The post 46 Kürt Müzisyen Tutsaklar İçin Söyledi: “Zindana Diyarbekîr” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu marş 1980’li yıllarda hapisane direnişleri döneminde Koma Agirî tarafından bestelenmiş ve seslendirilmişti.
MED Müzik TV Koordinatörü Merdan Zirav, amaçlarının, hapisanelerde ve sokaklarda gelişen haklı taleplere destek vermek olduğunu söyledi. Zirav, “Koranavirüs salgını nedeniyle on binlerce politik tutsak büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Hem tutsak yakınları hem de bir bütün halk bir an önce serbest bırakılmaları talebini dile getiriyor. Biz de Kürt sanatçılar olarak var olan bu haklı sesi yükseltmek istiyoruz” diye konuştu.
Projede 17 müzisyen, 29 solist yer aldı. Projede yer alan solist ve müzisyenler şöyle: Xemgîn Bîrhat, Vîyan Awazê Çiya, Nesrîn, Cömerd, Önder Deniz, Xanemîr, Zozan Zûdem, Yeşim İncedursun, Bengî Agirî, Tîtal, Xelîl Xemgîn, Tülay, Seher Stran, Roj, Nuarîn, Arya Şahin, Fehed Şengalî, Serhat Awazê Çiya, Ali Gecimli, Jîyan Arjîn, Rojînda, Deniz Deman, Sîpan Xelat, Farqîn Azad, Ronî Erez, Zeyno Durar, Nûdem, Berfîn Mamedova, Berbag; Mordem Awazê Çiya, Ciwan Ayaz, Delîl Awazê Çiya, Hogir Göregen, Nurullah, Memet Taş, Sultan, Lewend Yûsiv, Hozan Derwîş, Merdan Zirav, Mazlum Rewşen, Murat Bakrak, Nure Dilovan, Sefkan, Emrah Öztürk, Memo Yapıştıran, Dilvan Ronî.
The post 46 Kürt Müzisyen Tutsaklar İçin Söyledi: “Zindana Diyarbekîr” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Direniş Geleneğinin Belleği: Müzik – İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Deneyimlerimiz bizi belleğimize götürür. Yaşadığımız her olayı ister istemez geçmişimizle ilintilendiririz. Çoğunlukla bilinçli yaptığımız bu durum bireysellikten çıkıp toplumsallaştığımız andan itibaren daha çok netlik kazanır. Karşılıklı paylaşımlar başlangıçta bir grup olarak adlandırabileceğimiz en küçük insan topluluklarını dahi, kolektif bir reflekse götürür.
Hatırlamak eylem özelinde bireysel görünse de deneyimlerimizin çoğunu düşündüğümüzde aklımıza onları birlikte oluşturduğumuz insanlar da gelir. Hatırladığımız geçmişi kavrayarak inşa ettiğimiz toplumsal ve kültürel bağlam geleneğimizi oluşturur.
İnşa ettiğimiz her şey kültüreldir. Varoluşundan bu yana insan, inşa ettiği kültürel varlıkları sonraki kuşaklara aktarma ihtiyacı hisseder. Somut ve sosyal bir olgu olarak bellek sosyalliğimizle öne çıkar, bir kolektif eylem içinde yeşerir.
Hatırlananın Politikliği Üzerine
Bellek her daim canlıdır. Hatırlayarak yeniden çağırdığımız şey “iyi” bir anıysa beynimizdeki güncelleme olumludur, “kötü” bir anıysa hesaplaşma yahut yüzleşme süreçleri başlar.
Gerek birey gerekse toplum halinde hatırladığımız olaylar bizi tek bir hedefle hesaplaşmaya götürür, iktidarla/devletle. Devlet tarihin her döneminde toplumun hafızasını şekillendirmeye yönelik politikalar izler, baskı yapar. Kültürel bellek her ne kadar bir hatırlama modeliyse, iktidar da bir o kadar bu belleğin mühendisliğine girişir. En basit ve öncelikli örnekle, okullarda verilen kitaplarda gördüğümüz simgelerin devlet eliyle yaratılmak istenen imajlara işaret ettiğini söyleyebiliriz. Devlet bunu elinde tuttuğu çeşitli kanallar yoluyla yapar. Bu kanalların en etkililerinden biri müziktir.
Çürüyen Bir Şey Var Musikide
Platon, Devlet adlı kitabında bedenin dans ve jimnastikle; ruhun ise müzikle eğitilebileceğini söyler. Müzik eğitiminin temel amacı düzeni ve yasaları kişinin doğal özelliği haline getirmektir. Platon’a göre hiçbir şey insanın içine müzikteki ritim ve uyum kadar işlemez. Müzik düzenin teminatıdır. Yasaya saygısızlık müzikle başlayıp her yere sızar.
İşte bu sebeple müzik iktidarlar için aynı zamanda hayati bir korku unsurudur. Keza yazının olmadığı en eski zamanlarda dahi gelenekler müzik ile oluşturulur. Bir toplumun belleği müziğiyle belirir. Öfkenin, isyanın sesi bir ezgiye dönüştüğünde kalıcılaşır, gelenekleşir.
İktidarlarsa her dönemde müziği kendi varlıklarını benimsetmek amacıyla kullanırlar. Müzik bunu tek başına sağlayamasa dahi devletler için baskılarının somutlaşmasında önemli bir araçtır.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bu yana müzik daima dönüştürücü bir güç olarak kullanılmaya çalışılır. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de devletçilik ile asimilasyon süreci başlar, bu da ilk etapta marşlarla sağlanır. Savaştan sonra yeni toparlanmakta olan devletin tutunacak dal olarak zafer ve kurtuluş ezgilerine ihtiyacı vardır.
Bir İhtimal Daha Var
Cumhuriyetle birlikte devlet tarafından topluma benimsetilmek istenen yeni kimlik, yaşadığımız coğrafyadaki birçok halk için hayati birçok zulmün yanında kültürel soykırım haline de gelir. Çok kültürlülüğün yarattığı toplumsal bellek iktidar tarafından her dönemde kıyıma uğrar. Bilhassa Kürt ve Ermeni halk ezgileri Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar TRT, Kültür Bakanlığı vb. aracılığıyla devlet eliyle yok edilir.
Türk Halk Müziği diye tabir ettiğimiz müzik türü, cumhuriyetin kurulmasından sonra bir grup ‘aydın’ insanın Kürdistan’a ve coğrafyanın çeşitli yerlerine düzenlediği geziler sonucu topladıkları tüm türküleri ve halk şarkılarını kayıt altına alıp asimile etmeleriyle meydana gelmiştir. Birkaç defa sıklıkla yapılan bu ayıklama gezileriyle eş zamanlı olarak türküler hızla değiştirilir. ‘Yurttan Sesler’ diye hatırladığımız ve bir ordu nizamında dizilmiş koro, bu asimile türkülerin icra edilmesi için kurulmuştur. Asimilasyon ezgiler, dönemin belli popüler radyo sanatçılarının repertuarlarına bir bir girer ve yaygınlaşır. Bilhassa Kürt sanatçılara da söyletilen dönüştürülmüş ezgiler halka tek dil dayatmasını empoze eder. 70’li yıllara kadar geçen elli küsür yıl, bu talan gezilerinin tekrar tekrar yaptığı ayıklamalarla sürer. “Türkmen Gelini’’ aslen “Kürdün Gelini’’, “Kınayı Getir Anne’’ aslen “Hinê bînin li teştê kin’’, “Ağlama Yar’’ ise aslen “Seyran Mengî’’dir. Bunlar yüzlerce örnekten sadece birkaçı. Halkların yıllar boyunca birlikte deneyimlediklerinin, kültürlerinin yani kolektif belleğe ait neredeyse tüm unsurlarının yok olmuş olması devletin arzu ettiği bir durumdur.
Müziğin bir başka kullanımı da darbe ve seçim dönemlerinde olmuştur. Bilindiği üzere 80 darbesinden sonraki günlerde her sabah radyolarda ve sokaklarda kahramanlık türküleri çalınmış, sanki hiç yaşamını yitirmiş ya da tutuklanmış insanlar olmamış gibi unutturulmaya çalışılmış, önemli olanın kahraman Türk milleti/Türk ordusu olduğu algısı yaratılmıştır. Yine 15 Temmuz sonrası da iktidar, her sabah tramvay duraklarından, vapur iskelelerinden milliyetçilik referanslı müzikler çaldırtmış ve bu müzikleri yine önemli olanın vatanın bütünlüğü ve birliği olduğu algısını yaratıp kendi iktidarını da meşrulaştırmak amaçlı kullanmıştır.
Sayılmayız Parmak ile Tükenmeyiz Kırmak ile
Müzik, toplumu harekete geçiren bir güçtür. Öyle ki yüzyıllar öncesinden devlet iktidarına karşı koymuş, isyan etmiş şairlerin, ozanların, aşıkların şiirlerini, türkülerini hâlâ dinliyor olmamız bundan değil midir? Yaşadığı dönemlerdeki iktidarların adaletsizliklerini, ezilen halkların isyanını canları pahasına da olsa yazmaktan çekinmeyen Pir Sultan Abdalları, Nesimileri hâlâ daha dinliyor olmamız bundan değil midir? Ve günümüzde iktidarlar kendisine karşı olarak gördükleri müzikleri ve grupları yasaklıyor, sürgün ediyor hatta tutsak etmiyor mu? Tarih boyu kolektif yaşanan zulümler de kazanımlar da türkülere aktarılır. İsyan ezgi ile katmerlenir, zalimden hesap ezgi ile sorulur. İnsanların ihtiyaç duyduğu hatırlatma, müzik ile can bulur. Kolektif belleğin ürünü olan, gelenekleşen müzik, direnişi ve umudu doğurur.
İrem Gülser
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Direniş Geleneğinin Belleği: Müzik – İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Savaşa ve Çürümüşlüğe Karşı Dönüşüm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Eğer bir şey çürümüşse, bozulmuşsa, onu farklı bir şekilde ele alarak güzel bir şey haline getirmek mümkündür” diyen Meksikalı Pedro Reyes topladığı binlerce silahtan bahçelerde kullanılacak kürek ve müzik aleti yaptı.
The post Savaşa ve Çürümüşlüğe Karşı Dönüşüm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Radiohead’e ‘İsrail Konserini İptal Et’ Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İngiltere’den çok sayıda sanatçı ve müzisyen, rock grubu Radiohead’e İsrail’de vereceği konseri iptal etmesi çağrısında bulundu. Radiohead’in dünya turu kapsamında 19 Temmuz’da Tel Aviv’de bir konser vermesi bekleniyor.
Pink Floyd grubunun vokalisti Roger Waters, yönetmen Ken Loach, yazar Alice Walker dahil 50 ismin kişinin imza attığı mektupta Radiohead’den, Filistin’e destek vermek adına İsrail’e uygulanan kültürel boykota uyması istendi.
Stevie Wonder, Carlos Santana ve Lauryn Hill, İsrail’de konser vermeyi reddeden sanatçılar arasında. Paul McCartney, Rolling Stones, Elton John ve Bon Jovi ise son yıllarda İsrail’de sahne aldı.
The post Radiohead’e ‘İsrail Konserini İptal Et’ Çağrısı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dersim’in Kayıp Müziği ‘ZER’ Vizyona Girdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale Ulusal Yarışma’da yer alan Zer, festivalde ayrıca Uluslararası yarışma filmleri arasında da yer aldı.
Amerika’da başlayıp Dersim’in köylerine şiirsel bir yolculuk sunan Zer, New York’ta yaşayan Jan’ın bir şarkıyı aramasının hikayesini anlatıyor. Jan şarkıyı aradıkça; kendini görkemli bir coğrafya, özgün bir kültür, renkli karakterler ve bir katliamın izleri içinde bulacaktır. Yolculuk, babaannesi Zarife’nin bir ömürlük sırrını da açığa çıkaracaktır.
İşte Film Vizyona Gireceği Şehirler ve Salonlar:
The post Dersim’in Kayıp Müziği ‘ZER’ Vizyona Girdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kitap, müzik, film… Korsana hayır! Korsan alma, suça ortak olma!
Devletin yasasında korsan satmak da almak da suç sayılmasına rağmen, yüksek fiyatlarla satılan bir kitabı edinmek için korsan yöntemi sıkça kullanılıyor. Kitabın yazarla okuyucu arasındaki yolunu kesen basım ve dağıtım şirketleri, kitap için emek harcayan yazardan baskıcısına, ciltçisine, hamalından tezgâhtarına kimsenin emeğini önemsemezler. Bu şirketler fiyatları yüksek tutarak, daha fazla kazanmak için yol kesen haramidirler adeta. Korsan ise aradaki bu kazancın seviyesini oldukça “makul” bir seviyeye indiren üretenle, satanın ve alanın arasında özel bir ilişkinin kurulduğu sihirbazlıktır.
Yazar, kitabının hakkını şirketlere verdiğinde -ki vermek zorunda- şirketler kitabın fiyatını kitapla hiçbir alakası olmayan formüllerle belirlerler. Bu nedenle korsan kitap, kitabın hak sahibi olan şirketin daha fazla kazanmasını engeller. Bu, şirketler için büyük bir sorundur. Çünkü kapitalist sistemin bir parçası olan şirket, daha fazla ve daha fazla kazanma refleksiyle oluşmuştur. Günümüzde, bir şirket için kitap korsanlığının anlamı, 1500’lerdeki sömürgeci devletlerin -şirketlerin- sömürge dolu gemilerini, kara bayraklı korsanlara kaptırmalarıyla aynıdır.
Peki, bu nasıl bir sihirbazlık ki eski bir fotokopi makinasında ya da köhne bir matbaada basitçe çoğaltılan bir kitabın okuyucusu, devlet ve şirketler için nasıl bir korsana dönüşür? “Korsan kitap alma, aldırma” kampanyaları korsan kitap alanların açıkça korsan ilan edilmesi değil mi?
Çoğaltılması ve satılması kadar basit bir eylem olan korsan kitabı almak, bizi de sistemin algısında korsan yapıyor. Yazarın kitap başına aldığı %20’yi, kitabın basılmasından raflara dizilmesine kadar çalışan tüm işçilerin aldığı %5’i ve falanı filanı, yani tüm sömürüyü çıkardığımızda, şirketlere kalan %70’i ödemeyi istememek bir suç mu? Bu suç korsanlıksa, bizler de en azından dolaylı korsanlar olmalıyız.
Bütün bu basım ve dağıtım sömürüsüne karşı bizlerin dolaylı korsanlığının yanı sıra doğrudan korsanlaşan bir yazar olursa nasıl olur?
Brazilya-Rio de Janeiro’da doğmuş ve doğduğu bu “sıradan ülkeye” rağmen dünyanın “elit ülkelerinde” bile bilinen bir yazara dönüşmüş Paulo Coelho, bu rant sistemine doğrudan karşı koyan bir korsan yazardır. Bizim gibi “sıradan coğrafyalarda” bile bilinen en ünlü kitabı Simyacı’dır.
Paulo Coelho bu kitapta demiri altına çevirmek için simyacıyı arayan Santiago’nun yolculuğunu anlatır. Santiago’nun yolculuğu boyunca yolunu birçok “harami” keser. Her şeye rağmen simyacıyı arayan genç adam, günün birinde simyacıyı bulur. Simyacı, Santiago’nun beklediği gibi çıkmazken; onun söyledikleri de beklediği gibi çıkmaz. Simyacı ona, demiri altına çevirmenin önemsiz olduğunu; önemli olanın istediği gibi yaşaması yani düşlediklerini eyleyebilmesi olduğunu anlatır. Santiago’ya erdemden bahsederken; simyacı, paylaşma ve dayanışmanın, özgürlüğün önemini anlatır. Bizlerin de korsan tezgâhlardan bildiği bu kitap, belki de dünya üzerinde korsanı en çok basılan kitaptır. Paulo Coelho da Hindistan’da turistlere simyacının İngilizcesini satan korsan bir genç için şunu demiştir: “Bu genç ile onur duyuyorum. Bu çok onurlu bir iş.” Hindistan’daki bu genç belki de kitaplarını on senedir internetten indirilebilir formatta yayınlayan bu yazarın kendisi için düşündüklerini bilmiyordur. Hatta kitapları indirdiği Pirate Coelho internet sitesini de korsan bir site sanıyordur. Genç korsanın, Paulo Coelho’nun bizzat kendine ait olan bu siteyi korsan sanması ise bir sanının ötesinde, kapitalizm için korsanlıktır zaten.
İspanyol Endülüslü Santiago, simyacı kitabının sonunda zengin olmak isteyen İngilizle beraber çıktığı yoldan yine fakir bir çoban olarak döner. Fatıma’nın yanına döndüğünde demiri altın yapan formülleri öğrenememiş olsa da, simyacının ona anlattığı erdemin simya formülleriyle dönmüştür. Düşünmek ve düşlediğini eylemeyi öğrenen Santiago, özgür bir insan olmuştur. Paulo Coelho 1988’de yazdığı kitaptan kendi de etkilenmiş olacak ki zenginliğin kazanmak, daha fazla kazanmak olduğu kapitalizmin simya formüllerinden az biraz da olsa uzaklaşmıştır.
Şimdi Delhi’de ya da Rio de Janeiro’da ya da İstanbul’da bir korsan tezgâhtan alacağınız -ki artık yoktur- Simyacı kitabının korsanları arasında şirketlerle anlaşmayan yazar, polisten saklanan matbaacı, zabıtadan kaçan tezgâhçı ve siz varsınız. Ve belki de bu erdemli korsanlığın simyacısı bir Santiago.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kapıları Açan Kadınlar: Trio Mara” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Trio Mara; bundan 4 yıl önce 2011 yılında Almanya’da sürgünde yaşayan 3 kadın tarafından yaratıldı. Kadınlar tarafından söylenen, kadını anlatan; geleneksel şarkıları keman ve piyano eşliğince Kürtçe, Ermenice, Arapça, Türkçe ve Azerice söyleyerek batı müziğine harmanlıyorlar.
Ermeni katliamı sırasında, Serhad bölgesinden Ermenistan’a sürülen, Ezidi Kürtlerinden, kemani Nurê Dilovanî ve piyanist Nazê Îsxan kuzenleri grubun kurucularından. Ermenistan’a sürüldükten sonra Rusya’da, sonrasındaysa Almanya’da yaşamlarını sürdürdüler.
Sakîna Tenya ise müzikle iç içe, Alevi bir ailede büyüdü. Yaşamının bir döneminde Kürt Özgürlük Mücadelesinde aktif rol aldı. 2006 yılında müziğe yoğunlaştı ve yine 2006 yılında çekilen, yaşadığımız topraklardaki kadın mücadelesinde önemli bir etkisi olan Bêrîtan’ın yaşam öyküsünün anlatıldığı Bêrîtan filminin müziklerini yaptı.
Grubun ismi, Kürtçe “bizden” anlamına Arapça’da ise “kadın” anlamına gelen “mara”dan geliyor. Ermenice ve Kirmanckî kökeninde ise “ana” kelimesi yatıyor. Grup üyeleri grubun ismini seçerken etnik kimliklerinden dolayı Kürtçe olmasına, kadın olmalarından dolayı da kadınların ezilmesine ve kadın mücadelesine vurgu yapmak için dişil bir anlama gelmesine özen gösterdiklerini belirtiyorlar. Bu noktada ise “mara” değerli bir tercih oluyor.
Trio Mara’yı anlatırken; farklı kültürleri ve yaşamları harmanladıklarına dikkat çekiyorlar. İlk albümlerinin adını da; kültürler arasında köprü oluşturmalarına ve bir kapı açmalarına ithafen Türkçede “kapı” anlamına gelen “Derî” koyuyorlar.
Albümün adının “kapı” olmasının bir diğer önemli noktası da; kadın dengbejler. Yaşamdaki coşkuları, sevinçleri, acıları, öfkeleri ezgilerle anlatan dengbej kültürü; erkek egemenliğinin yayılması ile birlikte kadınları da kapalı kapılar arkasında bırakmıştır diyorlar. Ve Trio Mara ile birlikte bu kültürün devamlılığını sağladıklarını, bu kapalı kapıları ortadan kaldırdıklarına inanıyorlar.
Derî albümünde toplamda 11 şarkı bulunuyor, ancak bu şarkılardan 4 tanesi beste, 7 tanesi ise kadınlar tarafından söylenen veya kadını anlatan anonim halk ezgilerinden oluşuyor.
Trio Mara, sadece adıyla değil, ezgileriyle de kadının toplumsal ezilmişliğine dikkat çekmeyi, kadınların ezilmişliğinin ve isyanının sesini kulaklara ulaştırmayı; kadınların mücadelesine müzikal bir dayanışma sunmayı hedefliyor.
Devrim Varol
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kapıları Açan Kadınlar: Trio Mara” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Filistin’in İsyanını Müzikle Harmanlayan Grup : DAM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İsrail devletinin birçok şehirde yaptığı yıkımlara karşı, 2004 yılında, yerli kadın şarkıcı Abir Zinati ile birlikte, Shateel örgütünün kampanyası için “Burada Doğdum” şarkısını yaptılar. Şarkının bestesini, “Burada doğdum, çocuklarım burada doğdu, burası evimi ellerimle yaptığım yer” diyen bir İsrail şarkısından alıp, sözleri “Burada doğdum, büyükbabam büyükannem burada doğdu, burası evimizi ellerinizle yok ettiğiniz yer” şeklinde değiştirdiler. Bu kampanya sayesinde daha önce birçok insanın yaşamını çalan tren yollarının üzerine köprüler yapıldı. Abir Zinati aile baskısı nedeniyle tura katılamadı. Bunun üzerine DAM, kendi toplumundaki kadın ayrımcılığına karşı şarkılar yazdı.
Grup dünyayı turladı ve şarkıları Arap radyo listelerinde birincilikler aldı. Grubun kuruluşundan bu yana öyküsü, 2008 yılında yayınlanan “Sapan ve Hip Hop” belgeseline konu oldu. Belgeselde Dam grubunun, Filistin’in duvarlar ve kontrol noktalarıyla ayırılmış gençleri nasıl bir araya getirdiği, politik farkındalığı yükselttiği görülüyor. Belgeselde gösterilen diğer Filistinli rap gruplarının hepsi DAM’i örnek aldıklarını söylüyorlar.
2011’de Filistinli tutsakların açlık grevine destek olmak amacıyla, “Hücreden bir Mektup” şarkısı ile birlikte hazırladıkları albümü bitiremeden yayınladılar. DAM, rap müziğinin kökeni olan ezilenlerin isyanını anlatırken, dünyadan gördüğü ilgiye rağmen mücadele ile bağlantısını koparmıyor.
Meen Irhabi – Kim Terörist?
Kim Terörist? Ben mi teröristim?
Doğduğum yerde yaşarken ben nasıl terörist olurum?
Kim Terörist? Sen teröristsin
Burada sahip olduğum her şeyi aldın
Beni öldürdün, atalarımı öldürdüğün gibi
Mahkemeye gitmemi mi istiyorsun? Ne için? Sen bir düşmansın
Tanık, avukat ve yargıcı oynayan
Beni yok eden, sonumun başlangıcısın,
Bizim için en kötüsünü istersin
Sonunda çoğunlukla mezara giden bir azınlık
Demokrasi? Neden? Bana Nazileri hatırlatıyor
Arap ruhuna tecavüz ettin
Ve gebe kaldı, “terör saldırısı” denilen bir çocuğu doğurdu
Ve şimdi bize terörist diyorsun. Öldürdün ve
Seni suçladığımda kalkıp dedin ki:
“Siz de çocukların taş atmalarına izin veriyorsunuz
Onları evde tutacak ana babaları yok mu?”
Ne, ana babaları kendi evlerinin
altına gömdüğünü unuttun mu?
Ve şimdi bana terörist mi diyorsun?
Neden teröristim? Umursamaz olmadığım için mi?
Öfkeliyim çünkü başım yukarıda yürürüm
Toprağımı korumaya mı çalışıyorum? Sevdiklerimi öldürdüler
Şimdi yalnızım, ailem dağıldı
Ama haykırmaya devam edeceğim
Barışa karşı değilim, barış bana karşı
Beni ortadan kaldırmak, kökenimi silmek istiyor
İtiraz etmeye cüret edeni, cesaretini toplayıp sesini yükselteni
Gaddarlaştırıp perişan ediyorsun
Lanet olası sen kim oluyorsun?
Bütün bu öldürdüğün insanlara bak, yetim bıraktığın çocuklara.
Analarımız ağlıyor, babalarımız inliyor
Topraklarımız soyuldu, sana kim olduğunu söylüyorum
Sen zevk düşkünlüğü içinde, biz yoksullukta büyüdük
Sen geniş evlerde, biz sığınaklarda büyüdük
Yolunu kaybedeni suçluya dönüştürdün
Şimdi sen terörist, bana terörist demeye mi cüret ediyorsun?
Ne zaman beni terörist olarak görmeyeceksin?
Bir yanağıma vurduğunda tekrar vur diye öbürünü çevirdiğimde mi?
Bana vurana teşekkür etmemi mi bekliyorsun?
Beni nasıl istediğini söyle:
Dizlerimin üstünde ellerim bağlı?
Yerde sürünüp çürüyen bedenleri koklarken?
Yıkılmış evler, kaybolmuş aile
Öksüzler, kelepçeli özgürlük?
Sen öldür, mezarları biz kazalım
Sabrımız var, acımıza katlanırız
Yeter ki sen barış içinde yaşa, bizim acımız sayılmaz
Bizim kanımız köpeklerin kanı.
Daha bile aşağılık, çünkü insanlar köpekleri umursar
Bizim kanımız köpeklerinkinden ucuz??!!!
HAYIR! Benim kanım ucuz değil ve kendimi koruyacağım
Bana terörist desen de!
Kim Terörist? Kim Terörist?
Sen teröristsin!
DAM
The post Filistin’in İsyanını Müzikle Harmanlayan Grup : DAM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yoktur Eşin Lüküs Hayat! -Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh, biraz şansı olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra işçi gelir… “
İzmir İktisat Kongresi öncesi, Mustafa Kemal
“Lüküs hayat, lüküs hayat / Bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey, oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat”
Nesillerin hafızalarına kazınmış bu sözleri, “Lüküs Hayat”ı, hepimiz hatırlarız. 1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen, Nazım Hikmet’in ise sözlerini yazdığı Lüküs Hayat opereti, klasikleşmiş bir tiyatro oyunudur.
Yaşamlarını hırsızlık yaparak idame ettiren Rıza ile Tevfik’in girdikleri bir evde kendilerini bir kıyafet balosunun içinde bulmaları ve baloya davetli zenginlerden zannedilmeleriyle başlayan oyun, bu iki karakterin içine düştüğü ortam ve bu ortamın yarattığı çelişkilerden kaynaklanan komik durumlar üzerine kurulmuştur. Ancak Lüküs Hayat’ın bir tiyatro oyunu olmasından öte; oyuna adını veren ve oyunun belkemiği olan Lüküs Hayat şarkısı bir dönemin sosyo-ekonomik analizi niteliğini taşımaktadır.
1929’da patlak vermiş ancak ‘30’lu yıllarda kendini tam anlamıyla hissettirmiş ve bugüne kadar yaşanmış en büyük ekonomik buhran dünya çapında yankılanmaktayken, aynı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti krizi teğet geçmek için çeşitli ekonomik paketler hazırlamıştı. Osmanlı Devleti’nden alınan kötü mirası dönüştürmeye ve “az zamanda çok işler” yapmaya çalışan devletin temel ekonomik hedefi toplumu en kısa sürede kalkındırmaktı. Ve bu doğrultuda, dünya çapında liberal politikaların başarısızlıklarla sonuçlanması sebebiyle devlet, liberalizmin yanında devletçilik politikasını da uygulamaya sokarak yeni bir ekonomik model işletmeye başlattı. Lüküs Hayat şarkısı da tam da bu dönemlerde yazıldı, bestelendi ve sahnelenmeye başlandı.
1930’lu yıllardan itibaren özel sektörle birlikte aktif rol almaya başlayan devlet, ticareti geliştirmek için çok uğraşmış, bu doğrultuda altyapı yatırımlarına ağırlık vermişti.
“Şişli’de bir apartıman,
yoksa eğer halin yaman
Nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
İki tane otomobil,
biri açık biri değil
Aşçı, uşak, hizmetçiler
Dolu mutfak, dolu kiler”
sözleriyle başlayan Lüküs Hayat şarkısının yazıldığı böylesi bir dönemde, şarkının sözleri de rastlantı değildi tabi ki. Mesela devletin özellikle demiryolları, limanlar ve karayollarında belirginleştirdiği altyapı yatırımları zamanında yazılan Lüküs Hayat şarkısında geçen “kapıda dizili otomobiller” tesadüf olamazdı. Dönemin ekonomi politikalarıyla hedeflenen zenginliğin göstergesi ”otomobiller”, şarkılara konu olmuş, uğruna çalışıp didinilen “Lüküs Hayat”ın simgelerinden biri olmuştu. Tıpkı aşçılar, uşaklar, hizmetçiler ve duvarlardaki yağlı boya tablolar gibi…
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hem siyasi hem de ekonomik açıdan zor bir döneme giren devlet, 1950’den itibaren Demokrat Parti’yle yeniden liberal bir yol izlemeye karar verdiğinde, Adnan Menderes’in “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözüyle beraber vatandaşa “herkesin bir gün zengin olmasının mümkün olduğu” iddia edilmişti. “Lüküs hayat / bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat” sözleri de aynı zamanlarda dillere pelesenk olmuştu. Ancak ne var ki (sözde “tarafı” olunmamış olsa da) yaşanan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu coğrafyada yaşanan ekonomik sıkıntılar görmezden gelinemezdi. Toplumun geneli, içinde bulundukları darboğazdan kurtulmak için didiniyorken, yine de “Lüküs Hayat” pek bir güzeldi. Ne de olsa zenginin malı, züğürdün çenesini yorardı.
1950’de sinemaya uyarlanan ve tiyatrolardaki popülerliğini zamanla kısmen yitiren operet, 1980’lere gelindiğindeyse yeniden bir çıkış yakaladı ve 1986 yılından başlayarak aralıksız 28 yıl boyunca sahnelendi. Dünya pazarına açılan Türkiye ekonomisiyle, serbestleşen döviz alım-satımıyla zenginliklerine zenginlik katan burjuvalar “keyiflerine bakıp yan gelip yatarken”, bazılarına da bu hayatın hayali düştü.
Lüküs Hayat şarkısı, sürekli olarak sahnelendiği 28 yıl süresince değişen siyasi-politik koşullara rağmen güncelliğini hiç yitirmedi. 80’li yıllarda ekonomide yapılan büyük hamlelerle “kalkındırılan” toplumda zenginleşme arzusu taşıyanlar, yıllarını lüküs hayatın ne menem bir şey olduğunu hayal ederek geçirdiler. Süleyman Demirel’in liberal politikalarıyla “karnı tok, sırtı pek” yalanlarına maruz kalanlar, Turgut Özal’ın özelleştirmelerinin ve 24 Ocak Kararları’yla küresel sermayeye açılan coğrafyanın kurbanı olanlar, Tansu Çiller’in 5 Nisan Kararları’yla zaten sıkılmış kemerlerini daha da sıkmak zorunda kalanlar için Lüküs Hayat şarkısı, ancak hayali kurulabilinecek bir yaşantının avuntusu olmuştur. Lüküs Hayat ile nesillerdir zenginliğin hayalini kurdurtan devletse, farklı dönemlerde yarattığı farklı “fırsat”larla bunu bir politika haline getirmiştir.
Didem Erbak
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yoktur Eşin Lüküs Hayat! -Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekmeğin, Adaletin ve Özgürlüğün Şarkısı – A Las Barricadas appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İspanya’da 1930’lardan itibaren, faşizme karşı mücadele eden ve özgürlük isteyen anarşistler, kimi kez Zaragoza’nın tepelerinde, kimi kez Barselona’nın meydanlarında, dillerinde hep bu şarkıyla herkesi barikata çağırdılar.
“Kara fırtınalar sarsıyor göğü
kara bulutlar kör eder gözleri
ölüm ve acı beklese de bizleri
onları yenmek için yürümeliyiz ve
en değerli varlığımız özgürlük
cesaret ve inançla savunmalıyız”
Takvimler 1936 yılını gösterdiğinde, anarşizm bugüne kadarki deneyimlerinden en büyüğünü yaşamaya başladı. Toplumsal bir devrim, İberya Yarımadası’nda, halkın kendi iradesiyle filizlenmeye başlamıştı. İberya’nın en büyük sendikası CNT-FAI(Confederación Nacional Del Trabajo/Ulusal Emek Konfederasyonu), toprağı ve fabrikaları kapitalist toprak sahibi ve patronlardan geri alarak, kolektifleştirmişti. CNT-FAI paylaşma ve dayanışmaya dayalı yeni bir yaşamı örgütlüyordu.
Şehirlerde insanlar fabrikalarda bir yandan kendi yaşamları için, diğer yandan da köylerde yaşayanlar için üretimi kolektif bir şekilde gerçekleştirirken; köydeki yoldaşları da toprakta yetiştirdiklerini şehirlere yolluyorlardı. Toplumsal dayanışmayla beraber, patronsuz, efendisiz bir dünya örgütleneniyordu. İspanya’da halk, kendi toplumsal adalet ve özgürlük düşüncelerine dayanacak yeni bir dünyayı mümkün olan her yolla yaratıyordu.
Şehirlerde ve köylerde öz-örgütlülüğün en büyük deneyimi gerçekleşirken, cephede insanlar yarattıkları bu dünya için, İberya’dan faşizmi defetmek için Franco’nun ordularına karşı savaşıyorlardı. Kadın-erkek, yaşlı-genç barikatlarda gönüllü birlikler oluşturuyorladı. Barikatlardaki yoldaşları yine CNT-FAI örgütlüyordu. Herkes barikatlara gidiyordu. Konfederasyonun zaferi için, herkes barikatlara gidiyordu.
Tüm bunlar, 1936 İspanya’sının köylerinde ve şehirlerinde yaşanırken “a las barricadas” sadece notalara dökülmedi. İspanya’daki tüm yoldaşların dillerinde ve yüreklerinde hayat buldu. Yaşamlarını, yüreklerindeki dünyayı büyütmek için feda etmekten korkmayan yoldaşlar ardından söylendi “a las barricadas”.
Devrim bayrağını yükseltmek için, Konfederasyonun zaferi için herkes barikatlara…
İspanya’da bu büyük deneyimi yaşamak için, herkes barikatta devrim bayrağını yükseltti. Ve “a las barricadas” ezgisi ödünç kaldı sonradan barikatları dolduracaklara. İspanya’nın barikatlarına sığmadı “a las barricadas”. Nasıl ki bu marş, İspanya barikatlarında ekmek, adalet ve özgürlük için mücadele edenlerce söylendi; aynı şekilde farklı coğrafyalarda iktidarlara karşı mücadele veren halkların yüreklerinde yer etti. O coğrafyaların dillerinde varlığını devam ettirdi, o coğrafyaların ödünç bırakacağı deneyimler üretmek için.
Ve şimdi bu türkü bizim dilimizde;
Patronsuz efendisiz dünya için
Devrim coşkusuyla bu hayat senin
İsyanın seli tüm sokaklarda aksın
Gözü kara yüreklerle meydanlar taşsın
Yüreğimizde şimdi, şu anda
Cesaretle büyüyor anarşi
Herkes barikata, herkes barikata
Ekmek, Adalet ve Özgürlük için…
The post Ekmeğin, Adaletin ve Özgürlüğün Şarkısı – A Las Barricadas appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Değişen Dünyanın Propaganda Şarkısı: Wind Of Change appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Moskova’yı takip ediyorum, Gorky Park’a doğru. Değişim rüzgârını dinleyerek” sözleriyle başlayan şarkı 1990 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışından hemen sonra bestelenmiş ve ilk kez Moskova Meydanı’nda gerçekleşen bir konserde çalınmıştır. “Hiç düşünmüş müydün bu kadar yakın olabileceğimizi, kardeş gibi? Gelecek havada, onu her yerde hissedebiliyorum; değişim rüzgârlarıyla birlikte esiyor” şeklinde devam eden şarkı, Soğuk Savaş’ın sonlanmasının ardından bestelenerek, yaratılmakta olan yenidünya düzeninin “iyimserliği”ne bir hayli vurgu yapmıştır.
Scorpions konserlerinde binlerce insanın dinlediği ve dinlerken kendinden geçtiği bu parça, bugüne kadar çoğunlukla aksettirildiği gibi verdiği “dünya barışı” mesajının çok ötesinde bir yerlere değinmektedir. Grubun vokalisti Klaus Meine tarafından yazılmış şarkının sözleri, klibindeki görüntülerle birlikte değerlendirildiğinde ise son derece ironik bir tablo ortaya çıkmaktadır.
1953 Doğu Alman Ayaklanması’nın görüntüleriye başlayan klip, Berlin Duvarı’nı inşa eden işçilerin görüntüleriyle devam ediyor. Bundan sonra Tiananmen’deki öğrenci olaylarından, Çavuşesku’nun devrilmesine, karşılaştıkları protestolar karşısında geri çekilen Çin Ordusu’na kadar birçok “tarihsel an” ekrana yansıtılıyor. Ekranda “zorbalara karşı mücadele ederek kazanan halklar”ın görüntüleri dönerken fonda şu sözler yankılanıyor: “Beni anın sihrine götür, bir şanlı gecede, yarının çocuklarının hayal kurduğu yere, değişim rüzgârlarında” Mihail Gorbaçov’un Amerikan Başkanı Ronald Regan’la silah denetimi anlaşması yaptığı ve el sıkıştığı Reykjavik Zirvesi’nin görüntüleriyle birlikte dinleyiciyi “anın büyüsü”ne (magic of the moment) çağıran Scorpions’ın anlattığı değişim bu sözlerle iyice netlik kazanıyor. Moskova Meydanı’nda deri ceketleri, uzun saçları ve gitarlarıyla yürüyen Scorpions üyelerinin kapıldığı rüzgâr, şarkıda söyledikleri gibi bir fırtına gibi esiyor ve Wind of Change şarkısı şu sözlerle sonlanıyor: “Değişim rüzgârı dümdüz esiyor zamanın yüzünün içine, Özgürlük zilini çalacak olan bir rüzgâr fırtınası gibi. Zihnin barışı için, bırak balalaykan şarkı söylesin, Gitarımın söylemek istediklerini.”
Şarkı bu sözlerle sonlanırken ekranda beliren dünya görüntüsünün, 90’lı yılların başından itibaren küreselleşmeyi gösteren bir figür olarak, kapitalistler tarafından kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Kapitalizm küreselleşirken, antikapitalist her şeyi klibin sonundaki demir kapının ardına kilitliyor.
Tüm zamanların en iyi 10 parçasının arasında bulunan, Alman televizyon kanalı ZDF’nin yüzyılın en iyi şarkısı seçtiği bu şarkıyı bugün dinlediğimizde ise Scorpions’ın bahsettiği değişim rüzgârının ne taraftan estiğini daha iyi anlıyoruz. İnsanları “anın büyüsü”ne çağıran bu şarkı, rüzgârla esen değişimin kendisinin küreselleşen kapitalizm olduğunu açıkça gösteriyor. Kapitalizmin giremediği toprakları, duvarın yıkılışıyla kapitalizmin tahakkümü altına alan, duvarın yıkılmasıyla barışın, kardeşliğin, adaletin kazandığını iddia eden iktidarların neleri değiştirdikleri gün geçtikçe daha da açığa kavuşuyor. Rüzgârın esmeye başladığı günden bugüne dünyanın birçok coğrafyasında yaşanan savaşlar, açlık ve yoksulluk değişen şeyin yıkılan duvarlar değil; duvarlar ve sınırlar tanımayan kapitalizm olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.
The post Değişen Dünyanın Propaganda Şarkısı: Wind Of Change appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>