The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kadına yönelik şiddet artarak sürerken, kadınların kıstırılmak istendikleri şiddet sarmalına karşı mücadelesi de devam ediyor. Geride bıraktığımız 25 Kasım’da, Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde, “tacizciler, tecavüzcüler, çeteler ve devlet Bizden Korksun” diyerek sokaklara çıkan Anarşist Kadınlar ile, kadına yönelik şiddeti, bu şiddete karşı mücadeleyi ve “erk”in egemenliğine karşı sürdürdükleri mücadelelerini konuştuk.
25 Kasım’ın Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmesinin tarihinde olan Mirabel Kardeşler’in katledilmelerinden bu yana 55 yıl geçti. Bir 25 Kasım’ı daha geride bırakmışken, o günden bugüne nelerin değiştiğini ya da nelerin değişmeden kaldığını söyleyebiliriz?
Mirabel Kardeşler, Dominik Cumhuriyeti’nde cunta faşizmine karşı mücadele ettikleri, korkmadıkları ve tüm kadınları korkmamaya çağırdıkları için katledilmişlerdi. Görüyoruz ki, 55 yıldan bu yana dünyanın neresinde olursa olsun faşist iktidarlar kadına yönelik saldırılarını aynı şekilde devam ettiriyorlar. Kadınlar, yaşadığımız toprakların da bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasının birçok noktasında, savaşlarda katlediliyor, tecavüzlere maruz kalıyor, köle olarak pazarlanıyor. T.C. Devleti de, kadına yönelik bu sistematik şiddetin örgütleyicisi ve körükleyicisi pozisyonuyla; kontra gerilla birlikleriyle, çeteleriyle ve doğrudan kendi kolluklarıyla kadınları katlediyor. Katledilen kadınların cenazeleri, devletin bir “güç göstergesi” olarak çırılçıplak teşhir ediliyor, sokaklarda sürükleniyor. Devletin kadına yönelik uyguladığı sistematik şiddet politikası, elbette ki savaş ortamının dışında da, erkek egemen kültürün var olduğu hemen her alanda yeniden ve kesintisiz biçimde tezahür ediyor. Militarizm, “sivil” hayatta da, hemen her yerde kadına yönelik şiddetin sürekli olarak açığa çıkmasına sebep oluyor.
Kadınlar, bahaneleri farklı olan birçok erkek, babaları, abileri, sevgilileri, eşleri ya da hiç tanımadığı erkekler tarafından katlediliyor. Yalnızca geride bıraktığımız Kasım ayı içerinde, 25 kadın kardeşimiz, erkekler tarafından katledildi. Neden ya da ne şekilde olduğu fark etmeksizin, bu saldırıların ve cinayetlerin tümü, devletin ve onun militarist kültürünün sürdürücüsü ve aynı zamanda da erk’in koruyucusu olan hukuk sisteminin bir sonucudur.
Aslında, Mirabel Kardeşler’in katledilmesinden bu yana kadına yönelik şiddetin uygulayıcısında da, bu şiddetin meşrulaştırıcısında da bir değişiklik olmadı. Ama kadınlar, on yıllar öncesinde de olduğu gibi, tacizlere, tecavüzlere, cinayetlere ve şiddetin türlü biçimlerine karşı direnmeyi sürdürdü.
Peki, geride bıraktığımız 25 Kasım’da neler oldu?
Var olan çok yönlü ve sistematik şiddetin karşısında, elbette ki çok yönlü ve örgütlü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Biz de bu süreçte yaşamlarımıza her alanda saldıran devlete; onun kolluk kuvvetlerine; namus-töre-ahlak gibi, kadını her daim yok olmaya mahkum eden tüm kavramlara “bizden korksun” diyerek çıktık yola. Bu sloganla birlikte, kadın kadına hazırladığımız ve “Bizden Korksun” ismini verdiğimiz bir kadın neşriyatı çıkardık. Devlet baskısının böylesine yoğunlaştığı bir süreçte, sokaklara çıkarak kendi düşüncelerimizi somutlaştırmayı ve diğer kadınlarla paylaşmayı önemsedik. Bu sebeple, Kadıköy’de, Kartal’da, Taksim’de ve İstanbul’un birçok farklı noktasında sokaklara çıkarak, Bizden Korksun’u birçok kadına ulaştırdık. Evlerinde iş yerlerinde ya da yaşamlarının farklı alanlarında erk’in şiddetiyle baskılanmak isteyen kadınlara ulaşarak, hep birlikte mücadele çağrımızı yükselttik.
Aynı zamanda, özellike son süreçte üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı, “özel güvenlik, rektör, tacizci bizden korksun” diyerek, aralarında İstanbul ve Boğaziçi’nin de bulunduğu üniversitelerde stantlar açtık. Üniversitelerde yaşanan tacizlere karşı Boğaziçi Üniversitesi’nden kadınlarla, üniversitenin bulunduğu Hisarüstü Mahallesi’nde düzenlenen bir yürüyüşe katıldık, İstanbul Üniversitesi’nden kadınlarla bir gece yürüyüşü düzenledik.
Bu yoğun sürecin son gününde yani 25 Kasım’da ise Anarşist Kadınlar olarak, Taksim’de düzenlenen gece yürüyüşüne katılım gösterdik. Tünel’den başlayarak Galatasaray Meydanı’na kadar süren bu yürüyüşte, “Namus, Devlet, Tacizci, Çeteler… Bizden Korksun” diyerek, bütün kadınları mücadeleye çağırdık.
Sistematik bir saldırı ve bunun karşısında örgütlü mücadele dediniz. Bunu biraz daha detaylandırır mısınız?
Erkek egemen kültürün kadına yönelik saldırısı çoğu zaman taciz, tecavüz ve cinayetlerle medyada yer buluyor ve şiddet yalnızca bu şekilde “görünür oluyor”. Oysa kadına yönelik şiddet, bazen mobbing, bazen ev içi emeğin hiçleştirilmesi, bazen kimliğinin annelik rolüne sıkıştırılması, bazen toplumdan dışlanma yada zorla evlendirilme, azarlanma, aşağılanma, yani kısacası hayatın her alanında ezilme olarak açığa çıkıyor.
Bizden Korksun neşriyatında, “bizler ezilenleriz, iş yerinde patrondan, okulda müdürden, evde babadan, abiden kocadan, sokakta devletten, polisten, askerden kısacası yaşamın her alanında erk(ek)ten şiddet gören, hiçleştirilenleriz.” demiştik. Bahsettiğimiz bu saldırıların tamamı, kaçınılmaz olarak çok yönlü bir direnişi gerektiriyor. Bizler de mücadelemizi her gün, her an, yaşamın her alanında görünür kılmalıyız. Bu nedenle, hazırladığımız neşriyatta da direnişin birçok yöntemine, birçok farklı başlıkta değindik. Karşılaşabileceğimiz fiziksel saldırılara karşı “Erkeğe Karşı Korkutan Yöntemler” başlığı altında biber gazı, eletroşok cihazı, çimdik, yumruk tekme gibi şiddete karşı pratik yöntemlere yer verirken; diğer bir yazımızda da hayatlarımıza saldıran militarizmin kadın düşmanlığını gün be gün nasıl ürettiğini yazdık. Kadınları savaşın karşısında, yaşamı savunmaya çağırdık. Ve elbette dayanışmanın, örgütlülüğünün, “benlerden biz olma”nın ve yan yana durmanın aslında hepimiz ve her birimiz için özgürlük olduğunu vurguladık. Çünkü Bizden Korksun’da da vurguladığımız gibi; “Bizi biz yapan, bizleri birer birer sindiren; sindiremedikçe katleden bu sisteme karşı, sürekli körüklenen öfkemiz ve isyanımızdır. Bizler; bu toprakların kadınları, kimi zaman aynı dili konuşmasa da her zaman birbirinin dilinden anlayan kadınlar, bizler biliyoruz ki biz bir araya geldiğimizde, korkulacak olanlarız. Ve bizler bir araya geldiğimizde hiç bir güç karşımızda duramayacak.”
Bizden Korksun’u 25 Kasım öncesinde edinemeyen ancak ulaşmak isteyen kadınlar, neşriyatınıza nasıl ulaşabilir?
Bizden Korksun’a ulaşmak isteyen ancak İstanbul dışında yaşayan kadınlar, sosyal medya hesaplarımız üzerinden bizimle doğrudan iletişime geçebilir ve neşriyatı edinebilir. İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımız ise Kadıköy ve Taksim’de bulunan 26A Kafe’den Bizden Korksun’a ulaşabilir.
Kadınlar şiddete karşı mücadeleyi sürdürüyorken, bir yandan taciz, tecavüz, cinayet ve bütünüyle kadına yönelik şiddet de devam ediyor. Medya ise yaşanan kadın cinayetlerinin birçoğunu “namus” ya da “cinnet” gibi bahanelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Yaşanan bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
“Erk”in yanında duran erkek medya zaten her zaman kadına yönelik saldırgan bir dil takınmış, kadınları aşağılamış ve suçlamıştır. Hemen her gün okumak zorunda bırakıldığımız haberlerde “namus cinayeti”, “cinnet geçiren baba”, “tek başına yaşayan bir kadın” ya da “erkek arkadaşının evine giden genç kız” denilerek, erkeğin cinayeti normalleştirilmeye ve kadına yönelik uygulanan sistematik şiddet meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Medya bu cinayetleri normalleştirdikçe, kadınların üzerindeki baskı da artıyor. Bu baskı, kadınların herhangi bir saldırıya uğradıklarında korkarak, suçu önce kendilerinde aramaları gerektiğinin öğreticisi oluyor. Bu nedenle, özellikle tanıdıkları kimseler tarafından tacize ve tecavüze maruz kalan kadınlar, kendi çevrelerinde, suçlu ya da hatalı bulunmaktan korktuğu için, yaşadıklarını dillendiremiyor bile.
Bu saldırıların bir başka sürdürücüsü ise elbette erkek adalet. Kadınlar aşırı sevgi, mini etek giyme, eve geç gelme, erkek arkadaşıyla birlikte olma gibi bahanelerle katlediliyor; bir de suçlu olarak gösteriliyor. İşlenen bu cinayetlerin ardından, devletin hukuk mekanizması ve bu bağlamda tahrik indirimleri, katillerin iyi halleri, bu cinayetleri “normalmiş gibi” gösteriyor. Maruz kaldığımız saldırıların bütünü, “erk”ek algı tarafından örgütlü bir şekilde gerçekleştiriliyor. İşte bizim direnişimiz ve özgürlük mücadelemiz de, tam da bu yüzden, örgütlü olmaktan geçiyor.
25 Kasım’dan hemen sonra Özgecan Aslan davasının karar duruşması görüldü ve katiller ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldılar. Kararın ardından birçok kişi adaletin yerini bulduğunu iddia etti. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu zamana kadar yaşanan birçok kadın cinayetinin ardından aynı hukuk mekanizması, katilleri için iyi haller, tahrik indirimleri vermekten, katilleri aklamaktan ve cinayetleri meşrulaştırmaktan uzak durmadı. Özgecan Aslan davasının 3 Aralık tarihinde gerçekleşen karar duruşmasında katillerin ağırlaştırılmış müebbet alması bazı kesimlerin içini rahatlatan bir karar olarak görülse dahi, bu karar tam anlamıyla bir kazanım olarak değerlendirilmemelidir. Çoğu kadın cinayeti davasında katilleri serbest bırakmak bir yana her defasında katili aklayan devlet, neden şimdi böylesi bir karar verdi? Bu kararla birlikte aslında her defasında potansiyel katilleri cesaretlendiren hukuk uygulamaları, yeri geldiğinde sanki adaletin uygulayıcısıymış gibi gösterilmek istendi.
Özgecan, daha önce katledilen kimi kadın kardeşlerimiz gibi, hiç tanımadığı bir erkek tarafından katledilmişti ve “masum”du. Bu, devletin hukuk mekanizmalarına da böyle yansıdı ve sözde adalet yerini buldu.
Ancak bizler bugüne kadar birçok Özgecan’ı, birçok kadın kardeşimizi aynı şiddet sarmalında kaybettik. Özgecan kararını veren aynı devletin aynı hukuk mekanizması; bu cinayet davalarının çoğunda “kadının etek giymesini” tahrik saydı, katili akladı; “erkeklik gururunu” okşadı, katili iyi halle kurtardı. Sayamayacağımız kadar çok dava, sayamayacağımız kadar katil erkek, bizatihi “erk”in hukuk mekanizmalarınca korundu, kollandı. Adalet şimdi mi yerini buldu?
Şimdi bizler Özgecan’ın hemen ardından, –medyanın servis ettiği dille -“erkek arkadaşının arabasında” katledilen Hüsne’nin katilinin yargılanacağı; arabaya binmenin tahrik sayılacağı ve “erkeklik gururu”nun yeniden okşanacağı davaları merakla bekliyoruz.
Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Biz kadınlar, yaşamın neresinde baskıyla, şiddetle ve sömürüyle yüz yüze kalırsak, mücadelemizi de orada örgütleyeceğiz. Bütün kadınları yaşadığımız baskılara karşı, özgürlüğümüz ve yaşamlarımız için mücadeleye çağırıyor sizlere de teşekkür ediyoruz.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Bizi Yok Sayanlar Bizden Korksun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Şovu, Ataerkinin Namusu Katletmek İstedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>19 yaşındaki Mutlu Kaya, Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki bir ilköğretim okulunun kantininde çalışarak yaşamını sürdürüyordu. Bir ses yarışmasına katılmak için İstanbul’a gelen Kaya, düzenlenen şov programı ardından döndüğü Diyarbakır’da, eski erkek arkadaşı tarafından katledilmek istendi.
Ergani’deki evinde silahlı saldırıya uğrayan Mutlu’nun tedavisi, ağır yaralı olarak kaldırıldığı Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde devam ediyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizmin Şovu, Ataerkinin Namusu Katletmek İstedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kadın Dayanışması Yaşatır” -Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hasret’in ömründen geçen yıllar, onun için hiçbir şey değiştirmedi. 3 çocuğu daha oldu ama dayak, şiddet hep aynıydı, tıpkı kocasının baskısı gibi. Çocukluğundan beri çektiklerine dayanamayan Hasret, kocası Yakup Kara’dan boşanmak için geçtiğimiz yıl bir dava açtı. Ve aslında Hasret’in yaşadıkları, davanın ardından giderek arttı.
Boşanma davasını hazmedemeyen koca, Hasret’ten hesap sormak istedi, şiddetini giderek arttırdı. Geçtiğimiz Ağustos ayının 8’inde çocuklarını görme bahanesiyle Hasret’in evine giden Yakup Kara, eline aldığı tornavidayla Hasret’i 43 yerinden yaraladı. Boynuna ve göğüs bölgesine aldığı yaralar sonucu, çocuklarının gözü önünde yere yığılan Hasret, hemen hastaneye kaldırıldı. Yakup Kara’nın ölümcül darbeleriyle komaya giren Hasret, uzun bir süre hastanede yattı. Bizlerse onu, çocuklarının “belki bir daha göremeyiz” diyerek hastane odasında çektiği ve sonra da basında yer alan fotoğraflarla tanıdık.
Hasret, hastaneden çıktıktan sonra da, kâbus onun için bitmedi. Aksine, daha da büyüdü. Onu öldürmeye çalışan Yakup Kara, Hasret’i tehdit etmeyi sürdürdü, hatta Hasret’in evinin karşısındaki fırında işe başladı; Hasret için her gün ölüm korkusuyla geçti. Tehditlerini sürdüren Yakup Kara’ya karşı defalarca karakola gidip şikâyette, mahkemelere gidip suç duyurusunda bulunan Hasret’in çabaları, bugüne kadar birçok kadında olduğu gibi, nafile kaldı.
Ne devletin polisi dinledi Hasret’i ne savcısı, her defasında evine geri yolladılar, “kocandır, olur, barışın” dediler. Bir gün yine şikâyet için karakola giden Hasret’i, karakol merdivenlerinde belinde satırla karşılayan Yakup Kara’nın polise verdiği ifadeyle yeniden salıverilmesi, aslında her şeyin özeti gibiydi: Bir kadının ölüm tehdidiyle karakola başvurduğu “potansiyel katil” belindeki satırı “ormana odun kesmeye gidiyordum” diye açıkladı ve yine serbest bırakıldı.
Ne erkek devletin polisi, ne erkek devletin savcısı dinledi Hasret’i. Onu tanıyan, yanında duran, “potansiyel katil”den koruyan dostu, komşusu, mahallelisi oldu. Her gün ölümle tehdit edilen Hasret için mahalleli evinin önünde nöbet tuttu, Hasret’in evinin bahçesine koydukları köpekle, onu ölümden korumaya çalıştı. Mahallelinin nöbeti, Hasret’in yaşadıkları, devam eden tehditler, ana haber bültenlerine çıkınca, yeniden gündeme geldi Hasret’in sürmekte olan kâbusu.
Hasret’in mahallesine giden, onun için nöbete katılan kadınlar da bu kez onunla birlikte mücadele etmeye başladı. “Ölmek istemiyorum” diyen Hasretle birlikte, erkek devletin, erkek polisin, erkek savcının ve erkek katilin karşısına hep beraber dikildi.
14 Ağustos’ta tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Yakup Kara, Hasret için tehdit olmaya devam edince Hasret’e ilişkin “hayati tehlikesi” mevcuttur raporları gösterilerek, “potansiyel katil” hakkında ikinci kez tutuklama talep edildi. 27 Ağustos günü yakalanan Yakup Kara “delil durumunda değişiklik yok” gerekçesiyle nöbetçi mahkeme tarafından serbest bırakılınca, kendini aklamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı.
Yakup Kara, 28 Ağustos günü katıldığı Songül Karlı ile Yeniden programında erkek konuklar tarafından desteklendi, erkekleşen kadınlar tarafından aklandı. Programın sunucusu Songül Karlı “beyefendi, temiz yüzlü adam” diye sunduğu Yakup Kara’nın yaptıklarını normalleştirirken, programda yaşanan “iffetli kadın” tartışmasıyla yaşanacak birçok kadın cinayeti daha şimdiden meşrulaştırıldı.
Hasret ve Hasretle dayanışma gösteren kadınlar, 29 Ağustos günü tekrar tutuklama kararı çıkan Yakup Kara’nın davası boyunca Kartal Anadolu Adliyesi önünden bir an bile ayrılmadılar. İstanbul Anadolu 8. Sulh Ceza Hâkimliği’nde alınan ifadesinde Hasret’in kendisini aldattığını düşündüğünü belirten Yakup Kara’nın tüm “masum” açıklamalarına rağmen, mahkeme tutuklanmasına karar verdi ve “potansiyel katil” cezaevine gönderildi.
Yakup Kara tutuklandı ama Hasret için bu kâbus son bulmadı. Hasret hala Yakup Kara’nın kardeşi tarafından ölümle tehdit devam ediyor.
Sena ise, 2 kardeşiyle birlikte, ailesi tarafından terkedilince Çocuk Esirgeme Kurumu’nda yaşamaya başladı; üç kardeş bir aile tarafından evlat edinildi. Sena’nın yaşamı, bundan dört yıl önce evlendiği Osman Şengül’le değişti.
Sevdiği adamsa, evliliğin ardından, Sena için kâbusa dönüştü…
Geçtiğimiz 12 Nisan günü, 11 aylık oğlu kucağında, 2,5 yaşındaki kızı yanındayken, boşanmak istediği Osman Şengül tarafından 17 yerinden bıçaklandı Sena. Onu öldürmek için özellikle boyun ve göğüs bölgesinden yaralayan Osman Şengül, Sena’nın öldüğünü zannedince, onu, öldürmeye çalıştığı evinin çocuk odasında bırakıp kaçtı. Komşularının sesini duyduğu Sena, hastaneye kaldırıldı. Aldığı onca öldürücü yaraya rağmen, Sena, hastanenin yoğun bakımında direndi ölüme, erkeğin şiddetine… Aldığı darbeler sonucu sağ kolunda oluşan his kaybı sebebiyle kolunu kullanamıyor olsa da, kimleri onun yaşamasına şans dese de, o, direnerek tutundu yaşama. Onu öldürmeye çalışan Osman Şengül, Sena hastanede ölüme direnirken yakalansa da, katilleri koruyan, şiddeti aklayan, kadını suçlayan erkek devletin mahkemeleri tarafından hemen serbest bırakıldı.
Biz, Sena’yı bu haberle tanıdık. Ama tabi ki, bu, Sena’nın yaşadığı ilk saldırı değildi. O, evliliğin başından beri yaşıyordu dayağı, şiddeti, işkenceyi; ailesinin yanında, çocuklarının önünde, sokak ortasında… Birçok kez dayanamadı, gitti; babasının evine hatta kadın sığınma evine. Her dönüşünde, alkol ve uyuşturucu bağımlısı Osman Şengül’den yine şiddet gördü. Sonunda boşanma davası açtı işkenceden kurtulmak için; zaten Sena’nın son yaşadıkları da Osman Şengül’ün boşanma davasını “hazmedememesiyle” başladı.
Sena’yı katletmeye çalışan Osman Şengül, açılan davanın ardından, hâkimin “babasıdır, görmeli” kararıyla, iki haftada bir çocukları yanına alıyor. Çocuklarsa, her geri gelişlerinde, “Babam seni öldürdü, seni bıçakladı” diyerek çıkıyorlar Sena’nın karşısına.
Ailesiyse, çoğu zaman rastlananın aksine, yalnız bırakmıyor kızlarını. “Kocandır, olur, evine dön” demeyip; Sena’yı bu baskıdan, şiddetten, işkenceden kurtarmak için, onun yanında duruyorlar. Hem Sena’yı hem babasını tehdit etmeyi sürdüren “potansiyel katil”in tüm çabalarına rağmen, hepsi bir arada duruyor. Sena’nın, şiddet gördüğü Osman Şengül’e karşı açtığı davanın görüleceği 17 Ekim’e de birlikte hazırlanıyor, şiddetin hesabını sormak için birlikte direniyorlar.
Dicle, bundan yedi yıl önce, daha 16’sındayken, tanımadığı, sevmediği bir adamla Hasan Yıldırım’la zorla evlendirildi ve bu evlilikten bir oğlu oldu. Evliliğinin ilk gününden itibaren şiddeti, baskıyı, hakareti, tehditleri de yaşamaya başladı, aslında bazılarına göre de kadına biçilen “kader”i yaşamaya mecbur bırakıldı. Hem yaşından hem de yalnızlığından, yaşadıklarına boyun eğmek zorunda hissetti kendini.
Evlendikten yaklaşık 5 ay sonra Hasan Yıldırım’ın uyuşturucu bağımlısı olduğundan şüphelenmeye başladı. Dicle’ye “Ankara’ya gideceğim” diyerek yalan söyleyip Antalya’ya uyuşturucu satmaya gidecek olan Hasan Yıldırım yolda yakalanıp tutuklanınca, Dicle boşanma kararı aldı. Bir süre “cezaevindeyken doğru olmaz”, “yeni çıktı biraz zaman geçsin” diyen Dicle, zamanı geldiğinde, Hasan Yıldırım’a boşanmak istediğini söyledi. Aldığı karşılık ise, yaşayacaklarının çok öncesinden habercisiydi: Çocuğu senden alırım, öldürmem öyle bir acı yaşatırım ki, ölmekten beter olursun.
Tehditlerin artmasıyla 18 Mart günü Esenyurt Kıraç Asayiş Şube Müdürlüğü’ne giden Dicle, bütün yaşadıklarını anlattı. Suç duyurusunda bulunmak istedi ve koruma talep etti. Ama Dicle’yi, hiçbir “kanıtı” olmadığından dolayı-birçok katledilmiş kadına yaptıkları gibi-”Bir şey yapamayız.” diyerek geri yolladılar. Tam 20 dakika sonra, Hasan Yıldırım, ailesinin de oturduğu binada oturan Dicle’nin kapısına dayandı, tehditlerle saldırdı ve tartışmaya başladılar. O sırada araya giren Dicle’nin kardeşine silahı doğrulttu. O silahla ateş etti Hasan Yıldırım ama Dicle ve Emek “şans”a kurtulmuştu.
3 Temmuz’da Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşma görüldü. Alışkın olduğumuz bir tabloyla karşılaştık davanın sonunda. Erkek yargının savcısının verdiği karar “tutuklulukta geçen süreyi ve delillerin toplanmış olmasını” yeterli bulduğunu söyleyerek “potansiyel katil”e tahliye kararı verdi. Ayrıca Hasan Yıldırım’ın avukatı Serdar Yıldız da, “Meslektaşlarımı dinlerken kendimi adeta kadın programında gibi hissettim” diyerek, Dicle ve Emek’e destek veren avukatlarla dalga geçmeye çalıştı.
Dicle, şimdi yaşadıklarına, devam eden tehditlere inat, direnmeyi sürdürüyor. Onu öldürmeye çalışan “potansiyel katil”e, katili koruyan erkek yargıya direniyor.
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. Sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kadın Dayanışması Yaşatır” -Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post BEKARET: Kırmızı Kanın Azizliği – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bekaretin kutsallığı bir kadının yaşamında oldukça önemlidir. Çünkü bekaret kadın için kirlenmemiş, el değmemiş, alnının akı, yani ahlaklı ve “namuslu” kalmanın ön koşuludur. Bekaret, ancak ve ancak resmi belgeyle onaylı evlilikle bir erkeğe teslim edildiğinizde ortadan kalkabilir. Şayet kendi rızanızla bekaretinizi bir başkasına teslim ederseniz bu, toplumsal ahlak kuralları çerçevesinde kabul edilemez bir anlayıştır. Böyle bir durumda sizin ahlakınızdan sorumlu toplumun, erkeğin namusuna el değdirmiş olursunuz ve kirli bir geçmişle geleceğe adım atamaz hale gelirsiniz. Bekaret bir kadının yaşamında asla kaybedilmemesi gereken bir zırh gibidir.
Bekaret ancak evlendiğinizde gerdek gecesi denilen o mahrem alanda kaybedilebilir. Hayalimizde canlandırırsak ya da bir film karesini düşünürsek hemen gözümüzün önüne geliverir gerdek gecesi. Telli duvaklı, kırmızı kuşaklı, eli kınalı gelin, baba evinden koca evine bekaretiyle teslim edilir. Baba evinin şerefi ve namusu bele sıkıca bağlanan o kırmızı kuşak aynı zamanda temizliğin ve bekaretin sembolüdür. Bekaret teslim alındığı gece, hakkı verilerek geri teslim edilir. Bu hak baba evinin namusunun da bir garantisidir. Yani hak çarşafa bulaşan kırmızı kanın azizliğiyle devredilmiş ve devralınmıştır. Bu alış veriş kutsaldır.
Bekaret kutsaldır; genç kızlıktan kadınlığa adım attığınızın bir ifadesidir. Yani toplum bunu böyle ifade eder. Anneler kız çocuklarına böyle öğretir. Genç kız olmak bekaretimizle kutsanır. Genç kızlıktan kadınlığa geçince yani kadın olunca bekaret elden gitmiştir artık. Yani evlenip boşanınca, dul kalıp başka bir erkek gönlünüzü alınca, 18’inde çok sevip ilişkiye rıza verince, taciz ve tecavüz gibi saldırılara maruz kalınca ya da sadece denemek istediğinizde bekaret artık işe yaramaz. Bir kere elden gittiyse, asla geri dönüşü yoktur. Böyle bir durumda kirletilmiş olan ya da kirlenmiş olan diyelim kadının yaşamı bin bir zorluğu barındırır. Çünkü topluma ve erkeğe ispatlayacak hiçbir şeyiniz kalmamıştır, sevginizden başka. Değersizleşebilir ve ötelenebilirsiniz. Kendinizle yüzleşmekten bile kaçabilirsiniz. Bekaret bir kadın için, yaşadığı toplumda asla kaçamayacağı bu yüzleşmenin kendisidir.
Kadının namusu, erkeğin elinin kiri
Yaşadığımız toplumda kadın olmanın gereklilikleri vardır. Kadın bu gerekliliklere uygun yaşamalıdır. Bu gereklilikler toplum tarafından belirlenir ve belli durumlara göre farklılıklar gösterir. Bu durum “genel” bir çerçevenin belirlenimidir. Çoğu zaman kişinin rızası dışında gerçekleşen örneklerle, özellikle de ataerkil anlayışın sonucu olarak kadın üzerinde ciddi bir baskı mekanizması oluşturur. Bu toplumsal değer yargıları kadını belirli bir kalıba hapseder. Bu yargının ölçüsü ise toplumsal ahlaktır. Kadın, hem bu değer yargılarına hem de yaşadığı toplumun ahlak ölçüsüne uygun bir yaşam tarzını benimsemek zorundadır. Kadının ataerkil bir toplumda bunlar dışında başkaca bir şansı da yoktur. Bekaret bu toplumlarda kadın tarafından sahiplenilmesi gereken bir zorunluluk olarak tanımlansa da erkek açısından bir zorunluluğu ifade etmez. Bekar erkeğin bekaret sorunu yoktur. “Erkeğin elinin kiridir, yıkar geçer” gibi sözler toplum içerisinde sıkça duyulur. Dolayısıyla erkek, toplum içerisinde kadının maruz kaldığı değer yargıları ve ahlak ölçütü dışında başkaca mağduriyetler yaşasa da kadın doğrudan ortaya çıkan bu zorunlulukların bir öznesidir.
Biyolojik Özne
Kadın toplumsal olarak da biyolojik olarak da “ahlaklı” olmak zorundadır. Bekaretin korunması, bu ahlakın ölçüsüdür. Bekaret ve kızlık zarı doğrudan ilişkilidir. Kızlık zarının hasara uğramış olması, kadında bekaretin bozulduğuna kanıt olur. Ancak kadınlarda ve ergenlik sonrası kızlarda sadece kızlık zarını inceleyerek cinsel ilişkiye girildiğine dair bir sonuca varmak mümkün değildir. Kızlık zarı vajina bölgesine darbe, jimnastik gibi sportif aktivitelerde ve benzeri durumlarda zarar görebilir ve bu zarın yırtılması bekaretin “bok yoluna gitti”ğinin resmidir. Kızlık zarının anatomik olarak bilinen hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu doku ilk cinsel ilişki sırasında anatomik yapıya göre esneyip genişler veya *laserasyona uğrar ve kanar. Her 1000 kadından 1’i kızlık zarı olmadan doğmaktadır ve yine yapılan araştırmalara göre kadınların yarıya yakınında ilk cinsel ilişki sırasında kanama olmamaktadır. Bu gibi veriler düşünüldüğünde kadınlar, yaşadıkları toplumsal anlayışa ve bu anlayışın uygulayıcısı erkeklere kendilerini kanıtlamak zorunda bırakılırlar.
“Sen kız değil(mi)sin”
İlk cinsel ilişki sonrasında kızlık zarı yırtılmayan ve laserasyona uğramayan bir kadın ilişkiye girdiği erkek tarafından çoğu zaman aşağılanmaktadır. “Sen kız değil misin yoksa?” ya da “Benden başka hayatında kaç kişi var” gibi peşi sıra sorulara maruz kalan kadın, kendini aynı zamanda bir erkeğe kanıtlama çaresizliğine düşer. Ola ki ilişkide kan boyutu mevcut, çaresizlik kadar bu kandan onurlanma duygusu da kadın açısından son derece aşağılayıcıdır. “Artık benim namusumsun” ya da “Bekaretini ben aldım, seninle evleneceğim” gibi sözler kadını erkeğe koşulsuzca teslim eder. Esas sorun erkeğin ne hissettiği değil, kadının tüm bu yaşanan durumlarda kendini nasıl hissettiğidir. Yani “sen kız değil misin yoksa?” sualindeki anlık telaş ve korku.“Bekaretini ben aldım, seninle evleneceğim” sorusundaki anlık kaygı ve huzur. Halbuki tüm bu duygular toplumun kadına empoze ettiği hissiyatlardan başka bir şey değildir. Kadın erkeğin bakışı ve toplumun bu entegre anlayışı sonucu zaten kendi hissiyatlarını çoktan terk etmiştir.
“Doktor derdime bir çare dik şu zarı”
Bu hissiyatların çoğu zaman korkunç ve bir o kadar da tuhaf sonuçları vardır. Kadın birlikte olacağı erkeğe aynı zamanda kendini bekaretiyle kanıtlamak zorundadır. Bekaretini kaybetmiş bir genç kızın olası bir ilişkide bunun bilinmesi durumda aşağılanıp, terk edilmesi ihtimali olağandır. Çoğu erkek “benden önce yaşadıkların sadece seni ilgilendirir” sözlerini sarf etse de yaşananlar genellikle bu şekilde sonuçlanmaz. Bu konuda istisnalar görülse dahi kadının cinsel ilişkileri yaşamındaki erkek tarafından ısıtılıp defalarca önüne servis edilir. Yaşadığımız toplumda ataerkil baskı mekanizması içerisinde yaşamaya mecbur bırakılan kadınlar bazen tuhaf yöntemlere başvurabilirler. Bunlardan biri kızlık zarı dikimidir. Çözümü bu yönteme başvurarak aşmayı planlayan çoğu kadın aslında olumlu sonuç alsa da sorunun kaynağını gözden kaçmakta, kaçırılmaktadır. Yani zar dikilir dikilmesine de mesela sadece zar olsa…
“Namusum kaç para eder”
Ahlaki yargılar bütünü felsefede etik olarak tanımlanır. Tıp alanında etik son derece önemli bir meseledir. Doktor ve hasta ilişkisi de bu etiğe uygun şekilde oluşturulur. Ancak günümüzde sağlık sektörü ve çalışanları, bu etiğin tamamen dışında başka uygulamalara devam ediyorlar. Artık hastaneler, doktorlar ve diğer sağlık personelleri hastayı iyileştirmek dışında ceplerini doldurup kendi yaşamlarını iyileştirme gayretiyle hareket ediyorlar. Bu gayretin kaynağı olarak para, sektörün belirleyicisi haline gelerek “hasta değilse bile sen hasta et” anlayışını geliştiriyor. Belki de tıp sektöründe en çok para kazanan uzmanlık alanı olarak bilinen kadın doğum uzmanları bile sadece daha çok kazanmak uğruna, etik olandan çok uzak yöntemlere başvuruyorlar. Bu konuda son dönemlerde kadın örgütleriyle, hükümet arasında yoğun tartışmalara vesile olan kürtaj meselesi aklımıza gelecektir. Ancak biz bu konuyu “kadının kararıdır” ve “bir başka yazının konusudur” diyerek atlayıp, bekaret kontrolü ve kızlık zarı dikimi meselesine taşıyacağız.
İs-te-mi-yo-rum!
Geçtiğimiz aylarda Edirne’de cinsel istismara uğrayan yaşlan 12 ile 13 arasında değişen 3 kız çocuğunu, Çocuklar istemediği için muayene etmeyen Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gürcan Altun, “Görevi ihmal ve adli görevi kötüye kullanmak” suçlarından 3 aydan 1 yıla kadar hapis istemiyle yargılandı. Çocukların muayene olmak istemediğini söyleyen Prof. Dr. Altun, “Tıp etiği ve çocuk hakları sözleşmesi uyarınca zorla beden muayenesi yapılamaz” diyerek kendini savundu. Çünkü bütün tıp etikleri, bütün yasalar vesaire dışında da bir insanın vicdanı hiç kimseyi arzusu dışında zorla muayene etme ve bedenine istemediği bir işlemi hakkına sahip olamaz. Ancak bekaret kontrolü denilen şey, günümüzde cinsel saldırıyı raporlamak gibi yasal süreçlerde istenilen ve zor kullanılarak gerçekleştirilen bir uygulamadır. Yani kadının yasal süreçlerde dahi kendi lehine elindeki tek kanıt bekaretidir. Cinsel saldırıya maruz kalan fiziksel ve psikolojik anlamda geri dönülmez bir zarara uğrayan kadın bekareti bozulmadığı takdirde yasal olarak tabiri caizse “kalite kontrol” aşamasından sonra topluma iade edilir. Prof. Dr. Gürcan Altun’un örnek davranışı, bir doktor kararından öte son derece insani bir karar olmuştur.
“Zorla güzellik olmaz”
Muayene olacağım diyerek “bana bekaretimi geri ver doktor” diyen kadınların sayısı da bir hayli fazla. Kızlık zarı dikimi denilen operasyonlar genellikle özel muayenehanelerde yapılıyor ve operasyon ücreti oldukça yüksek. Aynı zamanda birçok jinekoloğun sitesinde “dilerseniz kalıcı kızlık zarı onarımı ile birlikte aşırı büyümüş (labia minüslerin), küçük dudakların estetik olarak küçültülerek (labioplasti) ve güzel bir görünüme kavuşması da mümkün” ibaresine rastlama ihtimalinizde oldukça yüksek.
Bir taraftan da bu konuda uzmanlar arasında etik tartışmalar dönüyor. Büyük kesim ilk gece cinayetlerini önlediği düşüncesiyle bu operasyonların hayati olduğu vurgusunu yapıyor. Yani “kızlık zarı hayat kurtarır” önermesiyle bu operasyonları gerçekleştiriyorlar. Diğer kesim ise bizim baktığımız açıdan bakıyor meseleye; “Bekaret, yaşadığımız toplumda kadın üzerinden yükselen baskının bir sonucudur, reddedilmelidir” diyor. Azınlığın bu söylemi, çoğunluğa oranla kabul görmese de insani olan şey bu baskının reddedilmesidir.
Yüzleşme
Kadınların içine düştükleri çaresizliğe şöyle bir göz atmak için bu jinekologların sitelerindeki yorumlara bakmak yeterli. “Evlendiğimde eşim fark eder mi?”, “Ya kanamassa?”, “Kızlığımı kaybettim kaç para eder?” sorularıyla dolu bu çaresizliği anlamak içinse bu yorumlara bakmak dışında kendimizle yüzleşmemiz kaçınılmaz.
Kendi kendimize yönelteceğimiz öncelikli sorulardan biri ; “Namusum kaç para eder?” sorusundan ziyade, “Kimsenin namusu olmadığımda ne olur?“ sorusudur.
*laserasyon: yırtık şeklinde yara
Zeynep Kocaman
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post BEKARET: Kırmızı Kanın Azizliği – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>