The post Ödüllendirilen Açlık appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kuruluşu ve Amacı
Program, Birleşmiş Milletler’in 1960 yılında Gıda ve Tarım Örgütü Konferansı’ndan sonra ABD’deki Food For Peace (Barış İçin Gıda) programının direktörü George McGovern’ın önerisiyle, “doğal afetler, savaşlar gibi nedenlerle yaşanacak acil ve insani gıda ihtiyaçlarını gidermek” amacıyla 1961 yılında Roma’da kurulmuştur. İlk faaliyetini 1963 yılında gerçekleştirmesinden sonra 1965 yılında kalıcı olarak çalışmaya başlamıştır. Dünya üzerindeki açlığı sıfıra indirmeyi amaçladığı söylenen programın 2018 yılı için açıkladığı raporda belirtilen en büyük finansörlerinden ikisinin dünya üzerindeki açlığı yaratan başlıca güçlerden ABD ve AB olduğu bilinmektedir.
Sorunlu Ortaklıklar
2001’den günümüze değin ABD’nin Afganistan’a, 2003’te Birleşik Krallık ile birlikte Irak’a saldırmasının ardından yıllar sonra dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nı yürüten Condoleezza Rice, her iki saldırının da bu ülkelere demokrasi götürme amaçlı yapılmadığını açıklamıştı. Saldırının hemen ardından WFP Irak’a insani yardımları TC üzerinden ulaştırmıştı. Aynı dönemde WFP ile pazarlığa oturan TC, 1998’de kapatılan temsilciliği 2003 yılında tekrar faaliyete sokmuştu ve 31 Aralık 2004’te insani yardımın son bulmasıyla temsilcilik işlevini yitirmişti. WFP’nin 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nde Irak’ın önemli ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu belirtmesinin yanında, nüfusunun yarısından fazlasının yoksulluk sınırında yaşadığı satırları da yer almaktadır. WFP’nin de Irak’ta yaşanan savaş kaynaklı yoksulluğu, bu yoksulluğa sebep olanların sağladığı fonlarla kapatmaya çalıştığı gözlemlenmektedir.
WFP’nin bir başka sorunlu ortaklaşması ise Türkiyeli şirketlerle gerçekleşmektedir: Eczacıbaşı ve Limak Holding. Bu şirketlerin yanı sıra Gates Vakfı’nın da yer aldığı Sosyal Kalkınma Amaçları Etki Hızlandırıcı Programı çerçevesinde geçtiğimiz yıl 6-8 Temmuz’da İstanbul’da gerçekleştirilmiş olan bir etkinlikte “Hedef, yerlerinden edilmiş kişilere yardım etmek, dezavantajlı kitlelere destek vermeye odaklanıyoruz; mültecilerin potansiyeline inanmalı ve yatırım yapmalıyız.” gibi söylemler ön plana çıkmıştı. Başta Suriye’ye yönelik olmak üzere dahil olduğu savaşlar sebebiyle insanların yerlerinden edilmesinde rol alan TC’nin kendisine yakın olan bu şirketler vasıtasıyla göçmenlerin yaşadığı sorunların giderilmesine yönelik programa dahil olmaya çalışması, devletlerin ve BM’nin çokça yaşadığı türden çelişkilere bir başka örnek olmuştur.
Ayrıca daha sorunlu bir başka WFP ilişkisi BM’nin benzeri programlarının da daimi finansörü olan Bill ve Melinda Gates Vakfı ile kurulmuş olandır. Gates Vakfı’nın çeşitli kapitalistlerin de desteğiyle GDO’lu tohumları yaydığı ve bunu biyoteknoloji adıyla maskelemeye çalıştığı bilindiği halde Dünya Gıda Programı’yla tekrar bir etkinlikte buluşması dikkat çekicidir.
Yeşil Devrim ve Gates Vakfı
Yeşil Devrim, 1960 yılından sonra geleneksel tarım yöntemlerini sönümlendirip genetiği değiştirilmiş tohumları ve bu tohumlardan elde edilecek üretimi destekleyen bir süreçtir. Elde edilecek üretimler hususunda ise geleneksel tarıma oranla daha çok gübre ve suya ihtiyaç duyulmaktadır. İhtiyaç duyulan suyun ekim için kullanılmasından kaynaklı olarak içilebilir su kıtlıklarının yaşandığı ve bununla birlikte yerel üretimin Yeşil Devrim sürecinde yok olduğu veya derin hasarlar aldığı bilinmektedir. Bu süreç ekilebilir alanın arttırılmak istenmesiyle birlikte var olan ormanların yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Geleneksel tarım yöntemleri suyun daha verimli kullanılmasına ve yer altı varlıklarının kendini dengelemesine olanak tanırken yeni sistem ihtiyaçlarının karşılanması adına var olan yer altı ve yer üstü varlıklarının sonuna kadar sömürülmesi gerekliliğine dayanmaktadır. Dolayısıyla Yeşil Devrim ile birlikte su kıtlığının daha fazlalaşmış olduğunu söylemek mümkün.
Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın bahsi geçen Yeşil Devrim’in neresinde yer aldığına gelecek olursak Bill Gates’in bahsi geçen ilişkiler ağında bilindiği kadarıyla fon sağlayıcı konumda olduğu görülmektedir. Zira bu bağlantıyı kendisi de yalanlamamış, hatta genetiği değiştirilmiş tohum ve bitkilerin iklim değişikliklerini telafi ettiğini öne sürmüştür. Fakat Yeşil Devrim ile birlikte öne çıkan bu tohumların kullanılması Hindistan ve Meksika gibi ülkelerde kuraklığı arttırmışken Gates Vakfı’nın aynı yöntemleri kullanmayı düşünerek dahil olduğu AGRA’nın (Growing Africa’s Agriculture) farklı bir sonuç vermesi düşünülemez.
Çözümsüzlük
WFP’nin insani yardım adı altında gündem ettiği gıdaya erişim konusu, yazıya başlamamızdaki en önemli nedenlerden biriydi. Peki WFP gıdaya nasıl erişmektedir? WFP’nin dağıttığı gıdaya erişimi BM’nin açtığı ihaleleri gerekli kuruluşlarla ilişkilendirmesiyle başlayıp kabul edilen ihracatçı firma veya kuruluştan istenilen gereksinimlerin temin edilmesiyle son bulan bir süreçtir.
BM bu ihalelerde çocuk işçi çalıştırmama, silah kaçakçılığı yapmama gibi belirli kriterleri gözettiğini belirtmektedir. Fakat konu kendisine fon sağlamak olduğunda bu kriterleri gözetmemesi BM’nin temel çelişkisini ortaya koymaktadır. Bu çelişki yerkürenin farklı coğrafyalarında ortaya çıkan toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasi sorunların yaratılmasındaki payının büyüklüğü ile ilişkilidir.
BM böylesi öncelikleri her yerde gözetmeyerek halihazırda çözümü sağlayamayacağını itiraf da etmiş olmaktadır. Açlığı yaratan ve savaşları başlatanlardan yine açlığı dindirmesini ve savaşları bitirmesini beklememek gerektiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Nobel Vakfı’nın da açlığın, yoksulluğun, savaşın çözümündeki katkıları sebebiyle verdiğini iddia ettiği ödül esasında sorunun kendisine; açlığa, yoksulluğa, savaşa verilmektedir. Açlık ödüllendirilmektedir.
Sergen Saka
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ödüllendirilen Açlık appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.
Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.
2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.
Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?
Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.
Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.
Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nobel’in Göremeyeceği, Kapitalizmin Çözemeyeceği Şey Nedir? – Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1800’lerde Almanya Baden’de nöroanatomist Franz Joseph Gall, kafatasının şeklinden bireyin karakterinin ve bu karakterin düzen dışı olup olmadığının tespit edilebileceğini iddia etti. Bu saçma sapan iddia, bilim dünyası tarafından önce frenoloji adıyla bir bilim dalı olarak kabul edildi; 1850’lere gelindiğinde ise bir bilim dalı olmaktan çıkarıldı.
1900’lerde İngiltere Birmingham’da Francis Galton, İngiliz halkının dünyadaki diğer halklardan daha başarılı ve akıllı olduğunu iddia etti. Galton, İngiliz halkının çoğalmasının insanlık için önemli olduğunu savundu. Bu saçma sapan iddia da Birleşik Krallıkça kabul edildi. 1954’de ABD’li James Watson, İngiliz Galton’u da aşarak farklı coğrafyalarda yaşayan insanların beyinleri arasında farklılıklar olduğunu iddia etti. İddiası, beyaz ırktan olan insanların, diğer insanardan akıllı olduğu savına dayanıyordu. James Watson, DNA’da ikili sarmalı bulan bilimci olarak Nobel ödülü aldı. Nobel ödülü almasıyla beraber Harvard Üniversitesi’nde biyoloji profesörlüğüne getirildi. Irkçı iddiaları eleştirilmedi.
2010’larda, yani günümüzde, ABD Kaliforniya’da Elizabeth Sowell, zenginlerin beyinlerinin, fakirlerin beyninden büyük olduğunu iddia etti. Bu iddia da büyüklük akıllıkla eş değerli tanımlandı. Bu iddiayı bilimsel bir teoriye dönüştürmek için, 2000’e yakın denek üzerinde senelerce araştırmalar yapıldı. Araştırmaya farklı üniversitelerden katılan nörologlar, psikiyatristler ve psikologlar, iddiayı yani “fakirliğin beyin gelişimini olumsuz etkilediği” savını onayladılar. Perinatologlar biraz daha geriye giderek, zenginin ve fakirin beyinleri arasında gebelikten itibaren fark görüldüğünü; fakir annenin zengin anneye göre yaşadığı beslenme bozuklukları ve sürekli stresin, bebeğin beyin gelişimini yavaşlattığını açıkladılar. Genetikçiler daha da geriye giderek, fakirlerin beyninin küçüklüğünün, kuşaktan kuşağa aktarılan genlerle sürebileceğini araştırmaya kalkıştılar.
1840’larda bilimin ilkeleri yeni yeni oluşmaktaydı. İlkelerin içinde kullanılan yeni kavramlar da birer birer açığa çıkıyordu. Pseudoscience kavramı da böyle bir kavramdı. Kelime anlamı “sahtebilgi” olan bu kavram, bilim dünyasınca sahtebilim olarak kullanıldı. Bilim dünyası saçma sapan önermelerle oluşan her tezi, bilimsel kabul etmeyeceğini böylece gösteriyordu. Ama Alman Franz Joseph Gall, İngiliz Francis Galton’un ırkçı tezleri oldukça uzun zaman sonra Pseudoscience olarak kabul edildi. Daha da beteri, ABD’li James Watson’un aşırı ırkçı tezleri, DNA sarmalını bulması ve Nobel ödülü alması sayesinde asla Pseudoscience kabul edilmedi. Çünkü bilim, beyazların uydurma tezlerine “bunlar uydurma” diyemeyecek kadar beyazdı. Bu, ırkçılığın yanı sıra, sınıfsal çelişkinin de bir etkisiydi.
Dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasındaki renk farkı, aynı anlayış için sınıfsal bir farkı da belirginleştiriyordu. Bu, ırkçı ve burjuva bilimcilerle benzer yaklaşımını sürdüren Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının yaptığı araştırmadan şunu çıkarabiliriz: “Zenginler akıllıdır fakirler aptal. Ama fakirler de zenginleşirse akıllanabilirler.” Tam da böyle söylüyor Elizabeth Sowell. Fakirlikten tiksinip zenginliğe imrenen her fakir, zengin olmak için daha çok ve daha çok çalışacaktır. Fakirler çalıştıkça zenginler de daha rahat yaşayacaklardır. Bu araştırma, doğuştan eşit olmadığımızı, zenginleşmek için her şeyin mübah olduğu bir dünyayı meşrulaştıran bir araştırmadır. Ve diğerleri gibi bu araştırma da bilim dünyası tarafından bilimsel kabul edilecektir. Bilimsel araştırmalar karmaşıktır ve karmaşalarının arkasında ırkçılık, faşistlik ve sömürgecilik gibi iktidar kavramları saklıdır. Bu araştırmayı anlamamız için bilim dünyasının uydurma bilgilerine ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan iktidarın bencil, rekabetçi, sömürücü davranışlarını yaşayarak bilmektir. Bunu anlamak için de ezerek bolluğuna bolluk katan zenginlerin “aklı” değil; fakirlerin “aptalca” yaptığı paylaşma ve dayanışma ve ezilmişliğiyle artan öfkesini yaşamak gerekir. Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının bilimsel araştırmalarla anlayamayacağı – yaşayamayacağı- da budur.
Bilim dünyasının yeni iddialara ve tanımlara ihtiyacı varsa; ben de bilim dünyası için bu makalemle yeni bir kavram tanımlıyorum. İddiam şudur ki; bilim tüm canlılara yani yaşama anlam katamayacak kadar *archoscientik’tir.
Archoscientia: İktidarcıbilim.
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>