The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!
Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?
Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.
Ahlak Mirası: Evlilik
Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.
1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.
2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.
Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.
Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.
Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.
Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.
Emeğin Mirası: Yoksulluk
Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.
Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.
Ölümcül Miras: Kadınlık
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.
Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.
Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.
Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.
Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik
“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.
Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.
Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.
Reddi Miras
Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.
Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.
The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Halife Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünden “Tevhid Toplumu”na appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Berk Yeter: Merhaba. Gerek kitaplarında gerek makalelerinde tarihsel ve güncel örnekler aracılığıyla devlet-kapitalizm ve eşitlik-adalet karşılaştırması yapıyor ve bunların uzlaşmazlığından bahsediyorsun. Bu perspektif dahilinde, sosyal adalet ve mülkiyet ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Muhammed Nur Denek: Mülkiyetin kökeninin adaletsizlikler üzerine inşa olduğu gerçeğinden yola çıkacak olursak, bu denklemin imkânsızlığı gün gibi ortaya çıkacaktır. Sosyal adaletin inşa olabilmesinin yegâne yolu, özel mülkiyetin tamamen ortadan kalkmasıdır. Bu iki unsurun bir arada var olabilmesi, zalimin adil olabileceği yanılgısıyla bire bir aynıdır. Bu ancak çok büyük bir zihinsel tahribatın ortaya çıkardığı sarsıntı olarak açıklanabilir. Yani insanlığın geldiği noktada bunun olabilirliği sanısını yaşmasından bahsediyorum. Aklın kabullenemeyeceği net bir hakikatten bahsediyoruz nitekim. Özel mülkiyetin meşru olduğu bir toplumda sosyal adaletten söz etmek imkânsızdır.
B.Y: Peki, başat aktörlerden olan “devlet”in bu ilişkideki rolünü nasıl tanımlıyorsun?
M.N.D: Zaten tarihsel süreçte devletlerin ortaya çıkışlarının ana unsurunun, mülkiyetin korunması olduğu gerçeği bilinmektedir. Devlet, toplumlarda en büyük kurumsal yapı olarak kendini var etmektedir. Toplumlarda yaşanan her türlü adaletsizliğin kaynağı devletlerdir. Devletin ya da daha küçük de olsa bir takım kurumların varlıkları, o kurum dâhilinde olan kişiler arasındaki güç sahiplerinin kaçınılmaz sığınağı olmaktadır. Bu şu anlama geliyor; toplumlar içerisinde bir takım statüler elde etmiş olan kişiler bu konumlarını koruyabilmek için, bir takım mekanizmalara ihtiyaç duyar ve bu mekanizmaları oluşturur. Devlet dediğimiz canavarın baş aktörleri aslında toplumlardaki statü sahipleridir. Bu kan emici zalimlerin diğer insanlar üzerinde oluşturduğu baskıyı teminat altına alma aracı da diyebiliriz devlet için. Devletler oldukça sosyal adalet asla gerçekleşemez, devletin varoluş sebebi zaten adaletsizliklerin ayakta kalabilmesi ve statü sahiplerinin zulüm ve haksızlıkla elde ettikleri (ki başka bir yolla üstünlük elde etmek imkânsızdır) konumlarının korunmasıyla ilintilidir.
B.Y: Halife Ömer’in, “Adalet, mülkün temelidir.” sözü, bugün TC mahkemelerinin duvarlarında yer alıyor. Adaleti mülkte(devlette ve devlete ait olanda, yani mülkleştirilmiş olanda) arayan bu sözle beraber, günümüz İslam anlayışının hâla gerçek adalete işaret ettiğini söylemek mümkün müdür?
M.N.D: Maalesef sözler, söz sahibinin amacına hizmet edemiyor bazen. Sadece bu sorunda bahsettiğin Ömer’in sözü değil, buna benzer yüzlerce tarihsel vecize günümüzde güç sahiplerinin çıkarına yorumlanmaktadır. Oysa ki bu sözler, söylendikleri çağın mazlumlarının ışığı olmuş ve tarihte zalimin zulmüne karşı gerçekleşen isyanlara kaynaklık etmiştir. Neredeyse tüm peygamberlerin sözleri (ve o sözlerin ortaya çıkardığı modelin ”din”) özünden oldukça uzaklaşmış ve mazlumun ekmeğine kan doğrayan iktidarların çıkarına yorumlanmıştır. Günümüzdeki anlaşılan biçimiyle tüm dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) aslında peygamberlerin mücadele ettikleri şirk dinini temsil etmektedir. Peygamberlerin yaşadıkları dönemde isyan ettikleri toplumsal algı ne idiyse günümüzde bu dinlerin ortaya koydukları algı da aynıdır. O günde şirk dinleri zalimin yanındaydı, bugün de bu dinler zalimlerin yanı başında. Ezilene değil ezene taraf olan her din, batılıdır. Hak din yani peygamberlerin tarif ettiği Tevhid dini her zaman, zulme uğrayanın yanında olmuş, zalimin karşısına dikilmiş ve hesap sormuştur. Günümüzde peygamberlerin yandaşı olma iddiasında olan kişilerin de yapması gereken budur.
Bahsettiğin söze gelecek olursak; “adalet mülkün temelidir” sözüyle işaret edilen şey aslına bakılırsa tam olarak şudur: mülk Allah’ındır( her“şey”indir, kimse sahiplenemez) asla bireyselleşemez ve bunun tek yolu mutlak adalettir ve adalet ancak mülk herkesin olursa ayakta kalabilir. Nasıl da ters düz edilmiş yüce Tevhid dini görüyorsunuz değil mi?
B.Y: Kitaplarında adaletsizliklerin olmadığı toplumu “tevhid toplumu” olarak açıklıyorsun. Tevhid toplumunu biraz anlatabilir misin?
M.N.D: Tevhid ,vahdete, yani bir olmaya işaret eder. Peygamberler bahsettikleri toplumsal felsefeyi bu sözle anlatmışlardır. Günümüz dilinde bunun daha anlaşabilir olması için şöyle açıklanabilir: Varoluş tek bir kaynaktan beslenir; varoluş özünde birdir, tektir. Allah kelimesiyle işaret edilen şey de bu birliğin karşılığıdır. Hiçbir şey yoktan var olamaz ve hiçbir var, yok olamaz gerçeğini dikkate aldığımızda zaten mutlak bir tek “var”dan bahsedebiliyoruz; ancak tabii ki bu işin felsefi boyutu, kısaca değinmeyi gerekli gördüm.
Toplumsal anlamda tevhide gelince; tevhidi toplumla anlatılmak istenen şey, bu birlik anlayışının toplumda inşa olmasıdır. Tevhidin yaşanabilmesi için, insan toplulukları içerisinde statü farklarının tamamen ortadan kalkmış olması gerekir. Bu statüler mülk ve iktidarla elde edilmesi mümkün olan durumlardır. Toplumlarda adaletin sağlanması ancak tüm olanakların hiçbir statü farkı oluşmaksızın, eşitçe paylaşılması ile mümkündür.
Muhammed peygamber bu durumu cennet tasviriyle ifade etmiş ve ayrıntılı biçimde Kuran’ı Kerim’de açıklamıştır: “Orada hiç kimse aç kalmaz, susuz kalmaz güneşin ısısıyla yanmaz” orada kimse kimsenin üzerinde otorite oluşturmaz, herkes mutludur orada, çünkü orada yasa yoktur, kanun yoktur, devlet yoktur, otorite yoktur, herkes özgürce dilediğini yapar…
B.Y: Tasavvurunu yaptığın toplum, anarşizmin tariflediği topluma oldukça benziyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?
M.N.D: Evet, benziyor. Hatta aynı felsefe denebilir. Kelimeler ve isimlere takılmamak gerek, nitekim onların içini insanlar dolduruyor ve o tanımı insanlar koyuyor. Tarihin bir döneminde Musa peygamberin Tevhid felsefesi Yahudilik olarak isimlendirilmiş, bir dönemde İsa peygamberin Tevhid felsefesine Hıristiyanlık denmiş, bir başka dönemde ise aynı felsefenin temsilcisi olan Muhammed peygamber bunu İslamiyet olarak açıklamış. Bugün de buna anarşizm ya da başka bir tanımlama yapılabilir, aslolan Tevhid felsefesidir ve bu felsefe bugün en çok anarşizmle isimlenmeyi hak ediyor gibi görünmekte.
B.Y: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
M.N.D: Söylenecek çok şey var aslında, nitekim tarih aşağılık iktidarların yalanlarıyla dolu, bu yalanları ifşa etmek ve gerçekleri anlayabilmek için söylenecek çok şey var. Günümüzde de bu yalanlar ağzı salyalı sözde dindarlar tarafından söylenmeye devam etmekte. Gerçek mutlaka anlaşılacak ve galip gelecektir ve o gerçek ancak adalettir. Söylenecek çok şey var ancak ben son olarak söylenecek şeylerden daha önemli olan düşünmeyi, tüm dayatılanlardan arınarak düşünmeyi tavsiye ediyorum.
The post Halife Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” sözünden “Tevhid Toplumu”na appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>