mülkiyet – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 29 Mar 2020 16:52:33 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir! – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2020/03/29/ozel-mulkiyeti-kolektiflestirme-ozgurlestirici-bir-eylemdir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2020/03/29/ozel-mulkiyeti-kolektiflestirme-ozgurlestirici-bir-eylemdir-huseyin-civan/#respond Sun, 29 Mar 2020 16:17:20 +0000 https://meydan.org/?p=56556 Üretim, kooperatifleşme, kolektif farkındalık, doğrudan demokrasi, yeni bir toplumsallık; farklı tarzda bir muhalefetin örülmesi için konuşulması, tartışılması, yazılması gereken başlıklardan. Mevcut toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişki biçiminin dışında başka bir ilişki biçimi olamayacağı, kapitalizm dışı bir toplumsal yapılanmanın ütopya olduğu, toplumsal uyumun paylaşma ve dayanışmaya dayandığı bir ilişki biçiminde asla var olamayacağı önyargılarının, pratikleri yaratacak […]

The post Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir! – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Üretim, kooperatifleşme, kolektif farkındalık, doğrudan demokrasi, yeni bir toplumsallık; farklı tarzda bir muhalefetin örülmesi için konuşulması, tartışılması, yazılması gereken başlıklardan. Mevcut toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişki biçiminin dışında başka bir ilişki biçimi olamayacağı, kapitalizm dışı bir toplumsal yapılanmanın ütopya olduğu, toplumsal uyumun paylaşma ve dayanışmaya dayandığı bir ilişki biçiminde asla var olamayacağı önyargılarının, pratikleri yaratacak mecralarla, yapılarla, örgütlerle kırılması gerekiyor.

Aslında üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin, kapitalist amaçlar dışında, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılandırıldığı; herhangi iktidar mekanizmasının bu yapılandırmayı planlamadığı, merkezi olmayan ve gönüllülük ilkesi doğrultusunda gerçekleşmiş deneyimler aslında her yerde mevcut.

Kapitalistler krize uğramadan, zarar etmeden, daha fazla nasıl sömüreceğinin hesaplarını yapmaya başlamışken bu deneyimler giderek önemli bir hale geliyor. Farklı coğrafyalarda şu an işler halde bulunan anti-kapitalist yapılanmaların, kolektiflerin, kooperatiflerin ve toplulukların daha görünür kılınması, bu deneyimlerin artırılması gerekiyor.

Radikal Deneyimler Zorunluluk Haline Gelmişken…

Ekonomik kriz kendini her geçen gün daha fazla hissettirirken… Bu beylik cümlenin ne anlama geldiğini yakın zamanki verilerle açıklamaya çalışalım. Gıda bağlamıyla beraber düşünüldüğünde, 15 Ekim Dünya Gıda Günü’nde yapılan bir açıklamada, BM raporuna göre, 821.6 milyon insanın, yani dünya nüfusunun %11’inin açlık çekmekte olduğu belirtilmişti. Aynı raporda, gıda ve beslenmeye -en temel haklardan olduğu halde- erişimin engellendiği ifade edilmişti.

Ekonomik krizin gıdayla ilişkisiyle ilgili bu hatırlatmadan sonra, geri dönelim: Bu durumdan çıkış için ne gibi pratikler sergileyeceğimizi konuşmak gereklidir.

Bu pratikler, bir yandan içinde bulunduğumuz sıkıntılara cevap olurken; öte yandan bir “direniş” inşa etmeye yardımcı olmalıdır. Radikal yöntemleri konuşmaya ve tartışmaya ihtiyaç olduğu kadar bu yöntemleri deneyimlemeye de ihtiyaç vardır.

Alternatif gıda topluluklarından kooperatiflere varıncaya kadar gıdanın üretimi, tüketimi ve insanlarla buluşturulması için oluşturulan formel ya da informel tüm ağlar olumludur ancak kendi pratiklerimizi oluştururken iktidar kurumlarına aldırmamak yeterli değildir. Bunların kapasite ve güçlerinin aşındırılması gereklidir. Aksi takdirde, çabalarımız kapitalist değişim mantığı ile çevrelenir, yok sayılır. Sistem tarafından kendi haline bırakılır. Müsamaha gösterilir.

Radikal yöntemler, kapitalizme karşı gerçekçi alternatiflerin geliştirilmesi için yol göstericidir. Bu gerçekçi alternatifler, mevcut gerçekliği yok etmeyi hedefler; eş zamanlı var olmayı değil!

Radikal Bir Yöntem Olarak: Kolektifleştirme

Bu radikal yöntemlerden biri kolektifleştirme (işgal, kolektif ekonomiler oluşturma vb. yöntemler gibi)dir. Mülkiyetçi sisteme ikame üretim-tüketim-dağıtım süreçlerinin toplumsallaşması, özörgütlülüğe dayalı kolektif ekonomilerin kurulması sürecinde etkili bir eylemdir, başlı başına ekonomik kriz ya da kapitalist sistemden kurtuluşun yolu olarak algılanmamalıdır. İddiamız da bu yönlü değildir ve krizin yoğunlaştığı farklı coğrafyalarda harekete dönüşmüş olan bir yöntemin; “kolektifleştirme”nin tartışmaya açılması önemlidir. Gıda ve kolektifleştirmenin kesiştiği noktada, kriz coğrafyalarında harekete dönüşmüş olan bir alt başlık olarak “market kolektifleştirmesi”ni tartışmak tam da zamanın gerekliliğidir. Devlet ve kapitalist sistem tarafından “market hırsızlığı”, “yağma”, “talan” diye isimlendirilen bu eylemlerin gerçek ismini koymak politik bir sorumluluktur. Bu eylemin ismi “kolektifleştirme”dir.

Bu meselenin tartışıldığı metinlerde “kamulaştırma” terimine rastlanıldığı gibi “kolektifleştirme”ye de sık rastlanılır. Bu kavramsal farklılaşma, iki düşünsel eğilimin, uzun ve tarihsel bir tartışmasının ve pratiklerinin sonucudur. Bu tartışmayı çok açmadan, kolektifleştirme kavramının kamusal alan-özel alan tartışmalarında, kapitalist ve devletli kapitalist perspektiflerin dışındaki bir perspektifin izdüşümü olduğunu belirtelim.

Kolektifleştirme, üretim-tüketim-dağıtım sürecinin karar mekanizmalarının başka merkezi yapılara bırakılmadan doğrudan bu süreçlerin içerisinde olanların özörgütlülüğüyle belirlenmesini kendine referans alır. Kolektifleştirme, hakim iki büyük endüstri sistemi olan şirket kapitalizmi ve devlet kapitalizmiyle değil kolektivizmle ilgilidir. (Böylelikle yazıdaki kavramın 1928-40 arasında Sovyetler Birliği’nde uygulanan Stalin’in tarım politikasıyla ilgili olmadığının altını çizmiş olalım. Yaygın kanının aksine, kolektifleştirme bu uygulamadan çok önce anarşistlerin ekonomi politikalarında yerini almıştır, I. Enternasyonal’de Marksistlerle yapılan tartışmaların başında gelir.)

Kolektifleştirme, tarihte ezilenlerin sık kullandığı ve meşru yöntemlerden biridir. Toprak ve banka kolektifleştirmelerinden şeker, un, yağ gibi temel ihtiyaç ürünlerinin bulunduğu fabrika ya da satış alanlarında yapılan kolektifleştirmelere varıncaya dek yaygın kullanılan bir yöntemdir. Modern anlamıyla, 19. yüzyıl ortalarında Güney Amerika’da; öncesinde “Çitleme Hareketi”ne karşı, sonrasında endüstriyel sömürüye karşı (örneğin İberya Devrimi’nde) Avrupa’da; 20. yüzyıl başlarında devletli kapitalist biçime karşı farklı bölgelerde (örneğin Ukrayna’daki Mahnovist deneyimde), 1960’larda yine Avrupa’da farklı toplumsal hareketlerde, Asya’da, yaşadığımız topraklarda kullanılmıştır.

Yöntemin yaygın kullanımına ve “normal”liğine yakın zamanlı şöyle bir örnek verelim: 

2009’un sonlarından itibaren özellikle Avrupa’da kooperatif ve dayanışma ekonomisiyle ilgilenenlerin efsane gibi konuştuğu bir deneyim yaşandı. 2006-2009 yılları arasında farklı bankalardan yarım milyon euro kolektifleştirildi. Üst üste çekilen ve geri ödenmeyen kredilerle, bugün tüm dünyadaki radikal kooperatiflerin konuştuğu ve model aldığı Cooperativa Integral kuruldu. Buna olanak sağlayan isim Enric Duran’dı. Bankalardan kolektifleştirdikleriyle radikal kooperatif ağları, kendi ekonomilerinde kullanılan para birimleri, bu para birimlerinin kullanıldığı ekonomilerin oluşmasında önayak oldu.

Evet, kolektifleştirme mevcut ekonomiye zarar veren bir uygulamadır. Doğrudan “özel mülkiyet”i hedef alır. Dolayısıyla bu radikal pratik, özel mülkün korunması ile örülü hukuki ve toplumsal kurallarla eleştirilir. Ancak bu kurallar, “Üretiyorsak neden tüketemiyoruz? Neden ihtiyaçlarımızı karşılayamıyoruz?” sorularını hep es geçer.

Ekonomik Krize Karşı Ne Yapabiliriz?

“Krizin yüzü ve adı var. Yemek yiyemeyen birçok aile, birçok insan var.” diyor Juan Gordillo bir röportajında. Kendisi Sevilla’nın Marinaleda Belediye Başkanı. Sevilla ve Cadiz’de birçok market kolektifleştirmesine dahil oluyor Gordillo. Uluslararası siyasi dergilerden birinde doğrudan bu soruluyor ona; “Gerçekten marketlerden çalıyor musunuz?” Gordillo için, Sevilla ve Cadiz’de yaşayan yüzbinlerce insan gibi, bunun ismi çalmak değil ve bunu konuşmak da o kadar olağan! Juan Gordillo ve Enric Duran gibi örnekleri vermenin amacı, “kahraman Robin Hood’ları” saymak değil tabi ki! Pirinç, şeker, makarna, yağ, süt gibi gıdaların kolektifleştirildiği eylemlerin İberya Yarımadası’ndaki yaygınlığını göstermek. Sevilla örneğinde bunun bir çiftçi hareketi, genel anlamıyla ekonomik olarak sömürülenlerin yarattığı bir hareket olduğunun altını çizmek!

Neden kolektifleştirme bu coğrafyalarda bir harekete dönüşmüş? Kolektifleştirmenin ortalama doksan yıl önceki tarihsel deneyimleriyle beraber, 2010’lu yılların ekonomik krizlerinden en çok etkilenen coğrafyaların başında bu coğrafya geliyor. Sadece bu coğrafya da değil; İtalya, Yunanistan, İrlanda gibi yerlerde de kolektifleştirme bir harekete dönüşmüştür.

İnsanlar yaşamsal ihtiyaçları için gerekli gıdaların teminini bu yollarla sağlarken, kapitalist ilişki biçimine büyük bir sivil itaatsizlik de örgütleniyor. Kapitalist ilişkinin meşru olduğu yanılsaması yıkılıyor. Güney Amerika’daki eylemlerde sıklıkla karşılaştığımız, “yağma” ve “talan” diye isimlendirilen kolektifleştirmeler, içinde bulunulan ekonomik krizin boyutunu anlamak için önemlidir. 2001’de benzer bir manipülasyona Arjantin Krizi’nde de maruz kalmıştık. Bu süreçte kolektifleştirmeler ve kolektif ekonomik deneyimler aracılığıyla ekonomik krize gereken cevap verilmişti. Şili’de devam eden süreç de benzer bir şekilde ilerliyor.

Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir!

Kolektifleştirme insanların emeklerini, zamanlarını, başkalarıyla ne kadar etkili bir şekilde değiştirebileceklerine bağlı olarak yemeyi, yaşamayı ve ölmeyi hak ettiği sistemin reddidir. Bireyin hayatının bir saatinin başka bir bireyinkinden 10 lira fazla ya da az olabileceğini ölçen bir sistemin reddidir. İşçilerin kendi emeklerinin ürünlerini, sermaye sahiplerine kar ettirerek geri almak zorunda kaldıkları bir sistemin reddidir.

Kolektifleştirme bir hoşnutsuzluğun ifadesidir. Üreticilerin çekmek zorunda kaldıkları koşullara, düşük ücretlere hoşnutsuzluğun ifadesidir. Şirketlere karşı en etkili protesto etme yöntemidir. Çünkü doğrudan eylem içerir. Şirketlere memnuniyetsizliği göstermenin değil, onlara zarar vermenin yöntemidir.

Her şeyin özel mülkiyet ve “kaynak” haline geldiği ve bunu kabul etmeye zorlandığı bir dünyada, hayatta kalmanın bir yöntemidir. Bizi sürekli bir üretim-tüketim durumuna hapseden sistemin, “özel mülkiyetin kutsallığı” yalanlarından sıyrılmanın vaktidir. Eğer üretici bizlersek; ürettiğimiz her şeye, ihtiyaçlarımıza karşılıksız erişebilme ve istediğimiz gibi dağıtım hakkına sahibiz. Bu hak, devletin ve mülkiyetçi sistemin yasalarıyla bahşedilen bir hak değil, bu dünyada yaşıyor olmayla, bu ekosistemin parçası olmakla doğal olarak edinilmiş bir haktır.

Özel mülkiyeti kolektifleştirme, özgürleştirici bir eylemdir. 19. yüzyılın sonunda yaşanan ekonomik krize karşı Emma Goldman’ın telkin ettiği gibi: “Ekmek isteyin, vermezlerse alın!”. Onun çağrısına kulak verenlere, kolektifleştirmeyi yaşamak için bir zorunluluk olarak gündelik pratiklerinde sergileyenlere, yüzyıl sonra ekonomik krize karşı aynı şiarla “Vermeyecekler, alacağız” diyenlere, kolektifleştirenlere selam olsun!

Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.

The post Özel Mülkiyeti Kolektifleştirme Özgürleştirici Bir Eylemdir! – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/03/29/ozel-mulkiyeti-kolektiflestirme-ozgurlestirici-bir-eylemdir-huseyin-civan/feed/ 0
Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/ https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/#respond Fri, 19 Apr 2019 20:15:13 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/ Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen […]

The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1917 – 1918 Brezilya Genel Grevi

Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi

Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen düşünsel faaliyetler sonucunda elde edilen bilginin kim tarafından ve nasıl kullanılacağı hakkında, üretim ve dağıtımın nasıl gerçekleştirileceği meselesinde adaletsizlikler yaşanmıştır. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik boyutta ortaya çıkan adaletsizlikler, özgürlüğün kolektif karakterinin önüne geçmiş; parçalanmış ve tutsak edilmiş yaşamları bize dayatmıştır.

Tekrar etmek gerekirse birbiriyle iç içe geçmiş tüm bu adaletsizlikler sisteminin kaynağı, iktidar ilişkileri ve mekanizmalarıdır. Ezen-ezilen çelişkisini sistematikleştiren bu yapılardan biri de ekonomik iktidarların; mülkiyete sahip olanların, üretimin nasıl olacağından üretim sonucunda elde edilenlerin nasıl paylaştırılacağına kadar pek çok ekonomik işleyişe dair karar verenlerin oluşturduğu sınıfsal ayrımlardır.

Sınıfların Temeli İktidarlı Mekanizmalardır

Bir toplumda benzer mülkiyet düzeyi, statü ve iktidara sahip bireylerin oluşturduğu gruplaşmalara sınıf denir. Herhangi bir bireyin ya da bireylerin oluşturdukları grupların/toplulukların diğer birey ya da topluluklardan toplumsal ve ekonomik açıdan daha üstün olma hali, toplumların sınıflara ayrılmalarıyla ilgilidir. İktidarlı mekanizmalarının sürdürülebilmesi için sınıflı toplum yapısı önemli bir noktada bulunmaktadır.

Toplum içerisindeki bireyler veya gruplar arasındaki bu hiyerarşik farklılığın nedeni ise doğuştan gelen, etnik ya da cinsel özellikler değildir. Herhangi bir etnisite veya cinsin diğer etnisite veya cinslerden üstün olduğuna dair yaklaşımlar, doğuştan gelen farklılıklar/özellikler gerekçe edilerek oluşturulurken; sınıfların oluşmasında ise toplumsal yaşam içerisinde sonradan oluşturulmuş farklılıklar etkili olmuştur. Bu farklılıkları yaratan olgular, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkardığı iktidarlı mekanizmalardır. Kısacası sınıfsal farklılıklar ezen-ezilen ayrımının bir bölümünü anlatmaktadır.

Sınıf Tek Başına Ekonomik Bir Olgu Değildir

İktidarlı mekanizmaları kontrol eden kesimlerle kontrol edilenler arasında iktidara sahip olup/olmamak üzerinden siyasi, sosyal ve/veya ekonomik ayrımlar oluşmaktadır. Bu mekanizmaları kontrol edenlerden yöneticiler, bürokratlar, din görevlileri, farklı farklı iktidar yapılarının birbirine bağlı olması sebebiyle, sadece toplumsal ve siyasi değil büyük oranda ekonomik de bir üstünlüğe/belirleyici bir konuma sahiptir. Dolayısıyla günümüzde kapitalist sistem içerisinde sermayeye/mülkiyete sahip, ekonomik iktidarı elinde bulunduran kesimlerin önemli toplumsal ve siyasi etkileri de bulunmaktadır.

Ayrıca bilimsel/teknolojik gelişmelerin toplumsal yaşamda büyük etkisi olması sebebiyle, siyasi bir iktidara sahip olsun ya da olmasın, iktidarlı toplumlarda kendilerini bu alanlarda geliştirmiş insanlar da bir sınıf meydana getirirler. “Aydın” olarak adlandırılan bu sınıfın, topluma öncülük ederek toplum adına en doğru olanı düşünme, anlatma ve eyleme gücü bulunduğu varsayılmaktadır.

Kısacası iktidarın bulunduğu her toplumsal örgütlenmede sınıflar bulunmaktadır. Yöneten-yönetilen, subay-halk, aydın-halk, patron-işçi, din görevlisi-inanan vs…

Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür!

Anarşistler için sınıfsızlık, özgürlük demektir. Anarşistler iktidarlı ilişkileri ve mekanizmaları reddederek düşlediğini eyleyebilen bireylerin oluşturduğu bir toplumsal yaşam örgütlenmeyi savundukları için adaletsizliklere, iktidarın manipülasyonlarına ve sürdürülmesine gerekçe oluşturan, bireysel ve toplumsal özgürlükleri yadsıyan sınıfları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Ayrıca anarşizm tüm hiyerarşik ve statüye dayalı mekanizmalara karşı olan yegane ideoloji ve hareket olduğu için; bir bireyin diğer bireylerden ya da bir topluluğun diğer topluluklardan daha üstün/değerli/önemli olduğuna dair farklılaştırmalar ve bu sınıfsal farklılıklar üzerinden kurulan toplumsal yapı ancak anarşizmle yok edilecektir.

İşçi Sınıfı Mücadelesi

Şiddet uygulamaları ve çitlemeler yoluyla; herkesin olanın mülkiyet sistemi ile birlikte çalınmasıyla ekonomik sınıflar ortaya çıkmış, endüstrinin gelişimi ve hakim üretim tarzının değişimiyle birlikte ezilen yeni bir toplumsal sınıf belirmeye başlamıştır. Bu yeni üretim sistemiyle birlikte de mülksüz, iktidarsız işçi sınıfının üretime katılıp harcadığı emeği ile zamanı ve enerjisi sömürülmüştür. Düşünsel faaliyetleri kısıtlanmış, bir makineye dönüştürülmüş, köyden kente göçmüş, geçinebilmek için zamanını ve enerjisini satmak zorunda bırakılmış, bir köle haline gelmiş, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş, yaşam şartları oldukça kötü bir hal almış işçi sınıfı ise -doğaldır ki- bu adaletsizliğe isyan etmeye başlamıştır. Büyük ve sistematik sömürü, karşısında büyük ve kalabalık direnişleri de (direnişin şartlarını da) yaratmıştır.

Sanayinin en çok geliştiği İngiltere’de ve Fransa’da da büyük işçi direnişleri ve grevleri ortaya çıkmış; bu direnişler ve işçilerin adaletsizliklere karşı çıkıp özgürlük mücadeleleri de pek çok politik hareketi etkilemiştir. Anarşistler de özellikle sınıf mücadelelerinin başladığı tarihlerde işçilerin yanında onları ezen patronlara karşı yer almış ve mücadele etmişlerdir. Bu mücadele, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak dışında yapabileceği başka bir şey olmayan anarşistlerin de işçi olmalarından kaynaklanmıştır. Yani bu mücadelelerin büyük kısmında anarşistler özörgütlenme konumunda oluştur. Bu özörgütlü konum, anarşistlerin mücadeleleri şekillendirmelerine oldukça olanak sağlamış; ekonomik sömürüye karşı verilen mücadelelerde anarşizmi toplumsallaştırmıştır.

İlk Anarşistler ve İşçi Mücadelesi

Anarşizmin toplumsallaştırılması yönünde eylemde bulunan pek çok düşünür/devrimci de işçilerin özgürlüğü için sınıf mücadelesinin önemini ortaya koymuşlardır. Örneğin kendisini anarşist olarak tanımlayan ilk kişilerden Proudhon, -sonraları özeleştirisi vererek girdiği- parlamentoda mülkiyeti reddedip, onu zilyetlik düzeyine indirgemek istediğini anlatmış ve eski toplumun tasfiyesinin “tarafların ihtiraslarına ve iyi ya da kötü niyetli olmalarına göre fırtınalı ya da dostça” olacağını söylemişti. Mülk sahiplerinin “kendi paylarına devrimci çalışmaya katkıda bulunmaya” çağrılmaları gerektiğini ve “bu çağrıyı reddettikleri takdirde sonuçlardan mülk sahiplerinin sorumlu” olacağını belirttiği konuşmasıyla sistemin savunuculuğunu yapanların ve burjuvazinin tepkisini çekti. Proudhon’un “çağrıyı reddederseniz tasfiyeyi, sizin yardımınızı beklemeden kendi başımıza yürüteceğiz.” şeklindeki sözleri üzerine dinleyenler “siz” ve “biz” zamirleriyle kimi kastettiğini sordu. Proudhon’un “Bu iki zamiri kullandığımda, siz ve biz dediğimde, kendimi proletaryayla, sizi de burjuva sınıfıyla özdeşleştirdiğim açıktır.” sözleri üzerine de öfkeli dinleyiciler “Bu bir toplumsal savaştır!” diye bağırmaya başlamıştı. Evet, bu bir “toplumsal savaştı” ve anarşistler bu savaşta en başından beri işçilerin yanında, o işlerin doğrudan ta kendisiydi. Ayrıca 31 Ağustos’ta Le Representant du peuple yeniden çıkmaya başladığında, ön sayfada büyük harflerle “Kapitalist nedir? Her şey! Ne olmalıdır? Hiçbir şey!” başlığının yer alması anlamlı olmuştur.

İşçilerin eylemlerinde ya da halkların özgürlük kavgasında nerede bir isyan varsa barikatların arkasında yerini alan devrimci anarşist Bakunin ise barış ve özgürlüğün işçilerin sosyal adalet mücadelesi olmadan güvence altına alınamayacağını söyleyerek Barış ve Özgürlük Kongresi’ndeki devrimcilerle birlikte bu kongreden ayrılıp Enternasyonal İşçi Birliği’ne katılmıştı.

Enternasyonal’in “İşçilerin kurtuluşu ancak kendi ellerindedir.” sloganını özgürlükçü bir söylem olarak selamlayan Bakunin pek çok konuşmasında işçilerin devrimci potansiyellerine vurgu yapmıştı: “İşçilerin yoksun olduğu şey, bir gerçeklik anlayışı veya sosyalist özlemler değildir, sadece sosyalist düşüncedir. Yüreğinin derinliklerinde, her işçi, bir özgürlük ortamında çalışmayı ve yaşamayı isteyen her insan için adalet ve eşitlik temelinde kurulmuş eksiksiz bir yaşamı, maddi refahı ve entellektüel gelişmeyi arzular. Açıkçası böyle bir ideal, işçi sınıfının sindirilerek sömürülmeleri pahasına ayakta duran mevcut toplumsal sistem içinde gerçekleştirilemez. Kurtuluşuna ancak mevcut toplumsal düzenin yıkılmasıyla ulaşılacağı için kararlı her işçi potansiyel devrimci bir sosyalisttir.”

İtalya’dan Mısır’a pek çok farklı coğrafyada işçilerin örgütlenmesi için büyük çabalar göstermiş devrimci anarşist Errico Malatesta da “Bizim için önemli olan, sadece işçilerin az ya da çok talepte bulunmaları değil; kendi çabalarıyla, kapitalistlere ve hükümete karşı doğrudan eylemleriyle istediklerini elde etmeye çabalamalarıdır. Bizler, işçi hareketinin yaşamsal önemini ve anarşistlerin bu harekette güçlü ve aktif bir rol almasına duyulan ihtiyacı her zaman anlamışızdır. Ve bu, çoğunlukla, emekçi gruplara daha canlı ve gelişen bir yapı kazandırmak için yoldaşlarımızın girişimlerinin bir sonucudur. Biz, işçi sendikasının; bugün işçilerin, içinde bulundukları kölelik durumunu anlamaya başlayabilecekleri, özgürlüklerine kavuşmayı isteyerek kendilerini baskı altında tutanlara karşı verecekleri mücadelede tüm ezilenlerin dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlayabilecekleri bir yol olduğunu -bunun yanında patronlar ve asalaklar olmaksızın üretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyal yaşamın devamı için gerekli ilk çekirdek olarak görev yapacağını- düşünmüşüzdür.” sözleriyle işçi mücadelesinin önemini anlatmıştır.

Anarşist İşçi Mücadelesi

Mücadele içerisinde pratikte de önemli kazanımlar, başarılar elde etmiş anarşistlerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarında da yüzlerce/binlerce işçinin yüzlerce direnişini örgütlemiş anarşist işçiler bulunmuştur.

“8 saat” mücadelesinin kazanımında, 1 Mayıs’ın dünyadaki tüm işçilerin isyan ve dayanışma günü olmasında katkıları olan ABD’li anarşistlerin; yüzlerce işçiyi kapitalistlere, patronlara karşı greve ve mücadeleye örgütleyen Güney Amerikalı, İberyalı, Rusyalı, İtalyalı, Ukraynalı, Japonyalı, Çinli anarşistlerin; işçi sınıfının kurtuluşunun tüm iktidarların ortadan kaldırılmasıyla elde edileceği düşüncesini I. Enternasyonel’de de haykıran anarşistlerin; Rusya’da beyazlara ve otoriter Bolşeviklere karşı işçileri direnişe çağıran anarşistlerin ve İberya’da bir milyonu aşkın üyesi olan ve toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi ve özgür İberya’yı FAI ile birlikte örgütleyen CNT’li anarşistlerin etkisi oldukça fazladır.

Ayrıca anarşist hareketler içerisinde yerini alan anarko-sendikalizm de işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir konumda bulunmaktadır. Avrupa’da sendikalizmin şekillenmesine katkıda bulunan Fransa’daki anarko-sendikalistler (CGT), Almanya’da FAUM, İberya’da CNT, İsveç’te SAC, işçi hareketlerini derinden etkilemiştir. Bu etki yansımasını ABD’de IWW (Dünya Endüstri İşçileri Örgütü), Arjantin’de FORA (Arjantin Cumhuriyeti İşçi Federasyonu), FORU (Uruguay Bölgesi İşçi Konfederasyonu), Meksika’da CGT (Genel İş Konfederasyonu) içinde göstermiştir.

Anarşizm Mücadelesi İşçi Sınıfının Mücadelesidir

Kısacası anarşistler 1800’lü yıllarda Avrupa’da yaygınlık kazanan işçi hareketlerinin içinde en etkili kesimlerdendi. 1848 devrimlerinde, 1871 Paris Komünü’nde, 1886’da Haymarket’te, Birinci Enternasyonal’de… Anarşistler, Uzakdoğu’da, Rusya’da, Kuzey ve Güney Amerika’nın birçok farklı bölgesinde, kuzeyinden güneyine tüm Avrupa’da işçi sınıfının sömürüye, baskıya, katliamlara karşı çıkarak özgürlüğü için verdiği mücadelenin en ön safında yerini almışlardır. Sendikalarda örgütlenerek; işçi ayaklanmalarında barikatların en ön safında yer alarak; fabrika işgallerini, grevleri ve genel grevleri örgütleyerek; sokaklarda, fabrikalarda işçi sınıfının kurtuluşu için bildiriler ve gazeteler dağıtarak; işçi sınıfının ihtiyaçlarını gidermek için kolektifleştirmelerde bulunarak sınıf mücadelesi vermişlerdir. Bu tarihi örnekler anarşist mücadelenin işçi sınıfının da mücadelesi olduğunu anlatmaktadır.

İşçilerin 1880’lerdeki “8 saat” mücadelesini büyüten ve 1 Mayıs 1886’da Haymarket’teki patlamadan sonra devlet tarafından katledilen anarşistlerden August Spies’in asılmadan önce mahkemedeki sözleri ise ezilenlerin kurtuluşunda işçi sınıfı mücadelesinin önemini vurgulamamız için son bir örnektir: “Eğer bizi asarak … haksızlığa uğrayan milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi umuyorsanız; eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”

 

Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/feed/ 0
Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal https://meydan1.org/2017/12/23/mulkiyet-hirsizliktir-gokhan-soysal/ https://meydan1.org/2017/12/23/mulkiyet-hirsizliktir-gokhan-soysal/#respond Sat, 23 Dec 2017 08:20:02 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/23/mulkiyet-hirsizliktir-gokhan-soysal/ “Şayet ‘Kölelik nedir?’ sorusuna ‘kölelik cinayettir’ deseydim, ne kastettiğim anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı. Öyleyse ‘Mülkiyet nedir?’ sorusuna, niçin ‘hırsızlıktır’ diye cevap veremeyeyim; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil […]

The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Şayet ‘Kölelik nedir?’ sorusuna ‘kölelik cinayettir’ deseydim, ne kastettiğim anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı. Öyleyse ‘Mülkiyet nedir?’ sorusuna, niçin ‘hırsızlıktır’ diye cevap veremeyeyim; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”

Proudhon, o ünlü “Mülkiyet, hırsızlıktır” cevabını sona bırakmak yerine daha kitabın başında vermektedir. Mülkiyet üzerine o döneme kadar yazılmış en derinlikli çalışmasıyla Proudhon, “Genel kabul gören ve siyasal inanç sistemimizi özetlemek gibi tartışılmaz bir meziyete sahip bir ilkeyi yıkmak, davayı kazanmaya yetmez; onun zıddı olan olguyu tesis etmek ve bu ilkeden çıkacak sistemi formüle etmek de gerekir” diyerek “derhal uygulanabilir bir sistem” olarak tarif ettiği kendi önerisine de yer vermektedir. Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti birçok yönden inceleyerek mülkiyetin birinci sonucunun (hırsızlık) yanı sıra ikinci sonucunu da dillendirmektedir: “Mülkiyet, despotluktur”. Ve 1840 yılında yayınlanan bu kitabın çok önemli bir başka özelliği de Proudhon’un “hangi hükümet sistemini tercih ettiğine” yönelik soruya verdiği cevaptır: “hiçbirisine, Ben anarşistim”.

Hakkında bilgi verilen kaynaklarda siyasi kimliğinden bahsetmeden Fransız ekonomisti olarak adlandırılsa da Proudhon “Mülkiyet Nedir?” kitabında olduğu gibi birçok kitabında hayatın her alanına ilişkin söyledikleriyle bir ekonomistten fazlası olarak belirmektedir. Özellikle içinde bulunduğu zaman diliminde entelektüel tartışmaların odak noktasını oluşturan siyasal iktisatçıların tartışmalarından da bu yönüyle ayrılmaktadır. “Mülkiyet Nedir?” kitabında sadece mülkiyetten veya zilyetlikten bahsedilmemekte; emek, adalet, toplum, ahlak ve birçok başat konu, enine boyuna tartışılmaktadır.

Proudhon konuya yaptığı girişle okuyucuyu şaşırtarak verdiği örneklerle akıllarda kalan soru işaretlerini silmektedir. Bu yüzden okuyucunun ön yargıyla değil Proudhon’un söylediklerini değerlendirerek hareket etmesi gerekmektedir.

Mülkiyeti savunanların yazdıklarını da alıntılayarak savunma noktalarını açığa çıkartan Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti savunmak için getirilen her akıl yürütmenin (eşitlik, ihraz hakkı, emek…) mülkiyetin yadsınmasına götüreceğini ve mülkiyetin olanaksızlığını belirtmekte ve bunu da birçok örnekle kanıtlamaktadır. Mülkiyeti savunanların dahi başvurmak zorunda kaldığı temel kavram adalettir. Adaletin önemini şöyle tarif etmektedir Proudhon: “İnsanların arasında olup biten her şey hak hukuk namınadır, içine adaletin karışmadığı hiçbir şey yoktur. Adalet hiç de yasanın hizmeti değildir. Tersine yasa, insanların çıkar ilişkileri içinde bulunduğu her durumda hak olanın ilanından ve tatbikinden öte bir şey olmamıştır asla.”

Hırsızlığın ve despotizmin koruyuculuğunu üstlenmiş olan yasalar, yüzyıllardan beri yoksulluğun temel nedeni olan mülkiyeti korumaktadır. Sistem, günümüzde de gözleri bağlı adalet tanrıçalarının süslediği sarayların içine adaleti tıkarak işlemektedir. Mülkiyetin neden olduğu yoksulluk, “adalet”in şu anki görünümüdür.

Toplumun adalete olan açlığının yine toplum tarafından giderilebilmesi için öncelikle mülkiyetin kaldırılması gerekir ve bunu derhal yapmak gerekir. Mülkiyetin savunmanın devrimi reddetmek olduğunu vurgulayan Proudhon, bu kitapta onun için mülkiyetin zıddı bir olgu olan zilyetliği tartışmaya açmaktadır. Formülün ne olduğu tabi tartışılabilir ama tartışılmayacak olan şey mülkiyetin bir an önce kaldırılmaya başlanması gerektiğidir. Proudhon’un söyledikleri, gerçeklerden uzakta aranacak birtakım hayaller değil, bir an önce uygulanmaya başlarken dikkat edilmesi gereken şeyler olmaktadır.

Evet, mülkiyet hırsızlıktır. Sistem hırsızların sistemidir. Herkese ait olan şeyleri ve insanların iradelerini çalmak üzerinden yükselen sistem, kendisine yönelik saldırıya da polisiyle, hukuk mekanizmasıyla ve hapishaneleriyle karşılık vermektedir.

Sistem, mülkiyete saldıranları “hırsız” diye yaftalayarak insanı toplumdan soyutlamaktan başka bir amacı olmayan hapishanelerine atmaya çalışmaktadır. Ancak özgürlük, ne süslü sarayların içerisinde kaybolabilecek bir şeydir ne de hapse atılabilir. Aslında kendileri hırsız olan mülkiyet savunucuları, kendi kutsallıklarına karşı yöneltilen her adalet talebini yasalarıyla yönetmelikleriyle hapishanelerde boğmaya çalışabilir. Çalışacaktır. Tarihten hiç almadığı bir ders varsa, o ders, ezilenlerin dayanışması ve direnişi karşısında tankıyla, tüfeğiyle, hapishanesiyle de olsa hiçbir biçimde duramayacağıdır.


Gökhan Soysal

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/23/mulkiyet-hirsizliktir-gokhan-soysal/feed/ 0
Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/#respond Thu, 21 Dec 2017 07:23:10 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/   İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti. Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm […]

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti.

Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm ulaştığı aşamaya uzun bir tarihsel süreç içerisinde gelmişti. Ve bu geliş yıkımın, sömürünün ve katliamın tarihiydi. Sonraya yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizmin varlığı ve büyümesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Büyümeden, yani daha çok yıkmadan, sömürmeden ve katletmeden varlığını devam ettiremezdi.

Proudhon’un şiarı kapitalist düzene ilk karşı çıkış değildi ve sözü önceki yüzyılların kapitalizm karşıtı mücadele geleneğini de içinde barındırıyordu. Ama şiarı radikaldi, mülkiyeti ve mülkiyet sisteminin ekonomisini tarihsel bir zorunluluk olarak gören tüm “muhalefete” bir yanıttı.

Proudhon mülkiyeti “zorunlu bir tarihsel aşamanın gereklilikleri” diye meşrulaştırmadı. Tarihsel bir olumsuzlamaydı. Tıpkı, bu sözle beraber yer alan “Kölelik cinayettir.” şiarında olduğu gibi… Kıta Avrupa’sında liberaller ve sosyal-demokratlar, toplumsal refahlarının kaynağı olan köleliğe ve mülkiyete tarih yazmakla, felsefik köken aramakla meşgulken; o, her zaman ve her mekan için genelleştirmekten kaçınmadığı siyasal düşünceleri toplumsallaştırmaya çaba gösteriyordu.

“Mülkiyet hırsızlıktır” bir iddia ya da tez değil, bir tespittir. Sadece modern kapitalist bir ekonomik işleyişe yönelik değildir. Mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıkışından başlayan ve içinde bulunulan dönemde karmaşıklaşan bu ilişkileri kendine sorun edinir. Mantıksal önermelerle, iddia kanıtlamaya çalışan “bilimcilik oyunu” değil, ezilenlerin içerisinde bulunduğu koşullardan kurtulmaya yani özgürleşme sürecine yönelik bir şiardır.


Kapitalizm Hırsızlıktır

“Mülkiyet yoksun bırakma hakkıyla eşitliği, despotizmle özgürlüğü ihlal eder ve hırsızlıkla tam bir özdeşliği vardır.”

“Mülkiyet Nedir?”- Proudhon

Kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişki, sadece ücretli emeğin ortaya çıktığı bir dönemle sınırlandırılamaz. Bunun bir öncesi vardır. Ancak modern kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi irdelemek, bu önceki kısmı anlamak açısından da kullanışlıdır. Modern kapitalizmden önceki ilişkileri değerlendirmeyi sonraya bırakıp, kapitalizmin modern kısmına baktığımızda bir nedensellik gözümüze çarpar.

Ücretli emeğin yani işçinin varlığını zorunlu kılan nedensellik özel mülkiyet (ve devlet mülkiyeti) ile kavranır. Mülkiyete sahip olan ve mülksüz arasındaki ayrım, sadece üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliği ile açıklanamaz. Çünkü üretim araçlarının özel (veya devlet) mülkiyeti, şiddet mekanizmaları ve zor yöntemleri kullanılmadan var olamaz. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomi, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın ayrıcalığının kaynağıdır. Bu ayrıcalık sadece baskıcı ve otoriter bir şekilde kendini var edebilir. Bu baskı ve otoriter yöntemden, modern kapitalizm öncesi dönemden bahsederken değineceğiz.


Özel Mülkiyet Devletin Özel Biçimidir

“Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, devletçe güvence altına alınmış, çalışmadan yaşama gücü ve hakkı demektir. Bir başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını sürdürme gücü ve hakkı…”

Kapitalist Sistem, Bakunin

Özel mülkiyet, mülk sahibinin kendi mülkiyeti üstünde bir yönetici olarak davrandığı küçük bir devlet gibidir. İşçi onların mülkiyetini kullanırken onların emirlerine, yasalarına ve kararlarına itaat etmek zorunda olan kapitalistin vatandaşları gibidir.

Özel mülkiyet, devletin özel biçimidir. Sahip olan kişi “sahip olduğu” alan dahilinde neler olduğunu belirler. Bu nedenle bunun üzerinden iktidar tekeline sahiptir.

Ancak bu durum, yani liberallerin “iradi iş sözleşmeleriyle” olumladıkları ilişki biçimi, tam anlamıyla özgürlüğün reddidir. Aynı liberallerin, özel mülkiyeti “mutlak bir hak” olarak tanımlayarak yaptıkları, ihtiyaçların karşılanması hususunda adaletsizliklere neden olmaktır. Ekonomik adaletsizlikler, özel mülkiyet aracılığıyla meşrulaştırılmış olur. Ve aynı adaletsizlikler yüzünden mülksüzler, mülk sahiplerinin emrinde çalışmaya zorlanır.

Mülkiyet bir iktidar kaynağıdır. Proudhon “Mülk sahibi ya da hırsız” der, “kendi iradesini yasa olarak dayatır; yani hem yasama hem de yürütmeymiş gibi davranır.” Böylece mülkiyetin despotizmi ortaya çıkardığını vurgular. Yani mülk edinmek için, zor kullanma, diğerlerinin iradelerini yok sayma yöntemleri kapitalizmi bir zorbalık ve hırsızlık olarak tanımlamamıza olanak verir.


İlk Tartışma

Mülkiyet ve ekonomik sistemi olan modern kapitalizmin bu zora dayalı ilişkiler ağı, temellerini ilk mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıktığı zamanlarda ve coğrafyalarda bulur. Bunları nasıl isimlendirirsek isimlendirelim (erken kapitalizm, ilkel kapitalizm, mülkiyet ilişkilerinin ilk çıktığı zamanlar), ortada olan durum Errico Malatesta’nın “Jandarma olmadan, mülk sahibi var olmaz.” diye altını çizdiği bir ikiliktir. Biri olmadan diğeri var olamaz.

Tam da bu kısım, tarihsel okumalar açısından önemli bir yerde duruyor. Tüm tarihsel okumayı mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinden yapan liberalizm ve sosyalizm; iktidarı ekonomik sömürünün, toplumsal adaletsizlikleri ve siyasal şiddetin merkezine koyan ve buna bağlı tüm gelişimlerde iktidar ve onun merkezileşmesinin önemini vurgulayan anarşizm…

Mülkiyetin mi yoksa iktidarın mı önce var olduğu sorusuna ilişkin verilecek bir cevabın, muhakkak iyi bir tarihsel verilendirme yapması gerekecektir. Öte yandan, Malatesta’nın ortaya koyduğu zorunlu ikilik; “mülkiyet sahibi olduğunu” iddia edenin, “her şeyin herkesin olduğu” bir durumda, meşruluğunu sağlayabileceği yegane unsurun şiddet ve zor olabileceğini göstermek açısından önemlidir.

Keza, M.Ö. 4000’lerin hem mülkiyete dayalı merkezi bir ekonominin ortaya çıktığı hem de siyasal iktidarın merkezileştiği dönemler olması rastlantı değildir. Mülkiyete dayalı ilişkilerin sistematikleştiği coğrafyaların ilk devletlerin ortaya çıktığı coğrafyalar olması da bize “meşru şiddet tekelini” elinde tutan güç olmadan mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkamayacağını göstermektedir.

Bu açıkça şu demektir; mülkiyet ve ilişkilerinin siyasalı belirlemesindeki rolü, siyasi iktidarın mülkiyet ilişkilerinin belirlenmesindeki rolünden daha azdır. Dolayısıyla tarihin bu dönemindeki en büyük hırsızlar da mevcut siyasal iktidarlarını, yani şiddet kullanma tekelini emirlerinde bulunan kolluklarla uygulayarak mülkiyet sistemini yaratanlardır. Üretim-tüketim-dağıtım ağını kontrol eden merkezi devlet yapılanmalarıdır.


Sömürgecilik ve Çitleme

Tarihteki özellikle iki büyük sürecin mülkiyet ilişkilerinin şimdiki altyapısını oluşturmasında önemli etkisi olmuştur.

15. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleri, bir yanda devletlerin siyasi sınırlarını genişlettiği ve sömürge altına alınan coğrafyanın bir merkez tarafından kontrol edildiği yeni bir uluslararası siyaset ortaya çıkarırken; öte yanda sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm varlıklar sömürülmüş ve modern kapitalizmin en büyük birikimi elde edilmiştir. Avrupa dışında kalan neredeyse tüm coğrafyalar, bu süreçte bu siyasi ve ekonomik saldırıya maruz kalırken sömürü, köleliğin yaygınlaştığı ve her şey gibi insanın da metalaştığı bir biçim halini almıştır. Yüzyıllar boyunca devam eden (ve hala daha etkilerini sürdüren) bu süreç, Sanayi Devrimi’ne ilk kaynaklık eden sermayenin oluşturulmasında kullanılmıştır.

Modern kapitalizmin oluşmasında bir milat niteliğinde bulunan Sanayi Devrimi’ne etki eden diğer büyük gelişme, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayıp yaygınlık kazanan topraksızlaştırma hareketi; çitlemeydi.

“Çitleme kanunları, tarımsal nüfusu sefalete itti ve onları toprak sahiplerinin insafına terk etti; işçiler olarak imalatçıların insafına terk edilecekleri kentlere büyük sayılarda göç etmeye zorladı.”

Pyotr Kropotkin

Çitleme hareketi, toprağın yeniden örgütlenmesi süreciydi. Ortak kullanımda olan topraklar, krallık tarafından özel şahısların mülkiyetine verildi ve toprağa dayalı ekonominin zora girmesine yol açtı. Yani köylülerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları toprakları ellerinden alındı. Çitleme hareketi sadece zengin toprak sahipleri yaratmadı, aynı zamanda bir süre sonra ihtiyaç hissedilecek olan işçilere topraksız köylülerden hammadde sağlandı.

Toprak, ihtiyaçlarını karşılamak için kullananların elinden alındı ve toprak sahipleri tarafından kar için üretim yapacak şekilde kullanıldı. İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları topraklardan “yasal” olarak men edebilen toprak sahibi bu sınıf, modern hırsızların kökeni konumunda.

Tarihteki tüm bu zor girişimleri, yaratılan “zenginlik”in temelini oluşturan önemli olaylar. Bu tarihsel süreçlerin yarattığı yeni sınıf tarih sahnesine çıktı ama, tabi ki devlet korumasında. Kapitalizmin gelişim süreci, bu kaba hatlarıyla bile düşünüldüğünde şu sonuca ulaşmak çok da yersiz değil: Kapitalizm hırsızlıktır.


Devlet Hırsızlıktır

Devletin, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist evrimi içerisindeki rolüne yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştık. Mülk sahipleri ve mülksüzler arasındaki ekonomik ilişkide, mülk sahipleri lehine kurucu ve koruyucu rolünün yadsınamayacağının altını çizmeye çalıştık. Devlet mekanizmasının bu rollerinin dışında, doğrudan ekonomik sömürüde özne olarak yer aldığı, yani hırsız rolünü oynadığı; kapitalizmle ilintili unsurların (burjuvazi vb.) devre dışı kaldığı ekonomi modellerini irdelemek bir başka açıdan önemli.

Bu önem, kapitalist sömürü sisteminin alternatifi olarak gösterilen “devletli” çözümleri doğru değerlendirmekle ilgili. Özel olanın karşısına “kamusallığı”; kapitalizmin karşısına “sosyalizmi” koyanların ısrarlıca üstüne düşünmesi gereken, ekonomik artığı (yani emeği) yağmalamak için muhakkak kapitalizmin özel biçiminin gerekmediğidir.

“Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çelişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık olduğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi (Astoria) ahalisine ayrılan pay fabrikalarda çalışan işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak oranda bile pay almıyorlardı. Astoria’daysa durum çok farklıydı. Burada öbeklenen ve Smolni’de çalışmalarını yürüten Komünist Parti üyeleri, Petrograd’ın en iyi imkanlarına sahipti.” ve ekliyor Emma Goldman Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü’nde; “Bu adaletsizliği haklı kılan tek bir gerekçe göremiyordum. Mutfak ziyaretlerimde hizmetçilerin sayısız memur, yoldaş ve müfettişler tarafından denetlendiğine tanık oluyordum. Hizmetçilerin yemeklerinin hazırlandığı ayrı, küçük bir mutfak daha mevcuttu ve burada hengameyi aratmayan yemek kavgaları yaşanıyordu. Komünizm böyle bir şey miydi?”

Elbette komünizm böyle bir şey değildi, olamazdı. Ama komünizm adı altında devlet kapitalizmi programını uygulayanların kaçınamayacağı ya da kaçınmak istemediği şey, mülkiyet sisteminin ortaya çıkardığı “ekonomik artığa” el koymak olacaktı.

Dün ve bugün, sosyalizmin pratiğe geçtiği tüm coğrafyalarda, ekonomik adaletsizliklere ilişkin bir türlü bulunamayan çözüm, tam da özel mülkiyet ilişkilerinin devlet mülkiyeti altında devam ettiriliyor oluşudur. Ortaya çıkan yeni hırsızlar, o devlet yapılarının korumasında mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten bürokratik sınıf olmuştur.

Özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi (kamulaştırma ya da millileştirme), mülkiyet ilişkilerini değiştirmez. Değiştirdiği sadece patronların yerine geçen bürokratlardır. Mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmek, mülk sahiplerinin değişmesi değildir.


Yeniden Düşünmek

Mülkiyet ve hırsızlık arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, her zaman olduğu gibi bugün de önemli. Karşısında mücadele ettiğimiz ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıyı anlamak ve yaratacağımız yeni dünyanın tüm bu biçimlerden uzak bir şekilde inşa edilmesi için önemli. Ama en önemlisi, asıl hırsızların ve asıl hırsızlığın, kim ve ne olduğunu anlamak ve anlatmak…

1840’tan bu yana “Mülkiyet hırsızlıktır” şiarı, coğrafyadan coğrafyaya, toplumsal devrim mücadelelerinde yayılmakta. Bugün birilerinin unutturmaya çaba gösterdiği bu şiarı, şimdi dillendirmekten daha uygun zaman yok. Kapitalizm hırsızlıktır, devlet hırsızlıktır.


Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.

The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/21/devlet-ve-kapitalizm-hirsizliktir-huseyin-civan/feed/ 0
Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/#respond Wed, 20 Dec 2017 12:34:42 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/ Tarihteki (aslında öncesinde) ilk hırsız kimdi? Mülkiyet, suç, yasa ve iktidar gibi kavramlara kafa yoran herkesin sorduğu sorulardan biri olsa gerek “ilk hırsızın kim olduğu” sorusu. Cevabı bulmak ise oldukça güçtür. Bulduğunuz cevap hayatı nasıl okuduğunuzla alakalı olmakla birlikte ezen ve ezilen arasında bin yıllardan beri devam eden mücadelede nerede konumlandığınızı gösterir. Öncelikle şuradan başlayalım, […]

The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Tarihteki (aslında öncesinde) ilk hırsız kimdi? Mülkiyet, suç, yasa ve iktidar gibi kavramlara kafa yoran herkesin sorduğu sorulardan biri olsa gerek “ilk hırsızın kim olduğu” sorusu. Cevabı bulmak ise oldukça güçtür. Bulduğunuz cevap hayatı nasıl okuduğunuzla alakalı olmakla birlikte ezen ve ezilen arasında bin yıllardan beri devam eden mücadelede nerede konumlandığınızı gösterir.

Öncelikle şuradan başlayalım, her şeyden önce bir hırsız kişinin ve hırsızlık eyleminin olabilmesi için ortada birilerine ait bir varlığın olması gerekir. Biz buna mülkiyet diyoruz. O halde geriye, çok çok geriye dönerek ilk mülkiyeti kimin, nasıl edindiğini bulmamız gerekir ki, uzun yıllardan bu yana süren çalışmalar bu konuda henüz doyurucu açıklamalar yapamamıştır. Elimizde sadece vakaya ya da vakalara dair birçok varsayım mevcuttur.

İlk devletsi yapıların oluşması ile başlayan süreçten 18. yüzyıl İngiltere’sinde kolektif olarak üzerinde çalışılan toprağın yine birileri tarafından çitlenerek sahiplenebilmesine kadar geçen süreç, mülkiyetin git gide meşrulaştığı zaman aralığını belirler.

Eğer siz hırsızlığı bu mülk sahiplerinden çalınması -bizce alınması ya da tekrar kolektifleştirilmesi- olarak tanımlıyorsanız, açık ki bu savaşta ezenlerin tarafındasınızdır. Eğer bizler gibi doğanın ve doğadaki diğer tüm varlıkların sahip olduğu bir varlığın çalınmasını -daha doğrusu mülkiyete geçirilmesini- kastediyorsanız o halde ezilenlerin tarafındasınız. Sonuç olarak ilk hırsız, ilk mülkiyete sahip olandan çalan değil tüm doğanın olan varlığı ilk mülkiyetine geçirendir. Doğadan ve yaşamdan çalandır.

Fakat bizim bu yazıda ele alacağımız mesele mülkiyet değil, ilk mülkiyeti edinenlerin yani ilk hırsızların o mülklerini korumak adına ortaya attıkları yasalarla ilgilidir. Hırsızlık üzerine yapılan yasaların tamamı, ilk hırsızlığı gölgelemek ve bunu daimi kılmak amacını taşır.

Her ne kadar daha öncesinde yazılı olmayan kuralların olduğunu bilsek de ilk yazılı kanunlar Sümer Kralı Urgakina tarafından MÖ 3000 civarında ortaya atılmıştır. Fakat hırsızlık ve mülke zarar verme gibi eylemlerinin çok açık bir şekilde ve sertçe cezalandırılması gerektiğini söyleyen ilk yasa, Hammurabi Yasaları’dır. Mezopotamya üzerinde büyük bir hegemonya kuran Babil kralı olan Hammurabi (MÖ 1793-1750) Babil’i çok güçlü ve merkezi bir devlet haline getirdi. 282 dava hakkında kendisinin verdiği kararlardan oluşan bir yasa derlemesi hazırlatan Hammurabi; bunları, büyük bir taş sütunun üzerine kazıttı. Kısasa kısas mantığıyla cezalandırma işlemlerinin yapıldığı yasalarda, neredeyse en büyük suçun hırsızlık olması dikkat çekici!

Hammurabi Yasaları’na göre:

– Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse, o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.

– Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa, kendisi de aynı ateşe atılır.

– Bir kişi hırsızlık yapsa eli kesilir, tecavüz etse ölüm cezası alır ya da erkeklikten men edilir.

– Bir tapınakta veya hükümdar hazinesinde hırsızlık yapan ölümle cezalandırılır.

– Bir kimse tapınağın ya da mahkemenin eşyasını çalarsa ölümle cezalandırılır ve ondan çalınmış malları alan kişi de ölümle cezalandırılır.

Elbette merkezi devlet anlayışlarının uyanış evresinde olduğu böylesine bir süreçte, devleti kuranların -yani ilk hırsızlar- kendi çaldıklarının geri alınması konusunda gösterdikleri hassasiyet çok da anlaşılmaz değil.

Yine güçlü bir merkezi yapının hüküm sürdüğü Antik Mısır’da devletin hırsızlık yapanlara karşı tavrı değişmiyordu. Hırsızlık yapanlar başın kesilmesi, suda boğma ya da kazığa oturtma suretiyle idamla cezalandırılırdı. Son dönemde bölgede yapılan çalışmalarda, “100 taşlama 5 kırbaç” gibi yazılı emirlerin olduğu ve ortaya çıkan kimi iskeletlerin leğen kemiklerinde mızrak izleri ve çeşitli yaralanmalar olduğu tespit edildi. Verileri değerlendiren uzmanlar, bu kişilerin küçük hırsızlıklar ve az çalışma gibi suçları yüzünden cezalandırıldıklarını düşünüyorlar.

Antik Yunan’da mal aleyhine suçlar kapsamına giren hırsızlık, yine en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Yasaya göre “ değeri elli dırahmiden yüksek olan bir şeyin gündüz çalınması halinde, hırsızlık suçunun faili ölümle cezalandırılırdı. Çalınan şeyin kıymetinin elli dırahmiden az olması halinde ise suçlu para cezasına mahkûm edilir ve bu para cezasını da malı çalınan kimseye öderdi.”

Bu arada yukarıda bahsettiğimiz tüm örneklerde köleler “mal” gibi algılanır, onların çalınması da çeşitli cezalara tabi tutulurdu. Elbette bir kölenin yaptığı hırsızlık katiyen ölümle sonuçlanırdı.

Roma’da ise özgür yurttaşlar, hainlik dışında ölüm cezasına çarptırılmaz ya da işkenceye tabi tutulmazlardı. Fakat köleler hırsızlık yaptığında türlü işkenceye maruz bırakılırlardı; alınları dağlanır ve genelde tek elleri bileklerinden kesilirdi.

Özgür yaşayan toplulukların yüzünü merkezileşmeye dönmesinde en büyük katkı, erken ruhban sınıflardır. Bunlar toplulukları ilahi bir gücün temsilcisiymişçesine kontrol ederek toplumun kolektif olarak kullandıkları varlıkları -o ilahi güç adına- mülkleri haline getirmişlerdir ya da bazılarının mülkleri haline getirmesi konusunda yardımcı olmuşlardır.

Bu anlayış tek tanrılı dinlerin ana akım anlayışlarında da vücut bulmakta, hırsızlık en büyük günah/suç olarak kayıtlara geçmektedir. Tanrı da bu konuda ezenlerden yanadır. İlk hırsızın büyük günahının gölgede kalması için “geri alanlar” cezalandırılmalıdır!

Tevrat’ta, Musa’ya Tanrı tarafından iki taş tablet üzerinde üzerine yazılmış şekilde iletildiği söylenen dini emirler bütününün sekizinci maddesi “Çalmayacaksın!” der. Ceza ise değişiklik gösterse de peygamber Yusuf örneğinde olduğu gibi ceza genelde hırsızlığı yapanın mülksüzleştirilmesi ve köleleştirmesidir. Peygamberin kardeşlerinin karıştığı bir hırsızlık vakasının ardından Yusuf: “… kimin yükünde bulunursa o kimse (nin alıkonması /köleleştirilmesi) onun cezasıdır… Biz zalimleri böyle cezalandırırız” der. Öte yandan Mısır’dan Çıkış kitabında hırsızlığa dair çeşitli belirlenimler ve cezaları kayda geçmiştir: “Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülürse, öldüren kişi suçlu sayılmaz…”

Hristiyanlıkta da hırsızlık hoş görülmez, üstelik tecavüz ve cinayetle aynı kefeye koyulur. Matta İncili’ne göre İsa “Çünkü kötü düşünceler, cinayet, zina, fuhuş, hırsızlık, yalan yere tanıklık ve iftira hep yürekten kaynaklanır. İnsanı kirleten bunlardır.” der. Ortaçağ’da kurulan engizisyon mahkemelerinde hırsızlık, isyan çıkarma zina gibi suçlarla birlikte ele alınıp testere işkencesi ya da diri diri gömme yoluyla bu suçlara karışanlar infaz ediliyordu. En cani infaz yöntemlerinden biri olan testere işkencesinde “Suçlu ayak bileklerinden bağlanarak bir askıya asılır böylece kanın beyinde toplanması sağlanır. Direnmemesi için elleri arkadan bağlanan suçlu bacaklarının arasından kesilmeye başlanırdı. Baş aşağı olduğu için suçlunun bilinci uzun süre kaybolmaz ve acı çekmesi sağlanırdı.” diye tanımlanır.

İslamiyet, semavi dinlerin arasında hırsızlık konusunda en net belirlenimde bulunan din olarak ortaya çıkar. İslamiyet hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emretmiştir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz. (Maide, 5/38).”

Elbette cezalar, yasalar ve hukuk değişip dönüştü. Günümüzde kısasa kısas çok kullanılan bir yöntem olmamakla beraber, hırsızlık yargılanmaya ve hırsızlar cezalandırılmaya devam etti. Çünkü mülkiyet ortadan kalkmadı ve mülk sahipleri daha fazla zenginleşip daha güçlü yasaların ardına saklandılar.

Anarşistler ise tarih boyunca başta hırsızlık olmak üzere muktedirlerin “suç” addettiği her şeyi muktedirlerin kendi suçlarını örtmek için kullandığını ısrarlıca söyleyip “suç” denilen şeyin yasalarla engellenmek bir yana, yasalardan kaynaklandığını ve ve bu yasaların ortadan kalkmasıyla suçun da ortadan kalkacağını söylediler. Başta Kropotkin olmak üzere birçok anarşist, yasasız ve devletsiz toplumların suç denilen şeylere sahip olmadığını kanıtlamak için bir dizi çalışma yapmış ve bu çalışmaları doğrulayacak örnekler sunmuşlardır.

Kropotkin yasalar ve devletsiz topluluklar hakkında “… burada yasalar ve şefler bilinmez ama kabile üyeleri bir diğerini kırmakta imtina ederler… İlkel insanları konukseverliği, yaşama saygısı… diğerlerinin uğruna kendini feda etmeye kadar giden cesaret -ki bu nitelikler yasadan önce ve dinden tümüyle bağımsız toplumsal hayvanlarda olduğu gibi gelişti- ve bu türden duygular ve uygulamalar toplumsal yaşamın kaçınılmaz sonuçlarıdır.” der.

Yasa ve ceza denilen bu ikili var oldukları ilk andan itibaren, zoru kendilerinde hak görmüşler ancak her daim karşılarında da ciddi bir dirençle karşılaşmışlardır. Anarşizm ve anarşistler, bu direniş hareketlerinin mirasçısıdırlar.

Errico Malatesta, yasalar ve itaatsizlik üzerine oldukça keskin belirlenimlerde bulunur: “Bence her şeyden önce yasalara mümkün olduğu kadar direnmeliyiz, söylediğim hemen hemen onları yok saymamızdır…”

***

Yazının bütününe yayılmış verilere incelediğimizde, devlet-yasa-ceza arasındaki ilişkiyi daha iyi anlayabiliriz. İlk kimin kimden çaldığını, belki de ilk kimin kimi öldürdüğünü anlayabiliriz. Devletli toplumlarda suç diye anılan şeylerin, mülk sahipleri ve iktidarlar tarafından işlenen büyük suçları örtbas etmek ve zenginlikleri ile güçlerini korumak için kullanıldığı aşikardır. Toplumun hayatı ancak toplum tarafından düzenlenebilir. Aksi durum ise imkansızdır. Değil mi ki, yasalar delinmek, kanunlar çiğnenmek için vardır?


Özgür Erdoğan

[email protected]


Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Hırsızın Adaleti Hırsıza – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/20/hirsizin-adaleti-hirsiza-ozgur-erdogan/feed/ 0
Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır https://meydan1.org/2017/12/19/her-sey-herkesin-olmalidir-mulkiyet-ortadan-kaldirilmalidir/ https://meydan1.org/2017/12/19/her-sey-herkesin-olmalidir-mulkiyet-ortadan-kaldirilmalidir/#respond Tue, 19 Dec 2017 09:35:58 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/19/her-sey-herkesin-olmalidir-mulkiyet-ortadan-kaldirilmalidir/ “Güneş, hava ve deniz ortaktır. Kimse buna sınır koyamaz, bunları bölemez ve sınırlandıramaz.” Pierre Joseph Proudhon Kapitalizm onları da mülkiyeti altına almayı başardı! Güneş ışığı, kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacına “kaynak” oldu. Hava, şişelere hapsedilip satışa sunuldu. Deniz parsel parsel bölündü, birileri için sermaye oldu. Mülkiyet, anarşist literatürde Proudhon’un üzerine yazdığı kapsamlı inceleme ve […]

The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Güneş, hava ve deniz ortaktır. Kimse buna sınır koyamaz, bunları bölemez ve sınırlandıramaz.”

Pierre Joseph Proudhon

Kapitalizm onları da mülkiyeti altına almayı başardı! Güneş ışığı, kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacına “kaynak” oldu. Hava, şişelere hapsedilip satışa sunuldu. Deniz parsel parsel bölündü, birileri için sermaye oldu.

Mülkiyet, anarşist literatürde Proudhon’un üzerine yazdığı kapsamlı inceleme ve daha çok da bu incelemeye dayanaklık eden temel sav olan “Mülkiyet hırsızlıktır” söylemi üzerinden bilinir. Ekonomik yaşamın inşasında, Proudhon’un olanaksız olarak tanımladığı bu kavramın bizler için ifade ettikleri, iktisadın inceleme alanlarının ötesindedir. Bu yönüyle üretim ve tüketim ilişkilerini belirleyen bir ilke olmasının yanında, iktidar ilişkilerinin yansıdığı başka alanlarda da farklı anlamlar kazanmaktadır.

Yönetenler halkın iradesini gasp eder. Özgür bir yaşamda kendi kararlarını kendileri alacak olan bütün bireylerin yaşam enerjisini ve gücünü mülkiyetine geçirir. Bazen demokrasidir bu yönetimin adı, bazen monarşi, bazen ise diktatörlük; ancak isimler değişse de mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki adaletsizlik hepsinin ortak özelliğidir.

Patronlar, işçinin emeğini gasp eder. Yaşamak için çalışmak zorunda olan bireylerin yaratıcılıklarını ve boş vakitlerini mülkiyetlerine geçirir. Çok uluslusundan yereline, taşeronuna kadar hepsi işçilerin özgürlüğüne düşmandır. İşçilerin köleliği, bir avuç mülk sahibinin iktidarıyla normalleştirilir. Aslında doğal olan, bilinçli bir şekilde çarpıtılır; imkansız olarak gösterilir.

Erkek, kadının yaşamını gasp eder. Kadın, dinsel buyruklar, kültürel normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetlerle yürüyüşünden konuşmasına, oturup kalkışından alışkanlıklarına kadar her şeyiyle baskılanır. Bu da yetmez, erkek kadının yaşayıp yaşamayacağına karar verecek merci olarak görür kendisini. Kadının yaşamını dahi kendi mülkiyetine geçirir.

İnsan, ekolojik yaşamı gasp eder. Havanın, suyun, toprağın ve üzerinde yaşayan tüm canlıların, bir bütün halinde ekosistemin uyumuna karşı ihtiyaç dışı tüketimi, rantı, talanı ve sömürüyü araç edinir. Hem türümüzle hem de diğer türlerle kurduğumuz karşılıklı ilişkinin zemini olan dünya, dev bir tüketim mabedi haline getirilir.


Her Şey Herkesindir


“Halk, kendisini devletin dışında oluşturmaya başlarsa devlet iktidarı, yönetici ilke, eski yolları temsil edenlerin doğası gittikçe zayıflayacak ve tüm eski sistem geri dönüşsüz şekilde ortadan kalkacaktır.”

Gustav Landauer

Her şeyin herkes tarafından özgürce üretimi ve paylaşımı… Yani üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortadan kaldırılması, anarşistlerin toplumun ekonomik ve sosyal örgütlenmesine yönelik tahayyüllerinin zeminini oluşturdu. Bu tahayyülün gelişimi üzerine düşünürken daima bu zemin üzerinde hareket edildi. Geleceğin yaşamının, geçmişin deneyiminin ışığında; halkın yaratıcı gücüyle, dönemin ihtiyaçlarına göre yapılandırılacağına olan inanç korundu. Ancak bir yandan da bu ilkeler, yaşam alanlarında gerçeklik kazanan somut deneyimler haline geldi. Anarşist kolektifleştirme pratikleri, 1920’lerde Rus Devrimleri’nin yanı başındaki Özgür Topraklar deneyiminde ya da 1936 İberya Devrim sürecinde geniş ölçekte uygulanma fırsatı buldu.

Anarşist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisinin temelinde yer alan kolektifleştirme; mülksüzleştirme ve özyönetim kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Endüstride ya da tarımda kolektifleştirme, bir yanda özel mülkiyetin diğer yanda ise devlet mülkiyetinin zincirlerinden kurtulmuş ekonomik örgütlenmeleri ifade eder. Kolektifleştirilmiş topraklarda ya da fabrikalarda özyönetim, işleyişin etkilediği bütün bireylerin özgür katılımıyla alınan karar toplantılarını ilke edinir. Kimse toprağın ya da fabrikanın sahibi değildir, ancak onu yaşatma sürecinin sorumluluğu da herkesin üzerindedir. Böylece herkesin, ihtiyacı kadarıyla yetindiği ve bir alanda yeteneğine, eğilimlerine göre yoğunlaşabilme düşüncesinde ortaklaştığı bir dünyayı yaratırız.

Üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin bütünü olan ekonomide; özel mülkiyet de devlet mülkiyeti de iktidarlıdır. Bu iktidarlara karşı kendi ekonomik alternatiflerimizi şimdiden yaratmak, otoritenin bütün uygulamalarından kurtulmak ve ihtiyaç duyduğumuz yaşama kavuşmak için tek araç olarak önümüzde duruyor.


Herkesten Yeteneğine Göre

Mülkiyetin olmadığı dünyaya olan özlem, bir yanılsamayla anlamı çarpıtılmak istense de, gerçek hırsızların otoritesine son verecek olandır. Çünkü mülkiyet olmazsa, her şey herkesin çabasıyla üretilir ve herkese ait olursa, kimse hırsızlık yapmaz, yapamaz. Çünkü asıl hırsızlık senden çalınanları geri almak değil; emeği ücretlendirmek, toprağı vergilendirmek, özgürlüğü denetim altına almaya çalışmaktır.

Emeğin ücretlendirilmesi üzerine yürütülmüş tartışmalar içerisinde anarşizm; savlarını iş-işçi, emek-emeğin değeri, yetenek-yeteneğin ölçüsü gibi ayrımların olmadığı bir ekonomik planlama süreci üzerinden şekillendirmiştir. “Dinde Tanrı, politikada Devlet, ekonomide Mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur.” diyen Proudhon, toplumsal adaletin sağlanması için mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylemiştir. Bu düşüncesiyle yalnızca anarşizmin değil, sosyalist akımlar içerisindeki neredeyse her eğilimden devrimcinin bu alana dair yorumlarına bir referans noktası oluşturmuştur. Önerdiği çeşitli ekonomik formüller farklı dönemlerde farklı coğrafyalarda deneyimlenmiştir. Toplumsal dönüşüme dair yazılarında geleceğin toplumunun yaratıcı gücüne olan güvenini daima vurgulayan Bakunin ise, bölüşümde emeğin ve yeteneklerin belirleyiciliği olabileceği üzerinde durmuştur.

Sonrasında Pyotr Kropotkin, Errico Malatesta, Carlo Cafiero, Alexander Berkman gibi anarşistlerin meseleye yönelik yazıları, kitapları yayınlanır. İlk kez I. Enternasyonal’de İtalyan Birliği çatısında savunulmaya başlanan bu anarşist komünist fikirler, toplumsal devrimin sosyo-ekonomik örgütlenmesine dair, halkın en derin özlemlerinin ayrıntılı bir ifadesi oldu.

Emeğin ücretlendirilmesi; Kropotkin ve Malatesta gibi yoldaşlara göre yeni bir iktidar ortaya çıkarmakta, biçim olarak değişse de öz olarak kapitalist ilişki biçimlerinin algısal anlamda sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Oysa üretimde belirleyici yegane ilkenin bireylerin yetenekleriyle şekillendirilmesi gerekliliği; kapitalizmden, gerontokrasiden, ataerkiden sıyrılmış bireyin yaşamını nasıl planlayacağına dair de bir model oluşturmaktadır.


Herkese İhtiyacı Kadar

Özgür bir yaşamda insanlar hayatta kalmak için değil, toplumun içinde kendini, kendi içinde ise toplumu bularak, hem kendi mutluluğunu hem de kendi dışındakilerin mutluluğunu amaç edinerek yaşar. Yüzyıllardır özlemini çektiğimiz devletsiz toplum, kolektif işleyişin bu çekirdeği üzerinde filizlenmektedir. Bugün yaşamlarımızı köleleştiren yemek-içmek, uyumak, gibi gündelik ihtiyaçlarımız dışındaki bütün vaktimizi işgal eden zorunlu çalışma, özgür bir yaşamda eski zamanlara ait kötü bir masal olacaktır.

Kolektif yaşamın şekillendirilmesinde ise üretim ve dağıtım kadar belirleyici olan bir başka olgudan, “tüketimden” söz etmeliyiz. Kolektifleştirmenin gücüyle üretim araçlarının kontrolünü patronların elinden alan ve özel mülkiyete son verilen bir düzlemde, yetenekleri ölçüsünde kolektif üretimi gerçekleştirmeye başlayan her topluluk, ihtiyaçlarını da kolektifleştirecektir. Kalabalıklar içinde yalnızlaştırılmış, paylaşma ve dayanışmadan yoksun hayatlarımız ancak ve ancak böyle anlam kazanacaktır.


Özgürlük


“Her ekonomik evre, tarihte belirli bir politik evreye denk düşer. Bugünkü mülkiyet biçiminin yıkılması da ancak yeni bir siyasal hayatın gerçekleştirilmesiyle mümkündür.”

Pyotr Kropotkin

Yazıya girerken ekonomiden bahsetmiştik. Ekonomik yaratımı oluşturanların suistimali üzerinde yükselenlerin sisteminde, toplumsal zenginliği üretenler ve bu üretimi gasp eden azınlık arasındaki derin uçurumun sona ermesi imkansız gibi gözükür.

Devletin ve kapitalizmin olmadığı, paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir dünyanın yaratımı, anarşizmin bir eylem biçimidir de aynı zamanda. Bu eylem biçimi tarihin birçok yerinde birbirinden farklı gerçekliklerde, ortak bir deneyim yaratarak bir gelenek haline gelmiştir.

Özgürlüğe varmak için yola çıkan, işçilerin iktidarını kuracağını savunan bazılarınınsa, neden çelişkileri yok etmek yerine arttırmayı yeğleyen yöntemlere yöneldiğini anlayabilmek için bu tartışmaları tekrar tekrar gündem etmek önemlidir. Toplumsal bir devrimin nasıl despotluğa dönüştürüleceğini gördük, bu olumsuz pratikleri yeterince deneyimledik. Artık özgürlüğü yaratmak için geçiş evrelerine ya da bürokrasiye ihtiyacımızın olmadığı, bizimle hemfikir olmayanlar için de karşı konulamaz bir gerçeklik haline gelmiştir.

Çalışma saatlerinden mekanın ya da mekanların işleyişine, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkiye kadar her alanda özgürlüğü esas alan bir düşünce ve eylem biçimi olan anarşizmin konuya ilişkin gerçek çözümleri bugün birçok yerde, birçok kolektif işleyiş içerisinde sürmekte. Mahallelerdeki özyönetim fabrikalarında, köylerdeki özgür kooperatif deneyimlerinde, devletin talanına karşı gecekondu evlerinde, şirketlerin ekolojik yıkımında toprağın metalaşmasına karşı halk direnişlerinde bunların izlerini görürüz.

Bir şeye sahip olanlar, sahip oldukları şeyleri daima birilerinin yaşamlarını çalarak edindiler. İçinde yaşadığımız toplumun sonunu getirecek olan özgür ve mutlu bir yaşamın ifadesi tek bir slogana sığacak kadar basit:

“Her şey herkesin olmalı, mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır!”


Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayında yayınlanmıştır. 

The post Her Şey Herkesin Olmalıdır Mülkiyet Ortadan Kaldırılmalıdır appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/19/her-sey-herkesin-olmalidir-mulkiyet-ortadan-kaldirilmalidir/feed/ 0
” Bandwagon ” – Melisa Eskizerci https://meydan1.org/2015/06/12/bandwagon-melisa-eskizerci/ https://meydan1.org/2015/06/12/bandwagon-melisa-eskizerci/#respond Fri, 12 Jun 2015 10:51:08 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/12/bandwagon-melisa-eskizerci/   Doğada toplu olarak yaşayan birçok hayvan türü, kendilerini koruma ve hayatta kalma içgüdüsüyle “sürü”ler halinde hareket ederler. Sürünün dışında kalanların yaşama şansları ya çok azdır ya da hiç yoktur. Sürünün önünde bulunan hayvan, diğerlerine yol gösterir. Hepsi onu takip eder. Ancak çoğu durumda davranışları sorgulanmadığından, tüm sürüyü peşinden sürüklediği durumlarla da karşılaşılır. Yani içlerinden […]

The post ” Bandwagon ” – Melisa Eskizerci appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 people-jumping-off-cliff-e1376095078988-870x413

Doğada toplu olarak yaşayan birçok hayvan türü, kendilerini koruma ve hayatta kalma içgüdüsüyle “sürü”ler halinde hareket ederler. Sürünün dışında kalanların yaşama şansları ya çok azdır ya da hiç yoktur. Sürünün önünde bulunan hayvan, diğerlerine yol gösterir. Hepsi onu takip eder. Ancak çoğu durumda davranışları sorgulanmadığından, tüm sürüyü peşinden sürüklediği durumlarla da karşılaşılır. Yani içlerinden biri uçurumdan atlarsa, diğerleri de peşinden gelir. Tüm sürü uçuruma atar kendini.

Sorgulamadan ortak davranış göstermek olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yalnızca hayvanlarda görülmez, kendini en akıllı varlık sayan insanlar arasında da rastlanır. Peki, kendini bir koyunun muhakeme yeteneğinden kat be kat üstün gören insanda, nasıl oluyor da bu tür sürü davranışına rastlanabiliyor?

İnsan doğadan yabancılaştıkça, gittikçe daha da mülkiyetçi ve kapitalist ilişkilerin kıskacına hapsoldukça, toplumsallaşmasında da ciddi sıkıntılar ortaya çıkar. Kendi bireyliğinin farkında olmayarak topluluk içinde yaşıyor oluşu, onu daha da güçsüz ve savunmasız kılar. Kendini ancak o toplum içinde var edebileceğini, o toplumda var olmasının da o toplumun genel davranış kalıplarını benimsemesi ya da çoğunlukla sorgulamadan sahiplenmesi sayesinde olacağını düşünür.

Kendini başlangıçta farklı ya da özel olarak düşünen insan, gün geçtikçe kapitalizmin açık ya da gizli saldırılarının hedefi olmaktan kurtulamaz. Her gün reklamlarla, medyayla algılarına saldırılan insan, gittikçe kendisi olmaktan uzaklaşır. İçinde bulunduğu topluluğun davranışlarını taklit etmekte, tekrarlamakta bir problem görmediği gibi böylesinin daha kolay ve “güvenli” olduğunu düşünür. Artık o da topluluğun alışkanlık, düşünce ve değer yargılarının devamı haline gelmiş, sürünün bir parçası olmuştur.

Kendilerini insanın düşünce ve iradesinin üzerinde gören kişiler, topluluklar, ideolojiler ve bunlardan beslenen en büyük yapı olan devlet, kalabalıkları egemenliklerinde tutmak için her yöntemi kullanır. Adaletsizliklerin üzerine kendini inşa etmiş olan bu totaliter yapı, insanların kontrolsüz ve denetimsiz olmalarını kendisine bir tehdit olarak görür. Ya bu tehdit unsurlarını fiziken ortadan kaldırır, ya da kalabalıkları denetimi altına alır. Toplumu bir sürüye çevirirsen idare etmesi de o kadar kolay olur (Bu topraklarda kendisine çoban diyen bir politikacının başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapacak kadar yükselebilmesini hatırlayalım).

İnsanların kalabalıklara sorgusuz güveni ve dahi olma isteği, tam da popülaritenin ve modanın temel aldığı bir şeydir. Kalabalıkların daha iyi olduğu duygusu kendisini hiç de sevmediği bir müzik grubunu dinler, hiç tutmadığı bir futbol takımını destekler, hiç desteklemediği bir siyasi partinin mitinglerine katılır bulabilir. Çünkü popüler olan, moda olan daha çok tercih edilecektir. Ve bir süre sonra da neyi neden yaptığını unutup sadece onun içinde bulunmayı isteyecektir. Neticede, toplu hareket eden insan, mitinglerde Ali İsmail’in annesini yuhalar duruma da pekala gelebilir olacaktır.

Devletin kirli propagandalarına maruz kalan kişiler, bir süre sonra devletle aynı dili konuşmaya başlarlar. Bu konuda devletin baskı ve zor aygıtları da kişinin bu noktaya gelmesini çabuklaştırır. İstekleri, beğenileri, kültürleri, dilleri, yaşama alışkanlıkları farklı olanlar, büyük sürü için bir tehdit olduklarından, bir tür mahalle baskısı ile ortadan kaldırılmaları mübahtır. Çünkü, sürüye uymayan, sürüyü bozacağı için istenmez. Söz konusu sürüyse, gerisi teferruattır. Öyle ki, Türk olmayanların başına neler geldiğini gören bir kimse, “Ne Mutlu Türküm Diyene”yi daha “içten” söyler.

İnsanların önünde iki seçenek olsa ve bunlardan birini seçmeleri istense, kararı, toplumun büyük kısmının üzerinde yoğunlaştığı seçenek etkilemez mi? Yoksa bu topraklarda, eski bir darbeci generali yüzde doksan iki ile cumhurbaşkanı seçilmezdi!

Birey, kendini sürü psikolojisinden ayıran en temel özelliğini, akıl ve muhakeme yeteneğini devlet ve kapitalizmin otoritesinde kullanamaz. Bu iki otoritenin uygun gördüğü davranışları herkes yapıyor diye yapmaya başlar. Tüketmemeyi düşünmez mesela, neyi tüketeceğini düşünür. Aynı şekilde devletsiz ve yasasız bir yaşam düşünmez. Devleti temsilen hangi hükümeti seçeceğini ya da yasaların nasıl olması gerektiğini düşünür. Devlet ve kapitalizm telkinde bulunduğu davranışlarla bizleri kendi otoritesine alır ve devamlılığını sağlar. Bizleri tek tipleştirerek bizden bir sürü yaratır.

Hayvan ya da insan. Bizi kendimiz olmanın dışına iten, kişiliksizleştiren, yok sayan her yaşam biçimi, bizi bir sürünün parçası haline getiriyor. Bütün davranışlarımızı da bu sürünün liderinden beklemek,uçurumdan atlamaktan farksızlaşıyor. Günün birinde, gerçekten bizi kendi savaşlarına kurban etmeyeceğinin de garantisi yok.

Melisa Eskizerci

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Bandwagon ” – Melisa Eskizerci appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/12/bandwagon-melisa-eskizerci/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi https://meydan1.org/2013/10/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-5-patronsuz-isciler-iscilerin-oz-yonetimi/ https://meydan1.org/2013/10/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-5-patronsuz-isciler-iscilerin-oz-yonetimi/#respond Sat, 19 Oct 2013 17:40:43 +0000 https://test.meydan.org/2013/10/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-5-patronsuz-isciler-iscilerin-oz-yonetimi/ Arjantin’de İşçilerin Öz-Yönetimi Latin Amerika son 30 yılda neo-liberal politikaların uygulamalarına maruz kaldı – yapısal uyum programları, tasarruf tedbirleri, ekonomide endüstrileşme ve “iç birikim” modelinden, duygusuz finans kapitali kayıran bir modele kayma, serbest ticaret antlaşmaları ve bölgenin ABD’ye gittikçe artan ekonomik bağımlılığı. Her zaman olduğu gibi, bu politikaların en kötü sıkıntılarını halk çekti – yüksek […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

2001 Aralık’ında Arjantin halkı sokaklara döküldüğünde, bu durum dünyanın birçok yerinde şaşkınlık yaratmıştı. Güney Amerika’daki diğer ülkelere kıyasla ekonomisi daha güçlü olan bir ülkede böyle bir durumun yaşanmasını en son bekleyen, kesinlikle IMF’ydi. Küresel kapitalizmin planları hiç de istediği gibi gitmemişti. Durumdan rahatsız olan sadece küresel sermaye grupları değildi, halkın içine düştüğü durum belirsizdi. Hükümet düşmüştü, ekonomi altüst olmuştu. Böyle bir durumda yapılacak tek şeyi Arjantin halkı yapmıştı. Siyasi ve ekonomik belirsizlikte, çözümü kendi öz-örgütlülüklerinde aradılar. Bu süreçte yaşanılan deneyimler, farklı coğrafyalardaki halklar için esin kaynağı oldu. Arjantin’de yaşanan bu süreçte beliren patronsuz işçilerin oluşturduğu öz-yönetim fabrikaları, sadece halkın acil ihtiyaçlarının karşılandığı özel bir deneyim olarak durmuyor karşımızda. Öz-yönetime dayalı, hiyerarşik olmayan bir şekilde işçilerin beraberce ve özgür bir şekilde karar alabildikleri bir deneyim olarak da önem taşıyor. Gazetemizin bu bölümünde özellikle anarşistler arasında, 2008’de iyice beliren kriz sonrası dönemdeki tartışmalara yer vereceğimizden ilk yazımızda bahsetmiştik. Yine aynı yazımızda, somut pratik model önerileri ve bu önerilerin eleştirileri üzerinde durmaya çalışacağımızdan bahsetmiştik. Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisindeki bu yazımızda, bu iki kaygıyı birleştirip Arjantin’deki patronsuz işçilerin deneyimi ve bu deneyimin anarşist komünist bir değerlendirmesinin yapıldığı José Antonio Gutiérrez D.’nin Red and Black Revolution’da ve anarkismo.net’te 2005’te yayınlanmış Patronsuz İşçiler; Arjantin’de İşçilerin Öz-yönetimi başlıklı yazısına yer verdik. Taksim Direnişi sonrasındaki hareketliliğinin etkilerini deneyimlediğimiz bir zamanda, tam da Kazova Direnişi’yle patronsuz işçilerin üretimi ellerine aldığı bir süreçte, bu bölümde yer verdiğimiz bu yazının anlam bulmasını umuyoruz. Anarşist Ekonomi Tartışmaları’nın benzer deneyimlerle teorik bir düzlemden çıkıp yaşamsal kılınması sadece bu yazı dizisini hazırlayanların değil, aynı zamanda gazetemizin de temel kaygısıdır.

Arjantin’de İşçilerin Öz-Yönetimi

Latin Amerika son 30 yılda neo-liberal politikaların uygulamalarına maruz kaldı – yapısal uyum programları, tasarruf tedbirleri, ekonomide endüstrileşme ve “iç birikim” modelinden, duygusuz finans kapitali kayıran bir modele kayma, serbest ticaret antlaşmaları ve bölgenin ABD’ye gittikçe artan ekonomik bağımlılığı. Her zaman olduğu gibi, bu politikaların en kötü sıkıntılarını halk çekti – yüksek seviyede işsizlik, ücretlerin ve yaşam standardının düşüşü. Yerel hükümetlerin gerçek öncelikleri, yani hileyle yaratılan dış borcun ödenmesi, hem yerli hem yabancı patronlar için yüksek karlılık seviyelerinin korunması söz konusu olduğunda, halkın en acil ve temel ihtiyaçları harcanabiliyordu. Latin Amerika’da, patronların 80’ler ve 90’larda yaptıkları şiddetli saldırılar nedeniyle, 70’ler ve 80’lerin başındaki politik senaryonun tam tersi bir duruma geldik. İşçi sınıfının hücumda olduğu durumdan savunmaya çekildiği duruma geldik. Özellikle 90’lara damgasını vuran özellikler, mücadelelerin bölünmesi ve değişik halk öznelerinin mücadelesinde bir birlik anlayışının yokluğu ve yöneten sınıfın saldırısı oldu. Fakat tüm kıtada değişik yerlerde, Ekvator’da, Venezuela’da, Bolivya’da, Peru’da ve Arjantin’de çıkan isyanlar, güçten düşen bir model için gelecek bir krize işaret ediyordu. Tüm bu ayaklanmaların ortak bir işareti var: Halk hareketinin tekrar hücuma geçme şansı yakaladığı yeni bir senaryoyu belli belirsiz gösteriyorlar. Arjantin halkının son üç yıldaki deneyimleri bu bağlamda önemlidir ve bütün iç çelişkileriyle birlikte Güney Amerika’nın içinde olduğu gerilimin potansiyelini ve sınırlarını gösteriyor. Ve şüphesiz, yeni bir halk hareketinin ortaya çıkması, uluslararası finansın ekonomik yaptırımlarına karşı muhalefetin güçlendiğini ifade ediyor. Devrimci politikanın yayılması için uygun, yeni bir dönemi, ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşu için yeni bir yolu işaret ediyor.

“Argentinazo” Arjantin’de, 20 Aralık 2001’de kendiliğinden ayaklanan halk, başkan Fernando De La Rua’yı istifaya zorlayarak dünyayı şaşırttı. Sanki bir anda Latin Amerika’nın en zengin ekonomisi sallanıyordu. Ama gerçekte Arjantin krizinin belirtileri çok önceden hissediliyordu ve o gün olanlar, biriken bir krizin, halkın “volkanik” öfkesiyle patlamasıydı. Halkın öfkesi, tüm Latin Amerika’da aynen yaşanan, 70’lerin diktatörlükleri ve onların endüstrisizleşme süreçlerinden çıkan, 90’larda Carlos Saul Menem hükümetinin çılgınca getirdiği neo-liberal politikalar ile kötüleşen, derin ekonomik krizin ifadesiydi. 90’ların sonunda kriz olduğu tartışma götürmüyordu: İşsizlik %20’nin üstüne çıkmış ve artıyor, küçük ve orta ölçekli endüstrilerin üretim faaliyeti tamamen durmuş, 1996-2001 arasındaki dönemde sürekli bir küçülme ile birlikte dış borç kontrolden çıkmıştı. Bunların hepsi, Latin Amerika’nın “model ekonomi”sinde çalışmayan bir şey olduğunun net belirtileriydi [1].
 

Argentinazo: Arjantin’de 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz sonrası dönemde, halkın yaşanan kriz nedeniyle hükümetin düştüğü, devletin çöktüğü bir zamanda halkın sokaklara dökülüp eylemler düzenlediği dönemi ifade etmek için kullanılan bu sözcük. Bu halk hareketlenmesini nitelemek için kullanılmaya başlanmış. Argentinazo hareketi, bu dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik değişimi ifade etmek için de kullanılan bir sözcük.

 

90’lar boyunca krizin genişlemesi ile birlikte, işsiz işçiler hareketi Arjantin’deki halk mücadelelerinde yeni bir başat oyuncu olarak ortaya çıktı. 90’ların ortasında, yol kapatma eylemleri ile iş talep eden ve Piqueteros denilen yeni bir örgütlenme türü ortaya çıktı. Nerdeyse her zaman doğrudan eylemi ve çoğu zaman da yatay örgütlenme biçimlerini tercih ediyorlardı [2]. Kısa zamanda bürokratlaşmış sendikalara ve işçi sınıfının önemli bir kısmının (işsizlikleri nedeniyle marjinalleştikleri için) sendikalarda temsil edilmemesi sorununa gerçek bir alternatif oldular. Bu hareket, gittikçe derinleşen bir toplumsal kriz için çalan çanların ilkiydi. Halkın eriyen yaşam standartları ve sürekli değişen hükümetlerin kötüleşen ekonomik durumla baş etmekte yaşadığı güçlükler bir yana, o yılın politik krizini anlamak için yeni bir etkeni hesaba katmamız gerekiyor: Burjuvazinin (yöneten sınıfın) odakları arasındaki iç sürtüşmeler. Bunlardan biri yeni iktidar partisinde (UCR, liberal bir parti), diğeri ise Peronistler (PJ, halkçı uçları olmakla birlikte güçlü sağ eğilimi olan milliyetçi bir hareket) tarafından temsil ediliyordu. De La Rua hükümetinin ilk zamanlarından itibaren PJ tüm gücünü bu hükümete karşı gelmek ve dengesini bozmak için kullandı (patronların konfederasyonları, sendikalar ve mecliste muhalefet) çünkü yitirdikleri gücü ve politik etkiyi geri kazanmak ve bir sonraki hükümet olmanın yolunu döşemek için bu yolu mantıklı görüyorlardı. Burjuva içindeki çatışma, derin ekonomik kriz, boğaza kadar dış borç, orta sınıfın tedirginliği, bankaların batması (ve insanlar hesaplarındaki mevduatı çekmeye koştuğu için hükümetin bir “corralito” [3], mevduatlar üzerinde bir “sınır” koymak zorunda kalması) ve işçi sınıfının hayat koşullarının dayanılmaz hale gelmesinden oluşan patlayıcı karışımın hepsi birlikte 19 Aralık 2001’de patladı ve ayrı ayrı özneler (işsizler, orta sınıflar, mahalleler, vb.) dışarı çıkıp “corralito”nun kaldırılmasını ve hükümetin istifasını istedi. Ansızın yoksul varoşlardan ve Arjantin şehirlerinin Güney Amerika İtalya’sına benzemeyen bölgelerinden gelen banliyö morochoları ve negroları (Arjantin sosyetesinin jargonunda derisinin rengi mermerden koyu olanlar) zengin Buenos Aires’i kuşatmıştı. Hareket sokakları doldurdu ve 48 saatlik direniş ve polisle çatışmadan sonra De La Rua’nın halk karşıtı hükümetini devirdi. Hemen ardından Buenos Aires’de neredeyse her mahallede halk meclisleri serpilirken Piqueteros hücuma geçiyordu. Ve aslında hiçbir grup ya da partinin bir paye almadığı bir kazanım hakkında kendinden fazla emindi. Solun çoğu daha da ileri gidip Aralık olaylarında yeni bir devrimci öznellik, “devrim” yapmanın yeni bir yolunu deşifre etmeye çalıştı. Bir hükümetin devrilmesini, devrimci anlayışla kapitalizmin üstesinden gelmekle karıştırdılar – doğrusu bu eski kendiliğindenciliğin yenilenmiş halinden başka bir şey değildi. Fakat bu devrim mücadelesi sokaktaki işçi sınıfı ile değil fabrikalardaki, tarlalardaki, madenlerdeki ve atölyelerdeki işçiler ile kazanılacak; başkanları devirerek değil, kapitalist toplumun mantığını etkileyerek ve burjuvaziyi kamulaştırırken devleti ve diğer bütün burjuva kurumlarını yok ederek, aynı zamanda tabandan yukarı doğrudan demokrasi kurumlarını inşa ederek.

Yeni Ekonomik Durum Bazı insanlar açıkça, Aralık ayaklanmasının gerçekte gittiğinden daha ileri gittiğini ve devrimin hemen köşede olduğunu zannettiler. Gerçekte politik senaryo çok daha karışık, yönetici sınıflar tekrar hücuma geçerken Arjantin’deki durum hiç de iyiye gitmedi: Nüfusun %40’ı hala yoksulluk içinde yaşarken, %25’inin karnı açlıktan etkileniyor. İşsizlik hala %21’in altında değil ve işçi sınıfının %70’i güvencesiz çalışıyor. Milli gelirin %51.7’sini nüfusun %10’u alıyor ve eşitsizlik artıyor – 1991’de Buenos Aires en zengin %20’si, en yoksul %20’sinden 17.5 kat zenginken, 2003’te bu oran 52.7 oldu. Dış borç büyümeye devam ediyor, Mayıs 2002’de 114,600,000,000 dolardan bu yılın başında 178,000,000,000 dolara çıktı [5]. Bu bağlamda Arjantin hala süren krizde boğuluyor ve kısa dönemde hatta makul bir uzun dönemde bile krizin sonlanması konusunda ümit yok. De La Rua halk isyanıyla devrildiğinde (Rodriguez Saa’nın kısa hükümetinin ardından), Duhalde başkan oldu ve bu hükümetin bütün amacı “normalliği” korumaktı, yani kurumları ve ekonomik modeli sürdürmek; kısaca… aynısının daha fazlasına geçişi garantilemek. Ve 2003’te göreve gelen yeni başkan, Kirchner’ın takip ettiği eğilim şu oldu: Neo-liberalizmi suçlamaya devam et, ama kapitalizme dokunma. Yoksul ülkelerin üzerindeki uluslararası baskıyı suçla ama halkın yaşam koşullarını iyileştirmek yerine dış borcun ödenmesine öncelik ver. En önemlisi de, halk hareketine sürekli baskı uyguluyor, böl ve yönet taktiğini kullanıyor ve protestoları öcü gibi gösteriyor. Kirchner’in politika tarzında ileri doğru bir eğilim gören bazı solcuların uluslararası düzeydeki sanrılarına rağmen onun hükümeti aslında daha çok eski dünyanın ve onun kurumlarının korunmasına yönelik ümitsiz bir çaba, ama farklı giysilerin altında saklanmış bir çaba.

Öz-yönetim Altındaki Fabrikaların Deneyimi Son birkaç on yılık neo-liberal modelin ve onun finans vurgusunun sonucunda endüstriyel faaliyetlerin durumu kötüleşti ve doğal olarak Arjantin endüstrisi inişe geçti. İlk “fabricas recuperadas” (geri alınmış fabrikalar) deneyimleri yedi yıl önce, 19-20 Aralık’taki toplumsal patlamadan çok önce, ekonomik kriz Arjantin’de derinleşirken yaşandı. Bunlar savunma durumundaki, işlerini kaybetmemeye çalışan, işsizliğe düşmemeye çalışan işçi sınıfının ifadesiydi. Hücumdaki işçi sınıfının söylemi olmaktan uzaktılar. İlk işgal edilen fabrika, soğuk depo firması Yaguana, 1996’da alınmış, 1998’de IMPA ve 2000’de Buenos Aires’in Avellaneda bölgesinden 90 metalurjist işçinin işgal ettiği GIP metal şirketi takip etmişti. 2001 Ocak’ta “Union y Fuerza” (Birlik ve Kuvvet) Kooperatifi’ni kurdular ve tazminatı ödeyip, son yıllarda 1000 işletmenin battığı bir yerde bir fabrika açtılar [6]. O yıl, Neuquen’deki fayans şirketi Zanun ve Buenos Aires’teki tekstil şirketi Brukman, patronları tarafından terkedildi ve ardından işçileri tarafından işgal edildi. Brukman 18 Aralık’ta, “Argentinazo”dan sadece bir gün önce işgal edildi. Zanun üretkenliği artırdı ve yeni iş olanakları yarattı (şu anda fabrikayı 250 işçi çalıştırıyor). Jacobo Brukman, Brukman’ın eski sahibi, geçen yıl 18 Nisan’da işçileri atmıştı, ama sonunda, Ekim 2003’te, şirketin iflası ilan edildi, şirket kamulaştırıldı ve “18 Aralık” işçilerinin kooperatifine geri verildi ki işçiler “Aqui estan, estas son, las obreras sin patron” (İşte buradalar, bunlar patronsuz işçiler) söyleyerek tekrar üretime başlasınlar… Bu sırada eski sahibi makinaları parçaladı ve patronun ucuz işgücü ile tekrar üretime geçmeye çabalarını engellemek için işçiler altı aydır fabrikanın dışında kampta kalıyorlardı. Bugün, işgal edilmiş 170 şirket ve kolektif iş deneyimine katılan 10.000 işçi var. Hepsinde yönetim hiyerarşisi yok oldu ve kazanç bütün işçiler arasında eşit paylaşılıyor. Geçmişte bazı şirketler gelirlerinin %65-70’ini patronların ve yöneticilerin maaşlarına harcıyorlardı. 2001 Aralık’ta “Argentinazo” geldiğinde işgaldeki işletmeler, onlara güçlü bir destek veren aktivistler aracılığıyla kendi etraflarında bir dayanışma ağı örmeye başladılar. Halk meclisleri de kapılarını onlara açtı. Kısa zamanda ortak talepleri için kolektif mücadeleyi örgütlenmeye başladılar. İlk iş, iflas kanununu değiştirmekti. Kanuna göre iflas ilan eden şirketlerin kredi borçlarını ödemesi için makinaları ve yerleşkesi 4 ay içinde açık arttırmaya çıkarılmalıdır. İşçilerin fabrikayı işgal ettiği durumda, tazminat talebi olsun olmasın, bir süre sonra sahibi mülkünü geri alabiliyor. İşçilere göre bu kanun borcun ödenmesini, çalışma hakkından ya da üretimin devamından üstün tutuyor. Hükümetin şu anda tasarladığı kanun değişikliği, işçilerin çoğu tarafından reddediliyor çünkü şirketlerde bir hissedar modeline izin veriyor ve işçilerin hepsinin birden bağımsız çalışma koşullarından yararlanma hakkı taleplerine saldırıyor. MNER (Ulusal İşgal Fabrikaları Hareketi) ile örgütlenen işletmeler sayal kooperatif biçimini aldılar ve bu kanunda değişiklik talep ettiler. Bu hareket içinde örgütlenmeyen bazı işletmeler anayasanın 17. maddesinin uygulanmasını talep ediyor (bunların en önemlisi Zanun – Brukman’dı, ama geçen yıl yasal bir kooperatif kurma yoluna döndü). Bu madde kamu yararı görüldüğünde kamulaştırma yapılabileceğini söylüyor. Nasıl yol yapımı için kamulaştırma yapılabiliyorsa, istihdam yaratmak için da kamulaştırma yapılabileceğini söylüyorlar. İşçilerin, işlerini sürdürmek için, ama aynı zamanda radikal bir şekilde, bağımlılık, hiyerarşi ve sömürü ilişkilerini karşılıklı yardımlaşma ve eşitlik (bu fabrikalarda bütün ücretler eşittir) ilişkileri ile değiştirmek için ortaya koyduğu irade ile birlik olan geniş bir hareketin ana tartışma konusu budur. Böylece işçiler, bir krizin ortasında işveren kaçtığında, “Ocupar, Resistir, Producir” (İşgal Et, Diren, Üret) ilkesi altında, dünyaya toplumu devam ettirme yeteneklerini kendiliğinden gösterdiler.
Sorunlar ve Umutlar     a. Politik aktörler ve yeni ortaya çıkan toplumsal hareket arasındaki ilişkiler 2001 Aralık’taki Arjantin isyanı hiçbir sol partinin önderliğinde değildi. Bu parti ve grupların çoğu, birçok işçi sınıfı örgütünde yer alıyordu ama isyan kendiliğinden ve bu örgütlerden bağımsız gelişti. Bununla birlikte, halk meclisleri gibi bu isyandan doğan ve geleneksel partilerden (hem sol, hem sağ) çok farklı bir politika arayışına giren örgütler için yeni bir senaryo oluştu. Fakat bu kendiliğindenlik durumunu korudukları için uzun vadede tabandan yukarı bütün örgüt yaşantısında tutarlılık sağlayabilecek bir politik proje geliştiremediler. Ve diğer yandan, solcu partilerin çoğu politik gruplar ve toplumsal hareket arasındaki – toplumsal hareketin pasif rol üstlendiği ve “politik” öznenin bütün sorumluluğu üstlendiği – geleneksel bağı varsaymakta ısrar ettiler. İnsanların sezgileri bunu reddetti; ama sezgiler yeterli değildir ve eninde sonunda resmi ya da solcu partilerin geleneksel rolünü “kabul” ettiler, ya da kurdukları yaşantı kendi çelişkileri içinde boğuldu. Bu durum halk meclislerinin çoğunda belirgin bir şekilde gözüküyordu. Böylelikle Arjantinlilerin çatışmalardaki ilk çığlıkları “Que se vayan todos” -Hepsini atmak istiyoruz- çürümüş bürokrasilerden, politikacı sınıftan kurtulma iradesini ifade ederken, en sonunda bunların hepsi yerlerinde kaldı. Ve bu noktada anarko-komünist alternatifin söyleyeceği çok şey var çünkü bu akım, devleti ve geleneksel politik biçimi reddederek, doğrudan demokrasiyi ve doğrudan eylemi savunarak Arjantin halkına çok daha fazlasını sunar. Ve halkın kendi deneyimine dayalı ama anarşizmin beslendiği, geçmiş uluslararası devrim deneyiminin kaynakları kullanarak geliştirilecek, stratejik devrimci ve politik programa politik bir çerçeve sağlamak konusunda kilit rol oynayabilecek olan politik akım anarko-komünizmdir. Böyle bir alternatif henüz oluşmadı ama Arjantin’deki birçok yoldaş kesinlikle bunun için çalışıyor.

b. Mülkiyet ve yönetim Bu işletmeler hakkında soldaki ana tartışmalardan biri, devrimci projeye uygun acil çözümün ne olacağıdır – Fabrikalar kooperatif olarak işçilerin kendi elinde mi olmalı, yoksa işçiler tarafından yönetilip devlet mülkiyetinde mi olmalıdır. Arjantinli anarko-komünist grup OSL (Sosyalist Özgürlükçü Örgüt)’ün gazetesi EN LA CALLE’deki bir makaleden aldığımız aşağıdaki bölüm sorunu ortaya çok net ortaya koyuyor ve anarşist alternatife bağlıyor: “Bu bağlamda, çeşitli solcu akımlar ‘işçilerin kontrolü alması mı, kooperatifler mi’ tartışmasını başlatmaya çalıştılar. Brukman’ın iç komisyonundan Celia Martinez (o dönem Troçkist PTS adayıydı [8), ‘Biz ulusallaşmak için savaşıyoruz… Kooperatif istemiyoruz… Ki rekabetin hayaleti bizi avlamasın…’ diyor, kamulaştırma için gereken yasal kooperatif statüsünü, kooperatifçiliğin politik görüşlerinden ayırt edemiyordu. Onların önerisi, ödeme yapmadan kamulaştırmayı, devletin kuruluş sermayesini vermesi, maaşları ödemesi ve bazı durumlarda üretilenleri satın almasını talep etmekti. Başka bir deyişle, devletin vermesi, işçilerin planlayıp yönetmesi. Kamulaştırma için işçilerin kooperatif gibi yasal bir statüye uymaları gerekiyor. Brukman, Zanun, Ghelco, Panificaciun 5, Grisinupolis ve 150 başka işgal edilmiş fabrika bu statüyü almasına rağmen, asıl sorun hukuki değil. İşçilerin yönetiminde devletleştirme ancak işçilerin ve halkın egemen olduğu bir devlet çerçevesinde mümkündür (bu stratejiyi anlıyor olmamız, paylaştığımız anlamına gelmez). Burjuva devletinden kamulaştırma istemek kapitalist bağlamda bir çözüm olmayacaktır ama fabrikayı işçilerin kendisine vererek işçilerin güçlerini kullanmalarını sağlayacaktır. Ücretleri ve ilk sermayeyi talep etmek, işçilerin içinde bulunduğu durumun mimarının aynı devlet-hükümeti olduğu ve işçi hareketinin tamamen savunmaya çekildiği düşünüldüğünde hayalden başka bir şey değildir. Diğer yandan, Kooperativizm işçilerin sorunlarına kesin çözüm sunan bir proje değildir. İşçi kitlelerinin çıkarlarına göre bir cevap vermekten çok uzaktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin hiçbir zaman sorgulamaz, sadece yüzeysel özelliklerini (tekeller, rekabet, vb.) sorgular. Bir kooperatif ağıyla kapitalizme paralel bir alt sistem yaratmak daha da zordur. Üretimi ve toplumu işçilerin yönetmesi düşüncesi, devrimci bir toplumdaki tek gücün işçi sınıfı örgütleri olduğunu varsayar. İşçilerin yönetimi bir azınlığın uyguladığı gücün, burjuvanın gücünün yani devletin herhangi bir biçiminin ortadan kaldırılması olarak anlaşılmalıdır. Biz işçiler, sadece tarlalarda, fabrikalarda ve işyerlerinde değil, toplumun geri kalanında da işçilerin yönetimini devralmalıyız.” [9] Görüldüğü gibi, yoldaşlara göre çözüm, politik proje olarak biri ya da diğeri değil (kooperativizm ya da devletleştirme ile işçilerin yönetimi), işçilerin işlerini kaybetmemesi için gerekli koşulları sağlamak – yani (politik olarak kooperativizmi farz etmeden) yasal kooperatif statüsünü almak -, öz örgütlenmeyi korumak ve toplumun örgütlenmesi için küresel bir alternatif arayışında şimdi kazanabileceğimiz herhangi bir reformun, halkçı mücadelenin diğer öznelerinin mücadeleleri ile tamamlanacak olan, sadece kısmi adımlar olduğunu anlamaktır.

c. Yöneticilerden ve Kapitalistlerden Arınmış Bir Topluma Doğru? Arjantin deneyimi karşılaştığı birçok çelişki ve soruna rağmen bir yönetici sınıfın ya da müdürlerin sınıfının lüzumsuzluğunu tartışmasız bir şekilde gösteriyor. Patronlar ne zaman endüstriyi idare edip üretimi devam ettiremediklerini ispatlasalar, işçiler örgütlenip en az onlar kadar iyi, hatta daha iyi yapabildiklerini gösterdiler. Ezilenlerin hareketinin tarihi böyle örneklere doludur (Şili endüstri ağları, İspanya ve devrim dönemindeki endüstri ve kırsal kolektifleri, 1917 Rusya’sında Sovyetler ve İşçilerin Konseyleri, vb.) ve Arjantin deneyimi bize bir kere daha işçi sınıfının, 150 yıllık proleter mücadelenin ardından, özündeki kapasiteden hiçbir şey kaybetmediğini gösteriyor. Bu bize üretimin temel bir özelliğini gösteriyor: İşçiler olmadan patronlar endüstriyi işletemezler, patronlar olmadan işçiler daha iyisini yapar. Bu deneyimler aynı zamanda başka yerlerdeki anarşistlerin halk ayaklanmaları uyanırken karşılaştığı sorunları da açığa çıkarıyor ve bize özgürlükçü bir toplumun inşasının klişe ve sloganları tekrar ederek olmayacağını gösteriyor. Kolay cevaplar yok ve çokça ihmal edilen yasal sorunları, ekonomik engelleri ve işçi sınıfı direnişinin tarihini de hesaba katarsak, yerel etkenler deneyimleri çok farklılaştırıyor. Devrim birdenbire olmaz, farklı yer ve zamanlarda oluşan farklı etkenlerin birikmesidir. Bu etkenlerin hepsini devrimci ve anarşist bir strateji ile uyumlu bir şekilde ilişkilendirmeliyiz. Bu da biz anarko-komünistlerin savunduğu [10] gibi halkın mücadelelerinde bir hızlandırıcı görevi üstlenen anarşist örgütlenmenin önemini gösteriyor. Saf kendiliğindenlik yeterli değil. Devrim öncesi dönemde, işçi sınıfının direniş deneyiminde karşılaştığı tarzda sorunlar hakkında ciddi şekilde düşünmeye başlamalıyız (örneğin işgal fabrikaları deneyiminin açıkça gösterdiği gibi, mülkiyet ilişkileri ve üretimin idaresi arasındaki ilişki; halk hareketi ile politik örgütler arasındaki ilişki). Net politikalar ve pratik cevaplar üretmek için mücadelenin somut koşullarını ve bulunduğu yerin özelliklerini hesaba katmalıyız. Aynı zamanda farklı mücadeleler konusunda program seviyesinde bir anlayışa sahip olup bu mücadeleleri özgürlükçü bir devrime giden yolu döşemek için birleştirebilmeliyiz. Tüm bu deneyimler, (hem ekonomik, hem politik [11]) yöneticilerden ve kapitalistlerden arınmış bir toplumun anarşist özlemi yüksek bir ütopya değil, günümüzdeki işçi sınıfının kendi kapasitesini temel alan, gerçek bir olasılık. Tarih tekrar tekrar, toplumsal adalet ve özgürlük için zamanın geldiğini gösteriyor. Şimdi ve burada onu gerçekleştirmek için yapmamız gereken sadece anı hazırlamak, örgütlenmek ve mücadele etmek. Demek ki, anarşistler imkansızı talep ettiğinde bize gösterdikleri şey, gerçekte mümkün olanın burjuvazinin inanmamızı istediğinden daha geniş olduğudur. Ezilenlerin ezenleri karşısındaki daimi mücadelesi anarşizmin örgütlü güçlerinin önemli görevler almasını gerektiriyor ve mücadelede her toplumsal deneyim, her devrimci eylem, kapitalist rejimin cesedi içinde, yöneticiler ve kapitalistlerden arınmış bir toplumun inşasında yeni tuğlalar döşerken, yeni sorunları, yeni öngörüleri açığa çıkarıyor.
Dipnotlar 1 Hombre y Sociedad No. 14, Suplemento. Aralık 2001. 2 Ancak son birkaç yılda, bazı Piquetero eğilimleri bürokratlaşmaya başladı. 3 En çok orta sınıfın hissettiği bir talep. 4 Buenos Aires nüfusunun büyük bir bölümü İtalyalı göçmenlerin soyundandır. 5 EN LA CALLE, Buenos Aires, No. 52, Haziran-Temmuz 2004. 6 CNT, No. 301, Mayıs 2004. 7 CNT, No. 298, Şubat 2004. 8 Troçkist parti. 9 EN LA CALLE, Buenos Aires, No. 49, Eylül 2003. 10 Arjantin’de OSL, Şili’de OCL ve İrlanda’da WSM’deki ve “Platformist” Anarşizm akımının ruhunu kavrayan diğer yoldaşlarımızın çabaları bu yöndedir. 11 Arjantin’in deneyimlediği Halk Meclisleri bir kurum olarak devletin ortadan kalktığı, “politik yöneticiler”den arınmış bir topluma ilişkin iyi bir içgörü sağlar. İşçiler işgal ettikleri fabrikalarda nasıl işyerlerini ve üretimi kendi ellerine aldılarsa, Buenos Aires’in birçok mahallesinde insanlar politik gidişatı öz-örgütlenmenin yatay alanında kendi ellerine aldılar.

 

José Antonio Gutiérrez D: Şilili anarşist yazar ve eylemci. Özellikle İrlanda’da anarko-komünist hareketin etkin isimlerinden biri olan Jose, Güney Amerika’daki halk hareketleri ve işçi hareketi üzerine yazdığı yazılarla tanınıyor. Anarkismo.net’in, CEPA ve El Ciudadano isimli dergilerin editörlüğünü de yapan Jose, “Problems and Possibilities of Anarchism”ve “Libertarian Origins of the First of May in Latin America” isimli kitapların da yazarı.
 
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
Çeviri : Özgür Oktay 

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (5) : Patronsuz İşçiler- İşçilerin Öz-yönetimi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/10/19/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-5-patronsuz-isciler-iscilerin-oz-yonetimi/feed/ 0
“Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2013/09/07/bilimsel-sosyalizmden-ekososyalizm-cikar-mi-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2013/09/07/bilimsel-sosyalizmden-ekososyalizm-cikar-mi-huseyin-civan/#respond Sat, 07 Sep 2013 14:42:41 +0000 https://test.meydan.org/2013/09/07/bilimsel-sosyalizmden-ekososyalizm-cikar-mi-huseyin-civan/ trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri! Nazım Hikmet RAN Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. […]

The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1960’lı yıllarda SSCB Devleti’nin Kazakistan ve Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’ndeki pamuk üretimini artırarak dünya pamuk pazarında kapitalist rakiplerine üstünlük sağlamak istedi. Sovyet bilim insanlarının, yapılacak müdahele sonrası Aral Gölü’nün kuruyacağını rapor etmesine rağmen, Politbüro Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin sularının, pamuk tarımı yapılacak arazilere yönlendirilmesini onayladı. Dünyanın en büyük 4. gölü olan Aral Gölü, kendine akan sulardan mahrum kalmasından dolayı 1960 yılından 1998 yılına dek %80 küçüldü.

trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!

makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!

Nazım Hikmet RAN

Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. Eski ABD başkanı Bill Clinton, Uzakdoğu’dan Afrika’ya çevre ile ilgili bilinçlendirici seminerler veriyor. Çevre kahramanları Greenpeace aktivistleri, “bu gidişe bir dur demek için” neredeyse her sene kendilerini sarkıtacakları bir köprü buluyor. Organik pazarlar, organik yiyecekler, her şeyin doğalı… Ekoloji, dört bir yanımızı sarmış durumda!

1960’lardan bu yana siyaset sahnesinin önemli akımlarından biri yeşil hareket. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları’nı yayınladığından bu yana, yeşil siyaset felsefesi de, hareketi de bir hayli yol katetti. Tabi ki bu tarz bir gelişmeye neden olan etmenlerden biri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulaştığı boyut. Gittikçe karmaşıklaşan, teknolojik açıdan büyüyen, küreselleşen, farklı iktidarlarla ilişkilenen kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribat, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.

Ekolojik krize karşı önlemler farklı coğrafyalarda farklı aktörler tarafından yürütülüyor. Greenpeace, WWF gibi neredeyse tüm dünyada aktif olan birçok STK dışında, yeşil hareket somut anlamıyla siyaset arenasında. Yeşiller Partisi, özellikle Avrupa’daki devletler bünyesinde bir hayli aktif ve parlamentoda siyaset yürütüyor. Sol partilerin, ekoloji hareketiyle yakın teması Batı’da 1960’lara dayansa da, yaşadığımız coğrafyada yakın zamanda fark edilen ekoloji meselelerin toplumsal hareketlenmelerdeki etkisi, sol partilerin ekoloji meselelerine yönelmesine yol açtı.

Batı’da solun ekoloji ile teması, eko-sosyalizm gibi farklı hareketlerin ve düşüncelerin evrilmesine yol açtı. Bu durum, özellikle ekoloji meselesinin farklı bir düzlemden değerlendirilmesine neden oldu. Bu değerlendirme önemliydi. Çünkü, liberal bir çevreci duyarlılıktan çok daha fazlasıydı solun ekoloji ile buluşması. Bu buluşma sadece, sol açısından değil, ekolojik sorunlara karşı politikleşen insanlar için de önemliydi. Özellikle yaşam mücadelelerinde belirginleşen bu politik tutum, ekolojik mücadelelerin bu coğrafyada yakın bir zamanda neye evrileceğini görmemiz açısından da önem taşıyor.

Sosyalizmin ekoloji anlayışı

Önceleri, “çevre meseleleri” olarak görülen ve fazla önemsenmeyen ekoloji, kriz haline dönüştüğünden bu yana kimsenin kaçamayacağı doğal bir gerçek. Ekolojik kriz, modern uygarlığın enküçük zincirine dahi zarar verdiğinde, bu diğer zincirlere de etki edebiliyor. Dengelerin bu kadar iç içe geçtiği bir zeminde ekonomik dengeler de, siyasi dengeler de, sosyal dengeler de aniden bozulabilir bir durumda.

Yeni toplumsal mücadelelerde bir dinamo niteliği olarak görünen ekoloji hareketi, klasik toplumsal hareketlerin ilgisini çekmiş durumda. Bunda ekolojik tahribatların şirketler ve devletler eliyle yapılıyor olmasının ve buna karşı çıkış için insanların bir araya geliyor olmasının büyük bir payı var.

Yaşam alanlarının devlet ve şirketler eliyle katlediliyor olması, buna karşı bir örgütlenme dinamiği oluşturdu. Bergama köylülerinin “haklı” mücadelesi hepimizin aklında. Benzer yerel mücadelelerle beraber, kapitalizm ve devlete karşı yürütülen mücadeleler farklı bir yerden politik ve herkesin gözünde meşru bir anlam kazanmaya başlıyor.

Bu durum, solun bu yeni sorunlar karşısında eski tarz hareket etme mantığının gözden geçmesine neden oldu. Beslenilen kaynakların güncelliğini kaybettiği fark edildi. Birçok Marksist, çıkıp Marksizm’in güncellemeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Kapitalizmin sadece “sınıfsal” eleştirisinin yetersiz olduğu, kapitalizmin başka boyutlarının da olabileceği solun kaynaklarına geri dönmesine yol açtı.

Bu tarz bir yeniden değerlendirme, güncel parametrelerle beraber Marksist ideolojiyi “şimdi”yle uyumlu hale getirmeyi hedeflese bile insan ve doğa arasındaki ilişkinin kuruluşunu sorgulamak, bu ilişkinin sorgulanmasının elzem olduğu bugünlerde, Marksist felsefenin ekolojik sınırlarını göstermek açısından önem taşıyor.

İnsan-doğa karşıtlığı

İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye, insanın doğayı dönüştürme girişimi olarak düşünülen “emek” süreciyle beraber varoluşsal bir mücadele atfettiğimizde; insanı, doğa dışında bir gerçeklik olarak ele almaya başlarız.

Bu emek süreci, insanın toplumsallaşmasıyla ilişkilidir Marksizm’de. İnsanın bilinçli faaliyetleri ile doğayı değiştirme sürecidir. Marksizm, insanın insan olma durumunu bu noktaya koyar, bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürdüğü sürece özgürleşir insan. İnsanın kültürünü kurduğu bu aşama, doğaya bağlı olmaktan kurtarmıştır insanı.

Murray Bookchin’in ikinci doğa dediği bu kültür, zorunlu olarak doğayı değiştirecektir Marksizm’de. Bu tarz bir değişimin olumsuz bir yanı olmadığını savunan eko-sosyalizm, sorunu bu kültürel dünya içerisinde evrilen kapitalist üretim tarzına koyar. Ancak bu üretim aşaması bile, belli bir aşamaya kadar, insanın “doğadan özgürleşme” sürecinin bir parçasıdır. Yani son birkaç yüzyıllık dönem öncesine kadar, insanın doğayla kurduğu ilişki çok da sorun teşkil etmemektedir.

Bu tarz bir bakış açısı, bu üretim tarzının nasıl bir sürecin sonucunda oluştuğunun dışarıda bırakılmasına neden olur.

İnsan ve doğa arasındaki tahakkümlü ilişki biçimi, bu tarz bir üretim sisteminin sonucunda değil, bu kültürün (ikinci doğanın) kurulduğu aşamadan beri süregelir. Bu insanın doğayla mücadelesinden değil, iktidarlı toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır.

Şunu hemen belirtmekte yarar var, bu bakış açısı insanın toplumsallaşması ya da kültürünü yaratmasının karşısında değildir. “Bir tarz” toplumsal örgütlenme biçiminin, ekolojik krizinin oluşmasına zemin hazırladığını söyler. Ekolojik kriz, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında değil, iktidarlı ilişki biçimlerin toplumsalı kurmasıyla oluşmuştur.

Kapitalist ekonomi tek başına bu ekolojik krizi yaratmamıştır. Dolayısıyla bu krize karşı bakılacak yer sadece iktisat değildir. Toplumsal örgütlenmenin nasıl kurulduğu, bu kuruluştaki iktidar ilişkileri asıl bakılacak yerdir.

Marksizm insan doğa ilişkilerini düzenleyen ilk ideolojidir varsayımı

Eko-sosyalizmin büyük isimlerinden John Bellamy Foster,

“Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, “Marx… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” diyerek Marksizm’e belki de, ilk ekolojik teorik temel olduğunu atfedilmektedir.

Marks’ta bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan düşünceleri görmezden gelirler.

Foster gibi düşünürlerin, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiye güncel bir ayar çekilmeye çalışılır. Bu tarz çabalar, Marksizm’in ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir.

Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır.

Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur.

Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.

Ekolojik Krizin Nedeni

İnsanın bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürme faaliyeti, her üretim tarzında farklı sonuçlara neden olabilir. Ekolojik krizin kökenini iktidarlı toplumsal ilişkilerde arama, kapitalizmin bu krizde etkisi olmadığını göstermez. Aksine kapitalizmin ideolojisinin artan bir şekilde içselleştirilmesi, şirketlerin sınırsız kar hırsı için oluşturduğu sonsuz üretim-sonsuz tüketim sarmalı ekolojik uyuma en çok zarar veren durumlar haline gelmiştir.

İçinde bulunduğumuz çağda, doğadan iyice yabancılaşan insan, aynı zamanda kendi yarattığı kültüre de yabancılaşmıştır. Doğanın anlamı, bu üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo haline gelmiştir.

Ekolojik krizi anlamamız için sadece üretimin nasıl yapıldığını görmek yeterli değildir. Bunun nasıl toplumsallaştığının da ortaya koyulması gereklidir. Ekolojik kriz basit bir anlamda çevrenin kirletilmesi değildir. Toplumsal yaşamın kurulma sorunudur. Sorunu bu şekilde belirlemek, ilerleme, uygarlık, kalkınma, ekonomi, teknoloji vb. birçok kavramı da sorgulamayı gerektirir.

Ekolojiyi içermekteki ısrar

Ekoloji tabanlı bir bakış açısı yakalamakta önemli meselelerden biri, doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Burada temel mesele, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Çevreci bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmek de ısrarcıdır. Bu faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı, iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla, ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.

Bu çevreci bakış açısı, yeşil harekette sık karşılaşılan bir tutumdur. Özellikle doğa korumacı etkinlikler içine girmiş birçok STK, bu tutumun sergileyicisi konumunda, ekoloji konusunu manipüle etmek dışında hiçbir şey yapmazlar. Greenpeace, WWF, TEMA benzeri kuruluşlar buna en büyük örneklerdendir. Halihazırda ekolojik yıkıma neden olan büyük şirketlere ve devletlere çevreye duyarlı sertifikası vermek, beraber kampanyalar düzenlemek dışında, üyelerinden bağış toplamak hariç bir şey yapmazlar.

Bu bakış açısının, siyasal alandaki ifadesi konumunda olan Yeşiller Parti’leri farklı devletlerin parlamentolarında, temsili demokraside temsilcilik rolü oynamaktan öteye gidemezler. Devletlerin kalkınmacı modellerinde “çevre”yi temel alan yaklaşımlarıyla, bir yandan ekonomik fayda gözetirken öte yandan “çimlere basmayalım” çevreciliği yapmaktan öteye gidemezler.

Radikal bir tutumla yola çıkmış, ekolojik hareketin felsefi temeli iddiasında olan eko-sosyalizm, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, eko-sosyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır.

Her şekilde “mülk edinilecek” doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.

Bütün bunlara rağmen, ekolojiye yönelik bu ısrar, toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketlenmeyi devam ettirici dinamolar bulmak, yeni ve yerel örgütlenmeler yaratmak amacından öteye gidemeyecektir. Çünkü, ekoloji meselesini basite indirgeyen çevreci yaklaşımlar, bazen gerçek ekoloji mücadelelerin önündeki en büyük engel konumuna dönüşebilir.

 Hüseyin Civan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/09/07/bilimsel-sosyalizmden-ekososyalizm-cikar-mi-huseyin-civan/feed/ 0
Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/ https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/#respond Sat, 31 Aug 2013 15:58:30 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/ İçinde bulunduğumuz ekosistemde, insan sadece insanlarla değil, diğer canlı ve varlıklarla da sürekli ilişki halindedir. Milyonlarca yıllık tarihi boyunca insanın, insanlarla ve doğa içerisindeki diğer varlıklarla uyum içinde sürdürdüğü bu ilişki, iktidarlı ilişki biçimlerinin gözlemlendiği ilk toplumlardan bu yana süregelmiştir. Bu tarihin sadece son altı bin yıllık diliminde, iktidar ve mülkiyet ilişkileri hem insanlar arasında hem de insanların diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde görülmeye […]

The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İçinde bulunduğumuz ekosistemde, insan sadece insanlarla değil, diğer canlı ve varlıklarla da sürekli ilişki halindedir.
Milyonlarca yıllık tarihi boyunca insanın, insanlarla ve doğa içerisindeki diğer varlıklarla uyum içinde sürdürdüğü bu ilişki, iktidarlı ilişki biçimlerinin gözlemlendiği ilk toplumlardan bu yana süregelmiştir. Bu tarihin sadece son altı bin yıllık diliminde, iktidar ve mülkiyet ilişkileri hem insanlar arasında hem de insanların diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde görülmeye başlanmıştır. Bu süreç içerisinde insan, içinde bulunduğu doğaya uyum yetisini kaybetmiş, bunun yerine iktidarlı ilişki biçimlerinin belirgin karakteristik özelliklerinden bencillik ve rekabet ile yaşamı şekillendirmiştir. Günümüzde de bencillik ve rekabetle dolu, devlet ve kapitalizmle içselleşmiş iktidarlı ilişki biçimleri sosyal, ekonomik ve ekolojik olarak yaşama karşı saldırısını sürdürmektedir. Binlerce yıldır süren bu saldırıya karşı direnen ve reddeden yaşam, karşılıklı paylaşma ve dayanışmayla yaratılan uyumun kendisidir. Ve yaşam, ne olursa olsun, devletin ve kapitalizmin bu yok edici anlayışına rağmen süregelecek enerjiyi, bu uyumuyla tekrar tekrar yaratmaktadır. Yaşamın bu uyumu ise kapsadığı tüm canlılar ve varlıklar için bir kurtuluştur.

Bugün, yaşadığımız coğrafyada da devlet ve kapitalizmin saldırısına maruz kalan toprağın, suyun, havanın; devasa rüzgar panellerinde ölen kuşların, denize bırakılan kimyasal atıklarla ölen balıkların, bitmek tükenmek bilmeyen tüketim anlayışı için öldürülen tavukların, ineklerin, balinaların, yakılan ormanlardan ovalara indiği için öldürülen ayıların, otoban diye kesilen ağaçların, enerji diye boruların içine sıkıştırılan derelerin, maden diye kazıla kazıla talan edilen toprağın, kazan-kazan için yapılan üretimin atıklarıyla kirlenen havanın; devletlere piyonlaştırılan, şirketlere köleleştirilen, betonla sıkıştırılan insanların kurtuluşudur ekolojik uyum. Bu uyumun tek bir parçası bile eksikse, uyum tam değildir; yani hepimiz eksiğizdir. Ve kurtuluş asla tek başına değil, beraber bu uyum için mücadelededir.

İnsanın düşlediğini eyleme durumudur özgürlük. Fakat düşlediğini eylerken bir başkasının özgürlüğünü de önemsemektir. Bu, yaşamın uyumunun bir yansımasıdır aslında. Bu uyumdan yoksunluk demek, özgürlüğü kaybetmek demektir. Bu kayboluşta başlar tüm tahakküm ilişkileri. İnsanın insana olan tahakkümü, insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde de kendini belirginleştirmiştir. Binlerce yıldır sürmekte olan iktidarlı ilişkiler bireyin bir başka birey üzerindeki tahakkümünü olağanlaştırırken diğer canlılar ve varlıklar üzerindeki tahakkümünü de olağanlaştırmıştır. Bu tahakküm ilişkilerinin paralelinde belirginleşen mülkiyetçi anlayış ise insanın kendi dışındaki canlıların ve varlıkların üzerinde de mülkiyetçi davranmasıyla beraber ekolojik uyumsuzluğu daha da arttırmıştır.

Ekolojik uyumdan yoksunlaşan insan, ihtiyaçlarını karşılamakta çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. İhtiyaçların karşılanmasında, iktidar ilişkileri içerisinde belirginleşmeye başlayan tahakküm, iktidarın kolaycılığı bir yöntem olarak benimsemesini sağlamıştır. Hem birey hem de topluluk kullandığı bu kolaycı yöntemle ihtiyaçlarının karşılanmasında sıkıntıları, ihtiyaçları biriktirerek ve mülkiyetine geçirerek aşmak istemiştir.

Biriktirme eylemi esnasında, ekolojik uyumdaki dayanışma, topluluk içi görevlendirmeye dönüşürken; ekolojik uyumdaki paylaşma ise iktidar tarafından mülkiyetine geçirilenlerin dağıtımına dönüşüyor. Toplulukta pozisyonu farklılaşmış kişi ya da kişiler, yani iktidar tarafından yapılan bu dağıtım topluluk içi ceza ve ödüllendirmelerin de temelidir.
İnsan dışındaki canlılarda bulunmayan bu eylem yani biriktirme, biriktirileni mülkiyetine geçirme, uyumun uyumsuzluğa dönüşmesinde ve insanla insan dışı yaşamın ayrışmasında en önemli ayraçtır. Bu iktidarlı anlayış beraberinde insan, insan dışı canlıları ve varlıkları da mülkiyetine geçirmiştir. İnsan diğer canlıların ve varlıkların enerjisinden faydalanmak için o canlıyı ve varlığı mülkiyetine geçirerek, özgürlüğünü kısıtlamış ve böylece tutsaklığı da ilk defa deneyimlemiştir. İktidarlı anlayış içerisinde oluşmaya başlayan olumsuz eylemlere, özgürlüğün kısıtlanması yani tutsaklığın meşruluğu da eklenmiştir.

İnsanın mülkiyet eylemi, insan dışı canlılarda yoktur. Herhangi bir başka canlı ihtiyacından fazlasını biriktirmez. Herhangi bir avcı avladığı bir başka canlıdan sadece ihtiyacı kadarıyla beslenirken, ihtiyacının karşılanması sonrasında beslenmeyi bırakır. Arı ve karıncalarla ilgili biriktirme tahlillerinde ise bu hayvanların toplayıcılık yapamayacakları dönemler için geçici biriktirme yaptıkları anlaşılmalıdır. Kaldı ki bu biriktirmeler, ihtiyacından fazlasını biriktirmesi değil, ihtiyacı kadarının saklanmasıdır. Ekolojik uyumda olmayan bir başka belirgin iktidar özelliği ise, bir canlının başka bir canlının enerjisinden yararlanmasıdır. Böylesi bir yarar ilişkisi  içinde olmayan canlılar, diğer hiçbir canlıyı mülkiyetine geçirerek özgürlüğünü kısıtlayıcı bir eylem içerisinde bulunmaz.

Mülkiyetçiliği bulamadığımız tüm canlıları kapsayan bu ekolojik uyum iktidarla bezenen insanı bir nevi dışlamıştı. İktidar ve türevleri, bu ekolojik uyum içerisinde kendini bulamazken, insan ekolojik uyumdan yoksunlaşarak karşısında kaldığı yaşamın tümünü mülkiyetine geçirmek istiyordu. Kriter olarak “insanlığa yararı” esas alınarak yapılan değerlendirmelerle, tüm canlılar ve varlıklar adeta insanlık için birer araca dönüşüyor; yaşam üzerinde kurulacak hâkimiyet ise insanlığın amacına dönüşüyordu.

Bütünüyle karşıtlaşan bu iki karakter arasında bir tarafta sömürücü saldırısıyla “iktidarlı insan” diğer tarafta ise bu saldırıya karşı ısrarla direnen ama gün geçtikçe bir bileşenini daha kaybederek uyumunu yitirmekte olan bir yaşam var. Bu karşıtlık insan ve yaşam arasındaki bir karşıtlık olarak belirginleşiyor gibi olsa da bu görünümün yanılgısına düşmeden karşıtlığın iktidar ve yaşam arasında olduğunu anlamalıyız. Çünkü bu karşıtlığın bir parçası da bu iktidardan mustarip olan insanın ta kendisidir. Karşıtlığı insan ve yaşam olarak görürsek, insanın insan üzerindeki iktidarını, ezenin ezilen üzerindeki tahakkümünü görmez oluruz. Direniş, yaşamın iktidara uyumsuzluğudur. İktidar yaşam üzerindeki tahakkümü ne zaman ve nerede uygularsa uygulasın, orada yaşam bir direniş olmuştur. İktidar karşılaştığı bu direnişler sonrasında kendisini yenilemiş ve geliştirmiştir.

İktidarlı ilişkilerin belirli kalıplarla daha da
örgütlü bir yapıya dönüşmesi, devletsi ilişki
biçimlerinin artması, devletin algılarda olağanlaşması, iç içe bir evrilme süreciyle oluşmuştur. Devlet varlığının belirginleşmesi, devletin bireyler ve toplum üzerindeki tahakkümünün artması, onları belgeleyerek vatandaş yapmasıyla sürmüştür. Bu başka bir anlamda devletin insanları mülkiyetine almasıdır. Mülkiyetindeki vatandaşlarının tüm yaşamsal kararlarını belirleyen, vatandaşlarının sosyal ve ekonomik statülerini dağıtan devlet, böylece ezen ezilen ilişkisini belirginleştirmiş ve vatandaşlarının sömürü hiyerarşisini oluşturmuştur. Bu hiyerarşi içerisinde hiçbir pozisyonu olmayan diğer canlılar ve varlıklar ise devletin daha planlı ve programlı sömürüsüyle karşı karşıya kalmaktadır.

İnsandan hayvana, sudan toprağa oluşan bu sömürü sözde “insanlığın yararına” yapılarak, sömürünün içselleştirilmesi istenmiştir. “İnsanlığın yararına” dogmasının oluşmasıyla artık geriye dönülemeyecek bir ilerleme saplantısı, devletin ve beraberindeki sömürü sisteminin en önemli karakteristik özelliğine dönüşmüştür. Deneyimin bilgiye dönüşmesi ve bilginin ilerleme için kullanılması, insanın bilgiyle olan ilişkisini de çarpıtmıştır. İnsanın, deneyimini aktararak bilgiye dönüştürme eylemi, bilgiyi paylaşma ve dayanışmayla özgürleştirmekte ve ekolojik uyumun insandan insana aktarılmasını sağlamaktaydı. İktidar ise bilginin erişimini kısıtlayarak bilgiyi kendi tekelinde bir tahakküm aracına dönüştürdü. Bu, bilginin iktidarın ilerlemeci anlayışını uygulamasını kolaylaştırdı.

Devlet ve sömürü sistemleri, kapitalizmde bilginin erişimini kısıtlarken, tekelleşmesini ister. İnsanlığa entegre edilmiş bu ilerlemeci anlayış, tüm yaşamı sömürmeyi, bir “insanlık yararı şov”a dönüştürerek uygulamaktadır. İnsanın yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının hayvan endüstrisiyle karşılanmasında ilerleyen tekniklerle yapay gün ışığıyla daha fazla yumurtlatılan tavuk çiftlikleri adeta şov gibi gösterilmekte, bunun tavuklar için bir işkence olduğu gerçeği yok sayılmaktadır. Ya da kürkünden kıyafet yapılmak istenilen bir fokun katledilişinin bir katliam olduğu gerçeği de görmezden gelinmektedir. Bir litre asitli içecek için en az yirmi litre temiz suyun kullanıldığı kapitalizmde “temiz su” tüketilmeye devam ederken, suyun önemi de gittikçe artmaktadır. Ekolojik uyumun çok önemli bir bileşeni olan suyun, kapitalizm için karlı bir meta olan asitli içecek üretiminde bir araç olarak önem kazanması, çok da şaşılacak bir hal almamaktadır. “Temiz su kaynakları tükeniyor” söyleminin sakladığı bu gerçek, bugün suyu yani dereleri şirketlerin talanıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu talan, aslında bir AVM’nin bile enerjisini karşılayamayacak olan Hidro Elektirik Santral bahanesiyle, derelerin şirketlerin mülkiyetlerine geçirilmesidir. HES projeleri, birincil olarak enerji üretimi için suyun borulara sıkıştırılması gibi gözükse de ikincil olarak suyun satılmak için kapaklanmasıyla sürecektir ve suyun sömürücü patronun ya da katliamcı şirketin mülkiyetine geçmesiyle tamamlanacaktır. Dere yataklarının kurutulması suyun aktığı dere yatağındaki ekolojik yaşamı bitirecek ve bu bitişin neden olacağı etkileşimin sonucunda tüm ekolojik sistem gün be gün artan bir yitişle bozulacaktır.

Bir şekilde isteyerek ya da istemeyerek dahil olduğumuz bu tahribatın hangi tarafında olduğumuz çok önemlidir. Devletlerin piyonu, şirketlerin işçisi olarak yaşadığımız bu kapitalist sistem içerisinde işleyişine ikna olalım ya da olmayalım, ekolojik uyumun yitirilmesinden hepimiz etkileneceğiz. Bugün yaşamlarımızda devletin, kapitalizmin ve iktidarlı ilişkilerin, ilerlemeci anlayışın tartışmasız tarafıysak şunu da bilmeliyiz; yarın ekolojik uyumu tümden kaybetmemiz hepimizin sorunudur. Ekolojik uyumun yavaş yavaş yitirilmesiyle açığa çıkan ekolojik sorunlar, gündelik yaşamda belirginleşmektedir. Sorunların bir bir görülmesi, sorunları çözmek isteyen bir direnişi de beraberinde örgütlemektedir. Devlet ve kapitalizm iktidar geleneği sayesinde direnişin oluşum aşamasında önlemlerle direnişi yönlendirme becerisine sahiptir. Bu sahip olduğu beceri sayesinde yönlendirebildiği direnişleri, özellikle ekolojik uyumun tümü için yapılacak bütünsel bir mücadele olmasından uzaklaştırır. Uzaklaştırarak bütünsel olan ekolojik uyum sorununun sadece bir parçasına yoğunlaştırdığı direnişi, kendisi için sakıncalı olmayan bir anlayışa yakınlaştırır. Kapitalist sistemin bir parçası olan insan, aslında kendisinin de bir etken olduğunun farkındadır. Bu farkındalığı zamanla bir vicdan rahatsızlığına dönüşmüştür. Ekolojik uyumun bütünsel sorununu çevre sorununa indirgeyen “çevreci bir ekolojik anlayış”, sorunun bütünsel olduğunu anlayamamıştır. Bu bütünsellik insanın insanla ve diğer tüm canlı ve varlıklarla olan ilişkisini kapsar. İnsanın insanla olan ilişkisinde, yani toplumsal ilişkisinde açığa çıkan tüm sorunlar ekolojik uyumsuzluğun bir yansımasıdır. Erkeğin kadınla, yaşlının gençle olan tahakküm dolu ilişkisinden, bilenin bilmeyen üzerindeki tahakkümüne ve emeğin tahakkümüne kadar birçok adaletsizliği içinde barındıran toplum kendi toplumsal devriminin gerekliliğini ekolojik uyumun yaratılmasında aramalıdır. Toplumsal devrimin gerçekleşmesi, ekolojik uyumun yaratılmasıyla bir bütünlüğün göstergesidir.

Herhangi bir şirkete ait fabrikanın atık sorununu bir çevre sömürüsü olarak algılayan çevreci anlayış, aynı fabrikanın işçileriyle olan emek sömürüsü sorununun birbirleriyle alakalı olduğunu anlayamaz. Ekolojik uyumu önemsemeyen fabrikadan, atığıyla canlıların yaşamını önemsemezken, çalıştırdığı işçilerin yaşamını önemsemesini de bekleyemeyiz.

Ekolojik uyumun hiçbir bileşeni arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlükçü bir mücadele yaratılmalıdır. Hayvanın özgürlüğünden suyun, toprağın, havanın özgürlüğüne, tüketim mabetlerine yetmeyecek enerji üretim santrallerin talanından kentsel dönüşümün rant talanına, bu sömürü sisteminin iktidar merkezli anlayışından mülkiyetçi anlayışına, yani kapitalizme karşı topyekûn oluşturulacak bütünlüklü mücadele ile yeniden yaratacağımız hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam yani ekolojik uyum kurutuluşumuz olacaktır. Bu kurtuluş, yaşamın tutsaklıktan kurtuluşudur. Yani özgürlüktür.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/ekolojik-uyum-yasamin-kurtulusudur/feed/ 0
Mülkiyet Adaletsizliğin Temelidir https://meydan1.org/2013/01/18/mulkiyet-adaletsizligin-temelidir/ https://meydan1.org/2013/01/18/mulkiyet-adaletsizligin-temelidir/#respond Fri, 18 Jan 2013 09:21:36 +0000 https://test.meydan.org/2013/01/18/mulkiyet-adaletsizligin-temelidir/ Her yeni senede, ilgili kurumlar bir önceki seneye ilişkin raporlarını yayınlar. Bu raporlar, bir önceki senenin değerlendirmesidir de. Örneğin, Ekonomi Bakanlığı 2012’nin verileri ışığında, TC’deki ekonominin ne kadar iyi gittiği yalanını atar. Gelecek senelere ilişkin toplumsal refah öngörülerinde bulunur. Eğitim Bakanı çıkar, kaç çocuğun sisteme entegre edildiğinin bilgisini verir, bu durumun devletin geleceği açısından önemini […]

The post Mülkiyet Adaletsizliğin Temelidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Her yeni senede, ilgili kurumlar bir önceki seneye ilişkin raporlarını yayınlar. Bu raporlar, bir önceki senenin değerlendirmesidir de. Örneğin, Ekonomi Bakanlığı 2012’nin verileri ışığında, TC’deki ekonominin ne kadar iyi gittiği yalanını atar.
Gelecek senelere ilişkin toplumsal refah öngörülerinde bulunur. Eğitim Bakanı çıkar, kaç çocuğun sisteme entegre edildiğinin bilgisini verir, bu durumun devletin geleceği açısından önemini vurgular.

2013’ün ilk ayı itibarıyla, Adalet Bakanlığı da her zaman olduğu gibi istemeye istemeye verilerini açıklamaktan kaçamadı. Çünkü bakanlık için talihsiz bir durum vardır; onlar adaletsizliğin verilerini açıklamak zorunda kalır. 2012 verilerine göre cezaevlerinde toplamda 135 binden fazla tutuklu ve hükümlü var. Verileri yükselen Adalet Bakanlığı, bu durumun olumlu propagandasını tabi ki yapamıyor. Tıpkı cezaevlerindeki 2824 öğrencinin, 72 gazetecinin, 3558 KCK tutuklusunun hangi adaletin bir sonucu olarak orada olduklarını anlatamadıkları gibi.

Aynı adaletsizliği geciktirmeyip tez elden veren devlet görevlilerinin uygulamalarına ilişkin veriler, işkence sonucu ölümler, yargısız infazlar, faili meçhuller başlıkları altında sıralanıyor. 1990’dan bu yana yaşanan sadece faili meçhullerin sayısı iki bini geçiyor.

Güvenlik kurumlarıyla, kolluk kuvvetleriyle adaletin bekçisi olarak nitelenen devletin “doğrudan adalet” uygulamalarını deneyimleyemeyenler için dolaylı uygulamalar da mümkün. Doğalgaza, elektriğe, suya 2012 senesi boyunca zam üstüne yapılan zamların, nüfusun yaklaşık 15 milyonunun ekonomik durumunun yoksulluk sınırının altında olduğu düşünüldüğünde nasıl “adil” uygulamalar olduğu ortada. Bankalara borçlu 43,5 milyon kişiden, 2,2 milyonu hukuki takiple birlikte, devletin “doğrudan adaleti”ne maruz kalıyor.

Zenginlere özel vergi afları, özelleştirmeler, taşeron şirketleri koruyan yasalar, küresel şirketler için çıkmış güvenlik yasalarıyla devletin kime adalet sağladığı açık. Sadece 2012 yılı itibarıyla, kayıt altında yaklaşık 900 işçi ölümü yaşanmıştır. Yaşanan her işçi ölümü devletin“adaletinin” nasıl işlediğini defalarca gösterdi; patronlar devlet tarafından her zaman korundu. 2012 yılında milyonlarca ezileni evlerinden atanlar, “kentsel dönüşüm” kanunlarına dayandırdılar kendilerini. Uygulamaya geçirilen her adaletsizlik hukukuna uyduruldu. Yıkılan 10 milyon konutta oturanlarsa tahliye edildi, evsiz bırakıldı.

Yukarıdaki verilerin hepsi nasıl bir adaletsizliğin içinde yaşadığımızın, yaşamaya alıştığımızın göstergesinden başka bir şey değildir. Bu adaletsiz sosyal, ekonomik koşullar altında yaşamak zorunda bırakılanlar; bu koşullardan kaynaklı uyumsuzluklar yaşadıklarında da tüm adaletsizlikleri görüp ses çıkardıklarında da devletin doğrudan adaletsizliğine maruz kalıyorlar.

Aslında devlet zaten bu adaletsizliğin kurumsallaşmasından başka bir şey değildir. Devlet; çoğunluğun yani toplumun büyük bir kısmının; sosyal, siyasi, ekonomik iktidarları elinde bulunduran azınlıkların istediği gibi yaşamasıdır. Misal; asgari ücret alırken elektriği, suyu, doğalgazı, kirayı, kredi kartı borçlarını, yemenizi, içmenizi, çoluğunuza çocuğunuza bakmanızı aldığınız maaşla karşılamak zorunda bırakılmanız ya da işsizken, ortada bunları karşılayacak bir şey bulamıyorken mülk sahiplerinin refah içinde yaşaması ve bu durumun güvence altına alınmasıdır devlet. İnsanlar arası bu iktidarlı ilişkinin kurumsallaşması devletken, bunun pratikteki en büyük yansımalarından biri mülkiyettir.

Mülkiyet bir sahiplenme sorunudur. Toplumda birilerinin somut ve soyut tüm toplumsal değerlere sahip olması ve diğerlerine bu adaletsizliği dayatmalarıdır. Bu sahiplenme durumu, iktidarla sağlanır. Yani Ağaoğlu’nun arabalarının, villalarının, saatlerinin, oğlunun spor tekne tutkusunun, kızının lüks araba merakının koruyucusudur devlet. Bu kişilere ait mülkün korunmasının anlaşmasının adı hukuktur. Bu hukukla korunur Sabancıların, Koçların, Ülkerlerin, Boynerlerin paraları, pulları. Bu hukukla görünmez kılınır mülk üzerinden yapılan anlaşmalar. Bu anlaşmalar toplumda sosyal, siyasi, ekonomik iktidarı bulunan kişilerin kendi arasındaki anlaşmalarıdır. Halktan sadece bu anlaşmalara biat etmesi beklenir. Toplumda bireyler arası uyumu sağladığı söylenen bu hukukun kurumları olan mahkemeler, hakimler, savcılar, askerler, polisler aslında mülk üzerinden yapılmış gizli anlaşmaların koruyucusudurlar. Bu hukukla, toplumdaki temel adaletsizliği korurlar. Birilerinin zenginliğini, diğerlerinin bütün bu yaşanan adaletsizliklere boyun eğme durumlarını korurlar. Bu yüzdendir ki sözde adalet sağladıkları mahkemelerinin duvarlarında gözümüze sokarmışçasına “Adalet mülkün temelidir” yazar. Ancak ne adaletin temeli mülktür ne de adaleti sağlayan devletin hukukudur.

Adaleti yaratacak değerler, iktidar ilişkilerinin olmadığı, bu iktidar ilişkilerinin devlet ve onun hukukuyla korunmadığı, mülkiyetin insanlar arası bir ilişki biçimi olarak kendini dayatmadığı bir toplumda aranır ancak. İşte bu yüzden, mülkiyet adaletsizliğin temelidir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır.

The post Mülkiyet Adaletsizliğin Temelidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/01/18/mulkiyet-adaletsizligin-temelidir/feed/ 0