve baskıyı da beraberinde getirir.

Kadınlar Savaşın Neresinde?

Yukarıda bahsedilenlerin yanında militarizmi bir süreç olarak değerlendirmek gerekirse, bu sürecin politik güç ve şiddet ilişkisinden beslendiğini söylemek mümkündür. Gücünü şiddet aracılığıyla kurumsallaştırmak/kalıcılaştırmak arzusunda olan iktidar için savaş mutlak bir araçtır. Dolayısıyla bu politik güç ve şiddet ilişkisinin en belirgin hali de savaşın gerçekliğinde karşımıza çıkmaktadır.

Yaşadığımız coğrafyanın hakim erkek egemen kültüründe “erkeğin namusu”, “vatanın kutsal annesi” ve her daim “korunmaya muhtaç” olarak anlatılan kadın figürü, savaşın gerçekliğiyle de şekillendirilen ve dayatılan bir kimliğe dönüştürülür. Kadını erk’in egemenliğine hapsedenlerse kendi egemenliklerinin devamlılığı için baskıyı ve şiddeti kullanır; savaş bu baskı ve şiddetin “en güçlü” halidir.

Militarizmin cinsiyetçi muhtevası özellikle savaş dönemlerinde birçok farklı biçimde çıkar kadınların karşısına; soyma, çıplak teşhir edip dolaştırma, bedene zarar verme, zafer sloganları atarak göğüsleri ve cinsel organları dağlama veya bunlara dövme işleme, göğüsleri kesme, rahmi bıçakla kesme, tabi ki tecavüz ve ceninleri öldürme… Tüm bunlar dışında -Şili ve Guatemala örneklerinde olduğu gibi- askeri rejim dönemlerinde uygulanan kitlesel tecavüz politikaları da kadınları kimliksizleştirmek ve depolitize etmek için başvurulan yöntemlerden olmuştur.

Cinsiyetçi militer dinamiğe dair verilebilecek örneklerden biri de kuşkusuz Bosna örneği olmuştur. Cynthia Enloe Bosna örneğini şu şekilde özetlemiştir: “1990’larda Bosna’daki iç savaş sırasında gelen haberler, orada da tecavüzün, erkekleşmiş, militarize milliyetçiliğin bir aracı olarak kullanıldığını gösteriyordu. Haziran 1992’de Brezovo Polye köyünden kaçırılan Mirsade adlı genç bir Boşnak kadın, kendisini kaçıran Sırp askerinin “Bize kızlara tecavüz etme emri verildi” dediğini bildirmiştir, iki ay sonra bir Amerikan gazetecisine başından geçenleri aktaran Mirsade’nin -daha sonra başka kaynaklarca da doğrulanan- anlatısına göre, Sırp askerleri köyden 40 kadını kaçırmış ve onlara tecavüz etmiştir. Olaylardan sağ kurtulanları muayene ve tedavi eden bir jinekolog, tecavüzlerin Müslüman kadınları tahkir etmek amacıyla yapıldığı görüşünde olduğunu söylemiştir: ‘Onlara tecavüz ettiler, çünkü savaşın hedefi buydu’”. Savaş sonrasında ise bu kez Sırp kadınlar için yeni bir savaş başlamıştı. Cepheden dönen askerler; savaşın şiddetini bu kez eviçi bir savaşa dönüştürmüş, ama savaş meydanı yine kadının bedeni olmuştu. Savaş sonrasında Sırp kadınların maruz kaldıkları eviçi dayak, şiddet ve tecavüz oranlarında belirgin bir artış yaşanmıştı.

Ruandalı kadınlar arasında 1999 yılında yapılan bir ankette, kadınların %39’u 1994 yılındaki soykırım sırasında tecavüze uğradıklarını söylerken, %72’si tanıdıkları arasında tecavüze uğramış bir kadın bulunduğunu söyledi. 1998 yılında Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmalarda başkent Brazzaville’de 2000 civarı kadın cinsel saldırılardan sonra yardım almak için hastanelere başvurmuş; bu kadınların %10’u tecavüz sonrası hamile kalmıştı.

Yaşadığımız coğrafyada da savaşın kadın bedenine ve kimliğine yönelik saldırısının biçimi de boyutu da pek değişiklik göstermemişti. Savaş zamanlarında tecavüze uğrayan kadınlar, bedeni teşhir edilen kadınlar, “ganimet” olarak görülen ve doğrudan politikacılar tarafından bu şekilde dillendirilen kadınlar için şiddetin ve savaşın yarattığı yıkımın etkisi kaçınılmaz olmuştu.

Özgürlük için Savaşa ve Şiddete Karşı Mücadeleye

 Erkek egemen toplum yapısının ortaya çıkmasıyla ilk düzenli orduların kurulmasının tarihsel olarak benzer zamanlara denk düşmesi, aslında bir rastlantıdan çok ötedir. Bu eşzamanlık şiddetin toplumsal cinsiyet rolleriyle olan ilişkisinin ve militarizmin ataerki ile olan ilişkisinin tarihsel bir göstergesi niteliğindedir.

Tarih boyunca iktidarlar tarafından hep daha fazla baskılanan, sömürüye maruz kalan kadınların bedenleri, yaşamları ve hatta varoluşları, şiddet kültürünün ve savaşın devamlılığına adanmıştır. Doğdukları andan itibaren maruz bırakıldıkları toplumsal cinsiyet rolleriyle kadınlar, erkek egemenliğin içine hapsedilmişlerdir. Bu egemenliğin devamlılığını sağlayacak çocuklar doğurmak zorunda olan kadınlar, namuslu birer evlat olmak zorunda olan kadınlar, toplumsal ahlaka uygun biçimde yaşamak zorunda olan kadınlar… Ancak ne şekilde olursa olsun her daim erkek egemenliğin erkek algılarıyla yok sayılan kadınların maruz kaldığı şiddet, yok sayılamayacak kadar gerçektir. Kadın, ona yüklenmiş rolü oynamak zorunda, ondan istendiği gibi davranmak zorundadır. Ve böyle bir yaşam içerisinde kadının özgürleşmesi imkânsızdır.

Ancak erk’in egemenliğine, baskısına, şiddetine ve savaşına karşı direnen ve yaşamı savunan kadınlar tarih boyunca olmuştur. 1936 İspanyası’nda Franco’nun faşist rejimine karşı özgürlük mücadelesini yükselten Mujeres Libres’li kadınlar; faşist askeri cuntaya karşı yaşamları pahasına mücadele eden Mirabel kardeşler; Sırbistan’dan Sri Lanka’ya, Rusya’dan Hırvatistan’a, zorunlu askerliğe ve savaşa karşı mücadele yürüten kadınlar; Arjantin’de askeri cunta tarafından kaybedilen çocuklarını arayan Plaza de Mayo anneleri; bu topraklarda süren savaşı durdurmak için kendi bedenlerini siper eden Barış Anneleri; faili meçhul denilerek kaybedilen çocuklarını yıllardır arayan Cumartesi Anneleri… Kadınlar tarih boyunca yaptıkları gibi bugün de farklı coğrafyalarda maruz bırakıldıkları şiddete ve erk savaşa karşı direnmeyi, örgütlenmeyi ve ancak bu şekilde özgürleşmeyi seçmişlerdir…

 

Merve Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi 44. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/feed/ 0
Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/ https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/#respond Sun, 13 Dec 2015 14:57:28 +0000 https://test.meydan.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/   25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmesinin tarihinde olan Mirabel Kardeşler’in katledilmelerinden bu yana 55 yıl geçti. Bir 25 Kasım’ı daha geride bırakmışken, o günden bugüne nelerin değiştiğini ya da nelerin değişmeden kaldığını söyleyebiliriz? Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nde cunta faşizmine karşı mücadele ettikleri, korkmadıkları ve tüm kadınları korkmamaya çağırdıkları için […]

The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun

 

Kadına yönelik şiddet artarak sürerken, kadınların kıstırılmak istendikleri şiddet sarmalına karşı mücadelesi de devam ediyor. Geride bıraktığımız 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde, “tacizciler, tecavüzcüler, çeteler ve devlet Bizden Korksun” diyerek sokaklara çıkan Anarşist Kadınlar ile, kadına yönelik şiddeti, bu şiddete karşı mücadeleyi ve “erk”in egemenliğine karşı sürdürdükleri mücadelelerini konuştuk.

25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmesinin tarihinde olan Mirabel Kardeşler’in katledilmelerinden bu yana 55 yıl geçti. Bir 25 Kasım’ı daha geride bırakmışken, o günden bugüne nelerin değiştiğini ya da nelerin değişmeden kaldığını söyleyebiliriz?

Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nde cunta faşizmine karşı mücadele ettikleri, korkmadıkları ve tüm kadınları korkmamaya çağırdıkları için katledilmişlerdi. Görüyoruz ki, 55 yıldan bu yana dünyanın neresinde olursa olsun faşist iktidarlar kadına yönelik saldırılarını aynı şekilde devam ettiriyorlar. Kadınlar, yaşadığımız toprakların da bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasının birçok noktasında, savaşlarda katlediliyor, tecavüzlere maruz kalıyor, köle olarak pazarlanıyor. T.C. Devleti de, kadına yönelik bu sistematik şiddetin örgütleyicisi ve körükleyicisi pozisyonuyla; kontra gerilla birlikleriyle, çeteleriyle ve doğrudan kendi kolluklarıyla kadınları katlediyor. Katledilen kadınların cenazeleri, devletin bir “güç göstergesi” olarak çırılçıplak teşhir ediliyor, sokaklarda sürükleniyor. Devletin kadına yönelik uyguladığı sistematik şiddet politikası, elbette ki savaş ortamının dışında da, erkek egemen kültürün var olduğu hemen her alanda yeniden ve kesintisiz biçimde tezahür ediyor. Militarizm, “sivil” hayatta da, hemen her yerde kadına yönelik şiddetin sürekli olarak açığa çıkmasına sebep oluyor.

Kadınlar, bahaneleri farklı olan birçok erkek, babaları, abileri, sevgilileri, eşleri ya da hiç tanımadığı erkekler tarafından katlediliyor. Yalnızca geride bıraktığımız Kasım ayı içerinde, 25 kadın kardeşimiz, erkekler tarafından katledildi. Neden ya da ne şekilde olduğu fark etmeksizin, bu saldırıların ve cinayetlerin tümü, devletin ve onun militarist kültürünün sürdürücüsü ve aynı zamanda da erk’in koruyucusu olan hukuk sisteminin bir sonucudur.

Aslında, Mirabel Kardeşler’in katledilmesinden bu yana kadına yönelik şiddetin uygulayıcısında da, bu şiddetin meşrulaştırıcısında da bir değişiklik olmadı. Ama kadınlar, on yıllar öncesinde de olduğu gibi, tacizlere, tecavüzlere, cinayetlere ve şiddetin türlü biçimlerine karşı direnmeyi sürdürdü.

Peki, geride bıraktığımız 25 Kasım’da neler oldu?

Var olan çok yönlü ve sistematik şiddetin karşısında, elbette ki çok yönlü ve örgütlü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Biz de bu süreçte yaşamlarımıza her alanda saldıran devlete; onun kolluk kuvvetlerine; namus-töre-ahlak gibi, kadını her daim yok olmaya mahkum eden tüm kavramlara “bizden korksun” diyerek çıktık yola. Bu sloganla birlikte, kadın kadına hazırladığımız ve “Bizden Korksun” ismini verdiğimiz bir kadın neşriyatı çıkardık. Devlet baskısının böylesine yoğunlaştığı bir süreçte, sokaklara çıkarak kendi düşüncelerimizi somutlaştırmayı ve diğer kadınlarla paylaşmayı önemsedik. Bu sebeple, Kadıköy’de, Kartal’da, Taksim’de ve İstanbul’un birçok farklı noktasında sokaklara çıkarak, Bizden Korksun’u birçok kadına ulaştırdık. Evlerinde iş yerlerinde ya da yaşamlarının farklı alanlarında erk’in şiddetiyle baskılanmak isteyen kadınlara ulaşarak, hep birlikte mücadele çağrımızı yükselttik.

Aynı zamanda, özellike son süreçte üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı, “özel güvenlik, rektör, tacizci bizden korksun” diyerek, aralarında İstanbul ve Boğaziçi’nin de bulunduğu üniversitelerde stantlar açtık. Üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı Boğaziçi Üniversitesi’nden kadınlarla, üniversitenin bulunduğu Hisarüstü Mahallesi’nde düzenlenen bir yürüyüşe katıldık, İstanbul Üniversitesi’nden kadınlarla bir gece yürüyüşü düzenledik.

Bu yoğun sürecin son gününde yani 25 Kasım’da ise Anarşist Kadınlar olarak, Taksim’de düzenlenen gece yürüyüşüne katılım gösterdik. Tünel’den başlayarak Galatasaray Meydanı’na kadar süren bu yürüyüşte, “Namus, Devlet, Tacizci, Çeteler… Bizden Korksun” diyerek, bütün kadınları mücadeleye çağırdık.

Sistematik bir saldırı ve bunun karşısında örgütlü mücadele dediniz. Bunu biraz daha detaylandırır mısınız?

Erkek egemen kültürün kadına yönelik saldırısı çoğu zaman taciz, tecavüz ve cinayetlerle medyada yer buluyor ve şiddet yalnızca bu şekilde “görünür oluyor”. Oysa kadına yönelik şiddet, bazen mobbing, bazen ev içi emeğin hiçleştirilmesi, bazen kimliğinin annelik rolüne sıkıştırılması, bazen toplumdan dışlanma yada zorla evlendirilme, azarlanma, aşağılanma, yani kısacası hayatın her alanında ezilme olarak açığa çıkıyor.

Bizden Korksun neşriyatında, “bizler ezilenleriz, iş yerinde patrondan, okulda müdürden, evde babadan, abiden kocadan, sokakta devletten, polisten, askerden kısacası yaşamın her alanında erk(ek)ten şiddet gören, hiçleştirilenleriz.” demiştik. Bahsettiğimiz bu saldırıların tamamı, kaçınılmaz olarak çok yönlü bir direnişi gerektiriyor. Bizler de mücadelemizi her gün, her an, yaşamın her alanında görünür kılmalıyız. Bu nedenle, hazırladığımız neşriyatta da direnişin birçok yöntemine, birçok farklı başlıkta değindik. Karşılaşabileceğimiz fiziksel saldırılara karşı “Erkeğe Karşı Korkutan Yöntemler” başlığı altında biber gazı, eletroşok cihazı, çimdik, yumruk tekme gibi şiddete karşı pratik yöntemlere yer verirken; diğer bir yazımızda da hayatlarımıza saldıran militarizmin kadın düşmanlığını gün be gün nasıl ürettiğini yazdık. Kadınları savaşın karşısında, yaşamı savunmaya çağırdık. Ve elbette dayanışmanın, örgütlülüğünün, “benlerden biz olma”nın ve yan yana durmanın aslında hepimiz ve her birimiz için özgürlük olduğunu vurguladık. Çünkü Bizden Korksun’da da vurguladığımız gibi; “Bizi biz yapan, bizleri birer birer sindiren; sindiremedikçe katleden bu sisteme karşı, sürekli körüklenen öfkemiz ve isyanımızdır. Bizler; bu toprakların kadınları, kimi zaman aynı dili konuşmasa da her zaman birbirinin dilinden anlayan kadınlar, bizler biliyoruz ki biz bir araya geldiğimizde, korkulacak olanlarız. Ve bizler bir araya geldiğimizde hiç bir güç karşımızda duramayacak.”

Bizden Korksun’u 25 Kasım öncesinde edinemeyen ancak ulaşmak isteyen kadınlar, neşriyatınıza nasıl ulaşabilir?

Bizden Korksun’a ulaşmak isteyen ancak İstanbul dışında yaşayan kadınlar, sosyal medya hesaplarımız üzerinden bizimle doğrudan iletişime geçebilir ve neşriyatı edinebilir. İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımız ise Kadıköy ve Taksim’de bulunan 26A Kafe’den Bizden Korksun’a ulaşabilir.

Kadınlar şiddete karşı mücadeleyi sürdürüyorken, bir yandan taciz, tecavüz, cinayet ve bütünüyle kadına yönelik şiddet de devam ediyor. Medya ise yaşanan kadın cinayetlerinin birçoğunu “namus” ya da “cinnet” gibi bahanelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Yaşanan bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

“Erk”in yanında duran erkek medya zaten her zaman kadına yönelik saldırgan bir dil takınmış, kadınları aşağılamış ve suçlamıştır. Hemen her gün okumak zorunda bırakıldığımız haberlerde “namus cinayeti”, “cinnet geçiren baba”, “tek başına yaşayan bir kadın” ya da “erkek arkadaşının evine giden genç kız” denilerek, erkeğin cinayeti normalleştirilmeye ve kadına yönelik uygulanan sistematik şiddet meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Medya bu cinayetleri normalleştirdikçe, kadınların üzerindeki baskı da artıyor. Bu baskı, kadınların herhangi bir saldırıya uğradıklarında korkarak, suçu önce kendilerinde aramaları gerektiğinin öğreticisi oluyor. Bu nedenle, özellikle tanıdıkları kimseler tarafından tacize ve tecavüze maruz kalan kadınlar, kendi çevrelerinde, suçlu ya da hatalı bulunmaktan korktuğu için, yaşadıklarını dillendiremiyor bile.

Bu saldırıların bir başka sürdürücüsü ise elbette erkek adalet. Kadınlar aşırı sevgi, mini etek giyme, eve geç gelme, erkek arkadaşıyla birlikte olma gibi bahanelerle katlediliyor; bir de suçlu olarak gösteriliyor. İşlenen bu cinayetlerin ardından, devletin hukuk mekanizması ve bu bağlamda tahrik indirimleri, katillerin iyi halleri, bu cinayetleri “normalmiş gibi” gösteriyor. Maruz kaldığımız saldırıların bütünü, “erk”ek algı tarafından örgütlü bir şekilde gerçekleştiriliyor. İşte bizim direnişimiz ve özgürlük mücadelemiz de, tam da bu yüzden, örgütlü olmaktan geçiyor.

25 Kasım’dan hemen sonra Özgecan Aslan davasının karar duruşması görüldü ve katiller ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldılar. Kararın ardından birçok kişi adaletin yerini bulduğunu iddia etti. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu zamana kadar yaşanan birçok kadın cinayetinin ardından aynı hukuk mekanizması, katilleri için iyi haller, tahrik indirimleri vermekten, katilleri aklamaktan ve cinayetleri meşrulaştırmaktan uzak durmadı. Özgecan Aslan davasının 3 Aralık tarihinde gerçekleşen karar duruşmasında katillerin ağırlaştırılmış müebbet alması bazı kesimlerin içini rahatlatan bir karar olarak görülse dahi, bu karar tam anlamıyla bir kazanım olarak değerlendirilmemelidir. Çoğu kadın cinayeti davasında katilleri serbest bırakmak bir yana her defasında katili aklayan devlet, neden şimdi böylesi bir karar verdi? Bu kararla birlikte aslında her defasında potansiyel katilleri cesaretlendiren hukuk uygulamaları, yeri geldiğinde sanki adaletin uygulayıcısıymış gibi gösterilmek istendi.

Özgecan, daha önce katledilen kimi kadın kardeşlerimiz gibi, hiç tanımadığı bir erkek tarafından katledilmişti ve “masum”du. Bu, devletin hukuk mekanizmalarına da böyle yansıdı ve sözde adalet yerini buldu.

Ancak bizler bugüne kadar birçok Özgecan’ı, birçok kadın kardeşimizi aynı şiddet sarmalında kaybettik. Özgecan kararını veren aynı devletin aynı hukuk mekanizması; bu cinayet davalarının çoğunda “kadının etek giymesini” tahrik saydı, katili akladı; “erkeklik gururunu” okşadı, katili iyi halle kurtardı. Sayamayacağımız kadar çok dava, sayamayacağımız kadar katil erkek, bizatihi “erk”in hukuk mekanizmalarınca korundu, kollandı. Adalet şimdi mi yerini buldu?

Şimdi bizler Özgecan’ın hemen ardından, –medyanın servis ettiği dille -“erkek arkadaşının arabasında” katledilen Hüsne’nin katilinin yargılanacağı; arabaya binmenin tahrik sayılacağı ve “erkeklik gururu”nun yeniden okşanacağı davaları merakla bekliyoruz.

Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Biz kadınlar, yaşamın neresinde baskıyla, şiddetle ve sömürüyle yüz yüze kalırsak, mücadelemizi de orada örgütleyeceğiz. Bütün kadınları yaşadığımız baskılara karşı, özgürlüğümüz ve yaşamlarımız için mücadeleye çağırıyor sizlere de teşekkür ediyoruz.

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/12/13/bizi-yok-sayanlar-bizden-korksun/feed/ 0