The post Kanadalı Petrol Lobisi Netflix Animasyonu Bigfoot Family’ye Savaş Açtı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kanada Enerji Merkezi adlı lobi kuruluşu, Alaska’da el değmemiş bir bölgenin petrol için patlatılmasını konu eden animasyon filmi Bigfoot Family’yi (Kocaayak Ailesi) topa tuttu.
Guardian’ın haberine göre Kanadalı şirket, Netflix platformuna eklenen filmi, petrol ve gaz endüstrisi hakkında “yalanlar pazarlayıp” propaganda yapmakla suçladı.
Film ABD’de geçiyor olsa da Kanada’nın Alberta eyaletinde yerel yönetim tarafından finanse edilen lobi şirketi, söz konusu yapımın “petrol ve gaz karşıtlığı üzerinden çocukların beynini yıkadığı” iddiasıyla bir kampanya başlattı.
“Çocuklarımız geleceğin anahtarı ancak yanlış bilgilerle dolmaları halinde başarılı olamazlar” ifadesini kullanan kuruluş, binden fazla kişinin Netflix’e film hakkında e-posta gönderdiğini iddia etti.
Kanada Enerji Merkezi Başkanı Tom Olsen, medya kuruluşlarına e-postayla gönderdiği açıklamada, “Bu, enerji sektörü çalışanlarını kötü gösteriyor ve endüstrinin çevre koruma konusundaki sicilini ve taahhüdünü küçümsüyor” ifadesini kullandı.
Ancak bazı tarihçiler, efsanevi bir yaratık hakkındaki filmde geçen bomba hikayesinin gerçeklikten çok da uzak olmadığına dikkati çekti.
Alberta yönetimi 1950’lerde petrol elde etmek için Fort McMurray kasabası yakınlarında 9 kilotonluk bir nükleer cihazı infilak ettirmeye dair bir projeyi onaylamıştı. Fakat plan, 1962’de federal hükümetin nükleer test yasağına katılmasıyla iptal edilmişti.
Bugünlerde farklı bir konuyla gündem olan Bigfoot Family, ilk olarak geçen yıl ağustos ayında Fransa ve Belçika’da izleyiciyle buluşmuştu.
Kaynak: Independent Türkçe
The post Kanadalı Petrol Lobisi Netflix Animasyonu Bigfoot Family’ye Savaş Açtı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti.
Avrupa’nın genelinde yükselen neo-faşist dalga, bugün “far-right” diye tabir edilen sağcı hükümetlerin zeminini hazırlayan sürece işaret ediyordu aslında. O günlerde çekinerek sokağa çıkan faşistler, şimdi de çeşitli kültür sanat araçlarıyla acaba geçmiş günahları aklama peşine mi düştü?
Film Boyunca Dolaşan Darbe Hayaleti
2018 yılında, yönetmen Dani de la Torre tarafından çekilen “La sombra de la ley” (İng.: Gun City yani Silahların Şehri) Netflix’e yüklenmesiyle daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu. Jaime Lorente, Luis Tosar, Michelle Jenner gibi, takipçileri tarafından tanınmış oyuncuların yer aldığı filmde, 1900’lerin başlarında Barselona’yı izliyoruz. Anarşistler tarafından organize edilen tren soygunuyla başlayan film boyunca polisler, gazino sahibi patronlar, silahlı paramiliter gruplar ve asker arasındaki şiddet gözler önüne seriliyor, ancak mesele -tabiri caizse- bu kadar “liberal” bir hatta kalmıyor.
İlk etapta kim olduğu bir gizem olarak bırakılan istihbarat görevlisi Anibal Uriarte üzerinden şekillenen hikaye, anarşist devrimin gerçekleştiği yıllarda, anarşistlerin gösterilmesiyle devam ettiği için, bizim açımızdan ayrı bir dikkati hak ediyordu. Sözkonusu yıllara ilişkin çekilen filmlere dair özel bir ilgimiz olması, tarihsel muhatapları olarak da konuyu devrimci bir pencereden ele alma sorumluluğunu bizim üzerimize yüklüyor.
Filmin içeriğine devam edecek olursak, ilk sahnede bizlere gösterilen silah kaçakçılığı olayını aydınlatmak için harekete geçen Barselona polisinin başarısızlığı vurgulanıyor. Silah kaçakçılığını yönlendiren kapitalist baronların önünde el pençe divan durmaya zorlanan “vatansever” polisin imajının, nasıl da var olan “kaos” ortamıyla zedelendiğini izliyoruz. Dört bir yanını grevler sarmış İberya, sanki yüzyılların esaretlerine teker teker son verip ezenlerden hesap sormaya başlıyormuş gibi değil de krizde olan ülkenin ekonomisini daha da dibe batırıyormuş gibi gösteriliyor. Daha doğrusu krizin gerekçelerinden biri gibi resmediliyor.
Filmde gösterilen anarşistler arasında ise anlaşılmaz bir düşmanlık hakim. Tarihsel gerçekliklere dayandığı iddiasındaki filmin özellikle bu kısmında gerçeklik manipülasyona dönüşmeye başlıyor. Silahlı devrimi savunan ve grevlerle kapitalizmi yıkmaya çalışan anarşistler arasında büyük bir gerginlik varmış havası estirdikten sonra yönetmen, anarşizm tarihindeki trajik kayıplardan Salvador Seguí suikastini “anarşistlerin birbirini öldürmesi” olarak gösteriyor.
Burada kısa bir parantez açarak Seguí’nin kim olduğuna değinelim. 1887 yılında doğan Seguí, kısa süre içerisinde mücadele azmi, kararlılığıyla CNT içerisindeki en aktif devrimcilerden biri haline geldi. Grevlerin ve direnişlerin bu uzlaşmaz figürü, İspanyol kapitalistlerinin anarşist hareketi bastırmak için başlattığı saldırı dalgasının kurbanı oldu. 10 Mart 1923 günü, Kral XIII. Alfonso’nun tuttuğu kiralık katiller tarafından güpegündüz vurularak katledildi. İşverenler Federasyonu Başkanı Felix Graupera’nın isteğiyle gerçekleşen katliam, anarşistlerin kapitalizme ve faşizme karşı güçlü mücadelesini bastırmak için gerçekleştirilmişti. İspanya’da yaşayan ve filmi izlemiş bir yoldaşımızla konuştuğumuzda, bu gibi durumların, faşistlerin bizim aramızdaki sohbetlerden “aşırdığı” bazı hikayeleri, böyle yapımlardaki karalamalarla değiştirerek tekrar karşımıza çıkardığından bahsediyor.
Filme dönecek olursak, ana karakter Anibal Uriarte’nin polislerle kurduğu ilişkinin de bir istihbarat faaliyeti olarak ortaya çıkmasıyla beraber, işlerin biraz daha farklılaşmasıyla karşılaşıyoruz. Film boyunca izlediğimiz “şiddet dolu anarşistler”, “İspanya’daki hiçbir şeyi kontrol edemeyen basiretsiz polisler”, “uyuşturucu, silah kaçakçılığını elinde tutan ve devlet güçleri tarafından da kollanan kapitalist baronlar” arasında, Uriarte’ye emir veren pirüpak bir taraf bırakılıyor.
Bu taraf kim mi dersiniz? Devrimi isyan çıkararak bastırmaya kalkışan, ülke dışındaki faşist ittifak tarafından finanse edilen, dini ve kapitalist ideolojisiyle İspanya’yı onlarca yıl boyunca devlet şiddetiyle baskılamaya çalışan; bu baskıyı katliamlarla, suikastlerle, tutuklamalarla somutlayan ordu ve ordunun ileri gelenleri…
Evet yanlış duymadınız, filmin başından sonuna dek bütün olumsuzlukları anarşistlere, polise ve patronlara yükleyen yönetmen, yalnızca “darbe yapmak zorunda kalan” orduyu ayrı bir kefeye koyuyor. Filmin başından sonuna estirilen darbe rüzgarı, darbe olmasın diye “asayişi” sağlamaya çalışan, filmin tek “iyi” karakteri üzerinden anlatılıyor.
Yönetmen, filmin ardından yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen “O günlerde İspanya tarihini yazan toplumsal olayların, bugün de farklı varyasyonlarla devam ettiği”ne dair soruya şöyle cevap veriyor: “O zamanların spesifik bazı taleplerinden kadınlar için oy hakkı, fabrikalarda çalışma saatlerinin azaltılması veya çocuk işçiliğine son verilmesinin uzun zaman önce yerine getirildiği ve bir rahatlama yaşadığımızı söyleyebiliriz.” diyerek aslında artık bütün bunların aşıldığı mesajını veriyor. “O zamanlar hayatlarını feda eden sendikacılarımız vardı, bugün sendikalar burjuvalaştırıldı.” diyerek dalga geçer gibi manipüle ettiği, geçmişin mirasıyla mücadeleye devam eden sendikaları “burjuva” olarak karalamaya kalkıyor.
Sözün özü, filmin anlatım tekniklerine, sanatsal değerine vs. yoğunlaşmamıza izin vermeden, kara propaganda temalı filmler listemize almamıza yetecek kadar verinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci mücadeleler sinemada, televizyonda, popüler birer nostalji olarak sıklıkla yer alıyor. Bu yapımları seyrederken dikkatli bir gözle bakmakta ve gerçeklerle karşılaştırmakta fayda görüyoruz.
Jorge Martin – Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Günümüzde en çok okunan gazetelerden birinin sloganı ise şu: “Milli İradenin Sesi”. Aradan geçen on yıllardan sonra gelinen durumu özetlemeye bu örnek tek başına bile yeterli. Gazetesiyle, televizyon kanallarıyla, sosyal medya araçlarıyla medya günümüzde öyle bir konuma geldi ki, okuyucusu, izleyicisi ya da takipçisi olan “halk”, olaylara yüzeysel yaklaşır, derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmez, iktidarın belirlediği ölçülerin ve sınırların dışına çıkmaz oldu. Hatta bizzat onun biçimlendirdiği bir ortama hapsoldu. Magazin programları ile iç içe geçmiş haber bültenleri, üçüncü sayfadan farkı olmayan gazetelerin ana sayfaları bu ortamı adım adım hazırladı. Medyatik karakterlerin hemen her gün bir yenisi eklenen sansasyonları, acar paparazilerin mide bulandırıcı hikayeleri medyayı kapladı. Başka bir seçenek ortaya konulmayınca da bu tarz programların izleyicisi, takipçisi arttı. Hatta beğenilir, aranılır hale geldi. Bu durum reyting de alınca, bu tarzın devamı geldi ve daha da yaygınlaştı. Medya kendi işine geleni, “halk bunu istiyor” diyerek yeniden ve yeniden dolaşıma soktu.
Medya için “ehil olmayanların eliyle kültürleri medyatikleştirdi” gibi bir eleştiri yapılsa da, aslında planlı bir biçimde, ilmek ilmek, eğlenceyi düşünceye, magazini siyasete tercih etti ve kendi sistematiğine uygun biçimde, medya ile doğan ve onunla var olan, günümüzün popüler karakterlerini imal etti.
İnsan ilişkilerinde kapitalizmle beraber başlayan çözülmenin göstergelerinden biri popülerleşme. Popülerleşme ile meşhur olanla olmayan, gözde olanla olmayan gibi pek çok ikilikler kurulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu ikilik aslında toplumda var olan ezen-ezilen ikiliğinin bir biçimde sürdürülmesini sağlamanın yanı sıra onu gizlemenin de bir yolu olmuş. İşte bu noktada popülizm karşımıza çıkıyor.
Nedir Popüler Olmak?
“Meşhur sanatçı, ünlü manken, aranan futbolcu, dünyaca tanınan müzisyen, gözde haberci, başarılı iş insanı, güzel sporcu, deneyimli siyasetçi, duayen gazeteci, yıldız oyuncu, beğeniyle izlenen dizinin yapımcısı.”
Hemen her gün gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda görüp radyolarda işittiğimiz, sosyal medyada karşımıza çıkan bu ifadeler ve tanımlamalar, eğer yaşadığımız dünya küçük bir köy olsaydı, anlamını yitirecekti. Öyle ya, küçük bir köyde, meşhur olmanın bir karşılığı bulunmayacaktı ve dolayısıyla kimse meşhur da olamayacaktı, yıldız da. Ama günümüzde “küresel köy” haline gelen dünyamızda bu tanımlamalardan kurtulamıyoruz. Modern yaşantı bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bu gösteride hep var olmak, her zaman ilgi görmeye ve popüler olmaya bağlı. Sahnede herkese yer olmayınca da izleyici olanlara sahneye çıkma hayalleri ile avunmak kalıyor.
Elbette “popüler” olan da kendini, “halk böyle istiyor” diye tarifliyor. Peki eğer öyleyse, halkı bu ortaklaşmaya iten etmenler neler?
Halk sözcüğü tarih boyunca bir yerde yaşayanların tümü, ahali, millet, ulus gibi farklı anlamlarda kullanıldı. Halktan yana olmak anlamına denk düşen popülist ise, ilk başlarda seçkinlere karşı bir duruş olarak nitelense de günümüzde ulusalcılıkla beraber anılıyor. Halkın genel görüşünü yansıttığını savunan popülist medya da aslında farklı düşüncelere kapalı, çoğulculuk karşıtı bir profil çiziyor. Bu da ister istemez tek bayrak, tek vatan örneğinde olduğu gibi kendisini ırkçılığa kadar vardırabiliyor. Haber alma araçlarının biçim ve içerik değiştirmesiyle medya, sunduğu haberlerin arasına mehter marşını ya da İzmir Marşı’nı katarak tam da bunu yerine getiriyor.
Popülizm iktidar ile birebir ilişkilidir zaten. “Siyasi iktidarı kazandık ama kültürel iktidarı henüz kazanamadık” denmesinden sonra oluşturulan Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na çağrılan isimlere bakacak olursak bu daha iyi anlaşılır. “Tarihin Arka Odası” isminde popüler bilim-tarih programı yapan Murat Bardakçı, yine popülist söylemleriyle “ülkemizde söylenildiği kadar baskı olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha açık bir toplum görmedim ben. Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar” sözlerini sarf eden oyuncu Hülya Koçyiğit, söz konusu Kurul’a atananlara yalnızca birer örnek. Bu isimlerin Saray’daki görüntülerini servis eden medya hem AKP iktidarının kültürel ayağını oluşturmasında üstüne düşeni yapıyor, hem de bu kurula çağrılanları “halkını düşünen sanatçılar” nitelemesiyle ayırarak bu kurula çağrılmayanları ötekileştirerek, hatta düşmanlaştırarak kendi popülist politikasını sürdürmüş oluyor.
Hadi bunu geçtik diyelim, görevi kültür ve sanat alanında politika belirlemek olan, bunun için maaş alan aynı Hülya Koçyiğit, HDP önünde bekleyen ailelere destek ziyaretinde bulunarak kameralara poz veriyor, tam da popülistlik yapıyor.
Bunlar ne yazık ki, Koçyiğit’le sınırlı değil. Öyle popüler/popülist kişiler türedi ki, sabah haberlerinde, magazin programlarında, evlilik yarışmalarında ve hatta maç yorumlarında bile karşımıza çıkıyor ve hemen her konuda konuşup halka tercüman olduklarını iddia ediyorlar. Ama aslında yaptıkları çözüm olmaktan ziyade gündemleri konuşarak tüketmek. Bu kişiler neticede var olan siyasi iktidarın çizgisinde hareket ederek ona bir meşruiyet alanı kazandırıyor.
Farklı bir meşruiyet alanı kazandırma çabasını bir süredir Sabah Gazetesi de yapıyor. Bugüne dek hoşlaşmadığı hatta karaladığı kesimlerden popüler isimlerle yapılmış uzun röportajlara yer veriyor bu gazete. Görece sisteme muhalif düşünceye sahip bu insanlar konuşmalarında “ülkenin ve milletin iyiliğini” isteyen ifadelere yer veriyorlar. Bunlar doğrudan Erdoğan’ı ya da AKP’yi öven ifadeler olmasa da, bu röportajların bütünündeki sistematiğe bakıldığında “ülkenin ve milletin bekası” söylemini yükselten ve bu damardan oy toplayan Erdoğan’ın kazançlı çıktığını söyleyebiliriz. Okuyucuda herkesin milletin bekasını düşünüyor olduğu hissinin yaratılması popülizmin tam da istediği bir şeydir.
Her zaman bu kadar aleni olmasa da, popülizm, yalnızca dikkat edildiğinde fark edilecek boyutlarda, diziler yoluyla da giriyor hayatlarımıza. Örneğin Diriliş Ertuğrul, Payitaht, Kut’ül Amare gibi dizilerdeki karakterlere bakalım. Bu dizilerdeki başkarakterler her nedense Tayyip Erdoğan’ı andırıyor, anlatılan olaylar da sanki günümüzde geçiyor. Bu popülizm o kadar rahatsız edici boyutlarda ki, içerden birisi olan Semih Kaplanoğlu bile 3. Milli Kültür Şûrası’nın Sinema Radyo Televizyon Komisyonu’ndaki konuşmasında “Yok böyle bir tarih, yok böyle bir Abdülhamid, yok böyle bir saray. Reyting uğruna Abdülhamid’den televizyon yıldızı çıkaramazsınız” diye veryansın etti.
Gerçekten de dizinin ilk bölümlerinde canlandırılan bir cuma namazı sırasında Abdülhamid’e suikast sahnesi ve sonrasında yaşananlar, öylesine 15 Temmuz gününe benzetilmiş ki, bunun bir tesadüf olmayacağı ortada.
Netflix dizileri ise bu işin dünyada nereye vardığına iyi bir örnek. Hemen her kıtada 150 milyon abonesi olan Netflix, yapay zekâ teknolojisinden de faydalanarak abonelerinin izleme alışkanlıklarını inceliyor ve onlara film ve dizi öneriyor. Bu “hizmeti” müşteri memnuniyeti adı altında yaptığını iddia etse de, popüler olanı belirleyip buna göre diziler tasarlayarak, para kazanmanın kolay bir yolunu bulmuşa benziyor. Böylelikle Netflix, örneğin Çernobil gibi dünya üzerinde milyonlarca insanı etkilemiş “popüler” bir nükleer katliamı anlatan diziyle kendi “popülerliğini” de sürdürmüş ve artırmış oluyor.
İtalya’nın Po Ovası’ndaki çeltik tarlalarında çalışanların hep birden söyledikleri ve sonraki yıllarda anti-faşist bir marşa dönüşmüş olan Bella Ciao isimli halk şarkısını gene bir başka Netflix yapımı olan La Casa De Papel dizisinde bolca işittik. Bu dizinin ulaştığı milyonlar sayesinde bu parça öyle tanınır oldu ki, sanki Bella Ciao sırf bu dizi için bestelenmiş bile zannedildi. Öyle ki, devrim desen yirmi metre uzaklaşacak bir karakter olan Hilal Cebeci dahi bu parçaya klip yapmakta bir sıkıntı görmedi. Üstelik kendi popülerliğine popülerlik kattı. Yani herkes kazandı, halk dışında!
Kimin borusu?
Bu son iki örnek popülizmin şu tehlikesini de gözler önüne seriyor. Popülizm yalnızca bugünle müsemma bir şey değil, geçmişin tahribiyle de kendini var eden bir kavram. Bakılınca, tarihin de yeniden yazımının söz konusu olduğu ortada. Artık ne Çernobil, ne de Bella Ciao bildiğimiz şeyler olarak sunulmuyor. Bambaşka bir biçime dönüştürülmüş durumdalar. Gerçi medya kendi yarattığı ve popüler yaptığı kimi karakterlerle zaten bunu sürdürüyor. Tarihi İlber Ortaylı’dan, sağlığı Canan Karatay’dan, futbolu da Arda Turan’dan öğrenmeye alıştık bile.
Bir tarafta, halkın nabzını tuttuğunu iddia eden, haber bültenleri, tartışma programlarıyla halka “istediğini veren” medya diğer tarafta ise, herkesin izlediği televizyon kanalını izleyen izleyici. İzleyici, böylece kendini genelin bir parçası gibi hissetmekte, bu genele uyum nedeniyle de başının ağrımayacağını düşünmekte. Elbette bunda kazanan gene iktidar oluyor.
Görece bağımsız ve tarafsız haber ve yayın yapan gazeteciler, programcılar, yayıncılar her dönem mevcut olsa da, bütününe bakıldığında, medya, patronların ya da siyasetçilerin at koşturduğu, onların egemen olduğu bir yer. Medyayı elinde bulunduran patron ya da siyasetçinin ideolojisine uygun haberleriyle dolu, onlara övgüler düzen, gerçeği ya hiç göstermeyen ya da çarpıtan medyanın etkisinde kalan halk neyi isteyebilir?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Medya’da Popülizm – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çukurlara Gömülmek – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Adalet, ellerini kollarını sallayarak, üstelik güpegündüz silahlarla mekan basan Yamaç ya da Cio’lar tarafından sağlanır olmuş. Devrimci şarkılar Netflix dizilerinde ya da popçu şarkıcıların kliplerinde söylenir olmuş.
Metin Oktay’ın Deniz Gezmiş’in idamını engellemek için imza topladığı günlerden Arda Turan’ın popçu Berkay ile yumruklaşmasıyla gündeme geldiği bu günlere arada uzun bir dönem var. Vakti zamanında “kula kul edene yazıklar olsun” diyen Orhan Gencebay, kula kulluk etmeye başladı. Toplumsal gerçekçi sinemanın başyapıtlarından olan Düğün, Gelin, Diyet üçlemesinin oyuncusu Hülya Koçyiğit, şimdilerde gözleri kör olmuşcasına bu topraklarda herhangi bir baskı olmadığını söyler hale geldi.
Toplumsal muhalefetin canlı olduğu, işçilerin İzmit’ten Tekirdağ’a fabrikaları kapatıp sokağa çıktığı, öğrencilerin üniversiteleri boykot ve sonradan da işgal ettiği, 1 Mayıs’larda 500 bin kişiyle buluşulduğu günler geride kaldı. Sıkıyönetimler, darbeler, OHAL’ler, 24 Ocak’lar, 12 Eylül’ler, 15 Temmuz’lar derken sokak suskun kaldı. Sokakla birlikte bütün bir sosyal yaşam da, kültür ve sanat da köşeyi dönmek isteyenlerin eline kaldı.
Suskunluğun Yerini Popüler Kültür Aldı Ya Da “Herkes Kanguru Sanki”
Bir nevi Godfather uyarlaması sayılabilecek Çukur, iddialı kadrosuyla başladığı birinci sezonun ardından yeni sezonda da çok izlenen dizilerin başında. Bir mahalledeki güç ve iktidar savaşları ekseninde süren öyküsü ve karakterlerin diyalogları zaman zaman izleyenlerin yüreğine su serpiyor. Polisin giremediği ve adaletin kendi usulünce sağlandığı bir kurtarılmış mahalle görüntüsü çizen Çukur, tüm değindiği kavramların, -adının anlamında olduğu gibi- içini boşalttıkça büyüyor.
Çukur’un daha illegal ve taşra hali olarak adlandırabileceğimiz 01 dizisi de ellerinde otomatik silahlarla mahalle aralarında gezinen kabadayıların boy gösterdiği bir arka sokak hikayesi.
Okunan kitap veya gazetelerin bile delil sayılarak suçlama konusu yapıldığı; uzun yıllar iddianame bile olmadan hapisanede yatırılan gençlerin olduğu bir coğrafyadayız. Ama aynı coğrafyada ellerini kollarını sallayarak, üstelik güpegündüz silahlarla mekan basıp insan cezalandıran, kendilerince adaleti sağlayan ve mahallelerini (ve mahallenin namusunu) koruyan Yamaç ya da Cio olmaya özendiriliyoruz.
“Bireysel Herkes, Değil Organize”
Yine Çukur’da da şarkılarını duyduğumuz Gazapizm’in yayınlanan son klibi ise hep Miami’de, Alpler’de olanlara, jet ve helikopterlere binenlere “öfke”sini doğrudan silah doğrultarak çıkarıyor ve soruyor: “kafanıza silah dayalı, bakalım ne yapabileceksiniz!”. Bu sözler elbette evine bir lokma ekmek götürme derdi yüzünden patronların ağız kokularını çekmek zorunda kalan ezilenlerin hoşuna gidiyor. Kim düşünmemiştir ki bu zengin züppelerine hadlerini bildirmeyi? Ama sesini çıkaramazsın, şikayetçi olamazsın. Hele sendikalı, örgütlü hiç olamazsın. Çünkü işinden de olursun, durduk yere!
Ama şimdi Gazapizm çıkmış içimizden geçenleri söylüyor. Ne iyi! Eşlik edersin ona, sıkarmış gibi yaparsın silahı klibi izlerken, hem de örgütlenmene gerek olmadan. Çünkü “bireysel herkes, değil organize!” Sonra… Sonra klip biter, işinin başına dönersin! Rahatlamış olarak!
Berlin, Tokyo, Helsinki ve Cebeci
İşte böylesi bir ortamda söylediği “Bella Ciao” şarkısına bir hafta arayla iki farklı klip hazırlayan Hilal Cebeci bile babasının devrimciliği üzerinden kendisini savunmaya çalışıyor. Yüzyıllar önce İtalya’nın kuzeyinde Po Ovası’ndaki tarlalarda zor koşullarda pirinç toplayanların çalışırken mırıldandıkları ve zamanla bir direniş ve isyan şarkısı haline gelen Bella Ciao’ın Cebeci tarafından söylenmesi tartışmalara yol açıyor.
Cebeci’nin bu şarkıyı La Casa De Papel isimli dizide işitip beğenmesi ve sonra kendisinin söylemeye ve klip yapmaya karar vermesi kuvvetle muhtemel. Öyle ya, yıllarca birçok eylemde, direnişte, grevde çalınan ve söylenen Bella Ciao da sokaktan koparıldı, dizilerin katkı malzemesi yapıldı! Gerçekten de, Bella Ciao şarkısı, bir darphane soygunu planlayan 8 kişi ve bir “profesör”ün öyküsünün anlatıldığı La Casa De Papel’de sıkça işitildi. Bu durum, dizinin izleyicilerinin de hoşuna gitmiş, hatta şarkı, dizinin muhalifler tarafından da beğenilerek izlenmesini sağlayan bir etki yaratmıştı. Öyle ki, dizide bu büyük soyguna girişenlerin devrimci oldukları düşünülür olmuştu.
Gününün 8-10 saatini hatta daha fazlasını kapitalist şirketlerde geçirmek zorunda kalan mavi yakalılar, beyaz yakalılar, bu dizi sayesinde sistemin en büyük para merkezini ele geçirdiklerini, sisteme büyük zarar verdiklerini düşüne dursun; dizinin haklarını satın alan ve dünya çapında dağıtımını yapan Netflix, diziler ne kadar çok izlenirse, ne kadar çok kişi Netflix bağımlısı olursa, o kadar daha kazancına kazanç ekliyordu. Asıl soygun buradaydı.
Kapat, Kapat!
Bu sayılan örnekler yalnızca birkaçı. Sokaklar boş, meydanlar sessiz kaldıkça; kültürel ve sanatsal anlamda sistemden bağımsız alternatifler yeterince üretilmedikçe, yaygınlaştırılmadıkça; var olan isyanımızı, öfkemizi katarak mırıldandığımız ezgilerimizin de elimizden alınma tehlikesi var. Farkındalığımızı artırmazsak, adaletsizliklere karşı mücadele etmezsek, yaşamın her alanında var olup üretmezsek, bir dizi karakterinin gelip bizi kurtarmasını beklemeye devam ederiz. Oysa dizilerin, medyanın, popüler kültürün amacı bizi kurtarmak değil, içerisine itildiğimiz tutsaklığın sürekli olmasını sağlamak. Çünkü onlar ancak böyle varolabiliyorlar. Yarattıkları sanal, gerçek olmayan dünyadan uzaklaşmak kolay olmasa da, kumandanın kapat tuşuna basmak bunun ilk adımı olabilir.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Çukurlara Gömülmek – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post MİT İnternet Yayıncılığına da Bulaştı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eğer söz konusu taslak yürürlüğe girerse, internet üzerinden yayın yapma lisansı alabilmek için MİT ve Emniyet’ten izin alınması gerekecek. Radyo ve televizyon yayıncılığını da kapsayan taslak, internetten yayın yapan Netflix ve BluTV gibi platformları MİT’in ellerine bırakıyor.
Böylece internet yayını yapan platformlar da tıpkı televizyonda olduğu gibi sansüre uğrayabilecek. Sansürlenmesi gereken yerlere “bip” ya da mozaik uygulamayan platformlar ve kanallar doğrudan mahkeme kararıyla kapatılabilecek.
The post MİT İnternet Yayıncılığına da Bulaştı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>