mücadele – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 31 Mar 2020 12:02:23 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Yaşamsal Olan Politiktir https://meydan1.org/2020/03/31/yasamsal-olan-politiktir/ https://meydan1.org/2020/03/31/yasamsal-olan-politiktir/#respond Tue, 31 Mar 2020 12:02:19 +0000 https://meydan.org/?p=56623 Yaşadığımız topraklarda, son zamanlarda ne zaman “büyük”, toplumsal bir olay meydana gelse susmamız ve bu konuyu tartışmamamız isteniyor. İnsanlar yaşamlarına gittikçe daha trajik biçimlerde son veriyor ve topluma şu söyleniyor: Bu konu politika üstüdür ve tartışılamaz. “Susun”! Büyük bir deprem oluyor. Onlarca insan ölüyor, yüzlercesi yaralanıyor. İnsanlar kışın ortasında sokakta kalıyor. Yıllardan beri alınan deprem […]

The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yaşadığımız topraklarda, son zamanlarda ne zaman “büyük”, toplumsal bir olay meydana gelse susmamız ve bu konuyu tartışmamamız isteniyor. İnsanlar yaşamlarına gittikçe daha trajik biçimlerde son veriyor ve topluma şu söyleniyor: Bu konu politika üstüdür ve tartışılamaz. “Susun”! Büyük bir deprem oluyor. Onlarca insan ölüyor, yüzlercesi yaralanıyor. İnsanlar kışın ortasında sokakta kalıyor. Yıllardan beri alınan deprem vergileri nereye gitti diyemiyorsun, çünkü devlet büyükleri “en gerekli şekilde” paraları harcamış oluyor ama hesap vermek zorunda kalmıyor. Susman buyruluyor. T.C askerleri T.C sınırları dışında savaş uçaklarıyla öldürülüyor ve devlet başkanı bunu açıkladığı bir basın açıklamasında espriler yapıyor. Sonra valilik açıklamaları birbiri ardına geliyor, sokakta “Savaşa Hayır” demek yasaklanıyor. Savaş söz konusuysa politika yapamazsın! Dünyada yaşamı durdurmaya başlayan bir virüs oldukça hızlı bir şekilde yayılıyor, toplu taşımayı kullanmaman tavsiye ediliyor ama yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olduğundan dolayı susman ve işini yapman söyleniyor. İsmine ekonomik kriz dedikleri bir furyayla ezilenler daha çok eziliyor, sense buna karşı çıkıp ekonomiyle ilgili konuşamıyorsun çünkü ekonomiyi olumsuz etkilersen hapse atılacağın söyleniyor. Susuyor ve politika yapamıyorsun. Peki o zaman politika dedikleri bu şey tam olarak ne?

Politika Nedir?

Politika, bizim yaşamımız. İktidar, yaşamımızı istediği zaman harcamak, istediği zaman çalmak için politika yapmamızı istemiyor. Çünkü bizim politika yapmamız demek yaşamımıza sahip çıkmamız anlamına gelecek. O yüzden en önemli konular birden bire politika üstü hale getiriliyor. Bizse birer istatistik haline geliyoruz, yaşamlarımız çalınıyor.

Sabah saat kaçta uyanacağımıza biz karar veremiyoruz. Kaçta uyanacağımız bize kapitalizm tarafından dayatılıyor. Devlet bizim fikrimizi almaya dahi gerek görmeden saat dilimlerini değiştiriyor örneğin, güneşin ışıklarını dahi görmeden kapitalizmin çarklarında, okul sıralarında yaşamlarımızı öğütüyorlar. Ne iş yapacağımıza, neyi okuyacağımıza, neyi savunacağımıza zaten biz karar veremiyoruz. İktidar tüm gücüyle bizim üstümüze gelse de bizim bir araya gelmemizi istemiyor. İktidar yaşamlarımıza sahip çıkmamızı, yani politika yapmamızı istemiyor. Dayanışma içinde olmamızı istemiyor, bizi yalnızlığa mahkûm edip, cenderenin içine sokmaya çalışıyor. 

İntiharlar Politiktir

İnsanlar -son çare- yaşamlarına kendi elleriyle son veriyor, son vermek zorunda kalıyor. Her intihar aslında sadece vazgeçme anlamına gelmiyor. İnsanların yaşamlarına son vermeleri bu politikasızlaştırma politikasından bağımsız düşünülemez.  Belki de en büyük mesajı da bir parçası olamadıkları topluma veriyorlardır.

Kendisi bir kriz olan kapitalizm, ekonomik kriz dönemlerinde bizim yaşamımıza dolaylı değil doğrudan saldırıyor. Ekonomik krizlerle artan geleceksizlik, gündelik yaşantımızı da derinden etkiliyor. Bir yandan işsizlik, kira ödemeleri, faturalar bastırırken bir yandan da gündelik gıda ihtiyaçlarımızı karşılayamaz hale gelmemizle güvensizliğe kapılıyoruz. 

Rahatça söyleyebiliriz ki özgüvensizlik bir intiharın zemin duygusudur. Özgüvensizlik hegemonik toplumu ve teslimiyeti yaratır. Bu, kişinin kendini yaşayamamasıyla sonuçlanır. Bu, içinde olduğu topluma karşı koyan bir tepkiye dönüşür. Birey uyumsuzlaşır. Toplumdan kurtulma arzusu artar. Hegemonik olan toplum bu tepki ile bir tepkime yaşar ve bireyi dışlar. Biz bu hegemonyayı ve hegemonya kültürünün kuvvetlendiğini, bunun politik bir şey olduğunu biliyoruz. Bu hegemonyanın entegrasyon ya da yalnızlaşma seçeneğine sıkıştırdığı bireylerin tüm intiharları politiktir.

Virüsler ve Hastalıklar Politikanın Konusu Mudur?

İçinden geçtiğimiz günlerde karantinaya alınan bölgeler, kapatılan ticaret sahaları, uçuş yasakları, iptal edilen kapalı alan etkinlikleri, seyircisiz oynanan veya oynanmayan spor etkinlikleri, tatil edilen okullar ile virüse karşı önlemler alınıyor. Boşalan market rafları, evlerinden çıkmak istemeyen insanlar ve kolonya satışlarında yaşanan patlama. Virüs yaşamlarımızın her alanını en derinden etkiliyor.

Devlet görevlilerinin “Toplu taşıma kullanmayın ve gerekmedikçe evden çıkmayın!” uyarıları arasında genç işçiler kayboluyor. Virüse karşı zenginler için her şey düşünülüyor ama binlerce insanla doğrudan iletişim kurulan alanlarda temizlik işçilerinin, kargo işçilerinin, kuryelerin birbirlerine ve diğer insanlara enfeksiyon bulaştırma riski düşünülmüyor. Ayrıca alınan önlemler kapsamında binlerce genç işçi işsiz kalıyor, işçilerin geliri olmadan evde kalmaları için koşullar oluşturulmuyor, yaşamları önemsenmiyor. İşçilerin müşterilerle doğrudan temas ettiği işyerlerinde de dezenfektan hijyen malzemeleri bulunmuyor. Üst üste 2 gün işe gelmediğinde kıdem tazminatı dâhil olmak üzere hiçbir tazminatı verilmeyen işçiler neredeyse virüs kapmaya zorlanıyor. İşçiden ya virüs kapmaya açık olması ya da yıllarca çalışmış olsun olmasın hiçbir tazminat almadan işten çıkması isteniyor.

Birçok devlet, insanların yaşamlarını önemsemedi. Virüsün yayılmasını ya görmezden geldiler ya da insanlardan saklamaya çalıştılar. Virüsün bu denli yayılmasının ve pek çok coğrafyada halkın sağlığına dair gerekli önlemlerin çok geç alınmasının nedeninin kapitalist sistemle ve devletlerle ilişkili olduğunu görmek, bu sistemin şimdi de gerçek bir biyolojik virüsle yaşamı tehlikeye attığını anlamak gerekiyor.

Deprem – Afetler

Depremler, toplumsal dayanışmanın en acil şekilde kendini hissettirdiği zamanlardandır. Nitekim geçtiğimiz aylar içerisinde de aylar öncesinden yapılan birçok uyarıya rağmen hiçbir önlem alınmaması sebebiyle, bunun bir örneğini de Elazığ depreminde yaşadık. Yakınlarını kaybetmiş, evi yıkılmış ve soğukta dışarda kalmak zorunda olan insanların “burada devlet yok” diye yakınması ve bir bakanın kendisinden cevap bekleyenlere “her şeyi de devletten beklemeyin” demesi gündemi uzun süre meşgul etti.

Çürük binaların içinde yaşamak zorunda olanlar ve görmezden gelindiğimiz için bu binaların altında kalanlar/kalacak olanlar olarak bizim en doğal ve en yaşamsal soruları sormamız dahi istenmedi. Yıllardan beri depreme karşı önlemler için toplandığı iddia edilen deprem vergilerinin akıbeti belirsiz. Devlet büyükleri gerekli gördükleri yerde, gerekli gördükleri şekilde, hiç kimseye sormadan harcadı ve hiç kimseye hesap vermeden de harcamaya devam ediyor. Devletin harcadığı şey deprem vergileri değil aslında. Harcanan bizim yaşamlarımız. Yaşamlarımızı çalan, depremin kendisi değil. Asıl yaşamlarımızı çalan, rant ve çıkarları uğruna kaçak katları ve kesilen kolonları görmezden gelen ve ruhsat verilmeyecek alanlara ruhsat veren kişi ve kurumlar. Yaşamlarımızı çalan, bizim politika yapmamızı istemeyen devletin ve kapitalizmin kendisi.

Sonuç

Yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren –açıkça söylemek gerekirse- biz ezilenleri daha da ezmeye çalışan birçok olay bize yaşatılırken bizden sadece susmamız ve tüm olup bitenlere ses çıkarmamamız isteniyor. İktidar bize politika yapmayın diyor. Faturalarını ödeyemeyen, bakkala yüzlerce lira borcu olan, üstelik iş de bulamayan komşunuz mu intihar etti? Görmezden gelin. “Hayırseverler” zaten dayanamaz ve bu acı durumla ilgilenirler. Deprem sonucunda insanlar mı öldü? Duymamış gibi yapın. Duyduysanız bile yapacaksanız siz bir şeyler yapın, bizden beklemeyin. Kızılay, arsız Ensar vergi ödemesin diye türlü türlü işler çevirirken ezilenler için kılını kıpırdatmaz; sadece deprem sonrasında yaşamını sürdürmek isteyenler için bağış çağrısı yapar. Bunu da duymayın. Her gün “esnek çalışma saatleri” adı altında sömürüldüğünüz işyerlerine giderken kullandığınız toplu taşıma araçlarını kullanmayın çağrısı mı duydunuz? Sorgulamayın.

İktidarın bize dediği şu: “Mutlu olmak, huzurlu bir yaşam sürmek mi istiyorsunuz? Duymayın, konuşmayın, sormayın, görmezden gelin. Akrabanızı, komşunuzu, işyerindeki arkadaşlarınızı yani siz siz yapan insanları düşünmeyin; onlar için üzülmeyin. Virüsten korunabildiğinize değil ancak onu atlattığınıza sevinebilirsiniz. Siz ezilensiniz, haddinizi bilin. Günde beş işçi ölürken bir de işe giderken size bulaşacak olan virüsten mi şikâyet ediyorsunuz? Düşünülmesi gereken bir şeyi devlet büyükleri düşünür ve gereğini yapar”.

Ama zaman, direnme zamanı. Zaman; biz ezilenlerin daha da ezilmeye çalışıldığı krizde, virüs salgınında, depremde kavga zamanıdır. Yaşamlarımızı çalanlara, çalmaya çalışanlara karşı mücadele zamanı. İktidar bizden politika yapmamamızı istediğinde biliyoruz ki yaşamlarımızı daha kolay elimizden almaya çalışacaklardır. Yaşamsal olan politiktir ve zaman, politika yapma zamanı.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/03/31/yasamsal-olan-politiktir/feed/ 0
Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/ https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/#respond Sun, 14 Oct 2018 11:50:42 +0000 https://test.meydan.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/ Meydan Gazetesi: İsim, büyük ölçüde içerik hakkında bilgiler verir. Bu sebeple “Neden Patika?” sorusuyla başlayalım.. Patika Ekoloji Kolektifi: Ekoloji mücadelesi bizim için, yaşamı savunurken ve yeni bir yaşamı yaratırken izlediğimiz bir yol ve bu yol bir patika aslında. Çünkü patikalar tüm canlılar içindir, patikalarda ayrık otlarına da rastlarsınız böceklere de… Keçilerin de ayak izleri vardır […]

The post Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalizmin ve devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna yaşama yönelik durmak bilmez saldırılarıyla ortaya çıkan küresel iklim değişiklikleri; yaşadığımız coğrafyadaki iktidarın ekolojik yıkım pahasına arzuladığı nükleer santraller ve çılgın projeler… Böylesi bir süreçte, yaşamı savunan bir gazete olarak biz de ekoloji mücadelesinde yaratıcı ve etkili eylemlerde bulunan Patika Ekoloji Kolektifi ile gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan Gazetesi: İsim, büyük ölçüde içerik hakkında bilgiler verir. Bu sebeple “Neden Patika?” sorusuyla başlayalım..

Patika Ekoloji Kolektifi: Ekoloji mücadelesi bizim için, yaşamı savunurken ve yeni bir yaşamı yaratırken izlediğimiz bir yol ve bu yol bir patika aslında. Çünkü patikalar tüm canlılar içindir, patikalarda ayrık otlarına da rastlarsınız böceklere de… Keçilerin de ayak izleri vardır patikalarda, kaplumbağaların da… Patikaların kenarlarında ezilerek katledilen hayvanlarla karşılaşmazsınız örneğin. Her birimizin ayak izi art arda gelir. Patikalar yürümekten vazgeçmeyenler oldukça şekillenir ve var olur.

Bize göre yol iki nokta arasında bir çizgi değildir. Bu yolda yürürken hepimizin kafasında, başladığımız noktadan daha özgür daha adaletli bir yere varmak olsa da yol bir gitme biçimidir aynı zamanda. Biz ekoloji mücadelesinde araç ve amaçların paralel olması gerektiğine inanıyoruz, böylece mücadele pratiğimizle varacağımız noktayı yaratacağımızı düşünüyoruz. Bu yüzden bu yola “patika” dedik.

Patika Ekoloji Kolektifi nasıl bir örgütlenmedir? Örgütlenme biçimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Patika Ekoloji Kolektifi yatay bir örgütlenmedir. Kolektifin işleyişinde alınan kararlar, herkesin katılımıyla gerçekleşir. Karara katılan her bir birey sonsuz söz hakkı ile işleyişte yer alır. Bireyler arasında herhangi bir hiyerarşi yoktur. Patikada herkes elini taşın altına sokması gerektiğini hisseder. Bunu da keyifle ve özenle yaparız.

Bununla birlikte kolektif içerisindeki her birey aslında farklı mücadele alanlarında deneyimleri olan yaşamlarını savunma ve dönüştürme çabasında olan bireyler. Bugün ekolojik yıkımların da faili olan devletlerin ve kapitalizmin her alanda gerçekleştirdiği saldırıların karşısında Patika, bütünlüklü bir mücadele hattını savunur. Yani Patika, bir HES şantiyesinin doğaya, doğadaki canlı-cansız varlıklara olan tahribatı dışında, o şantiyede çalışan ve patronu tarafından sömürülen işçiler içinde mücadele eder. Yaşamın dönüşümü derken çok fazla tüketmeyi değil evlerimizde konserve yapmayı, turşu kurmayı, üretici dayanışma ağları ile yemeyi-içmeyi, ikinci elcilerden giyinmeyi tercih ederiz. Her tercihimiz bu dönüşümün birer propagandasıdır. Kola içmeyiz ya da taşlanmış kot giymeyiz mesela. Çünkü biri içme suyumuzun biri hayatlarımızın sonunu hazırlıyor, biliyoruz. Kapitalist bir yaşamın çatlaklarından filizlenen bir betondelendir Patika. Bu yüzden her yerden hep çoğalacağız, hiç bitmeyeceğiz.

Patika kendisine bir ekoloji örgütü diyor ve bildiğimiz kadarıyla çevreciliğe karşı…

Çevrecilik insan merkezli bir düşüncedir, yani kastedilen; insan ve çevresidir. Ağaçların kesilmesini, hayvanlarının soyunun tükenmesini “önemser” çünkü insanların “konfor alanlarının” sürdürülmesini hedefler. “Sürdürülebilir” enerji kaynaklarını savunur, üretilen enerjinin insanların değil, endüstrinin ihtiyacı olduğunu görmezden gelir. Yine çevrecilik “geri dönüşümü” bir çözüm olarak gösterir, geri dönüşümün aslında bir manipülasyon olduğundan hiç bahsetmez, tüketim kültürünü sorgula(t)maz. Gündelik alışkanlıklarımızı değiştirmeden, sistemi sorgulamadan, “suya sabuna dokunmadan” “doğa dostu” imajını pekiştirmenin yollarını arar. Bu anlayış elbette kapitalizmin de zararsız gördüğü ve desteklediği bir anlayıştır. Biz bu bakış açısını çok sıkıntılı görüyoruz, kesinlikle çevreci değiliz.

Patika yaşam savunuculuğu yapan bir ekoloji örgütü. Hayvanın özgürlüğünden suyun, toprağın, havanın özgürlüğüne, tüketim mabetlerine yetmeyecek enerji üretim santrallerinin talanından kentsel dönüşümün rant talanına, bu sömürü sisteminin iktidar merkezli anlayışından mülkiyetçi anlayışına, yani kapitalizme karşı topyekûn oluşturulacak bütünlüklü mücadele ile yaşamı bugünden yaratma çabasıyla düşlüyor ve eyliyoruz. Çevrecilerse sadece birer truva atı.

Patika ne türlü mücadeleler verdi bu zamana kadar?

Yerel halkla birlikte bugüne dek başta Karadeniz olmak üzere coğrafyamızda yapılmak istenen hidroelektrik santrallerinden(HES) nükleer santrallere, termik santrallerden taş ocaklarına kadar yaşamı yok eden enerji şirketlerine karşı mücadeleler verdik. Suyun ticarileştirilmesine karşı çeşitli eylemler ve kampanyalar örgütledik. Yine Patika ismini taşıyan dergimizle rüzgar, jeotermal ya da güneş gibi enerji santrallerinin doğamız için yaratacağı yıkımları ele alan yazılar yayınladık, yeni çıkarılması düşünülen kaya gazını gündemimize alarak bu coğrafyada ilk kez tartışılmasını sağladık, sürdürülebilir enerji ya da geri dönüşüm gibi kavramların asıl yüzlerini teşhir eden incelemelere sayfalarımızda genişçe yer verdik.

Ekoloji alanındaki düşüncelerimizi yaygınlaştırabilmek için çeşitli platformlarda, oluşumlarda, etkinlik ve festivallerde yer aldık. Ayrıca çeşitli üniversitelerde gerçekleşen panellere katılarak ekoloji başlıklı aktarımlar gerçekleştirdik.

Son dönemde ise ekoloji mücadelesi veren farklı örgütlerin, ekolojik üretim yapan komün ve kolektiflerin de katılımıyla oluşturulan Kır-Kent Ağı buluşmalarına katıldık ve kır-kent ağının kurulmasında yer aldık.

Kır-Kent Ağı buluşmalarından biraz daha bahseder misin? Kır-Kent Ağı ile ne hedefleniyor?

Kır-kent buluşmalarının ilki Temmuz ayında Bergama’da gerçekleşti. Bu buluşmaya ekoloji mücadelesi veren örgüt ve topluluklardan, kolektif bir şekilde ekolojik ilkelerle kendi üretimlerini yapan komün ve topluluklara, şehirlerde tüketim ağları kuran gıda toplulukları ve derneklere kadar birçok farklı bileşen katıldı. Bir tanışma ve tartışma toplantısı olarak gerçekleşen ilk buluşmanın ardından ikinci buluşmamızı Eylül ayında İstanbul’da gerçekleştirdik. Bu buluşmada, yaşamlarımızın ortaklaştırılması, dayanışma ağlarının genişletilmesi ve güçlendirilmesi gibi başlıklara yoğunlaştık. İlk buluşmaya da katılım gösteren Fethiye’den Refikler Komünü ve Bayramiç’ten Zeytinli Ekolojik Yaşam Topluluğu’nun ortak deneyimleri bu dayanışma ağının nasıl geliştirilebileceğine dair pratik bir örnek olarak tartışıldı. Kır-kent ağının ne hedeflediği ve nasıl işleyeceğine dair yürütülen tartışmalarda üretim süreçlerini, tüketim ağlarını ve bütçelerini ortaklaştırmak, yerellerde dayanışma ilişkileri geliştirmek, bütünlüklü bir mücadele hattı kurmak ve yaşamlarımızı dönüştürmek tartışmaların ana hattını oluşturdu. Aslında hedeflenen alternatif üretim-tüketim ilişkilerinin oluşturulması, yaşamla iç içe oluşturulacak yaşamsal bir kültür aracılığıyla kapitalist ve devletli ilişkilerin yıkıcılığından kurtulmak.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ekolojik uyumla yeni bir yaşamı oluşturmaya bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bunun için paylaşma ve dayanışma ilişkilerimizi çoğaltmalı ve örgütlenmeliyiz.

Röportaj için teşekkür ederiz. Meydan Gazetesi olarak mücadelenizi selamlıyoruz.

 

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

The post Patika Ekoloji Kolektifi Ekolojik Yıkımların Karşısında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/10/14/patika-ekoloji-kolektifi-ekolojik-yikimlarin-karsisinda/feed/ 0
Suudi Arabistan’da Kadın Mücadelesi Verenlere Gözaltı https://meydan1.org/2018/05/23/suudi-arabistanda-kadin-mucadelesi-verenlere-gozalti/ https://meydan1.org/2018/05/23/suudi-arabistanda-kadin-mucadelesi-verenlere-gozalti/#respond Wed, 23 May 2018 16:57:17 +0000 https://seninmedyan.org/?p=38549 Suudi Arabistan’da kadın hakları için mücadele eden kadınlar gözaltına alındı. Suudi rejimine yakın gazeteler gözaltına alınan kadınları ‘vatan haini’ olmakla suçladı. Kadın özgürlükleri konusunda dünyanın en baskıcı ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan’da pek çok kadın hakları savunucusu gözaltına alındı. Gözaltına alınan kadınlar arasında dünya kamuoyunun da tanıdığı kadın hakları savunucuları Luceyn Haslul ile İman El […]

The post Suudi Arabistan’da Kadın Mücadelesi Verenlere Gözaltı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Suudi Arabistan’da kadın hakları için mücadele eden kadınlar gözaltına alındı. Suudi rejimine yakın gazeteler gözaltına alınan kadınları ‘vatan haini’ olmakla suçladı.

Kadın özgürlükleri konusunda dünyanın en baskıcı ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan’da pek çok kadın hakları savunucusu gözaltına alındı.

Gözaltına alınan kadınlar arasında dünya kamuoyunun da tanıdığı kadın hakları savunucuları Luceyn Haslul ile İman El Nefcen de bulunuyor.

El Haslul, 2014 yılında bir otomobille Birleşik Arap Emirlikleri’nden Suudi Arabistan’a gitmek istediği sırada tutuklanmış ve iki ay hapishanede kalmıştı. İnsan hakları kuruluşları tekrar gözaltına alınan El Haslul’un ailesi ve avukatları ile görüştürülmediğini belirtti.

The post Suudi Arabistan’da Kadın Mücadelesi Verenlere Gözaltı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/05/23/suudi-arabistanda-kadin-mucadelesi-verenlere-gozalti/feed/ 0
Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/ https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/#respond Thu, 01 Mar 2018 13:34:04 +0000 https://test.meydan.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/   Bir savaş coğrafyasında yaşıyoruz. Tarihsel anlatıları, yaşanmışlıkları, kültürü, dünü ve bugünü savaşla dolu bir coğrafyada… Ekonominin, politikanın ve hatta gündelik yaşayışların aynı savaş etrafında şekillendiği, şekillendirildiği bir coğrafyada… Bir süreden beridir de yine savaş var gazete manşetlerinde, haber bültenlerinde, tüm politikacıların “dili”nde. Hal böyleyken, kadınlar da tabi ki yine bu savaşın tam içinde. Aynı […]

The post Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

Bir savaş coğrafyasında yaşıyoruz. Tarihsel anlatıları, yaşanmışlıkları, kültürü, dünü ve bugünü savaşla dolu bir coğrafyada… Ekonominin, politikanın ve hatta gündelik yaşayışların aynı savaş etrafında şekillendiği, şekillendirildiği bir coğrafyada…

Bir süreden beridir de yine savaş var gazete manşetlerinde, haber bültenlerinde, tüm politikacıların “dili”nde. Hal böyleyken, kadınlar da tabi ki yine bu savaşın tam içinde. Aynı gazetelerin manşetlerinde “otobüs şoförünün saygısızlığına maruz bırakılan asker annesi”nin “kutsallığı”nda, haber bültenlerinde “cephedeki askerlere atkı-bere ören kadınlar”ın “vefakarlığı”nda… Kimi zaman “o” kimi zaman “bu” tarafta; ama her zaman erkek iktidarların erk savaşının tam göbeğinde…

Örgütlenen Şiddet:Militarizm

İçinde yaşadığımız dünyada kapitalizmin cinsiyetçilikle ilişkisi nasıl aşikarsa; militarizmin de cinsiyet rolleri ile olan ilişkisi -her ne kadar görünmez kılınmak istense de- o kadar belirgindir. Erk’in kurucusu olduğu hiyerarşik toplumsal düzenin devamlılığı için, yine erk’in garantörlüğüne ihtiyaç vardır. Bu garantörlük erk’in tahakkümü altında tuttuğu, kendinden olmayan herkese -ve özellikle de kadına- yönelik bir baskılama-yok sayma politikasını; bu politikanın doğurduğu ve beslendiği şiddeti beraberinde getirir.

Militarizm de söz konusu bu şiddetin örgütlenmesi ve yaşamın tümüne sirayet etmesidir. Toplumun kültürel, sosyal, ahlaki tutum ve pratiklerinin, “şiddet kriteri” dâhilinde belirlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz militarizmin etkisini, yaşamın tümünde gözlemlemek mümkündür.

Cynthia Enloe’ya göre “Erkeklik, devletin dayanaklarındandır ve ulusu oluşturan temel nosyonlardan biridir”. Devlet “ulusal güvenlik” için kendi askeri kuvvetlerine muhtaçken; bu muhtaçlık ilişkisi kapsamında “erkek olma”ya yüklenen anlamı da şekillendirir, belirler. Bu süreç içerisinde “erkeklik” fikrindeki değişiklikler, militarizmin varlığında da belirgindir. Yine Enloe’ya göre özellikle savaş dönemlerinde yükselen milliyetçiliğin militarizasyonu, toplumsal cinsiyete ilişkin çelişkilerle yüklü ve mücadelelerle dolu bir süreçtir. “Bu süreç genellikle kadınlar ile erkekler arasındaki örgütlü ya da örgütsüz mücadelelerin gözlemlenebileceği en iyi ortamdır. Bu militarizasyon tartışmalarında, kadınlar ve erkekler yalnızca siyasal gündemin öncelikleri konusunda değil, “ulus” denen o belirsiz ve değişken yapının kurucu unsurları konusunda da birbirlerinden farklılaşırlar.”

Enloe’nun bahsettiği erkek ve kadın arasındaki farklılaşma, özellikle savaş dönemlerinde daha da belirginleşir. Erk’eğin “kurucu ve kollayıcı” rolünün karşısında kadına dayatılan “pasif ve aciz” rol, militarizmin beslendiği şiddeti ve baskıyı da beraberinde getirir.

Kadınlar Savaşın Neresinde?

Yukarıda bahsedilenlerin yanında militarizmi bir süreç olarak değerlendirmek gerekirse, bu sürecin politik güç ve şiddet ilişkisinden beslendiğini söylemek mümkündür. Gücünü şiddet aracılığıyla kurumsallaştırmak/kalıcılaştırmak arzusunda olan iktidar için savaş mutlak bir araçtır. Dolayısıyla bu politik güç ve şiddet ilişkisinin en belirgin hali de savaşın gerçekliğinde karşımıza çıkmaktadır.

Yaşadığımız coğrafyanın hakim erkek egemen kültüründe “erkeğin namusu”, “vatanın kutsal annesi” ve her daim “korunmaya muhtaç” olarak anlatılan kadın figürü, savaşın gerçekliğiyle de şekillendirilen ve dayatılan bir kimliğe dönüştürülür. Kadını erk’in egemenliğine hapsedenlerse kendi egemenliklerinin devamlılığı için baskıyı ve şiddeti kullanır; savaş bu baskı ve şiddetin “en güçlü” halidir.

Militarizmin cinsiyetçi muhtevası özellikle savaş dönemlerinde birçok farklı biçimde çıkar kadınların karşısına; soyma, çıplak teşhir edip dolaştırma, bedene zarar verme, zafer sloganları atarak göğüsleri ve cinsel organları dağlama veya bunlara dövme işleme, göğüsleri kesme, rahmi bıçakla kesme, tabi ki tecavüz ve ceninleri öldürme… Tüm bunlar dışında -Şili ve Guatemala örneklerinde olduğu gibi- askeri rejim dönemlerinde uygulanan kitlesel tecavüz politikaları da kadınları kimliksizleştirmek ve depolitize etmek için başvurulan yöntemlerden olmuştur.

Cinsiyetçi militer dinamiğe dair verilebilecek örneklerden biri de kuşkusuz Bosna örneği olmuştur. Cynthia Enloe Bosna örneğini şu şekilde özetlemiştir: “1990’larda Bosna’daki iç savaş sırasında gelen haberler, orada da tecavüzün, erkekleşmiş, militarize milliyetçiliğin bir aracı olarak kullanıldığını gösteriyordu. Haziran 1992’de Brezovo Polye köyünden kaçırılan Mirsade adlı genç bir Boşnak kadın, kendisini kaçıran Sırp askerinin “Bize kızlara tecavüz etme emri verildi” dediğini bildirmiştir, iki ay sonra bir Amerikan gazetecisine başından geçenleri aktaran Mirsade’nin -daha sonra başka kaynaklarca da doğrulanan- anlatısına göre, Sırp askerleri köyden 40 kadını kaçırmış ve onlara tecavüz etmiştir. Olaylardan sağ kurtulanları muayene ve tedavi eden bir jinekolog, tecavüzlerin Müslüman kadınları tahkir etmek amacıyla yapıldığı görüşünde olduğunu söylemiştir: ‘Onlara tecavüz ettiler, çünkü savaşın hedefi buydu’”. Savaş sonrasında ise bu kez Sırp kadınlar için yeni bir savaş başlamıştı. Cepheden dönen askerler; savaşın şiddetini bu kez eviçi bir savaşa dönüştürmüş, ama savaş meydanı yine kadının bedeni olmuştu. Savaş sonrasında Sırp kadınların maruz kaldıkları eviçi dayak, şiddet ve tecavüz oranlarında belirgin bir artış yaşanmıştı.

Ruandalı kadınlar arasında 1999 yılında yapılan bir ankette, kadınların %39’u 1994 yılındaki soykırım sırasında tecavüze uğradıklarını söylerken, %72’si tanıdıkları arasında tecavüze uğramış bir kadın bulunduğunu söyledi. 1998 yılında Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmalarda başkent Brazzaville’de 2000 civarı kadın cinsel saldırılardan sonra yardım almak için hastanelere başvurmuş; bu kadınların %10’u tecavüz sonrası hamile kalmıştı.

Yaşadığımız coğrafyada da savaşın kadın bedenine ve kimliğine yönelik saldırısının biçimi de boyutu da pek değişiklik göstermemişti. Savaş zamanlarında tecavüze uğrayan kadınlar, bedeni teşhir edilen kadınlar, “ganimet” olarak görülen ve doğrudan politikacılar tarafından bu şekilde dillendirilen kadınlar için şiddetin ve savaşın yarattığı yıkımın etkisi kaçınılmaz olmuştu.

Özgürlük için Savaşa ve Şiddete Karşı Mücadeleye

 Erkek egemen toplum yapısının ortaya çıkmasıyla ilk düzenli orduların kurulmasının tarihsel olarak benzer zamanlara denk düşmesi, aslında bir rastlantıdan çok ötedir. Bu eşzamanlık şiddetin toplumsal cinsiyet rolleriyle olan ilişkisinin ve militarizmin ataerki ile olan ilişkisinin tarihsel bir göstergesi niteliğindedir.

Tarih boyunca iktidarlar tarafından hep daha fazla baskılanan, sömürüye maruz kalan kadınların bedenleri, yaşamları ve hatta varoluşları, şiddet kültürünün ve savaşın devamlılığına adanmıştır. Doğdukları andan itibaren maruz bırakıldıkları toplumsal cinsiyet rolleriyle kadınlar, erkek egemenliğin içine hapsedilmişlerdir. Bu egemenliğin devamlılığını sağlayacak çocuklar doğurmak zorunda olan kadınlar, namuslu birer evlat olmak zorunda olan kadınlar, toplumsal ahlaka uygun biçimde yaşamak zorunda olan kadınlar… Ancak ne şekilde olursa olsun her daim erkek egemenliğin erkek algılarıyla yok sayılan kadınların maruz kaldığı şiddet, yok sayılamayacak kadar gerçektir. Kadın, ona yüklenmiş rolü oynamak zorunda, ondan istendiği gibi davranmak zorundadır. Ve böyle bir yaşam içerisinde kadının özgürleşmesi imkânsızdır.

Ancak erk’in egemenliğine, baskısına, şiddetine ve savaşına karşı direnen ve yaşamı savunan kadınlar tarih boyunca olmuştur. 1936 İspanyası’nda Franco’nun faşist rejimine karşı özgürlük mücadelesini yükselten Mujeres Libres’li kadınlar; faşist askeri cuntaya karşı yaşamları pahasına mücadele eden Mirabel kardeşler; Sırbistan’dan Sri Lanka’ya, Rusya’dan Hırvatistan’a, zorunlu askerliğe ve savaşa karşı mücadele yürüten kadınlar; Arjantin’de askeri cunta tarafından kaybedilen çocuklarını arayan Plaza de Mayo anneleri; bu topraklarda süren savaşı durdurmak için kendi bedenlerini siper eden Barış Anneleri; faili meçhul denilerek kaybedilen çocuklarını yıllardır arayan Cumartesi Anneleri… Kadınlar tarih boyunca yaptıkları gibi bugün de farklı coğrafyalarda maruz bırakıldıkları şiddete ve erk savaşa karşı direnmeyi, örgütlenmeyi ve ancak bu şekilde özgürleşmeyi seçmişlerdir…

 

Merve Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi 44. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Savaş Erkektir Erkek Savaştır – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/01/savas-erkektir-erkek-savastir-merve-arkun/feed/ 0
Özgürlük Çığlıklarımızı Duyacaksınız! – Gizem Şahin https://meydan1.org/2018/03/01/ozgurluk-cigliklarimizi-duyacaksiniz-gizem-sahin/ https://meydan1.org/2018/03/01/ozgurluk-cigliklarimizi-duyacaksiniz-gizem-sahin/#respond Thu, 01 Mar 2018 12:43:13 +0000 https://test.meydan.org/2018/03/01/ozgurluk-cigliklarimizi-duyacaksiniz-gizem-sahin/     Zaman öyle bir zaman, yer öyle bir yer ve biz öyle bir adaletsizliğin içindeyiz ki… Biri çıkıyor ve bir anda yaşamımızı elimizden alıyor; gülüşümüzü, umutlarımızı, hayallerimizi. O biri kim, bunu neden yapıyor, hangi hakla bizim hayatımızı elimizden alıyor, onu kim-neden koruyor? Nasıl oluyor da tecavüzcüler, katiller hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederken, […]

The post Özgürlük Çığlıklarımızı Duyacaksınız! – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

 

Zaman öyle bir zaman, yer öyle bir yer ve biz öyle bir adaletsizliğin içindeyiz ki… Biri çıkıyor ve bir anda yaşamımızı elimizden alıyor; gülüşümüzü, umutlarımızı, hayallerimizi. O biri kim, bunu neden yapıyor, hangi hakla bizim hayatımızı elimizden alıyor, onu kim-neden koruyor? Nasıl oluyor da tecavüzcüler, katiller hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederken, yaşamları çalınan biz kadınların çığlıklarına toplumun büyük kesimi sessiz kalıyor? Katledilişimiz nasıl duyulmaz, görülmez, konuşulmaz oluyor?Gün Geçmiyor ki…

Antalya’da bir kadın, dördüncü derece kolon kanseri. Evinde kemoterapinin etkisiyle baygın yatarken eşi tarafından tecavüze uğruyor defalarca. Yaşadıkları yüzünden kolon kanseri ilerliyor. Aynı erkek 1,5 yıl boyunca kızına da tecavüz ediyor. Çocuğun kuyruk sokumunda basit tıbbi müdahaleyle giderilemeyecek derecede bir ekimoz oluşuyor. Kadın bütün bunlara son verebilmek için şikayetçi oluyor ve polislerden “kocana iftira atma” cevabını alıyor. “Şikayetçi değil” yazıyorlar tutanaklara, “Çocuğu sevmiştir o, senin düşündüğün gibi bir şey değildir.” diyorlar. Tecavüzcü serbest bırakılıyor.

Esenyurt’ta biri 3 diğeri 5 yaşında olan kardeşler parkta oynarken bir erkek geliyor. Dondurma alarak 3 yaşındaki çocuğu yanına çağırıyor, diğer kardeşi yanlarından uzaklaştırıyor. 3 yaşındaki çocuğu parkın köşesine çekip tecavüz ediyor. “Alkollüydüm. Dondurma aldım ama tecavüz etmedim. Bana iftira atıyorlar” diyor. Tecavüze uğrayan çocuğun hali, devletin adaletinin ne kadar umurundadır, bilinmez ama devletin erkeğin halini önemsediği aşikar. Tecavüzcü “iyi hal”den 2 yıl 4 ay indirim alıyor.

Adana’da bir erkek -davetlisi bile olmadığı- bir düğüne gidip herkes dışarıdayken düğün evine giriyor. Evde uyuyan 3 yaşındaki çocuğa tecavüz ediyor. Polisler tecavüzcüye çelik yelek giydirip çarşaflara sarıyor korumak için. Öfkeyle toplanıp yürümek, tecavüzcüden hesap sormak isteyen ailenin yolu polisler tarafından kesiliyor.

70 yaşında bir kadın, adres sorduğu bir erkeğin tecavüzüne uğruyor. Tecavüzcü, kadının maaş kartlarını ve üzerindeki eşyaları da çalıyor.

Bağcılar’da bir kadın canlı bomba olduğu iddiasıyla infaz ediliyor. Canlı bomba diyorlar, ama evde akrabaları ile otururken katlediliyor. Otopside bedeninden 15 mermi çıkıyor. Anne sütü olmadan yapamayacak, yaşayamayacak yaştaki küçücük çocuğu kalıyor geride.

17 aylık bir bebek, uyku şurupları içirilip tecavüze uğruyor; beyninde ödem oluşuyor, ayaklarında insan ısırığı ile oluşan, kollarında sigara yanıklarından kaynaklı yaralarla hastaneye kaldırılıyor. Tecavüzcüler “Çok neşeli bir bebekti, ne zaman çağırsak kucağımıza oturuyordu, tahrik olduk.” diyor.

6 yaşında bir çocuk babasının akrabası tarafından defalarca tecavüze uğruyor, sonra katlediliyor. Cansız bedeni bir ormanda bulunuyor.

21 yaşında bir kadın evine internet bağlantısı kurmaya gelen biri tarafından koli bandı ile bağlanıp tecavüze uğruyor, ardından elleri kolları bağlı bir halde katlediliyor.

20 yaşında bir kadın evine dönerken dolmuştaki herkes inince yalnız kalıyor. 3 erkeğin tecavüzünün ardından katlediliyor ve bedeni yakılıyor.

Şişli’de Erasmus öğrencisi bir kadın yolda yürürken bir erkek tarafından saldırıya uğruyor. Hiç tanımadığı erkek onu yerlerde sürüklüyor, defalarca vuruyor ve hemen kaldırımın yanındaki caminin 4 metrelik duvarından aşağı atıyor. Onun ardından caminin duvarını hızlıca aşan erkek cami avlusuna düşmesiyle beli kırılan o kadına tecavüz ediyor.

23 yaşında bir trans kadın birden fazla erkeğin tecavüzüne uğruyor, bedeninde yoğun şiddet ve işkence izleri oluşuyor. Yakılarak katledilmiş bir şekilde ormanlık alanda bulunuyor.

Çekmeköy’de hemşire bir kadın nöbetten çıkıp evine gitmek için bindiği belediye otobüsünde bir erkek tarafından şort giydiği gerekçesiyle tekmeleniyor. Tekme atan erkek için, “kasten yaralama, özgürlüğün kısıtlanması” suçlarından 9 yıl hapis isteniyor. Ama erkek serbest bırakılıyor.

Ümraniye’de bir kadın bir otelin girişinde defalarca bıçaklanarak katlediliyor. Kamera kayıtlarında otelin girişinde üç kişinin olduğu, katil bıçağı montunun içinden çıkardığı anda herkesin kaçtığı ve videonun süresi boyunca kadının yaşamak için çabalayışı, sonra gittikçe azalan sesi ve kesilen soluğu görülüyor.

Erkeklik Çukuru

Erkeklik bir çukur gibi… Birinin “dilime dolanmış” diyerek geçiştirdiği küfrü, diğerinin kendisine uymayanı yok etmesini buyuran ahlak anlayışı, bir başkasının masum gördüğü “erkek adam sahiplenir” diyerek sürdürdüğü kıskançlığı, ötekinin evli olduğu kadına gerçekleştirince normal gördüğü tecavüzü bu çukurda birleşiyor ve derinleşiyor.

Birçoğumuz bu çukurlara takılmama umuduyla yaşıyoruz. Akşam eve erken gidiyoruz tenha sokaklarda karanlığa kalmamak için. Ailemizdeki erkekler ne derse yapıyor bazılarımız. Evlenmemeyi tercih eden de vardır aramızda. “Eteğim çok kısa olmasın, rujum çok belli olmasın.” diyenler de vardır mutlaka. Bu çukurlara takılmamak için yolu ne kadar değiştirirsen değiştir, bir çukur çıkıveriyor bir anda karşımıza. Çünkü erkek egemen algı, “Çok neşeli bir bebekti, ne zaman çağırsak kucağımıza oturuyordu, tahrik olduk” diyecek kadar “erk”ektir.

Erkek devletin erkek adaleti yine erkeği kollar. O kocaman çukurlar, dümdüz yol gibi gösterilir büyük bir çabayla. Öyle ya, nasıl olur da kızına tecavüz eden bir baba -hiçbir şey olmamış gibi- aramızda dolaşır? Köpeği bağlayıp tecavüz etmeye çalışan bir adam, şimdi her günkü gibi bir yerlerde oturmuş yemeğini yiyordur. Tecavüze uğrayıp katledilen kadın trans mıdır? Katledenin serbest kalması bir yana, “aferin” bile alır erkeklikten. Çare olamayacağını bile bile savcılıktan yardım isteyen bir kadın, “boşanmış” diye koruma talebi reddedilince, 11 yerinden bıçaklanır. Erkek adalet, bir kadının daha katledilmesine göz yumar, katilin 26 santimetrelik bıçağının yasalara uygun olduğunu bile söyler. Biz kadınların katledilişi görülmez, duyulmaz, konuşulmaz.

Birçokları şiddete maruz kalan üst komşusunun çığlıklarını duymuyor, defalarca bıçaklanarak katledilen bir kadının çığlıklarını duymazdan geliyor, otobüste gözünün önündeki tacizi görmüyor, bir erkek tarafından katledilmiş bedeni yerde cansız yatan kadını görmezden gelerek yanından geçip gidebiliyor. Bir bebeğin tecavüzcüsünü affedecek kadar unutkan, 13 yaşında hamile kalan bir çocuğun yaşadıklarını umursamaz hale gelebiliyor. Biz kadınlarsa evin babası, abisi, mahallenin delikanlıları, statü sahibi devlet yetkilileri, öğretmenler, profesörler, polisler, siyaset adamları, eski sevgililer, eşler, erkek kuzenler, amcalar tarafından katlediliyor; tacize, tecavüze uğruyoruz. Çığlıklarımızdan çok sonra duyuluyor sesimiz. Bir zaman sonra da unutuluyoruz.

Bu Kavga Bizim Kavgamız

Kavga etmek zorundayız çünkü, erkeklik denilen şey yaşamımızı elimizden almak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Bu erkeklik öyle uzun süredir var ve öyle saldırgan ki, ona karşı kavga etmeden yaşayabilmemiz imkansız.

Bizim kavgamız çığlık atmakla başlar. Yaşamlarımızı çalmaya çalıştıkları o an var ya hani; yemek yok diye dövüldüğümüz, bacaklarımız gözüküyor diye taciz edildiğimiz, tecavüze uğradığımız, eşiyiz diye cinsel işkenceye maruz kaldığımız, namusu temizlensin diye katledildiğimiz o anlardan bahsediyorum. İşte o an, hepimiz çığlık atarız. O çığlık umuttur çünkü, kurtuluştur bizim için.

Erkeklik çukuruna ayağımız takılmadan, kendi başımıza gelmesini beklemeden önce bu kavgaya tutuşmalıyız. Çünkü yaşamı çalınan “o kadın” değil sadece. Sensin, benim, biziz. Özgürlüğümüz için atılan bu çığlıklar bizim çığlıklarımız, bu kavga bizim kavgamız…

Gizem Şahin

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.

The post Özgürlük Çığlıklarımızı Duyacaksınız! – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/03/01/ozgurluk-cigliklarimizi-duyacaksiniz-gizem-sahin/feed/ 0
Ne Katalonya İspanya Ne de Kürdistan Irak – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/11/04/ne-katalonya-ispanya-ne-de-kurdistan-irak-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/11/04/ne-katalonya-ispanya-ne-de-kurdistan-irak-huseyin-civan/#respond Sat, 04 Nov 2017 19:50:56 +0000 https://test.meydan.org/2017/11/04/ne-katalonya-ispanya-ne-de-kurdistan-irak-huseyin-civan/ Geçtiğimiz bir buçuk aylık süre içerisinde, biri İberya’da diğeri Mezopotamya’da olmak üzere iki önemli referandum gerçekleşti. Aslında bu süre içerisinde Lombardiya ve Veneto’da da referandumlar yapıldı. Ancak Başur Kürdistan ve Katalonya referandumları, öncesi ve sonrasında yaşananlar açısından, diğer referandumları sadece haber düzeyinde bıraktı. Bu iki referandumla beraber dünya siyasetinde konuşulmaya başlananlar, tüm dünya siyasetine ilişkin […]

The post Ne Katalonya İspanya Ne de Kürdistan Irak – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Geçtiğimiz bir buçuk aylık süre içerisinde, biri İberya’da diğeri Mezopotamya’da olmak üzere iki önemli referandum gerçekleşti. Aslında bu süre içerisinde Lombardiya ve Veneto’da da referandumlar yapıldı. Ancak Başur Kürdistan ve Katalonya referandumları, öncesi ve sonrasında yaşananlar açısından, diğer referandumları sadece haber düzeyinde bıraktı.

Bu iki referandumla beraber dünya siyasetinde konuşulmaya başlananlar, tüm dünya siyasetine ilişkin yeni tahlilleri beraberinde getirdi. Başur Kürdistan Referandumu Ortadoğu siyasetindeki güç dengelerini değiştirirken; Katalonya Referandumu, zaten çatırdamakta olan Avrupa Birliği projesinin geleceğini sorgulatmaya başladı.

Uluslararası siyasetin “görünenler dışında başka bir şey yok” illüzyonu; bizi referandum meselelerini değerlendirirken yaşananların arka planından uzak tutmayı başardı. Bu illüzyonu kırmak, içerisinde bulunduğumuz siyasal gerçekliği anlamak adına çok önemli. Yoksa yaşanan olayları, Barzani-Abadi ve Puigdemont-Rajoy çekişmesine, yani siyasal iktidarlar dolayımına hapsetmiş oluruz.

Bu illüzyonu gidermek adına, ilk aşamada şu tespiti yapalım. Başur Kürdistan’da ve Katalonya’da yaşayan halklar, özgürlük şiarıyla sokaklara döküldü. İkinci olarak, halkların özgürlük isteği, bulunulan coğrafyadaki siyasal sertlikle orantılı olarak bastırıldı. Bu iki tespiti yapmak, referandumların birbirinden farklılıklarının olmadığını iddia etmek ya da coğrafyaya özgün siyasal gerçeklikleri göz ardı etmek değildir. Keza bu farklılıkları ortaya koymak da benzer derecede önemlidir. Ancak “küresel” dünyada, benzer siyasi süreçlerin birbirleriyle etkileşiminin olmadığını iddia etmek doğru değildir. Bu güncel etkileşimi es geçmeden birbirinden bir hayli uzak bu coğrafyalardaki hareketliliği, sadece bir “dönem rüzgarı” gibi görmemek gerek. İki coğrafyada da patlak veren durum siyasal merkezileşmeye karşı gösterilen bir iradedir.

Kürdistan Referandumu’nda Ters Giden

Ağustos ayından Eylül ayının ortalarına kadarki süre içerisinde, IŞİD karşıtı koalisyondaki en büyük ortaklardan ABD, referandumun ertelenmesi için Mesud Barzani’yle sık sık görüştü. Ancak IKBY Başkanı Barzani, referanduma kararlı bir tutumla girdi. Israrlı bir biçimde, Irak merkezi hükümetinin ortaklıktan yana olmadığını vurguladı. Ağustos’un sonunda Kerkük İl Meclisi’nin referanduma katılma kararıyla beraber, referandum için her şey hazırdı.

Barzani’nin bu kadar hızlı hareket etmesinin hem kendi siyasi iktidarıyla (iki yıl önce dolan görev süresiyle ilgili meclisi kapatması ve referandum kararını bu süreçte alması) hem de Başur Kürdistan’ın özellikle son on yıllık süre içerisinde kazandığı uluslararası alandaki meşruluğuyla doğrudan ilgisi vardı. IŞİD’e karşı savaş, yönetimin ve peşmergenin pozisyonunu olumlu anlamda değiştirmişti. Böyle bir pozisyondayken İran ve Türkiye gibi devletlerin doğrudan saldırıyı göze alamayacağını düşünmek mantıksız değildi. Daha da ötesi, bu iki devletle de IKBY’nin siyasi ve ticari ilişkileri önemli bir seviyedeydi.

Eylül ayı başlangıcında bu iki devletin “dostça” vazgeçirme çağrıları, referandum yaklaştıkça sert uyarılara, sınırda merkezi hükümetle düzenlenen ortak tatbikatlara, meclislerden geçirilen sınır ötesi operasyon tezkerelerine, “bir gece ansızın gelebiliriz”i barındıran tehditkar söylemlere bıraktı yerini.

Irak hükümeti, önce referandumu yasadışı ilan etti, sonrasında Kerkük valisini görevden aldı. 25 Eylül’deki referanduma kadar Başbakan Haydar el Abadi “Askeri açıdan müdahale edeceğiz.” diyerek, sınır kapılarını ve havalimanlarını merkezi hükümete teslim edilmesini farklı seferlerde yineledi. Tabi bütün bunlar olurken Haşdi Şabi Kerkük sınırına konuşlanıyordu.

Referandum günü, BM Irak Temsilciliği’nin referandumda herhangi bir rol üstlenmeyeceğini açıklaması, Batılı müttefiklerin destek vermedeki kayıtsızlığının açık göstergesiydi. Bundan güç alan merkezi hükümet, 15 Ekim’de referandum sonuçlarını tanımadığını Irak ordusu ve Haşdi Şabi güçlerinden oluşan koalisyonla Şengal, Kerkük ve Musul gibi toprakları ele geçirerek aleni bir şekilde göstermiş oldu. Her ne kadar, Barzani yönetimi Kerkük’e müdahaleyi savaş ilanı saysa da, birkaç yer dışında bölgeler direniş olmaksızın merkezi hükümetin eline geçti. Kerkük’ten Erbil ve Süleymaniye’ye 60 bine yakın insan göç etmek zorunda kaldı.

Başur Kürdistan’da yeni oluşan tablo, genel olarak bölgenin 1990’lara geri döndüğü yönünde. Bunda Irak ordusu ve Haşdi Şabi güçlerinin saldırılarına karşı, KYB ve KDP’nin birbirini suçlayan açıklamalarının payı var. Aynı değerlendirmelerde, Başur Kürdistan’ın Erbil merkezli KDP kontrolü ve Süleymaniye merkezli KYB kontrolü arasında bölündüğü de iddia ediliyor.

Katalonya Referandumu’nda Ters Giden

Başur Kürdistan’da yaşananlara benzer bir süreç, Katalonya’da da işledi. Referandum öncesi ve sonrasındaki karşılıklı restleşmelerle İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ve Katalonya Başkanı Carles Puigdemont sürecin en ön plana çıkan isimleriydi.

Gerçekleşen referanduma yönelik İspanya hükümetinin saldırısı, Avrupa Demokrasisi’nin de sınırları olduğunu anlamak adına önemliydi. 92 oy merkezinin kapatıldığı polis saldırısında, 337 kişi yaralandı. Ertesi günlerde özgürlük yanlılarının yürüyüşleri ve CNT, Solidaridad Obrera, CGT gibi anarşist sendikaların örgütledikleri genel grevlerle süreç devam etti.

Birlik yanlılarının protestolarından güç alan İspanya Başbakanı Rajoy bağımsızlığı engelleyeceklerini her fırsatta vurguladı. Bunu takiben referandum yasası geçersiz sayıldı. AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Junker, Katalonya meselesine ilişkin tarihi bir konuşma gerçekleştirerek, Avrupa sınırlarında benzer statüde bulunan halklara mesaj gönderdi. “Katalanların bağımsızlığına izin verilmesinin diğer halklara emsal olacağından endişe duyuyoruz. Olası bir Katalan bağımsızlığının Avrupa’daki diğer halkları da cesaretlendirebilme ihtimali endişe uyandırıcı.” Durum bu kadar netti.

Uluslararası desteğin olmadığını anlayan Puigdemont, bir strateji olarak 10 Ekim’de açıklanacak “bağımsızlık” kararını askıya aldığını söyledi. Bunu İspanya ile bir diyalog sürecinin başlamasını istediği için yaptığını belirtti. Bu kararı takiben İspanya Hükümeti, Katalonya bölgesinin özerkliğini askıya aldı ve Katalan yönetiminin yetkilerinin hükümete devredileceğini açıkladı. Başbakan Rajoy, kriz dönemlerinde özerkliği askıya alan ve bölgeleri merkezi Madrid yönetimine bağlayan 155. Maddenin işletileceğini söyledi. Yani İspanya, Katalonya’da OHAL ilan etmiş oldu. Tüm bu yaşananlar, Katalanlar için tanıdıktı. Franco rejimi uygulamalarının geri geldiğinin herkes farkındaydı.

27 Ekim’de, Katalonya bağımsızlığını ilan etti. Mecliste gerçekleştirilen gizli oylamayla Katalan Cumhuriyeti’nin kurulduğu bildirdi. İspanya Merkezi Hükümeti bunun üzerine, Katalonya hükümetini feshetti, özerkliğini askıya aldı. Başkan Puigdemont dahil olmak üzere 141 yöneticiyi görevinden aldı. Katalonya ekonomisi, Ekonomi Bakanlığı’na bağlandı ve 21 Aralık’ta yerel seçimlerin yapılacağını duyurdu.

Avrupa Birliği arabuluculuk yapmayacağını ısrarla vurgularken, Katalonya’nın bağımsızlık ilan ettiği gün, Kanada, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi devletler Katalonya’nın bağımsızlık ilanını tanımayacağını belirttiler. Tabi ki, AB Komisyonu Başkanı’yla benzer endişelere sahip oldukları için…

Öyleyse Referandum Neye Yarıyor?

Woodrow Wilson, 1918’de Orta Avrupa’nın siyasi yapısının olumlu yönde değişmesi için kullanışlı bir kavram olarak düşünür “kendi kaderini tayin” ilkesini. Ancak ilke, dünya üzerindeki devletlerin neredeyse hepsi heterojen bir yapıya sahip olduğu için uluslararası hukuk açısından bir sorun yaratmıştır. Birleşmiş Milletler, bu ilkeyi temel bir hak çerçevesinde kabul etse de bu hakkın kullanılmasını belirli şartlara bağlamıştır. Ayrılışacak merkezi siyasi iktidar ile mutabakat!

Başur Kürdistan ve Katalonya’da gerçekleşen referandumların hiçbir işe yaramayacağını belirten siyasi analizcilerin kendilerini dayandırdıkları yer tam burasıdır. Merkezi hükümetle anlaşma ve uluslararası destek olmadıkça bağımsızlık ilanı, referandumlardan evet çıksa bile, amacına ulaşamaz. Çünkü yok hükmündedir.

Öyleyse referandum neye yarıyor?

Merkezi siyasetin çarklarında bir işe yaramadığı kesin. Ancak ortadaki durum açık, iki coğrafyada da yaşayan halklar merkezi siyasi yapıya bağlı bir siyasal işleyişten olmadıklarına dair politik bir tavır gösterdiler. Bu tavırlar, bu coğrafyalarda yakın bir geleceğin belirlenmesinde önemli bir yere sahip olacak.

UKKTH Değil Özyönetim

Avrupa Birliği’ne bağlı Özerklik Araştırmaları Komisyonu’nun 2009 yılında yayınladığı bir rapora göre, dünya üzerinde 60 bölgede özerk yapı var. Son yıllarda özellikle Ortadoğu coğrafyasında değişen haritaları da hesaba katarsak bu sayının çok daha fazla olduğunu söylemek mümkün.

Merkezileşmeye çalışan siyasal iktidarın kaçınılmaz bir çelişkisi bu durum. Dünya üzerinde, merkezi iktidarların homojenleştiremediği halklar olduğu sürece bu çelişki sürecek. Başur Kürdistan ve Katalonya’da olanları bir de bu bakış açısıyla okumaya çalışmak gerek. Merkezi iktidara ya da iktidarlara karşı halkların mücadelesi düzleminden… Merkezileşmeye çalışan iktidar yapılarına karşı hep mücadelenin coğrafyası olmuş bu iki coğrafya. O yüzden bir rastlantı değil bugün yaşananlar.

Etraflarındaki merkezi iktidarların, açık bir şekilde endişeli olduklarını beyan ettikleri şey, kendi merkezi yapılarına muhtaç kalınmadan yeni bir yaşamın kurulabileceği, doğrudan kendi gücünü tesis eden bir siyasal yapı. Merkezi idareye karşı kendi yaşamını ve yaşam alanını yeni baştan yaratabilme gücünün varlığı.

Halkların özgürlük mücadelelerinin, devletli çözümlere sığamayacağının en son iki örneği Başur Kürdistan ve Katalonya deneyimleridir. “Kendi kaderini tayin hakkı” bir devlet yalanıdır. Devletin merkezi kurumlarıyla ilişkisini tamamen kesmemiş bir yerel yönetim organizasyonuna, devletli uluslararası siyasi yapı izin vermemektedir, veremez. Devletçi sisteme eklemlenme potansiyeline karşı özyönetimler, devlet dışı toplumsal bir örgütlenmenin mümkün olabileceğini gösterir. Başur Kürdistan ve Katalonya halklarının iradelerini meşrulaştıracak yegane yöntem budur. Aynı 1936’da Katalonya’da olduğu gibi, aynı 2012’de Rojava’da olduğu gibi…


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Ne Katalonya İspanya Ne de Kürdistan Irak – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/04/ne-katalonya-ispanya-ne-de-kurdistan-irak-huseyin-civan/feed/ 0
Röportaj: Kosta Rika’da Özgür Bir Durak A de Libertad https://meydan1.org/2017/09/26/roportaj-kosta-rikada-ozgur-bir-durak-a-de-libertad/ https://meydan1.org/2017/09/26/roportaj-kosta-rikada-ozgur-bir-durak-a-de-libertad/#respond Mon, 25 Sep 2017 21:00:54 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/26/roportaj-kosta-rikada-ozgur-bir-durak-a-de-libertad/ Meydan: A de Libertad’ın başlangıç süreci ve kurulma amacından bahseder misiniz? 2016 yılındaki 1 Mayıs eylemlerinden sonra yapılan bir toplantıyla başladı süreç. Önce niyet sadece bir gazete oluşturmaktı. Sonrasında, farklı anarşist yapıları içerisinde bulunduran federasyona döndü bu fikir. Bir mekan üzerinden ve birkaç kişiyle başlayan pratik, tartışmalarda gözden kaçırdığımız alandı. Somut olarak işleyen kolektif, bu […]

The post Röportaj: Kosta Rika’da Özgür Bir Durak A de Libertad appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kosta Rika’da 2016 yılında kurulmuş bir kolektif A de Libertad. Paylaşma dayanışma kültürü ve anarşist hareket arasında önemli bir bağı, San José’de, kolektifin mekanında somutlaştırmış. Toplumsal ilişkileri dönüştürmeyi kendine ilke edinen ve bunun anarşizmle ilişkisini açıkça vurgulamaktan kaçınmayan A de Libertad ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan: A de Libertad’ın başlangıç süreci ve kurulma amacından bahseder misiniz?

2016 yılındaki 1 Mayıs eylemlerinden sonra yapılan bir toplantıyla başladı süreç. Önce niyet sadece bir gazete oluşturmaktı. Sonrasında, farklı anarşist yapıları içerisinde bulunduran federasyona döndü bu fikir. Bir mekan üzerinden ve birkaç kişiyle başlayan pratik, tartışmalarda gözden kaçırdığımız alandı. Somut olarak işleyen kolektif, bu tartışmaların ulaştığı son nokta.

Kolektifin asıl amacı, anarşist düşünceleri toplumsallaştırmak. Buna ek olarak, birçoğumuz siyasi olarak köylü mücadelelerinin, ekolojistlerin, feministlerin, yerlilerin ve öğrencilerin mücadele alanlarında kolektif aracılığıyla örgütlü hareket ediyoruz. A de Libertad, anarşist grupların, otonomist grupların toplantı ve karar alma süreçlerini işlettiği bir yer aynı zamanda.

İçinde yaşadığımız toprağın siyasi özellikleri nedeniyle, sosyal mücadeleler, örgütlenme özgürlüğü, ekoloji, yerli halkların özgürlüğü için dayanışma bizim açımızdan önemli. A de Libertad farklı toplumsal mücadeleler arasında bir iletişim aracı işlevi görüyor.

Bu siyasi hareketliliğin dışında; konserler, kitap fuarları, materyal dağıtımı ve taşınması gibi etkinlikler yapıyoruz.

Kolektif, önce de belirttiğimiz gibi gazete fikriyle başlamış olsa da, bir müddet sonra kendi küçük projelerini de ortaya çıkardı. Örneğin kolektif içerisinde, Ediciones Libres olarak adlandırılan bir yayın bölümü var. Hedef sadece kolektifin içinde bir kütüphane benzeri mekanın olması değil, bu küçük kolektif bu fikirleri farklı insanlara taşımak için çalışıyor.

Benzer şekilde, Martes Libertarios adlı bir alanımız var. Bu alanda, toplumsal sorunlar temalı film gösterimleri yapıyoruz.

Uzun ölçekte hedefimiz, A de Libertad’ı büyük bir Anarşist Sosyal Merkez yapmak.

Peki, yaşadığınız coğrafyada buna benzer kolektif deneyimler var mı ya da tarihte olmuş mu?

Anarşist kolektifler oldukça az ve toplumsal etki alanı umduğumuz gibi değil. Bununla birlikte, anarşist hareket, açıkça tanınmasa dahi, ülkede büyük toplumsal mücadelelere ulaşmada önem taşıyor. Günümüzde tarihi bir referans olarak kalmaya devam ediyor ve küçük olmasına rağmen görünür durumda ve devletin varlığını endişelendiriyor; bunun sebebi, faşist uygulamaların kademeli bir şekilde işkenceyle artması karşısında, anarşist hareketliliklerin veya kolektiflerin teyakkuz hali diyebiliriz.

Bahsettiğimiz gibi, çok fazla kolektif yok ama, yirminci yüzyılın başlarından bu yana küçük ama daima mevcut bir harekettir. Birçok kişi, kendini anarşizm ile tam olarak tanımlamasa da anarşist ideallere olumlu bakıyor. Bu durumun 20. yüzyılın başlarında daha görünür olan anarşizmle ilgisi var. Roberto Brenes Mesén, Omar Dengo, Joaquin Garcia Monge, Elias Jiménez, Maria Isabel Carvajal gibi anarşist yoldaşlar bugün, bu topraklardaki devrimci hareketin kurucularıdır. Özellike 20. yüzyılın ilk çeyreğinde anarşist hareket toplumsal mücadelelerin ana örgütleyicisi konumunda.

Kolektifin karar alma süreçleri nasıl işliyor?

Günümüzde iletişim için daha geniş bir alana sahip olduğumuza inanıyoruz. Teknolojik gelişmelerin bunda etkisi çok. Önceki süreçlerde, bilgisayar vb. araçlar aracılığıyla karar alma sürecini işletmeye çalıştık. Ancak bunun çok iyi sonuçlar vermediğine şahit olduk. Hem güvenlik açısından, hem de yüz yüze karar süreci işletmenin siyasi tartışmalar açısından daha iyi olacağını düşündüğümüzden yöntemimizi değiştirdik.

Belirli aralıklarla, karşılıklı anlaşmayı hedef koyduğumuz toplantılar alıyoruz. Kolektifin sağlıklı işleyebilmesi için toplantının sonunda meselelere yaklaşımın benzer olması önemli. Öte yandan, kolektifin parçası olan bütün bireylerin görüşleri önemlidir.

Farklı coğrafyalardaki benzer deneyimlerde, kolektifler özellikle içerisinde bulunduğumuz süreçlerde belirli zorluklarla karşılaşıyorlar. Bazen devlet baskısı, polis ya da faşist saldırıları… A de Libertad için durum nedir?

Son yıllarda devlet, “güvenlik” adı altında yeni bir süreç başlattı. Kosta Rika, sözde barış ülkesi ve bir ordusu olmadan tüm Orta Amerika ülkelerinin harcamaları toplamından çok askeri harcamalara para yatırdı. Devlet kontrolü arttı, militarizm özellikle ezilen kesimlere kendisini polis aracılığıyla hissettiriyor. Kolektif olarak biz de bu şiddetten kendi payımıza düşeni alıyoruz. Mücadele edenlere, politik örgütlere ve toplumsal hareketlere yönelik baskı her geçen gün artmakta.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Devlet düzeyinden güçlü baskı ve yolsuzlukların yanı sıra, sizin coğrafyanızda yapılan güçlü direniş süreçleri hakkında bilgi aldık. Böylece yükselen ve bedenleriyle değerleri için mücadele eden direnen kişilerin cesaretine hayran olduk ve diğer yeni dünyaların vizyonu ile, mesafeye rağmen dayanışma ilişkileri kurmak için sizleri en içten duygularımızla selamlıyoruz.

Röportaj: Murat Çıkrıkçıoğulları

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Röportaj: Kosta Rika’da Özgür Bir Durak A de Libertad appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/26/roportaj-kosta-rikada-ozgur-bir-durak-a-de-libertad/feed/ 0
Kötülük Kaybedecek https://meydan1.org/2017/09/21/kotuluk-kaybedecek/ https://meydan1.org/2017/09/21/kotuluk-kaybedecek/#respond Thu, 21 Sep 2017 17:03:55 +0000 https://test.meydan.org/2017/09/21/kotuluk-kaybedecek/ Kötülük doğmaz, doğurulmaz. Bir çiçekten toprağa düşüp, bahar gelince de baş vermez. Kimilerinin dediği gibi bir rüzgar gibi esmez. Ani bir yağmur gibi boşalmaz. Kötülük üretilir. Bu işin ustası olmuş ellerce hazırlanır, paketlenir ve her gün yürüdüğümüz sokakların, meydanların dibine, evlerimizin kuytu köşelerine, tezgahların kenarına, çalışma masalarının köşesine sinsice yerleştirilir. Bazen kötülük bomba olur patlar […]

The post Kötülük Kaybedecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kötülük doğmaz, doğurulmaz. Bir çiçekten toprağa düşüp, bahar gelince de baş vermez. Kimilerinin dediği gibi bir rüzgar gibi esmez. Ani bir yağmur gibi boşalmaz. Kötülük üretilir. Bu işin ustası olmuş ellerce hazırlanır, paketlenir ve her gün yürüdüğümüz sokakların, meydanların dibine, evlerimizin kuytu köşelerine, tezgahların kenarına, çalışma masalarının köşesine sinsice yerleştirilir.

Bazen kötülük bomba olur patlar bir meydanda. Yüz insan, sanki hiç anıları, dostları, gülümseyen yüzleri, tatlı telaşları ve korkuları yokmuş gibi ölüverir bir anda. Bazen anlamsız ve iğrenç bir açlık olur, kendinden güçsüz olana her şeyi yapabileceğini düşünür. Dokuz yaşındaki bir çocuğa tecavüz eder. Ayrılmak isteyen karısını sokağın ortasında kırk altı defa bıçaklar. Bazen zehirli bir su gibidir. Bu sudan içenler çıldırmış gibi sağa sola saldırır. Devlet, millet diye diye, bir annenin cenazesini mezardan çıkartır. Başka bir cenazeyi arabanın arkasına bağlayıp sürükler, başka birinin kulağını keser anahtarlık yapar. Kendi işine gelmeyen, kendine biat etmeyenin ne dirisine ne ölüsüne tahammülü vardır.

Üniforma giydiğine çok rastlanır, inandıkları için, her şeye rağmen direnmeyi seçtikleri için tereddütsüz bir şekilde açlığa yatan iki insanın üzerine gevrek gevrek, aptal aptal sırıtarak elindeki gaz tüpünü boşaltır. Kalp atışları yavaşlayan, günden güne eriyen bu iki insanın başına gidip, sanki hiç çocuğunun başını okşamamış, kimseyle dostça el sıkışmamış gibi büyük bir soğukkanlılıkla “öldünüz mü lan?” diye sorar.

Kendi uygarlığını, kendi krallığını üretmek için binlerce ağacı kesiverir bir gecede. Ya da nedensiz yere bir köpeği tekmeleyiverir. Bir Caretta Caretta’nın kafasına 10 kurşun sıkabilir mesela. Daha da büyüsün daha da semirsin diye açtığı devasa fabrikalar, santraller, madenler, alışveriş merkezlerinin dünyayı zehirlemesine aldırmaz. Dünya yavaş yavaş ölümün eşiğine gelirken kasırgalar fırtınalar seller ve tufanlarla sarsılırken, hiçbir şey olmamış gibi işine devam edebilir.

Laboratuvar ortamında iktidarlar tarafından üretilmiş bir çeşit virüstür kötülük. Manipülasyon ve korkuyla beraber enjekte edilir. Bu her şeyi normalleştirir. Zamanla her şey o kadar normal gözükür ki yabancı olan şey silikleşir, kötülük kavranamaz; anlaşılamaz hale gelir.

Aslında her şey itaat etmekle başlar. Dostça bir gülümsemeye karşılık vermediğimiz yerde ortaya çıkar, ötekine yardım etmeyi reddettiğimizde ya da bir adaletsizliğe kayıtsız kaldığımızda bizi sarmaya başlar. Ve nihayetinde başka bir canlıya nefretle yaklaştığımızda bizleri ele geçirir.

Ama dedik ya başta, kötülük doğamaz, yapılsa üretilse bile kök salamaz diye. O yüzden bizden değildir kötülük. İşte Kropotkin de tam olarak bundan bahseder. İyi olan, hayatta kalma çabasıdır. Dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma hayatta kalmanın yegane yoludur. Yaşamın akışını kesen şey kötüdür, bu da bencilikle ve rekabetle ilişkilidir. Bunların sonucu olan iktidar ve tüm merkezi yapılarla beraber devlet kötüdür. Kötülüğün somutlaşmış halidir.

Bu kötülüğü sağaltmak, bu kökleri tekrar canlandırmakla mümkün olur ancak; itaat etmeyi reddetmekle başlar. Dayanışma ve duygudaşlıkla beraber büyür. Ötekine karşı duyulan nefretin,  iktidara karşı öfkeye dönüşmesiyle yenilir kötülük!

İtirazın, isyanın, duygudaşlığın ve alçak gönüllüğün tekrar hayat bulduğu yerde kötülük ölmeye başlıyordur! Yaşamın tekrar akmaya başladığı yerde kötülük kaybetmeye mahkûmdur!

Kötülük Kaybedecek; Biz Kazanacağız!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Kötülük Kaybedecek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/09/21/kotuluk-kaybedecek/feed/ 0
Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan https://meydan1.org/2017/07/13/adalete-ve-ozgurluge-olan-acligimizla-yasayacagiz-mercan-dogan/ https://meydan1.org/2017/07/13/adalete-ve-ozgurluge-olan-acligimizla-yasayacagiz-mercan-dogan/#respond Thu, 13 Jul 2017 13:59:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/13/adalete-ve-ozgurluge-olan-acligimizla-yasayacagiz-mercan-dogan/   Demokrasi devletlerin silahı olmuştur hep. Devletlerin çıkar savaşlarında yalanların örtbas edilmesinde en etkili araç olmuştur. Halklara yöneltilmiştir bu savaşlarda namlular ve “demokrasi” uğruna yitenler, bu savaşların sadece birer piyonu olmuştur. Çok şey yaşandı… Demokrasi adına stratejiler üretildi, teoriler geliştirildi ancak pratikte demokrasi, yönetenlerin elinde halklara karşı bir silah oldu hep. Doğrudan halkın özyönetimine dayalı […]

The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Demokrasi devletlerin silahı olmuştur hep. Devletlerin çıkar savaşlarında yalanların örtbas edilmesinde en etkili araç olmuştur. Halklara yöneltilmiştir bu savaşlarda namlular ve “demokrasi” uğruna yitenler, bu savaşların sadece birer piyonu olmuştur.

Çok şey yaşandı… Demokrasi adına stratejiler üretildi, teoriler geliştirildi ancak pratikte demokrasi, yönetenlerin elinde halklara karşı bir silah oldu hep. Doğrudan halkın özyönetimine dayalı bir demokrasiye tolerans sıfırdı. Devlet ideolojisinin sarsılmazlığı, demokrasinin kimin elinden geldiği ile orantılıydı. Bu yüzden siyasi krizler, ekonomik çöküşler, sosyal ve kültürel kıyımlar yaşandı tarih boyunca.

Halklar devlete itaatkarlaştırıldı, asimile edildi. Kimlik, etnisite, inanç ve farklı özgürlükler devlet ideolojisinin tekliğinde eritildi, yok edildi. Korkuyla büyütülen biat kültürü, suskunluk getirdi. Bunlara karşı koyanlar, özgürlük arayışında sesini yükseltenler bastırıldı, katliamlarla imha edildi. Devletin sarsılmazlığının korunması, demokrasi ile mümkündü.

Siyasi krizler, savaş, darbe, askeri cunta ve benzeri tüm kalkışmalar; beraberinde getirdiği ekonomik krizler, farklı ve öteki olana tahammülsüzlük, kamplaşma ve yükselen faşizm… Tüm bunlar, devletin halklara yönelik “demokrasi” kisvesi altında uyguladığı yaptırımlardı. Bu coğrafya yakın zamanda hepsine tanık oldu.

Bu coğrafya aynı zamanda halkların hareketliliklerine de şahitti. Taksim Direnişi, yakın tarihteki en etkili toplumsal hareketlilikti mesela. İtaat etmeyenler tepkileriyle sınırları aşan büyük bir etkileşim yaratmıştı. Tarih boyunca deneyimlediği için böyle hareketliliklerin sonuçlarını öngörebilen devlet korktu, siyasi iktidar saçmaladı, ekonomi altüst oldu, demokrasi yalan oldu. Yine “devlet demokrasisi”nin saçmalığı gözler önüne serildi.

Rojava’yı gördü devlet, daha da korktu. Çizdiği sınırların hemen yanı başında, devletlerin – kapitalizmin ve onlar tarafından üretilmiş örgütlü şiddetin baskısına karşı koyanlar vardı hala. Devletsiz kimliklerine sahip çıkan özgür halklar, özgür komünler, özgür ilişkiler… Çok yakındaydı. Korktu devlet. Kadınlar vardı, her yerdelerdi. Onların özgürlük mücadelesi kurutulamıyordu, ellerinin değdiği her yer yeşeriyordu aksine. Ekoloji mücadelesi verenler vardı. HES, nükleer, maden gibi devlete ve şirkete kar, işçiye, doğaya ve yaşama zarar olan her şeyin tekerine çomak sokuyorlardı. LGBTİ bireyler vardı, nereden çıkacakları belli olmuyordu. İnançlarını yakılmalara yıkılmalara rağmen yaşatan Aleviler vardı. Devrimciler vardı. Halkların öz örgütlülüğüne inanarak devlete karşı mücadele eden; assan da kessen de vazgeçmeden, yılmadan direnen. Devletin korkusu büyüdükçe büyüdü.

O kadar korktu ki devlet, OHAL süreci ile sarsılmazlığını korumak istedi. AKP içi ayrışmalar, oy toplama savaşları, “FETÖ krizi”, yolsuzluklar gibi saçmalama süreçlerinin ardından, kendi gücünü korumak istedi. Ve yapacaklarını da “demokrasi” adına yapmış olmak istedi. OHAL ilan etti. Herkesi yargıladı, hapishanelere kapattı.

Ekonomiyi güçlü gibi göstererek yaşadığı diplomatik sıkıntıları örtbas etti. AB’ye, ABD’ye ahkamlar kesti, ama nafile; çöküş sürdü. Sürecin başında hissetmesek de krizin faturası KHK’lar ile halka kesilmeye başladı ve fatura gün geçtikçe kabardı. İşsizlik ve işten atılmalar FETÖ’cülere yönelik denildi, hepimizi tek potada eritti. Hem bir krizin eşiğindeydik toparlanması gereken, hem de içi çatırdayan AKP kamu ve özel sektörde kendi yapılanmasını bu sayede oluşturuyordu. Tüm devlet kurumları el değiştirdi bir anlamda. “Farklı olan bizden değildir” mantığı ile OHAL sürecinde örtük bir ideolojik saldırıya maruz kaldık. Sokaklara çıkıp eylem yapmak, arz ve talepleri dile getirmek bir suçtu. Polis OHAL yetkisiyle hunharca saldırdı. Bu da saldırının örtük olmayan kısmıydı.

Şimdilerde kimse kendini açık edemiyor. OHAL’in korkusu yaşanıyor. Korkunun çaresizliğiyle suskunluk, “Ne olacak bu gidişat?” sorusuyla bekleyiş sürüyor. Bu çaresizlik, bu suskunluk, bu bekleyiş hayra alamet değil.

“OHAL sürüyor ama halkı nebze etkilemiyor” yalanını söyleyenlerin yalanları ayyuka çıktı. Mesela kendi mahallemizde bazı sokaklardan geçemiyoruz. -O sokak güvenlik gerekçesiyle kapatıldı.- Bazı sokaklara meydanlara üstümüzü başımızı aratmadan girip basın açıklaması bile yapamıyoruz. -Alanın etrafı polis tarafından güvenliğiniz için kapatıldı.- Mesela polisin hoşuna gitmeyen bir sloganı atamıyoruz. “Katil devlet” diyemiyoruz. Diyoruz tabi, gözaltına alınıyoruz. Türlü işkencelerin ardından tutuklanıp hapishaneye kapatılıyoruz. -Bahsi geçen şahıslar devletin güvenliği gerekçesiyle kapatıldı.- “OHAL hissedilmiyor” diyen bakanlar belki hissetmiyordur, biz iliğimizde kemiğimizde hissediyoruz. Yaşam, yaşanmaz hale geldi. Şimdilik durum böyle.

Ve bir kırılma yaratmak zorundayız. CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü bir kırılma olabilir mi? Elbette hayır! Bugün adalet isteyenler, süreci baştan görmediler mi? Niye şimdiye kadar sustular, hiçbir şey yapmadılar? Yaşamlarımızın her alanı bir bir talan edilirken onlar sonu başından belli “şaibeli” referanduma güvendiler, sokağı meydanı boş bıraktılar. Ne oldu da adaleti şimdi ister oldular?

Bir kırılma yaratmak zorundayız. Çünkü OHAL yasal ya da fiili olarak devam edecek, en azından bir süre daha bu halde yaşamaya çalışacağız. Milyonlarcamız açlık sınırında, Nuriye ve Semih’in yüz günü aşkın süredir devam eden açlığıyla, bunca baskı ve zulmün ortasında ekmeğe adalete ve özgürlüğe duyduğumuz açlıkla, yaşamaya çalışacağız. Ancak bu kabusu sona erdirmek de bizim dilimizde, elimizde, sıkılı yumruğumuzda…

Bir kırılma yaratmak zorundayız!

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.

The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/13/adalete-ve-ozgurluge-olan-acligimizla-yasayacagiz-mercan-dogan/feed/ 0
OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/ https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/#respond Thu, 13 Jul 2017 09:14:15 +0000 https://test.meydan.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/ Devletin OHAL’i patronlara yaradı; patronlar için işçiyi daha fazla sömürmenin, emeği gasp etmenin önü açıldı. İşten atmalar OHAL uygulamalarıyla kolaylaştırıldı. OHAL’in ilanından bu yana sendikal baskı arttı, işçi grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. OHAL sonrasında işsizlik, OHAL öncesine göre 20 kat daha arttı. Ancak devletin OHAL’i, işçilerin sömürünün her haline karşı olan direnişlerini engelleyemedi. İşçiler […]

The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Devletin OHAL’i patronlara yaradı; patronlar için işçiyi daha fazla sömürmenin, emeği gasp etmenin önü açıldı. İşten atmalar OHAL uygulamalarıyla kolaylaştırıldı. OHAL’in ilanından bu yana sendikal baskı arttı, işçi grevleri “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. OHAL sonrasında işsizlik, OHAL öncesine göre 20 kat daha arttı.

Ancak devletin OHAL’i, işçilerin sömürünün her haline karşı olan direnişlerini engelleyemedi. İşçiler yasaklanan grevlere, fabrika önlerine getirilen TOMA’lara, devlet kapitalizm işbirliğine ve sömürüsüne karşı direnmeye devam etti.

***

Devletin OHAL’i bizleri dışarıda tutsaklaştırırken, içerideki tutsaklar için de ağır tecrit koşullarını getirdi. Devletin OHAL’i tutsaklar için engellenen telefonlar, kısıtlanan mektuplaşmalar, iletişim cezaları oldu. Sayısız hapishanede “kapasitenin üzerine” çıkıldı; tutsaklar tecritin sıkışmışlığında bir de kalabalığa mahkum edildi.

OHAL sonrası başlatılan “terör hükümlüsü” yaka kartı uygulamasıyla tutsaklar ve aileleri fişlenmek istendi. Ama tüm bunlara karşı tutsaklar direnmeye devam etti. Giderek arttırılan baskı ve tecrit politikalarına karşı bedenlerini direniş alanına çevirdi; “çare biziz ve mücadelemiz” diyerek devletin OHAL’ine ve tutsaklığın her haline karşı özgürleşti.

***

İktidar eliyle zaten değiştirilmekte olan toplumsal değerler, kadına ve farklı cinsel kimliklere yönelik yargılar OHAL bahane edilerek doğrudan sözlü ve fiziksel saldırılara dönüştü. Şort giymek, parkta spor yapmak, evde yalnız olan bir göçmen olmak ve her zaman da yalnızca kadın olmak bu saldırıların hedefi olmaya yetti.

Ama kadınlar “Her halinize karşı direniyoruz” diyerek erkek devletin OHAL bahanesine karşı da mücadeleyi seçti. Sokaklarda ve yaşamın her alanında var olma kavgası veren kadınlar, Onur Yürüyüşleri yasaklanan LGBTi’ler, bitmeyen OHAL’de de var olabilmenin ve özgürleşebilmenin kavgasını vermeyi seçti.

***

Yok sayılan, kentleri bombalanan ve katledilen halklar için de OHAL’in anlamı değişmedi. Devlet kendinden olmayana yönelik saldırısını OHAL adıyla meşrulaştırdı.

Evinde uyurken panzerle ezilen çocukların, sokak ortasında askeri araçla ezilerek katledilen kadınların, devlet eliyle yok edilmek istenen bir halkın varlığı bu kez de OHAL ardına gizlendi.

Ancak yıllardan bu yana var olmak ve yalnızca yaşamak için direnen halklar için devletin OHAL’i de fark etmedi. Savaşa, talana ve katliamlara karşı var olabilmek için mücadele OHAL’de de sürdü.

***

OHAL’le birlikte saldırılar bütün bir yaşama yöneldi. Doğaya ve yaşama yönelik saldırılar OHAL KHK’larıyla yasal kılıflara uyduruldu. Rant ve talan meşrulaştırıldı; daha da hoyratlaştı. Kalekollar ve çılgın projeler için gerçekleştirilen ekolojik yıkımlar, ÇED raporlarına verilen jet onaylar, Cerattepe eylemlerinin yasaklanması, hayvan katliamlarının önünü açan yasalar, kentsel dönüşümde Bakanlar Kurulu’na yetki veren KHK, tekrar başlatılan Yeşil Yol Projesi… Hepsi devletin yaşama olan düşmanlığının OHAL’deki yansımasıydı.

Devletin doğaya ve yaşama yönelik düşmanca saldırıları OHAL’de sürdüğü gibi bu saldırılara karşı direniş ve mücadele de sürdü.

***

OHAL’den önce patron-devlet işbirliğiyle işçilerin yoksullaştırılmasına karşı, tutsakların yaşamına yönelik baskı ve şiddete karşı, ataerkinin tacizlerine, tecavüzlerine, cinayetlerine karşı, kendi kimliğiyle özgürce yaşamak için mücadele eden halkların katledilmesine karşı, devletin talan ve rant politikalarıyla yaşam alanlarına dönük saldırılarına karşı ezilenler nasıl direndiyse OHAL’den sonra da direnişler, eylemler devam etti. Mücadeleler sinmedi, devletin yaşam düşmanlığına karşı yaşam her alanda savunuldu.

Birinci yıl dönümünde devletin artık olağanlaştırdığı OHAL’e karşı özgür bir yaşama inanların mücadelesi sürüyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır. 

The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/07/13/ohal-suruyor-mucadele-de-suruyor-2/feed/ 0
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/#respond Sat, 25 Feb 2017 21:52:37 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/ Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar SEÇMENE DAİR: Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda […]

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar

SEÇMENE DAİR:

Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.

Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?

Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.

Seçmen sorumluluğu ne demektir?

Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.

Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?

Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.

AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.

Kalifiye seçmen olmak ne demektir?

Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.

MUHALEFETE DAİR:

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?

Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.

Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.

Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.

Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.

HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.

7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.

İKTİDARA DAİR

Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.

Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.

BİZ ANARŞİSTLERE DAİR:

Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?

Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:

1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.

2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.

3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.

4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.

5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.

Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.

Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/26/devrimci-anarsist-faaliyetin-referandum-uzerine-birinci-bildirisi-referanduma-dair/feed/ 0
“Umut Fırat Kazandı” https://meydan1.org/2017/02/21/umut-firat-kazandi/ https://meydan1.org/2017/02/21/umut-firat-kazandi/#respond Mon, 20 Feb 2017 22:52:14 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/21/umut-firat-kazandi/ Gazetemiz yazarı ve devrimci anarşist tutsak Umut Fırat Süvarioğulları, “sürgün sevki”nin gerçekleştiği İzmir Yenişakran 4 No’lu T Tipi Hapishanesi’nde maruz kaldığı OHAL koşullarına, 14 kişilik odalara 20 kişi yerleştirilmesine, parçalanmış kanlı yataklarda yatılmaya zorlanmasına, psikolojik baskının ve işkencenin sürekli bir şekilde devam ettirilmesine ve devrimci anarşist siyasi kimliğinin yok sayılmasına karşı 11 Aralık 2016 tarihinde […]

The post “Umut Fırat Kazandı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

16427727_845679758905247_8625773538902540757_n

Gazetemiz yazarı ve devrimci anarşist tutsak Umut Fırat Süvarioğulları, “sürgün sevki”nin gerçekleştiği İzmir Yenişakran 4 No’lu T Tipi Hapishanesi’nde maruz kaldığı OHAL koşullarına, 14 kişilik odalara 20 kişi yerleştirilmesine, parçalanmış kanlı yataklarda yatılmaya zorlanmasına, psikolojik baskının ve işkencenin sürekli bir şekilde devam ettirilmesine ve devrimci anarşist siyasi kimliğinin yok sayılmasına karşı 11 Aralık 2016 tarihinde açlık grevine başlamıştı.

Hapishane yönetiminin Umut Fırat’ın kararlı mücadelesi sonucunda geri adım atması ve yoldaşımızın açlık grevine konu olan talepleri doğrultusunda kaldığı odayı değiştirmesi sonucu açlık grevini 55. gününde kazanımla sonlandırmıştır.

Gazetemize yolladığı, eylemi süresince dayanışma gösteren yoldaşları selamlama metnini sizlerle paylaşıyoruz.


Sevgili yoldaşlar,

Süresiz açlık grevimin 50. gününde sizlere bir mesaj yazmak istedim. Ancak dayanışmanızdan aldığım güçle daha zamanı değil diyerek, eğer hayatta kalabilirsem 23 Şubat’taki mahkememde okumak için erteledim. Bu “veda mektubu” değil, “zafer narası” olacaktı. Aynı, o zaman aklımdan çıkmayan Nicola Ferdinando Sacco ve Bartalomeo Vanzetti’nin katledilişlerinde mücadeleyi örgütlerken farkında oldukları zafer gibi.

Bunlar gelmese hiç başımıza, siz çıkmasaydınız karşıma/ ona, buna dert anlatacağım diye köşe başlarında/ harcar giderdim ömrümü/ silik, belirsiz, yenilmiş titretir giderdim kuyruğu./ Ama şimdi öyle mi ya!/ Bizim başarımız bu ölüm, bizim zaferimiz bu./ Dünyada aklımıza gelmezdi böyle yararlı olacağımız,/ insanlık için, adalet için, özgürlük için/ es kaza gördüğümüz bu hizmeti/ bir kere değil, on kere yaşasak yapamazdık./ Dediklerimiz, hayatımız, çektiklerimiz hiç kalır bunun yanında/ hiç kalır yanında idamımız/ bir kunduracıyla bir işportacı parçasının idamı./ Yaşayacağımız o son anı elimizden alamazsınız ya!/ O bizim işte, o bizim zaferimiz.” (Vanzetti)

Onlar bu zaferi yedi yıl, dört ay, on bir günlük yargısız infaz sürecinde örgütlediler. Belki 23 yıllık yargısız infaz sürecim böylesi bir zaferle taçlanacaktı ama olmadı. Yaşayarak bu mücadeleyi büyütme sorumluluğumuz var omuzlarımızda.

Merhaba yoldaşlar,

52+1 günlük açlık

Sizlere tekrardan merhaba diyebiliyor olmanın sevincini, mutluluğunu yaşıyorum.

An geldi direniş kararı almam gerekti, zorlu ve sıkıntılı koşullarda. An geldi paldır küldür yıkıldı bulutlar, süresiz açlık grevimin 40. gününde, bir cumartesi sabahı babamın öldüğü haberini aldım.

Bir merdivenin altında, adeta betondan bir tabutun içinde yatar gibi, üst üste yığılmış insan kalabalığında yatağının önünde tuvalet sırası bekleyenler, on santim ötesinde yemek yemek zorunda kalanlar, baş ucunda 22 basamaklı ayakkabılığın ağır kokusu, yatağının altına sızan tuvaletten gelen sular, nem ve havasızlık… Sansürlenen gazete, dergi ve kitaplarla, el konulan mektuplarla sessizliğe mahkum edilmenin, açılan soruşturmalara verilen disiplin cezalarıyla izaya çekilmeye, terbiye edilmeye, diz çöktürülüp teslim alınmaya çalışılan devrimci iradeler… Keskin bir bıçak gibi, bam telinin koptuğu an…

12.12.2016 tarihinde, Saray darbesi döneminin Şakran 4 No’lu T-Tipi zindanında seçenekler tüketildiğinde oyunu bozdum, kuralları değiştirdim, denetimin dışında çıktım, benim için döndürülen çarkın dişlilerinin arasına çomağımı soktum. Sabırla, disiplinle, sorumlulukla ve iradeyle 52+1 gün açlığa direndim. Gün gün eridim, eridikçe iktidarın gözlerini de, gücünü ve iradesini de erittim. Kayıtsız kalamadı bir çoğu, iktidarın kiriyle yıkanmış taş yürekleri dışında. Bedenimi anarşist propagandanın aracına dönüştürdüm. O yetmediğinde tüm enerjimle zihnimi kullandım, her fırsatı değerlendirdim, açık olan her kulağa seslendim.

Siz yoldaşlarım da eylemimi kolektifleştirip eyleminiz yaparak, dayanışmanızla sahiplenerek, eylemi örgütleyerek mücadelemizin bir parçası yaptınız. Dinci-Milliyetçi, Faşist darbeci iktidar bloğunun zindanındaki temsiline karşı benim başlattığım direnişi sizler, dışarıda hakim kılınmaya çalışılan korkuya, yılgınlığa ve sessizliğe karşı ses olabilmenin, hareketlenmenin ve cesaretin bir deneyimine dönüştürdünüz. Bana güç verdiniz.

Hiç kimse gelmeyecek bizi kurtarmaya, bizim adımıza direnmeyecek hiç kimse, çare biziz. Çare mücadeleyi, dayanışmayı örgütlemekte. Geleceğe ertelenecek bir an yok! İktidarın zamanında teslim olamayız, olmayacağız.

Yurtdışında özellikle Yunanistan’da, İrlanda’da, İtalya’da ve diğer coğrafyalarda fiili eylemliliklerle veya dayanışma adına yapılan her faaliyeti örgütleyen tüm yoldaşlarımızı selamlıyorum. Sizleri sürekli yanı başımda hissettim, varlığınızdan güç aldım. Bu gösterilen dayanışmanın devletlerin çizdiği sınırları aşarak yaşadığımız topraklarda bizlere güç ve moral verdiğini, mücadelemizi büyüttüğünü düşünüyor ve inanıyorum. Görüşme masasında oturmuş çaresizce ağzımdan çıkacak sözlere bakan iktidar temsilcilerinin karşısında “Şu an biz burada konuşurken Yunanistan’daki büyükelçiliğin önünde yoldaşlarım dayanışma eylemi yapıyor, ilerleyen günlerde bu birçok ülkeye yayılacak.” diyebilmiş olmanın haklı gururunu yaşadım. Bundan çok büyük güç ve direnç aldım. O gün süresiz açlık grevimin 52. günündeydim ama karşımdakiler benden çok daha güçsüz, yorgun ve moralsizlerdi. Bunu hep birlikte başardık!

Bu ne ilk ne de son olacak. Yaşadığımız deneyim, sürecin bir parçası. Bu mekanda kalıcı bir çözüm de, zafer de yok. Ancak, zindanları yıktığımızda bu mümkün olacak. Bu yüzden şimdi olduğu gibi gelecekte de, siyasi kimliğimize, bedenlerimize, cinsiyetimize/cinsel yönelimimize, yaşam alanlarımıza, doğamıza dönük her mekan ve zamanda, iktidarların saldırılarına karşı böyle kolektif direniş ve dayanışmayı örgütleyerek mücadelemizi büyüteceğimize inanıyor, siz değerli yoldaşlarıma mücadelelerinde başarılar diliyorum.

Devrimci Dayanışmayla,

Devrimci Anarşist Tutsak Umut Fırat Süvarioğulları 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Umut Fırat Kazandı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/21/umut-firat-kazandi/feed/ 0