The post Reichstag Hala Yanıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Reichstag olarak da bilinen Almanya Parlamentosu 98 yıl önce bugün şaibeli bir şekilde kundaklandı. Almanya’da, daha sonra “Führer” ilan edilecek olan Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) iktidarını sağlamlaştıran kilometre taşlarından biri olan Reichstag Yangını, günümüzde yaşanan bazı siyasi olaylarla taşıdığı benzerlikler nedeniyle bugüne de ışık tutuyor.
Almanya’da 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini, 6 Kasım 1932’de de yüzde 33’ünü alan Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg tarafından 28 Ocak 1933 tarihinde azınlık hükümetinin başbakanlığına atanmıştı. Hitler’in adı daha önce, Bavyera’da yerel yönetimi ele geçirmek üzere yapılmak istenen başarısız bir darbe girişimine karışmıştı. 8 Kasım 1923’te Bavyera devlet komiseri Gustav von Kahr’ın konuşma yapacağı Münih Birahanesi’ni basması nedeniyle, Birahane Darbesi olarak bilinen başarısız kalkışmanın ardından Hitler, darbe girişimi nedeniyle 5 yıl hapis cezası almasına karşın 9 ay sonra tahliye edilmişti.
Adolf Hitler, başbakan olarak atandıktan sonra Hindenburg’dan ısrarla Reichstag’ı dağıtmasını istedi. Asıl amacı tüm yetkileri başbakanlıkta toplamak olan Hitler, Almanya’da 1918’de monarşinin ortadan kaldırılmasıyla ilan edilen Weimar Anayasası’nı da başbakan olduktan sonra lağvetmişti. Dünyada yaşanan 1929 ekonomik krizinin etkilerinin, giderek yayılan grevlerle hissedildiği Almanya, 5 Mart 1933’te yapılacak seçimler öncesi büyük bir gerilim içindeydi. Söz konusu grevler, 1918’deki Spartakist Ayaklanma’nın kanlı biçimde bastırılması sonrası göreli bir durgunluk yaşayan Almanya’da, sokakları tekrar hareketlendirebilirdi. Diğer taraftan, Hitler ve partisinin, sokakta da karşılığı olan ciddi bir desteğinden söz etmek mümkündü.
Seçimlerden sadece birkaç gün önce, 27 Şubat akşamı Reichstag’ta yangın çıktığı haberi, Berlin’de kısa sürede yayılır. Daha sonra Nazi iktidarının propaganda bakanı görevini üstlenecek olan Joseph Goebbels ile yakınlarda bir yerde yemekte olan Hitler hızla olay yerine gelir ve yangını “Tanrı’nın bir işareti” olarak yorumlar. Beraberindeki Naziler ise yangın sürmekteyken, hemen orada propagandaya başlamıştır bile. Nazilere göre “Alman birliği ve dirliğini” hedef alan küresel bir kokteyl örgüt(!) kundaklamayı gerçekleştirmiştir.
Hitler “Tanrı’nın işareti” sözünü, yayılan grevler nedeniyle yükselmesini beklediği ve iktidarını sarsacağını düşündüğü toplumsal muhalefete atfen söylemiştir. Reicshtag Yangını’ndan alınan işaret bellidir: “Demokratik seçimlerle” elde edilen yetkilerin diktatörlüğün inşası için araçsallaştırılması ve bu yetkilerle tüm muhaliflerin ezilmesi…
Yangından bir gün sonra, 28 Şubat 1933’te “Halkı ve Devleti Koruma Kararnamesi” çıkarılarak Olağanüstü Hal ilan edildi. Hitler ayrıca Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. Kasım 1932’de yüzde 33 olan Nazi oyları, 5 Mart’taki seçimlerde yüzde 44’e çıktı. Muhalif parlamenterler tutuklandı. Tutuklananların sayısı kısa sürede 100 bini buldu.
Toplanma, örgütlenme, basın özgürlükleri, hane dokunulmazlığı, iletişimin mahremiyeti hakları askıya alındı. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma, yargıya da gözaltına alınan kişiyi hukuki yardımdan muaf tutma “hakkı” verildi. Eyalet yönetimlerine “kayyum atanarak” yetkileri Berlin’deki merkezi yönetime devredildi.
23 Mart 1933’te, pek çok alandaki yetkiyi parlamentodan alarak başbakana veren Yetkili Kılma Kanunu kabul edildi. Aynı günlerde Yahudiler, çıkarılan Nürnberg Yasası çerçevesinde, “Milli örf ve adetlere uymadıkları” gerekçe gösterilerek kamplara yollanmaya başlandı. Aynı yasa çerçevesinde pasaport ve kimliklerine J (Yahudi: Jude) harfi basıldı, Almanlarla evlenmeleri yasaklandı.
Bir yıl sonra, cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümüyle Hitler “Führer” ilan edildi. Hitler’in kararnameleriyle yönetilmeye başlanan Almanya’da hemen hemen tüm muhalif sesler susturuldu.1939’da dünyayı 1914-1918 arası yaşanan savaştan daha kanlısına sokan devletler arasında yer alacak olan Nazilerin planı bir saat gibi işliyordu.
Marinus van der Lubbe adlı Hollandalı bir inşaat işçisi tarafından çıkarıldığı söylenen yangına dair şüpheler ise çok fazlaydı. İfadesinde kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatan Lubbe’nin bu açıklamasıyla çelişen bir şekilde yangın, binanın çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkmıştı. Reichstag’ın bulunduğu Berlin’de yaşamayan ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de olmayan Lubbe, jet hızında bir “yargılama” sonucu 1934’te idam edildi. Böylece, milyonlarca insanın yaşamına mal olacak bir diktatörlüğün inşasında çok önemli bir rol oynayan Reichstag Yangını’nın “tek tanığı” da bizzat “adil yargı” tarafından ortadan kaldırılacaktı.
Aradan geçen 98 yıla rağmen yanıtlanamayan soruların olduğu ve gerçekleşmesi sonrası, iktidarı elinde bulunduranların söz konusu olayı “lütuf” bilerek iktidarlarını pekiştirdiği Reichstag Yangını, yaşadığımız coğrafyada 5 yıl önce yaşanan “15 Temmuz” ile bu açılardan büyük benzerlikler taşıyor. Bununla birlikte, Reichstag Yangını ile “15 Temmuz” arasındaki benzerlikler üzerinden, her iki devlet iktidarı arasında “baskıcılıkları açısından” bir karşılaştırmada bulunmaktan çok, tarihin her döneminde doğrulanan bir gerçekliğe odaklanmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Siyasi kundaklamalar, suikastler, ekonomik krizler ve “darbe girişimleri” gibi toplumda panik ve infiale yol açan durumlar, genellikle devlet iktidarları tarafından kendi çıkarları için kullanılır. Bu çıkarlar da, Reichstag Yangını’nda ve “15 Temmuz”da olduğu gibi, devlet iktidarlarının baskıcı yönetimlerini pekiştirmede kullanışlı araçlara dönüştürülebilir. Aradan geçen yaklaşık yüz yılda ise iktidarların sloganları arasında sadece kelime farkları kalmıştır.
“Ein Volk, ein Reich, ein Führer!” (“Tek halk, tek imparatorluk, tek lider!”) / “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”
Mercan Doğan
The post Reichstag Hala Yanıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur.
Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem aşamasında edilgenleştirdiği için, olumsuz propaganda ile eş tutulabilir.
Çıkar elde etme uğruna bireyi edilgenleştiren farklı manipülasyon teknikleri, Nazi Almanyası’nda yoğun ve sistematik bir şekilde kullanılmıştır. Almanya’da 1933 yılında sırf insanlara kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve halkın sadakatini kazanmak için özellikle de ırkçılık temelinde propagandalar yapılmış; propagandaların güçlü bir şekilde yapılması için de “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” kurulmuştur. Dr. Paul Joseph Goebbels’in sorumluluğundaki bakanlık, iktidarın kalıcılığı ve meşruluğu için gazete, dergi, kitap, miting ve toplantılar, sanat ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirmiştir. Nazi inançlarına veya rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramıştır. Ayrıca en çok tercih edilen propaganda türlerinden biri olan korkuya başvurma yöntemi kullanılarak “Müttefikler Alman halkını yok etmeyi amaçlıyor” iddiası ile halkın desteğini ve sadakatini sağlamaya çalışmıştır.
Kapitalizmin rekabete dayalı çıkarcı ekonomisi insanları daha kolay sömürebilmek için propaganda yerine halkla ilişkiler kavramını oluşturmuş ve geliştirmiştir. Manipülatif pek çok öğe barındıran, olumsuz yönde propagandalar içeren halkla ilişkiler kavramı; kapitalizmin işleyebiliyor olmasına katkılarını sunmaktadır. Kapitalizmin kurumlarının halkın birincil taleplerine “nesnel” yaklaşması üzerinden söylem üreten halka ilişkiler, sadece kendini tanımlaması ve anlamlandırmasıyla bile ciddi bir manipülasyon gerçekleştirmektedir.
Manipülasyon kapitalist sistem için güçlü bir araçtır. Gerçeklikten uzak olarak ürettiği bir takım olgular ve genellemelerle sistemin sorgulanmasının da önüne geçmektedir. Bu genellemelerden en önemlisi, bireyin özgürlüğü durumudur. Fakat bu özgürlük, kapitalizmin savunduğu şekilde rekabetçi ve çıkarcı bireylerin özgürlüğüdür.
Bireyi edilgenleştiren olumsuz propagandanın ve doğal olarak manipülasyonun yayılması için çok farklı araçlar kullanılabilir; haberler, devletin resmi tarihinin yazılması, kitaplar, filmler, reklamlar, radyo, televizyon ve internet gibi…
Manipülasyon ve medya sıklıkla birlikte kullanılan iki kavramdır. Medyanın inandırıcılığı göz önünde bulundurulduğunda bu kullanımın nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Medya, yeni bir gerçekliğin yaratılmasında, dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve ilgisizleştirmede başarılı olmaktadır. Örneğin, bölünmüşlük yöntemiyle, kimi toplumsal ve siyasal olayların haberlerinin reklamlarla veya alakasız haberlerle kesilip dikkatlerin o konuda toplanması engellenir.
İktidar ve rant mücadelelerinde sıkça kullanılan manipülasyonla olumsuz bir propaganda hattı yürütülmektedir ve bu durum gerek devletlerin kendi tarihlerinin oluşumunda ve yazımında, gerekse sistemin meşruluğunu sağlayan “nesnel gerçeklik”lerde gizlenmektedir.
Tüm bu vurgulananlar üzerinden sorgulanması gereken; kapitalizmin ve devletlerin “nesnel gerçeklikleri”nin, manipülasyonlardan ne kadar bağımsız olabileceğidir. Manipüle edilmemiş bir gerçeklik arayışı olabilir mi?
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>