The post Anarşist Ütopya: Solarpunk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ütopyalar “insanın iyileştirilebilme olasılığı üzerine ciddi bir düşünsel arayıştır”1. Anarşist ideolojinin ise insanın yaşam istencinin en özgür şekilde dışavurumu olduğu tanımı yapılırsa ütopyaların anarşist toplum düzenine giden yolda önemli bir katalizör görevi yaptığı söylenebilir. Fakat bu tanımı yaparken ütopya kavramının tanımını “gerçekleşme ihtimali olmayan, hayal ürünü toplum tasarısı” şeklinde değil, “ulaşılmak istenen toplum tahayyülü” şeklinde yapmak önem taşımaktadır. Çok geniş ve çeşitli ütopya tasvirleri olsa da anarşist nizamın başat siyasal değer olarak rol oynadığı ütopyalar kolay bulunur değil. Tam da bu noktada Solarpunk adlı sanat akımı, bilim ve teknoloji kullanımının ön plana çıktığı otoritesiz bir toplum düzeni ile anarşist bir ütopya yaratıyor. Bu akımın modadan mimariye kadar farklı alanlarda yansımaları olsa da ütopya hikayeleriyle daha çok ön plana çıkıyor.
Ekolojik ütopyalar arasında çok yeni bir tür olarak Solarpunk henüz 2010’larda oluşmaya başlamış, bilim kurgu ve fantazya alanında, post-ütopya olarak da kategorilendirilen, çiçeği burnunda bir edebiyat janrıdır. Geçmiş ya da geleceğe odaklanmaktansa günümüzdeki toplum ve çevre koşullarını ele alıp gerçekçi kurgular oluşturarak ütopik şehirler tasvir eder. Bu tasvirlerde en dikkat çeken özellik Solarpunk’ın 21. yüzyılın sorunlarını çözmeye yönelik olacak şekilde bir yaşam tahayyül etmesidir. Söz konusu tahayyüllerdeki sosyal sorunların çözümünde Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesine de bolca atıfta bulunularak toplum içindeki her türlü adaletsizliği gidermeye yönelik, çoğunlukla anarşist ve kesinlikle iyimser bir bakış açısı benimsenir2.
Politik olarak homojen olmayan bir yapıya sahip olan Solarpunk, ekonomik büyüme ve rekabetin hâkim olduğu bir düzendense komünal bir düzende, insanın içine dahil olduğu ekosistemle bir tevazu ilişkisi içinde, adil bir yaşam tasviri yapar. Büyük ölçekli ulusların yerini küçük ölçekli topluluklar ve eko-şehir-devletleri alır. Güneş teknolojisinin ana gelişim kaynağı olduğu şehir tasvirlerinde bu teknolojik gelişmenin yanı sıra toplumsal ilişkiler ve değer sistemlerinin değişimi de önemlidir3.
Solarpunk’ın, Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinden yararlandığı ideolojik temellerinden bahsetmekte fayda var. Bookchin’e göre tüm ekolojik sorunlar, toplumsal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Şiddeti sürdüren, ekonomik temelli ve toplumsal sorunlar çözülmediği müddetçe insan yaşamını da içine dahil eden ekolojik uyumdan bahsetmek mümkün değildir. Solarpunk da ekolojik bir holizme dayalı konseptiyle insanlık ve doğa arasında bir denge kurmayı amaçladığı için tamamlayıcılık esas alınıyor; yani, insanın destekleyici tür olduğu, insan dışı yaşamların da değer verildiği bütüncül bir toplum tasviri yapılıyor4. Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinde böyle natüralist bir yaşam biçimi betimlenirken bu kesinlikle primitivist bir gericilik anlayışıyla olmak zorunda olmadığı gibi öyle bir toplum tasviri yapmak da mümkündür. Ancak bu durum Solarpunk için geçerli değildir, çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, Solarpunk günümüz teknolojisinin tercihen daha da ilerletilmiş halinin efektif bir uygulaması şeklinde bir nitelik kazanmaktadır. Geriye dönük bir primitivizm pek olası olmadığı gibi olması durumunda da mevcut 21. yüzyıl koşullarının söz konusu olması daha muhtemeldir. Yani aslında Solarpunk’ta belirleyici özellik teknolojinin doğayla uyum içinde gelişmiş varlığıdır.
Öte yandan Solarpunk türü literatürde daha çok devletsiz ve anarşist bir toplum düzeni çizse de Batılı yazarların sıklıkla liberal eğilimlerle yeşil kapitalizm ve sürdürülebilirlik temalarını işlediği öyküler de vardır. Rhys Williams, Solarpunk’ın ana temasını oluşturan güneş teknolojilerinin hem merkezi hem de merkezi olmayan ekonomik modellerle uyumlu olduğunu söyler3. Ancak, neoliberal tahayyüller yeşil direnişi kendinden uzaklaştırıp türün ütopik özelliğini kırmaktadır, çünkü zaten ekolojik sorunlar günümüzdeki kapitalist sistemden ötürü meydana gelmekte. Kapitalist düzenin neden olduğu bu facialar, sistemin giderek büyüttüğü mega şirketler ve distopik hükumetlere karşı oluşturulan, yenilgiyi kabul etmeyen umut dolu bir perspektif sergiler Solarpunk. Aynı zamanda bu umut yerel halkın merkezi olmayan, küçük topluluklar halinde direnişiyle toplumsal hiyerarşileri ve hegemonyaları yıkmayı amaçlar. Nihai olarak istenen ütopik toplum düzenine erişmek için Bookchin’den esinlenerek “sürekli doğal evrim”i savunur. Burada savunulan ana düşünce “büyüme için büyüme”yi savunan kapitalist mantra değildir. Sürekli doğal evrim teorisi, “büyüme”yi değil “ilerleme”yi baz alır, dolayısıyla bu bakış açısıyla Solarpunk janrında ilerleme faydalı bir kavram ve asıl hedeftir. Solarpunk edebiyatı, toplumsal ilerlemenin, kapitalizm ve hiyerarşiden uzak, merkezi olmayan ve birbirine bağlı komünlerin oluşumuna yer vererek olacağını öne sürer2.
Toplumsal ilerlemenin yanı sıra, Solarpunk’ta fiziksel ilerleme olarak insan zihni ve bedeninin de evrimi önem arz eder. Post-hümanizmi de iyimser bir bakış açısıyla değerlendirip insanın yabancı, dünya dışı yaşam formlarıyla bütünleşmesini destekleyici bir tasvir çizilir. Bu fiziksel evrim de yine aslında Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesine dayanıyor. Zira Solarpunk’ın, insan vücudunun daha dayanıklı bir yaşam formuna evrilmesinin ancak teknolojik büyümeyle ulaşılabilecek bir şey olduğunu kabul eden duruşu, toplumsal ekolojinin evrim anlayışında da mevcuttur. Toplumsal ekolojinin felsefesi gereği evrim, organizmaları yeni çevre zorluklarına karşı daha uyumlu kılar ve bilhassa insanları, ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak çevrelerini değiştirmeye hazırlar4.
Solarpunk, tüm bu ilerlemeci değişimleri öngörürken kontrolsüz bir büyümeden yana değildir; sorumsuz tüketimlerden kaçınmaya çalışır. Toplumsal ekolojinin adalet nosyonunda böyle aşırılıklar olmadığı gibi durgunluk da yoktur. Durgunluk, toplumun gelişimi için en az aşırılıklar kadar zararlıdır. İnsan ilerleyişinin süregelmesi ve ideal topluma ulaşılamaması, Solarpunk’ın bir post-ütopya türü olarak en önemli özelliklerindendir. İdeal topluma ulaşılamamasının nedeni, dünya ve insanlığın sürekli değişiyor olması ve aynı zamanda, ütopik manada tarihin sonuna ulaşılmasının, ilerlemenin durması anlamına gelecek olmasıdır. Yani aslında Solarpunk’taki iyimserlik, Solarpunk idealine ulaşmak için insanlığın, toplumun ve teknolojinin sürekli evrimini hedeflemektedir2.
Solarpunkın adalet nosyonu, kapitalizmin doğayı sömürüsünü anlamak için bir araçtır. Kapitalizme alternatif ekonomik sistem düzenlerini bilim kurgu ile harmanlayarak iklim krizini çözmeye, insan ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek üretimi sağlamaya yönelik gerçekçi senaryolar çizer. Her Solarpunk hikayesinin bilinçli veya bilinçsiz nihai amacı malların eşit dağıtımının keşfidir, çünkü eşit dağıtım olmadan toplumlar ekolojik bir şekilde var olamaz. İnsanlar arasında olduğu gibi insan-doğa ilişkilerinde de adil bağlar oluşturacak ekonomik ve sosyal yapıların yeniden inşası esastır5.
Toplumsal ve ekonomik özelliklerine ek olarak, Solarpunk aynı zamanda mimari ve estetik alanlarındaki yaratıcı tasvirleriyle de ön plana çıkar. Eserlerde gelişmiş güneş teknolojisinin vurgusu sık sık yapılarak “aydınlık” ve “parlaklık” gibi kavramlar detaylı bir şekilde betimlenir. Örneğin, genelde binaların dış cepheleri komple güneş panelleriyle kaplanmıştır ve mimari itibariyle ağaç ve çiçeklere benzer yapılarla sık karşılaşılabilir. Bu estetik tasarımlar güneş panellerinin fonksiyonel özelliklerini gizleyip şehirlerin altyapı sistemlerine çığır açıcı yenilikler getirmiş olur. Altyapı sistemlerinin teknik özelliklerinin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanıyor olması, sistemin kendi kendini sürdürebilme arzusunu yansıtmaktadır. Williams, güneş teknolojisi üretim araçlarının toplumsal olarak adil değişiminin, hakiki bir değişim için gerekli olduğunu söyler3.
Son olarak; Solarpunkın köklerini dayandırdığı nokta ekolojik ütopyalardır, ancak yazı boyunca detaylı anlatımından çıkarılabileceği üzere, Solarpunk’ı Solarpunk yapan yegâne unsur başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının insanın doğayla bütünleşik yaşamında ön plana çıkan konumudur. Öte yandan, Solarpunkta ön plana çıkarılan bu enerjilerin anarşist nizam için sorgulanması gerektiğini belirtmekte fayda var çünkü doğadaki canlı ve cansız tüm varlıkları kaynak olarak gören kapitalizm içinde bu kadar enerjiye neden ihtiyaç olduğunu, hatta ihtiyaç olup olmadığını sorgulamadan üretilecek alternatiflerle ancak yeşile boyanmış kapitalizm sürdürülebilir, lakin Solarpunk’la ilgili olarak bu meseleyi de başka bir yazıda ele alabiliriz.
Solarpunk’ın estetik bir şekilde mimariye yedirilmesi, Solarpunk ütopyalarının göze hitap eden, “aydınlık” ve “yeşil” alanları betimlemesi, ona en yakın tür olarak karanlık bir gelecek tasviri çizen cyberpunk’tan ayrışıp bu özellikleriyle aslında onun 180 derece karşısında durması Solarpunk’ın ne kadar orijinal bir edebi janr olduğunu gösteriyor. Distopya edebiyatının daha revaçta olduğu ve pandeminin etkisiyle yaşamlarımızın şimdiye dek hiç olmadığı kadar kontrol altına alınmaya çalışıldığı günümüzde, ütopyaların değer kazanması bile mevcut düzene bir başkaldırı niteliği taşıyacakken Solarpunk gibi son derece gerçekçi bir alternatif yaşam tahayyülünün bilinmesi bir umut ışığı olacaktır. Her ne kadar bu yazıda ağırlıklı olarak siyasal ve edebi perspektiften bir incelemesi yapılsa da, Solarpunkın güzel sanatlar ve mimari gibi birden fazla alanı kapsayan geniş bir sanat hareketi olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
Nisa Durdu
Kaynakça
1Kumar, K.(2005). Ütopyacılık (Çev. A. Somel). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. (Orijinal yayın tarihi, 1991)
2Schuller, W. K. (2019). “Evolution takes love:” Tracing some themes of the solarpunk genre. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). QSpace: Queen’s Scholarship & Digital Collections. Erişim adresi https://qspace.library.queensu.ca/handle/1974/26518
3Williams, R. (2019). ‘This shining confluence of magic and technology’: Solarpunk, energy imaginaries, and the infrastructures of solarity. Open Library of Humanities, 5(1): 60,1-35. https://doi.org/10.16995/olh.329
4Bookchin, M. (2006). Social ecology and communalism. ABD: AK Press.
5Farver, K. (2019). Negotiating the boundaries of solarpunk literature in environmental justice. WWU Honors Program Senior Projects, 124. Erişim adresi https://cedar.wwu.edu/wwu_honors/124
The post Anarşist Ütopya: Solarpunk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekolojik “Hümanizmin” Kitabı – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The Beatles’ın, 1968’in hararetli atmosferinde “kırlarda şarkılar söyleyen, yoksul doğa ananın çocuğu” artık şarkı söyleyecek kır bulmakta hayli zorlanıyor, geçen onca yılda insanın da dahil olduğu ekolojik yaşamın hızla dönüştüğü bir gerçeklik. Ekolojik uyumun gün geçtikçe bozulduğu, insanın kendisi ve yaşadığımız dünya için felaket senaryolarının çizildiği içinden geçtiğimiz bu günlerde, toplumsal ekolojiye ilişkin yaklaşımlar üzerine bir kitap basıldı.
“Ekolojik İnsancıllığın Öncüleri” (Orjinali: Pioneers of Ecological Humanism) olan ancak literatüre çok yabancı ve zorlama olacak şekilde insancıllık olarak çevrilmiş bu kitabı “Ekolojik Hümanizm” olarak ele alma taraftarıyız. Daha önce sayfalarımızda “Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm” adlı kitabını tanıttığımız yazar Brian Morris’in bu kitaptaki odak noktasını toplumsal ekolojinin üç büyük düşünürü olarak gördüğü Lewis Mumford, Rene Dubos ve Murray Bookchin oluşturuyor.
Kitabın içeriğine geçmeden önce, çevirideki sıkıntılara maalesef değinmek gerekiyor. Dilimizdeki (özellikle anarşist literatür başta olmak üzere) çeşitli muhalif düşüncelerin savunusunu yapan kitaplarda sıkça karşılaştığımız sorunlardan, bu kitap da nasibini almış. Kitabın içeriğinde de sıkça geçen “insancıllığın” yanında farklı felsefi akımları ve düşünce biçimlerini anlaşılır kılmak için tercih edilmiş “ülkücü, köktenci, mekanik” vb. tabirler, son derece yalın ve akademik kaygılardan uzak bir şekilde düşüncelerini kaleme alan bu yazarın, anlaşılması güç ve alakasız tamlamalar kuran bir laf ebesi gibi anlaşılmasına yol açıyor. Daha önce Simon Springer’in “Coğrafya’nın Anarşist Kökleri” adlı kitabını da çeviren çevirmen, Morris’in eserinde de benzer sorunları tekrar ediyor.
Ekoloji Hareketinin İhtiyacı, Mumford, Dubos ve Bookchin’in Güncelliği
“Mumford, Dubos ve Bookchin, ekolojik bakış açılarına uygun olarak, insanın doğanın bütünsel bir parçası olduğunu, insanla doğa arasındaki ilişkinin temelinde hakimiyetin değil, işbirliği ve ortak yaşamın olması gerektiğini, ya da Bookchin’in ifadesiyle söylersek, insanla doğa arasında diyalektik bir ilişki kurulması gerektiğini daima vurguladılar.” – Brian Morris
Brian Morris kitabında üç ekolojisti inceliyor demiştik. Morris ekolojist olarak tanımlasa dahi pek çokları tarafından ekoloji hareketi içerisine dahil edilmeyen Lewis Mumford ve Rene Dubos’u yükselterek başlıyor kitaba. Öncelikle ünlü kent sosyoloğu Lewis Mumford’un hayat hikayesini anlatıyor. Morris’e göre Mumford kır ve kent ayrımının bir yanılsamadan ibaret olduğunu söylüyordu. Bu yönüyle Kropotkin’in “Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler” kitabında belirttiği kır-kent birlikteliği meselesiyle bağlantılı olarak değerlendirdiği felsefesini “organik hümanizm” olarak kavramsallaştırdığını belirtiyor. Mumford ise organik hümanizmi “Denge, özerklik, ortak yaşam ve çok yönlü gelişim, insan öncesi seviyedeki canlı organizmalara dair incelemelerimizden çıkardığımız temel kavramlar” şeklinde tanımlıyor.
Arkeoloji bölümlerinde sıklıkla insanın doğadaki diğer canlı ve varlıklardan ayrılan özelliği olarak “aletten alet yapabilme yetisi” örnek gösterilir. İnsan merkezciliğin bir şekilde meşrulaştırılması ve insanın geçmişinin bugünle beraber anlamlandırılmaya çalışılması çabasından ortaya çıkan bu yaklaşıma farklı bir alternatif buluyor Morris. Yazarın üç ekolojistte de ortak nokta olarak gördüğü “insan -hem dış dünyayı hem de orada kurduğu simgesel dünyayı içine alan iki katmanlı bir yaşam süren- tek canlı türüdür” şeklindeki düşünceyi “ekolojik hümanizm” kavramının temeline yerleştiriyor. İddia bu haliyle olumlu görünmesine rağmen, yazarın da bunu klasik bakış açısından taşıdığı bazı insanmerkezci düşüncelerin desteklenmesi noktasında kullandığı göz önünde bulundurulduğunda sorunlu bir hale geliyor.
Sonrasında Mumford’un Kent Kültürü’nü analiz ettiği kısımlara yoğunlaşan Morris, “Ortaçağ Kenti, Barok Kent, Endüstri Kenti” başlıklarıyla analiz ettiği kent biçimlerini, tıpkı Kropotkin gibi karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma temelinde günümüz kentleriyle karşılaştırmalı bir incelemeye tabii tutuyor.
“Herbert Spencer ve sosyal darwinistlerin savundukları biçimiyle evrim kuramını -emperyalizmi, işçilerin aşırı çalıştırıldıkları imalathaneleri, çocuk emeğini ve gecekonduları meşru kılmak üzere- kullanılıyordu.” – Rene Dubos
Kitabın ikinci bölümünde Mumford’un biyolog Dubos’a yoğunlaştığı kısımlarda ise daha problemli yönler bulmak mümkün. Rene Dubos’un ekoloji hareketlerince slogan olarak benimsenen “Tek bir dünyamız var”!, “Küresel düşün, yerel hareket et!”, “Akımlar kaderimiz değil!” gibi sözlerini vurgulayarak başlıyor yazar satırlarına. Tıpkı Mumford gibi profesyonel bilimsel dergilere yazmakla yetinmeyen, halka dönük yazılar da kaleme alan, kitaplarının çoğunda canlı, bilgi dolu ve hatta zaman zaman kavgacı bir anlatıma sahip, yazdıklarında akademik dilden kaçınan Dubos’un genç araştırmacı ve eylemcilere olan desteğini hatırlatıyor.
Dubos’un diğerlerinden farklı olarak “saf biyolojik yaşamdan alınan keyif” kavramını vurgulayarak toplumsal ekolojiye yeni bir bakış açısı kazandırdığını iddia ediyor. Ayrıca Dubos’ya göre bir çok ekolojik sorun küresel bir niteliğe sahip.
Dubos’nun insan merkeziyetçiliğini savunduğu bazı sıkıntılı bölümler de Morris tarafından olduğu gibi aktarılıyor. Dubos’nun aslında bir “ekoloji dini” denilebilecek bakış açısına yönelik yazıları da olmasına rağmen Morris tarafından savunuluyor olması, “Ekolojik Hümanistler” kapsamına Dubos’nun çok sığmadığı izlenimini uyandırıyor. Diğer yandan Birleşmiş Milletler için hazırladığı raporlar da göz önünde bulundurulduğunda Bookchin tarafından “ekolojinin babalarından” şeklinde işaret edilen Dubos’nun pek çok yönden tartışmalı bir karakter olduğunu düşünmek olası.
Bookchin’in Önemi
Son olarak üçüncü bölümde düşüncelerinden yoğunluklu olarak etkilendiği ve takip ettiği Murray Bookchin’i ele alan yazar neredeyse en geniş kapsamlı analizini bu kısımda yapıyor. Başlangıcından itibaren Bookchin’in dert edindiği meselelere, anarşizm için önemini ve toplumsal ekoloji kavramının değerini vurguladığı yazılarda, özellikle Bookchin’i tanımayan ve keşfetmek isteyenler için başarılı bir özet sunuyor. “Kapitalizmin doğası gereği ekoloji düşmanı olduğu düşüncesi” Morris için Bookchin konusunda vurgulanması gereken yegane ayrım noktası olarak sunuluyor. Derin ekoloji ve spritüel/dini akımlarla ilişki içerisindeki ekoloji mücadelesini kapitalizm karşıtı bir perspektifle buluşturmak için ısrarlı bir şekilde vurgulanması gereken bu tartışmaları mevcut literatüre sokmasıyla tanıttığı düşünürler arasında dahi parlayan bir yeri olduğunu söylüyor.
Brian Morris’in, diğer eserlerinde de sıkça atıf yaptığı bu kitabı, konu edindiği düşünürleri tanıtmak açısında hayli başarılı olmasına rağmen, savunduğu düşünceler ölçeğinde tartışmalı bir yere denk düşüyor.
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Ggazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ekolojik “Hümanizmin” Kitabı – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Ey şairler, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler bize katılın! Kalemini, fırçanı ve fikirlerini devrimin hizmetine sun! Halkın ona zulmedenlere karşı onurlu mücadelesinde emeğinle gençliğimizin yüreğinde bir ateş yak.”
P. A. Kropotkin
Ocak 2015’te Agora Kitaplığı, Amerika’da College of Staten Island adlı okulda sinema dersleri veren akademisyen Richard Porton’un “Sinema ve Anarşizm” adlı kitabını, Osman Akınhay’ın türkçesiyle bastı.
“Anarşizm ve Sinema: Temsil ve Kendini Temsil Etme”, “Sinema, Anarşizm ve Devrim: Kahramanlar, Şehirler ve Ütopyacı Anlar”, “‘Çalışmaya İsyan Etme’ye Karşı Anarko-Sendikalizm”, “Sinema ve Anarşist Pedagoji”, “Yakalanması Zor Anarşist Estetik”. olmak üzere beş bölümden oluşan kitaptaki bölümler iç bütünlüğe sahip oldukları için, ayrı ayrı da okunabilir.
Sinema ve Anarşizm; anarşist felsefenin, anarşizm tarihinin ve bir düşünce olarak gündemleştirdiği bazı tartışma konularının, sinema sanatıyla gerçekleştirdiği etkileşim ile anarşist düşüncenin pratiğinin işlendiği belli başlı filmleri inceliyor. Griffith ile René Clair’in erken dönem sinemalarından Godard, Lina Wertmüller, Lizzie Borden ve Ken Loach’ın filmlerine kadar sinemada çizilen anarşizm portrelerini irdelerken; “Aşk ve Anarşi Üzerine Bir Film”, “Hal ve Gidiş Sıfır”, “Her Şey Yolunda”, “Ülke ve Özgürlük” gibi klasik filmlere dair yorumları ve eleştirileri ele alıyor.
Ayrıca Bakunin, Kropotkin ve Emma Goldman’dan Murray Bookchin’e, Paris Komünü’nü saran tarihsel mirastan İspanya Devrimi’nin anarko-sendikalistlerine ve 1968’in öfkelilerine kadar farklı anarşist geleneklere dair, sinema üzerinden bütünlüklü bir panorama çiziyor.
Kitap, anarşist sinemacıların, yönetmenlerin çektiği filmlerin konusunun yanında; deyim yerindeyse kamera kullanımından diyaloglarına, karakter seçimlerinden çekildiği mekanlara kadar anarşist bir süreç pratiklermişçesine üretilmesini, bunun deneyimlenmesini de aktarıyor.
Anarşizmi toplumsallaştırma sürecinde bu yolu aydınlatacak sinema dahil sanat yaratımlarının oluşması, bu toplumsallaşmadan sonra yaratılacak ürünlerle ilgili tartışmaları da beraberinde getirecektir. Tabi ki burada ortaya çıkarılan beyin fırtınası bir tanımı kavramlaştıracak güce sahip değildir, zaman geçtikçe izleyeceğimiz filmler, geliştirilecek yeni perspektifler alanın kendini gerçeklerken karakterize etmesini sağlayacak ve aslında kendi sürecini kendi dinamiklerine uygun bir şekilde kuracaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!
Nazım Hikmet RAN
Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. Eski ABD başkanı Bill Clinton, Uzakdoğu’dan Afrika’ya çevre ile ilgili bilinçlendirici seminerler veriyor. Çevre kahramanları Greenpeace aktivistleri, “bu gidişe bir dur demek için” neredeyse her sene kendilerini sarkıtacakları bir köprü buluyor. Organik pazarlar, organik yiyecekler, her şeyin doğalı… Ekoloji, dört bir yanımızı sarmış durumda!
1960’lardan bu yana siyaset sahnesinin önemli akımlarından biri yeşil hareket. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları’nı yayınladığından bu yana, yeşil siyaset felsefesi de, hareketi de bir hayli yol katetti. Tabi ki bu tarz bir gelişmeye neden olan etmenlerden biri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulaştığı boyut. Gittikçe karmaşıklaşan, teknolojik açıdan büyüyen, küreselleşen, farklı iktidarlarla ilişkilenen kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribat, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.
Ekolojik krize karşı önlemler farklı coğrafyalarda farklı aktörler tarafından yürütülüyor. Greenpeace, WWF gibi neredeyse tüm dünyada aktif olan birçok STK dışında, yeşil hareket somut anlamıyla siyaset arenasında. Yeşiller Partisi, özellikle Avrupa’daki devletler bünyesinde bir hayli aktif ve parlamentoda siyaset yürütüyor. Sol partilerin, ekoloji hareketiyle yakın teması Batı’da 1960’lara dayansa da, yaşadığımız coğrafyada yakın zamanda fark edilen ekoloji meselelerin toplumsal hareketlenmelerdeki etkisi, sol partilerin ekoloji meselelerine yönelmesine yol açtı.
Batı’da solun ekoloji ile teması, eko-sosyalizm gibi farklı hareketlerin ve düşüncelerin evrilmesine yol açtı. Bu durum, özellikle ekoloji meselesinin farklı bir düzlemden değerlendirilmesine neden oldu. Bu değerlendirme önemliydi. Çünkü, liberal bir çevreci duyarlılıktan çok daha fazlasıydı solun ekoloji ile buluşması. Bu buluşma sadece, sol açısından değil, ekolojik sorunlara karşı politikleşen insanlar için de önemliydi. Özellikle yaşam mücadelelerinde belirginleşen bu politik tutum, ekolojik mücadelelerin bu coğrafyada yakın bir zamanda neye evrileceğini görmemiz açısından da önem taşıyor.
Sosyalizmin ekoloji anlayışı
Önceleri, “çevre meseleleri” olarak görülen ve fazla önemsenmeyen ekoloji, kriz haline dönüştüğünden bu yana kimsenin kaçamayacağı doğal bir gerçek. Ekolojik kriz, modern uygarlığın enküçük zincirine dahi zarar verdiğinde, bu diğer zincirlere de etki edebiliyor. Dengelerin bu kadar iç içe geçtiği bir zeminde ekonomik dengeler de, siyasi dengeler de, sosyal dengeler de aniden bozulabilir bir durumda.
Yeni toplumsal mücadelelerde bir dinamo niteliği olarak görünen ekoloji hareketi, klasik toplumsal hareketlerin ilgisini çekmiş durumda. Bunda ekolojik tahribatların şirketler ve devletler eliyle yapılıyor olmasının ve buna karşı çıkış için insanların bir araya geliyor olmasının büyük bir payı var.
Yaşam alanlarının devlet ve şirketler eliyle katlediliyor olması, buna karşı bir örgütlenme dinamiği oluşturdu. Bergama köylülerinin “haklı” mücadelesi hepimizin aklında. Benzer yerel mücadelelerle beraber, kapitalizm ve devlete karşı yürütülen mücadeleler farklı bir yerden politik ve herkesin gözünde meşru bir anlam kazanmaya başlıyor.
Bu durum, solun bu yeni sorunlar karşısında eski tarz hareket etme mantığının gözden geçmesine neden oldu. Beslenilen kaynakların güncelliğini kaybettiği fark edildi. Birçok Marksist, çıkıp Marksizm’in güncellemeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Kapitalizmin sadece “sınıfsal” eleştirisinin yetersiz olduğu, kapitalizmin başka boyutlarının da olabileceği solun kaynaklarına geri dönmesine yol açtı.
Bu tarz bir yeniden değerlendirme, güncel parametrelerle beraber Marksist ideolojiyi “şimdi”yle uyumlu hale getirmeyi hedeflese bile insan ve doğa arasındaki ilişkinin kuruluşunu sorgulamak, bu ilişkinin sorgulanmasının elzem olduğu bugünlerde, Marksist felsefenin ekolojik sınırlarını göstermek açısından önem taşıyor.
İnsan-doğa karşıtlığı
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye, insanın doğayı dönüştürme girişimi olarak düşünülen “emek” süreciyle beraber varoluşsal bir mücadele atfettiğimizde; insanı, doğa dışında bir gerçeklik olarak ele almaya başlarız.
Bu emek süreci, insanın toplumsallaşmasıyla ilişkilidir Marksizm’de. İnsanın bilinçli faaliyetleri ile doğayı değiştirme sürecidir. Marksizm, insanın insan olma durumunu bu noktaya koyar, bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürdüğü sürece özgürleşir insan. İnsanın kültürünü kurduğu bu aşama, doğaya bağlı olmaktan kurtarmıştır insanı.
Murray Bookchin’in ikinci doğa dediği bu kültür, zorunlu olarak doğayı değiştirecektir Marksizm’de. Bu tarz bir değişimin olumsuz bir yanı olmadığını savunan eko-sosyalizm, sorunu bu kültürel dünya içerisinde evrilen kapitalist üretim tarzına koyar. Ancak bu üretim aşaması bile, belli bir aşamaya kadar, insanın “doğadan özgürleşme” sürecinin bir parçasıdır. Yani son birkaç yüzyıllık dönem öncesine kadar, insanın doğayla kurduğu ilişki çok da sorun teşkil etmemektedir.
Bu tarz bir bakış açısı, bu üretim tarzının nasıl bir sürecin sonucunda oluştuğunun dışarıda bırakılmasına neden olur.
İnsan ve doğa arasındaki tahakkümlü ilişki biçimi, bu tarz bir üretim sisteminin sonucunda değil, bu kültürün (ikinci doğanın) kurulduğu aşamadan beri süregelir. Bu insanın doğayla mücadelesinden değil, iktidarlı toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır.
Şunu hemen belirtmekte yarar var, bu bakış açısı insanın toplumsallaşması ya da kültürünü yaratmasının karşısında değildir. “Bir tarz” toplumsal örgütlenme biçiminin, ekolojik krizinin oluşmasına zemin hazırladığını söyler. Ekolojik kriz, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında değil, iktidarlı ilişki biçimlerin toplumsalı kurmasıyla oluşmuştur.
Kapitalist ekonomi tek başına bu ekolojik krizi yaratmamıştır. Dolayısıyla bu krize karşı bakılacak yer sadece iktisat değildir. Toplumsal örgütlenmenin nasıl kurulduğu, bu kuruluştaki iktidar ilişkileri asıl bakılacak yerdir.
Marksizm insan doğa ilişkilerini düzenleyen ilk ideolojidir varsayımı
Eko-sosyalizmin büyük isimlerinden John Bellamy Foster,
“Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, “Marx… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” diyerek Marksizm’e belki de, ilk ekolojik teorik temel olduğunu atfedilmektedir.
Marks’ta bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürlerin, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiye güncel bir ayar çekilmeye çalışılır. Bu tarz çabalar, Marksizm’in ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir.
Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır.
Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur.
Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Ekolojik Krizin Nedeni
İnsanın bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürme faaliyeti, her üretim tarzında farklı sonuçlara neden olabilir. Ekolojik krizin kökenini iktidarlı toplumsal ilişkilerde arama, kapitalizmin bu krizde etkisi olmadığını göstermez. Aksine kapitalizmin ideolojisinin artan bir şekilde içselleştirilmesi, şirketlerin sınırsız kar hırsı için oluşturduğu sonsuz üretim-sonsuz tüketim sarmalı ekolojik uyuma en çok zarar veren durumlar haline gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz çağda, doğadan iyice yabancılaşan insan, aynı zamanda kendi yarattığı kültüre de yabancılaşmıştır. Doğanın anlamı, bu üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo haline gelmiştir.
Ekolojik krizi anlamamız için sadece üretimin nasıl yapıldığını görmek yeterli değildir. Bunun nasıl toplumsallaştığının da ortaya koyulması gereklidir. Ekolojik kriz basit bir anlamda çevrenin kirletilmesi değildir. Toplumsal yaşamın kurulma sorunudur. Sorunu bu şekilde belirlemek, ilerleme, uygarlık, kalkınma, ekonomi, teknoloji vb. birçok kavramı da sorgulamayı gerektirir.
Ekolojiyi içermekteki ısrar
Ekoloji tabanlı bir bakış açısı yakalamakta önemli meselelerden biri, doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Burada temel mesele, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Çevreci bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmek de ısrarcıdır. Bu faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı, iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla, ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu çevreci bakış açısı, yeşil harekette sık karşılaşılan bir tutumdur. Özellikle doğa korumacı etkinlikler içine girmiş birçok STK, bu tutumun sergileyicisi konumunda, ekoloji konusunu manipüle etmek dışında hiçbir şey yapmazlar. Greenpeace, WWF, TEMA benzeri kuruluşlar buna en büyük örneklerdendir. Halihazırda ekolojik yıkıma neden olan büyük şirketlere ve devletlere çevreye duyarlı sertifikası vermek, beraber kampanyalar düzenlemek dışında, üyelerinden bağış toplamak hariç bir şey yapmazlar.
Bu bakış açısının, siyasal alandaki ifadesi konumunda olan Yeşiller Parti’leri farklı devletlerin parlamentolarında, temsili demokraside temsilcilik rolü oynamaktan öteye gidemezler. Devletlerin kalkınmacı modellerinde “çevre”yi temel alan yaklaşımlarıyla, bir yandan ekonomik fayda gözetirken öte yandan “çimlere basmayalım” çevreciliği yapmaktan öteye gidemezler.
Radikal bir tutumla yola çıkmış, ekolojik hareketin felsefi temeli iddiasında olan eko-sosyalizm, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, eko-sosyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır.
Her şekilde “mülk edinilecek” doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bütün bunlara rağmen, ekolojiye yönelik bu ısrar, toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketlenmeyi devam ettirici dinamolar bulmak, yeni ve yerel örgütlenmeler yaratmak amacından öteye gidemeyecektir. Çünkü, ekoloji meselesini basite indirgeyen çevreci yaklaşımlar, bazen gerçek ekoloji mücadelelerin önündeki en büyük engel konumuna dönüşebilir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>