The post 5 Başkan + 1 Lady Gaga = 31 Milyon Dolar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Teksas, Florida, Louisiana, Porto Riko ve Virgin Adaları’ndaki afetzedelere yardım toplanması için Teksas’ta bir üniversitenin ev sahipliğinde düzenlenen konserde, 5 eski başkan 2013 yılından bu yana ilk kez yan yana görüldü.
‘Deep From The Heart’ ( Yüreğin Derinliklerinden) adı verilen, Irma, Harvey ve Maria Kasırgaları mağdurları için gerçekleştirilen gecede 31 yaşındaki şarkıcı, ABD eski başkanlarından Jimmy Carter, George H.W. Bush, Bill Clinton, George W. Bush ve Barrack Obama’yla aynı sahneyi paylaştı. ABD Başkanı Donald Trump’ın video mesaj gönderdiği gecede, eski başkanların yardım çağrıları sonrasında 7 Eylül’ den bu yana 31 milyon dolar bağış toplandı.
Gaga’nın sahne aldığı geceye, Başkan Trump ise konser sırasında yayınlanan bir tebrik videosu ile katıldı. (Seçimlerde Hillary Clinton’ı destekleyen Gaga, Clinton için oy istemiş; Trump’ın seçimi kazandığının açıklanmasının ardından da tek başına Trump Tower önünde çıkmış ve siyah giyinip, “Sevgi Nefreti Yener” yazılı bir döviz açarak Trump’ı protesto etmişti.)
7 eylül’den bu yana süren kampanyayı desteklemek amacıyla gerçekleştirilen geceye katılan ve 31 milyon dolar toplanmasına aracılık eden eski başkanların ve Lady Gaga’nın servetleri ise 2015 yılında şu şekilde:
Bill Clinton- 80 milyon dolar
George W. Bush- 35 milyon dolar
George Herbert Bush- 25 milyon dolar
Barrack Obama- 40 milyon dolar
Jimmy Carter- 5 milyon dolar
Lady Gaga- 275 milyon dolar
Konsere dışarıdan destek veren Donald Trump’ın serveti ise 3.7 milyar dolar
(Bu kasırgaların sonucunda oluşan maddi hasarın ise 200 – 300 milyar dolar civarı olduğu tahmin ediliyor.)
The post 5 Başkan + 1 Lady Gaga = 31 Milyon Dolar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Başkanlığında “Demokrat” Olmadı Son Anda “Demokrat” – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İsrail’in işgali altındaki Filistin topraklarında yasadışı tüm yerleşim faaliyetlerini “derhal ve tamamen” durdurmasını talep eden karar tasarısı, ABD’nin ilk defa çekimser oy kullanmasının ardından 14 oyla kabul edildi.
Karar tasarısı Mısır tarafından hazırlanmasına rağmen daha sonra tasarı üzerinde görüşmelerin devam edilebilmesi için oylamanın ertelenmesi talebinde bulunmuştu. Mısır’ın geri adımı, ABD’nin 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturacak olan Trump ile Sisi arasındaki görüşmenin ardından gelmişti. Müstakbel başkan Trump ise Obama yönetimini karar tasarısını veto etmeye çağırmıştı. Mısır’ın bu geri adımı üzerine tasarı, tasarıya destek veren Yeni Zelanda, Malezya, Venezuela ve Senegal tarafından Güvenlik Konseyi’ne getirilerek oylama sonucunda kabul edildi.
Kararda “İsrail hemen ve tamamen, Doğu Kudüs de dahil olmak üzere, işgal altındaki Filistin topraklarında tüm yerleşim yeri faaliyetlerini durdurmalı” çağrısı yapılıyor. İsrail yerleşimlerinin “yasal dayanağının olmadığı” belirtiliyor ve “iki devletli çözümü tehlikeye attığı” kaydediliyor.
Kararın ardından İsrail Başbakanlık ofisinden açıklama yapılarak karara uyulmayacağı açıklandı. Açıklamada ayrıca “Obama yönetimi sadece İsrail’i korumakta başarısız olmakla kalmadı, aynı zamanda BM’deki bu örgütlenmeye perde arkasından destek verdi” denilerek Obama yönetimine “İsrail seçilmiş başkan Donald Trump ile çalışmayı dört gözle bekliyor” ifadeleri de yer aldı. Ayrıca İsrail, tasarıyı sunan ülkelerdeki elçilerini istişare için ülkeye geri çağırdı.
Trump, Twitter hesabında görevinin başlayacağı tarihe atıfta bulunarak “20 Ocak’tan sonra BM’de işler farklı olacak” ifadesini kullandı.
Barack Obama yönetimi yerleşimlere karşı çıkıyorsa da, geleneksel olarak Güvenlik Konseyi’nde bu konuda İsrail’i kınayan kararlar alınmasını engellemiş ve İsrail ile Filistin arasındaki sorunun müzakerelerle çözülmesi gerektiğini savunmuştu.
Birleşmiş Milletler’in yürütme organı diyebileceğimiz Güvenlik Konseyi 15 devletten oluşup bir tasarının karar olabilmesi için üyelerin üçte ikisinin olumlu yönde oy kullanması gerekiyor. 5 daimi üye olan Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin’in ise tasarıları veto etme yetkisi olup tasarıların veto edilmesi halinde Güvenlik Konseyi’nden karar çıkmamış oluyor. Kalan 10 üye ise her 2 yılda bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oylanarak seçiliyor.
Şimdiye kadar Güvenlik Konseyi’nde İsrail’e yönelik eleştirilerin karşısında duran ve Obama’nın başkan olduğu 2011’de İsrail’in yasa dışı yerleşim birimlerini kınayan karar tasarısını veto eden ABD, ilk defa çekimser oy kullanarak bu kararın geçmesine izin vermiş oldu.
2016 yılına kadar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınan bütün kararların muhataplarınca uygulandığından bahsedemeyiz. ABD yönetiminin tavrıyla çıkan bu kararının da Filistin halkının hayatında büyük değişiklikler yaratmasını beklememek gerekir. Bu karar esas olarak ABD’de Trump’ın kazanımı ve Demokratların yenilgisiyle biten seçimlerin bir sonucudur. Müstakbel Trump yönetiminin, Obama yönetiminin aksine kendisiyle ile daha iyi ilişkiler geliştireceğinin beklentisi içindeki İsrail’in karara tepkisini de bu şekilde yorumlamak gerekir.
Obama’nın başkanlık süresinin bitimine 1 ay kala ve Trump’ın muhalefetine rağmen böyle önemli bir tasarının kabul edilmesine izin vermesi, başkanlığı boyunca -özellikle Filistin politikalarında- aklına getirmediği “demokrat” kimliğini son anda kurtarmaya çalışması ve cumhuriyetçilere/Trump’a karşı son bir hamlesi olarak değerlendirilebilir.
The post Başkanlığında “Demokrat” Olmadı Son Anda “Demokrat” – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Milliyetçi, Muhafazakar, Kapitalist: Amerika Birleşik Şirketleri” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bloomberg’in haberine göre ABD’nin ilk milyarder iş adamı başkanı olan Trump’ın kabinesinin toplam değeri 5,6 milyar dolar. Buna ailelerin serveti de eklendiğinde bu rakam 14 milyar dolara kadar çıkıyor. Make America Great Again! (Amerika’yı yeniden büyül yap!) sloganıyla seçimleri kazanan Trump’ın, Amerika’yı hangi kesim ya da kimler için harika yapacağı da açıkça görülüyor. Zenginliklerinin yanında ırkçı, göçmen karşıtı, doğa düşmanı ve kadın düşmanı söylemlerde de ortaklaşan bu ekibi kısaca tanıyalım:
REX TILLERSON – DIŞ İŞLERİ BAKANI Yağmur ormanlarının katledilmesinden ve Alaska’daki petrol sızıntısından bizzat sorumlu olan, enerji tekeli ve Exxon Mobile CEO’sudur. Putin’le yakın ilişkileri olan Tillerson’ın bu yakınlığının ABD’nin dış ilişkilerine nasıl yansıyacağı ise merak konusu. Ayrıca Tillerson 2011’de Güney Kürdistan’la da bölgedeki petrol alanlarının geliştirilmesi konusunda bir anlaşmaya varmıştı. Tillerson eğer seçilirse, şirketteki hisselerini satmak zorunda ama Amerika’nın en önemli diplomatı olacağından, gücünden pek bir şey kaybetmeyecekmiş gibi gözüküyor.
MICHAEL FLYNN – ULUSAL GÜVENLİK DANIŞMANI Haiti’de 1994-95 yılları arasında Demokrasinin Yeniden Tesisi Operasyonu’nda yer almış, aynı zamanda Irak ve Afganistan’da görev yapmıştır. Ayrıca Emekli Korgeneral Flynn’in “Müslümanlardan korkmak mantıklıdır” ya da “ İslam İdeolojisi hastalıklıdır” gibi tarihe geçmiş Müslüman karşıtı söylemleri bulunmakta. Obama yönetiminde, 2012-2014 yılları arasında Savunma İstihbaratı Teşkilatı’nda başkanlık yapmış fakat radikal islam hakkındaki düşüncelerinden dolayı görevden uzaklaştırılmıştır.
JAMES MATTIS – SAVUNMA BAKANI General Dynamics şirketi yönetim kurulu üyelerinden, 2012 gelirlerine bakıldığında şirket dünyanın en büyük 5. savaş teknolojileri şirketi. Aynı zamanda Mattis, Emekli Donanma Generallerinden. “Amerikan donanmasından daha iyi bir dost, daha kötü bir düşman olmadığını dünyaya gösterelim” diyen Mattis; Afganistan ve Irak işgalinde de yer almıştı. Ayrıca Mattis, Obama’nın Ortadoğu politikasının ve İran’la nükleer anlaşmasının en belirgin eleştirmenlerinden. Pentagon’un başına gelirse IŞİD’le mücadele de ondan sorulacak. Alabama’nın Cumhuriyetçi Parti’den Senatörü. Bilinen en sağcı ve göçmen karşıtı senatörlerden. Alabama’da Başsavcılık yaptığı süreçte Alabama’daki çeşitli üniversitelerdeki gay ve lezbiyen öğrencilerin tanınmasını ve devlet bursundan faydalanmasını engellemeye çalıştı. 1886 yılında Ronald Reagan yönetiminde federal yargıçlığa önerilmiş fakat ırkçı beyanlarından dolayı kongrede reddedilmişti. Çevre Koruma Ajansı Başkanlığına aday gösterilen Scott Pruitt’in geçmişte çeşitli petrol ve gaz şirketlerinden 270.000 dolar bağış aldığı biliniyor. Ayrıca iklim değişikliği karşıtı olan Pruitt’in EPA başkanlığına adaylığı “kurda kuzu emanet etmeye” benzetiliyor. Aday olarak gösterilmesinin ardından Pruitt de bunu doğrulayarak “Bu ajansı yürütürken hem doğanın korunmasını hem de Amerikan şirketlerinin özgürlüğünü sağlamayı hedefliyorum” diyor.
JEFF SESSIONS – ADALET BAKANI
SCOTT PRUITT- ÇEVRE KORUMA AJANSI BAŞKANI
WILBUR ROSS – TİCARET BAKANI
“İflasın Kral’ı” olarak bilinen Ross özellikle kömür- çelik sektöründe batmakta olan şirketleri satın alarak kara geçirmesiyle tanınıyor. Ayrıca son dönemlerde İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs’ta batan bankaları almasıyla da gündeme gelmişti.
Yönetim kurulu üyesi olduğu şirketlerin arasında Kıbrıs Bankası, Diamond S Shipping Group, Exco Resources, Sun Bancorp ve ArcelorMittal’ı sayabiliriz. Ross’un ilk olarak Çin’in uluslararası ticaret yapmasını zorlaştıracağı ve NAFTA’yı yeniden devreye sokacağı düşünülüyor.
ANDREW PUZDER – ÇALIŞMA BAKANI
Elbette Trump’ın çalışma bakanlığına bir sendikacıyı önereceği düşünülemezdi, fakat Andrew Puzder gibi işçi düşmanlığıyla nam salmış bir fast food patronunun önerilmesi Trump’ın işçi politikasının açık bir göstergesi olsa gerek. Ayrıca 1980’lerden, 90’ların başına kadar Missouri’de en bilinen kürtaj karşıtı avukatlardan biriydi.
Amerika Birleşik Devletleri tarihine bakıldığında bu tablo bazılarına çok şaşırtıcı ya da korkunç geliyor olabilir. Oysa ABD başkanları danışmanlarını ya da “dost”larını, çoğu zaman perde arkasından, bankerler, işadamları ve generaller arasından seçmişti. Aslında bugün “korkutucu” görünen; artık bu “dost”luğu perde arkasına saklamaya gerek duyulmamasıdır. Her ne kadar, Trump ve kabinesi de ABD’de geçmiş devlet geleneklerinin süreceğine işaret etse de, kabine seçimindeki, bu titizlik ve pespayelik bu ekibin farklılığını gösteriyor. Öyle görünüyor ki, 20 Ocak’ta Obama’nın yerini devralan Trump, Amerika Birleşik Şirketlerinde yeni bir sayfa açacak.
Çekişmeli bir seçim sürecinin ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı olan Donald Trump, kuracağı kabine ile 20 Ocak’ta Obama’nın yerini devralacak. Forbes dergisine göre dünyanın en zengin 400 insanı arasında yer alan Trump’ın kabinesindeki isimler de kendisinden geri kalmıyor. Kabineye önerilen isimler arasında kimler yok ki… Bankerler, CEO’lar, şirket sahipleri…
Özlem Arkun
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Milliyetçi, Muhafazakar, Kapitalist: Amerika Birleşik Şirketleri” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Kilis “Düştü Düşecek” ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Savaşın 5. yılını geride bırakan Suriye’nin sınırındaki Kilis, geçtiğimiz aylarda, kente “düşen” roket mermileriyle anıldı. Devlet eksenli medyanın, “atılma” fiilinden ziyade “düşmesiyle” ilgilendiği Katyuşa tipi roketler, 20’yi aşkın insanın yaşamını yitirmesine neden oldu. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, roketleri ateşleyen IŞİD çetesi adına özür diler tarzda “yanlışlıkla atılmış olabilir” sözü ve Kilis valisinin, roketlerin “düşmesini” yer çekimine bağlayan dahiyane açıklamasının yanı sıra önlem olarak da abdestli dolaşılmasını salık vermesi; devlet cenahının, insanların yaşamına mal olan IŞİD roketlerine dair yaptığı yegane açıklamaydı neredeyse.
Kilis’e Roketleri “Düşüren” Süreç
TC Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz Nisan ayındaki ABD ziyareti, Obama’nın ikili görüşme için kendisine randevu verip vermeyeceğine dair tartışmalara odaklanmıştı. Merak edilen görüşme, Erdoğan’ın Obama’ya “IŞİD ile mücadelede YPG ile işbirliğini bitirin, biz desteklediğimiz güçlerle IŞİD’i bölgeden çıkaralım” önerisiyle gerçekleşebilmişti. Bu görüşme sonrası TC’nin desteklediği irili ufaklı Sultan Murad Tugayları, Feylak eş-Şam, Muhammed Fatih Tugayı gibi grupların yanı sıra, devletlerin son dönemdeki gözde “ılımlı muhalifi” Ahrar-uş Şam gibi örgütler, Kilis’in hemen karşısındaki Ar-Rai kasabasını ele geçirdi. Kasaba, “bölgede bizden habersiz kuş uçmaz” kibrinin sıkıştığı 98 km’lik Azez-Cerablus hattında oluşturulması istenen tampon bölge için de kilit bir nokta idi. Ancak söz konusu bölge, aynı zamanda IŞİD için de dünyaya açılan nefes borusu anlamı taşıyordu. Nitekim TC destekli grupların Ar-Rai zaferi 4 gün sürebildi. IŞİD, gerçekleştirdiği saldırılarla kasabayı geri aldı ve sınırın TC tarafına çekilen gruplara saldırılarını sürdürdü. Dahası, kaybettiği yerleri geri alarak buralardaki TC ve ABD menşeli gelişmiş silahlara el koydu. TC, Suudi Arabistan, Katar, ABD başta olmak üzere, devletlerin bölgeye dair hakimiyet planlarının sonucu olarak, roketleri “ateşleyen” ve “düşüren” süreç gelişmiş oldu.
Ensar Kilis’ten Enkaz Kilis’e
Suriye’deki savaş nedeniyle göçmen hareketinin yoğunlaştığı kentin 140 binlik nüfusunun iki katı göçmen bulunması nedeniyle devlet iktidarına yakın kimselerce, İslami saiklerle muhacir(göçmen)-ensar(yardım eden) ilişkisi kurularak, Kilis’e “ensar kenti” denmesini önerenler, aynı zamanda şehrin bu özelliği ile Nobel’e de aday gösterilmesini istiyorlardı. IŞİD roketlerinin kenti henüz enkaza dönüştürmediği o dönemde Kilis, ilginç ancak “gözden kaçan” bir ekonomik veriye sahipti. İhracat rakamlarının coğrafya genelinde ekside seyrettiği bir süreçte, kentten gelen “ihracat” rakamları artı yöndeydi. TC açısından “yakın bir gelecekte” lehine bitecek Suriye Savaşı’nın en karlısı olunacak bir süreçte, “ihraç edilenin” ne olduğu ve kimlere “ihraç edildiğinin” elbette bir önemi yoktu. Aynı faydacı emellerle, savaşın başından beri uygulanan “göçmenlere açık kapı” uygulaması gibi, bu politikanın da bir getirisi olacaktı. İç politikada yapılan “Büyük Türkiye” hamaseti ve dış politikada AB’ye para karşılığı şantaj kartı olan Suriyeli göçmenler propagandasıyla amaçlanan bu “getiriydi.”
Kilis-Antep için IŞİD Planları
Geçtiğimiz günlerde medyaya düşen bir haberde ise TC’nin tüm bu politikalarının nasıl yerle bir olduğu okunabiliyordu. Yayınlanan istihbarat raporuna göre, IŞİD Kilis’in karşısında kontrolü altındaki bölgeden “sızma” yaparak, sınırın TC tarafında bölgesel emirlikler kurmaya hazırlanıyor. Geçtiğimiz sayımızda “Suriyeleşme-Pakistanlaşma” şeklinde değerlendirdiğimiz konjonktürün pratiklenmesi anlamına gelen bu istihbarat, bölgede oyun kurucu olma emellerinin iflas ettiğinin bizzat devletçe itirafı olarak yorumlanabilir. Benzer bir itiraf da Kilis Valisi’nden geldi. Vali, IŞİD’in roket saldırılarına ilişkin yaptığı açıklamada, kentin roket menzilinden çıktığını belirterek “müjdeli haberi” veriyordu.
Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da, Sultanahmet’te ve İstiklal’de… İzlediği politikalarla tüm coğrafyamızı “atış menziline” sokan devlet, içinden geçtiğimiz dönemde de yalanlarla destekli hamaset söylemleriyle iflas etmiş Suriye politikasında belki de son demleri yaşıyor. Bölgesel ve giderek de küresel bir devlet gücü olma heveslisi gözü kara bir kibirden, Azez-Cerablus arasında 98 km’lik ve TOKİ sponsorluğunda bir tampon bölgeyi ilan ettirebilmek için çalınmadık kapı bırakmamaları ve her defasında reddedilmeleri, kaçınılmaz “hazin sonun” işaretlerinden belki de sadece biri.
The post ” Kilis “Düştü Düşecek” ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ferguson’da Her Yerde Bütün Polisler Katildir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>9 Ağustos günü ABD’nin Ferguson şehrinde, siyahi bir genç, silahsız olduğu halde ve insanların gözü önünde polis kurşunuyla katledildi. Ferguson’da başlayan protestolar on gün süren bir isyana dönüştü ve ABD’nin bir çok yerine yayıldı. Bölgede isyana katılan anarşist örgütten Scott ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. Bölgedeki yoldaşların diğer yazıları için http://antistatestl.noblogs.org/ ‘a bakabilirsiniz.
Meydan: St. Louis ve Ferguson’da polis şiddeti genel olarak hangi düzeyde? Son zamanlarda bir artış oldu mu?
Scott: Polis şiddeti burada ABD’deki birçok yerden daha fazla, ama herhangi bir orta-batı şehrinde durum farklı değil. Hayır, arttığını düşünmüyorum. Bence buna karşı tahammülsüzlük arttı. ABD’deki birçok yerde olduğu gibi, siyahileri taciz ederek, suçlu duruma düşürerek, katlederek, cezaevlerine hapsederek ya da belli mahallelerden sürekli uzak tutarak “hadlerini” bildirmek için ciddi bir çaba var.
Polis her yerde bir işgalci güç olarak var ve St. Louis’in siyahi gettolarında durum farklı değil. Polis orada sınıflı topluma karşı yaratılacak herhangi bir hareketi bastırmak için duruyor ve bunun bir parçası olarak ırklar arasındaki yapay ayrımları dayatıyor. Beyazların bölgesinde bir siyah olmak şüphelidir ve sizi durdurup sizinle bayağı uğraşırlar. Siyahların mahallesinde beyazsanız sizi durdururlar ve tehlikeli mahallede olduğunuz için azarlanırsınız. O mahallede yaşadığınızı söylediğinizde polis çoğu zaman “buralar beyazlar için tehlikeli” derler. Ne zaman siyahi biri bu uyarılara karşı gelse bir sürü polis bölgeye gönderilir.
Obama yönetimi iktidara geldikten sonra devlet politikasında bir değişim oldu mu? Başkanın rengi, Mike Brown’un katledilmesi karşısındaki davranışları etkiledi mi?
Tabii ki: Obama’nın seçilmesi birçok insan için tarihi bir andı, ama sadece renk-körlüğü ve demokrasi yalanını güçlendirmeye yaradı.
Bazı insanlarda seslerinin gittikçe daha çok duyulacağı ve politik sistem dahilinde çalışmanın daha mümkün olduğu algısı var. İsyanlar ve yağmalar sırasında bu tip insanlar sükunet çağrısı yapıyor ve sistemden umudu kesmememizi söylüyorlar, işyeri yağmalarını istemiyorlar. Ortalığı karıştıranların kökünü kazımak için polisle işbirliği yapıyorlardı. İsyanın bitmesini istiyorlardı çünkü normal, saygın, politik anlayışa sığmıyordu. Adalet sisteminin her ırktan insana hizmet edeceğine gerçekten inanıyorlar ve bu bence kısmen Obama yüzünden böyle.
Elbette gerçek şu ki, hala güce sahip olanlar ve olmayanlar var—ve gücü yeni elde edenler ümitsizce durumu değiştirmeye çalışıyor, ya da delicesine görmezden geliyor ve bilerek bu gerçeği gizliyor. Obama’yı iyiye doğru bir adım olarak görenler var, ama bizim gibi, ırkı ne olursa olsun, hayatları değişmediği için politik sisteme baştan beri inanmayan birçok insan var.
İsyanla birlikte toplumsal algıda değişimler oldu mu? İsyandan sonra (özellikle anti-kapitalist ve devlet karşıtı) toplumsal hareketler arttı mı?
Açıkça anti-kapitalist ya da devlet karşıtı hareketler olmadı. İsyanın içindeki birçok kişi eylemleri ve sözleriyle, çoğu zaman doğası gereği bu tavrı gösterdi. Polisle yüzleşmek, bulvarı dönüştürerek özgürleştirilmiş bir bölge yaratmak gibi.
Özel mülkiyete ya da polise saygı duyulmayacağını ve birlikte yaptıklarında bundan zarar görmeyeceklerini öğrenen birçok insan olduğunu düşünüyorum, ya da umuyorum. Umarım isyan, insanlara daha çok işgal, polisle ve onun tarafındakilerle daha çok kavga ile onları ezen düzeni yıkma cesaretini verir.
İsyana sürükleyen öfkeyi, ekonomik ve sınıf çelişkilerine bağlayabilir miyiz?
İdari para cezaları ve fiziksel cezalar (yenilenmemiş trafik sigortası, aşırı hız, bozuk sinyal lambası, vs.), stratejik ve ırkçı biçimde kullanılıyor ve bence bunun öfkeye katkısı büyük. Irkçı polislerin bireysel olarak siyahileri trafikte durdurması yüksek bir olasılıktır. Çoğu insan cezaları ödemekte zorlanıyor ve arama emri çıkartılıyor. St. Louis içinde 80 tane kasaba var ve çoğunun kendi polis gücü var. Dolayısıyla bir kişinin bölgede birbirinden bağımsız birçok tutuklama emri olabilir. Birisi yakalandığında, bir cezaevinde yatar, diğer transfer edilir, sonra bir başkasına ve böyle sürüp gider. İnsanların hayatları paramparça oluyor: İçeride kaldıkça iş bulamıyor, kirayı ya da temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor, çocuklarına bakamıyor, vb. Böylece bir yandan güçsüzlük algısı, diğer yandan öfke birikiyor. Tüm bunlar, polis cinayeti, cevap olarak isyana dönüşen protestolar, hepsi anlaşılabiliyor. Hayret verici olan tek şey, bunun neden daha sık olmadığı.
Anladığımız kadarıyla bu tip polis cinayetleri ABD’de neredeyse olağan. Bu durumda Mike Brown’un öldürülmesi neden isyana sürükledi?
Söylemesi zor. İsyanın basit bir formülü yok. İsyanı ateşleyen şey Ferguson polisinin cinayeti ele alış biçimi olabilir. Belki de halkın Brown’u hevesli bir genç—üniversiteye gidip büyük işler yapacak biri— olarak görmesi, polisi kışkırtıp layığını bulan bir suçlu olarak görmemesi yüzündendir. Brown’un katledildiği mahallenin birbirine sıkı bağlı olması, birçok insanın birbirini tanıması ve bu yüzden öfkeyi beraber hissedebilmesi yüzünden de olmuş olabilir. Bir sürü insan vurulduğunu bizzat gördü. Cansız bedeni dört saat boyunca sokakta bırakıldığı için etrafında büyük bir kalabalık toplandı.
Anarşistler isyana hangi seviyede katıldı? İsyanın karakterini nasıl etkilediniz?
Anarşistler oradaydı, ama çoğumuz anarşist kimliğimizle orada değildik. Bayraklarımız yoktu. Bildiri dağıtmadık. Bazılarımız olaylar çerçevesinde sokaklarda grafiti yaptı. Bazılarımızın çatışma deneyimi daha fazlaydı ve bu becerilerimizin, biber gazına ve plastik mermilere karşı koyarken diğerlerine de faydalı olabileceğini düşündük. İlk başlarda çeşitli nedenlerle bu yaklaşıma karar verildi.
Oradaki birçok insanın polise olan öfkesi ve kini bizimki ile örtüşüyordu, hatta çoğu kez bizi aşıyordu. Anarşistler, liderlik derdindeki diğer bazı devrimci grupların aksine etkin bir şekilde polisle çatıştı, yağmaya, vb. yasadışı eylemlere katıldılar. Anarşistler ön saflarda etkin olan insanlarla buluşup onların yanında kavgaya girdiler ve onları sadece piyon olarak görmediler. Bu işe yaradı çünkü ırksal farklılıklar biraz olsun kalktı ve birçok insan için polis (beyaz ya da siyah) ortak düşman haline geldi.
Anarşistler insanların etkin bir şekilde yüzlerini polis ve medyanın dikizleyen gözlerinden saklamalarını sağladı ve bence böyle bir etkimiz olmuş olabilir çünkü bazı geceler bir çok insanın yüzü maskeliydi. Anarşistler ayrıca, önlem olarak (polisin tüm kayıtlarını izlediği) medyanın yasadışı faaliyetleri kaydetmesini engelledi. Medya çoğu zaman kulak asmadığı için daha ciddi önlemler alındı. Anlatılanlara göre anarşist olmayan bir yağmacı, bir yoldaşın yardımına koşup, çekimi durdurmayan kameramana bıçak çekmiş.
Kalabalığı kendi tarafına çekmeye çalışan bir avuç politik grup vardı ve çok ayrıcalıklı ve yabancılaşmış bir haldeydiler. Kalabalığın büyük kısmı, liderlik talep edenleri dinlemek istemiyordu. Yeni Kara Panter Partisi, Siyahi Mücadele Örgütü, Örgütlü Reform ve Güçlendirme için Missouri’liler, İslam Milleti, Scientology Kilisesi, Devrimci Komünist Parti, seçilmiş idareciler, vb., hepsi kitleleri yönlendirmek istiyordu: bazıları açıkça, bazıları daha gizliden. Karşıt gruplar, kalabalık onlarla ilgilenmezken kendi aralarında megafonlarıyla tartışmaya girerek birçok kez komik ve gereksiz görüntüler oluşturdular. Bu maskaraya anarşistler olarak dahil olmamız için hiçbir neden yoktu. Bu isyana aktif katılımcılar olarak girmek, insanlarla tanışmak ve beraber direnmeyi öğrenmek daha iyiydi.
İftira söz konusu olunca en çok anarşistler hedef olurlar. İktidarı istemediğimiz ve direnişlere liderlik etmek istemediğimiz için, iktidar isteyenler, başaramadıklarında bizi suçlarlar. İsyan sırasında diğer politik gruplar genelde bize iftira attılar çünkü kendi programları kitleler tarafından duyulmuyordu. Bazıları şüpheli anarşistlerin fotoğraflarını internette yayınlayacak kadar ileri gittiler. İsyan ve kontrol edilemeyen kalabalıklar için bizi suçladılar, sanki politik olmayan siyahi insanlar anarşistler olmadan kendilerini koruyamazmış ya da onları çevreleyen sistemi deviremezlermiş gibi. İşin garibi fotoğraflardaki şüphelilerin çoğu anarşist değil, RCP’li komünistlerdi.
Sizce isyan sırasında kalıcı ilişkiler kuruldu mu?
Daha çok yapmadığım için üzüldüğüm tek şey bu: yeni ilişkiler kurmak, ama belki de tamamen bizim hatamız değildir. İnsanlarla beraber militanca çatışmak garip bir şey ve bir kaç gün sonra bu isyan durumu ortadan kalkıyor. Bütün bu güzel, isyankar insanlar nereye gitti diye merakla bakınıyorsunuz. Olayın sıcaklığı içinde sokaklardakilerle anında arkadaş olduk. Mucizevi biçimde birbirimizin arkasını kolladık. Karşı koyarken günlük hayattan bahsettik, birbirimizi korumak için yollar düşündük. O kadar çok şey, o kadar coşku ve şimdi bir sessizlik var.
Orada birlikte çatıştığımız çoğu insan kolayca ulaşılabilir değiller. Ya çalışıyorlar, ya da yaşamak için suç işliyorlar, aile geçindiriyorlar.
Eklemek istediğiniz ya da Meydan okurlarıyla paylaşmak istediğiniz başka bir şey var mı?
Bu röportaj çoğunlukla tek kişinin cevaplarıyla oluştu. Bu yüzden Ferguson’daki olaylarla ilgili kapsamlı bir perspektif veremez. Ferguson’da hiçbir zaman duyulmayacak bir sürü deneyim ve perspektif oluştu. Lütfen bunu dikkate alın çünkü bu deneyim hala sindiriliyor ve işleniyor. Ve bitmedi. Eğer mahkeme katilleri suçlu bulmazsa tekrar başlayabilir, hatta bu sefer daha yoğun bir şekilde.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ferguson’da Her Yerde Bütün Polisler Katildir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Seçimler ilk olarak Eski Yunan’da karşımıza çıkmış, sonrasında Ortaçağ Hindistan’ında köy meclislerinin oluşturulması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Bu seçimlerde insanlar mecliste görmek istedikleri kişinin ismini bir palmiyenin üzerine yazıp, sayılması için bir toprak kabın içine bırakıyordu. Tabi ki köprünün altından çok sular aktı; palmiye yapraklarından, sanal alemde oy kullanmaya kadar geçen süreçte birçok şey değişti ama seçimin ne kadar “gerçek bir seçim” olduğu sorusu anlamını yitirmedi. Biz de Meydan Gazetesi olarak dünyadaki seçimlere göz atarak, bu konuyu değerlendirdik.
ABD
ABD’de, seçimler adeta bir oyun gibi geçer. Bu oyunun yönetmenleri küresel kapitalist şirketler ve onların devlet aygıtı içerisindeki bürokratları iken, Demokrat ve Cumhuriyetçi parti adayları ise adeta Hollywood yıldızlarıymışçasına ABD’nin “demokratik seçimleri”nde arz-ı endam ederler. Bu oyunun diğer ayağı ABD halkları, yegane izleyicileri ise seçmenlerdir. Fakat şu açıktır ki, oyunun sonu bellidir. Küresel kapitalistlerin nasıl bir imaja ve politikaya ihtiyacı varsa, o imaj seçilir. “Saldırgan” imajı ile Bush ya da ılımlı imajı ile siyahi başkan Obama. Bu yüzdendir ki, oyun çoğu zaman yarı yarıya boş geçer. İstatistiklere bakılırsa 1960’da oy kullanma oranı % 64 iken, 1996’da % 50 ‘ye kadar düşmüştür. Az önce de belirttiğimiz gibi seçimler birkaç istisna (Roosevelt 1927’de İlerici Parti ile % 27 oy almıştır) hariç, hep iki parti arasında geçmiştir. Öyle ki 1852’den bu yana başkanların tümü, bu iki partiden gelmiştir. Ayrıca açıklanmış veriler de bize İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kullanılan oyların % 95’inin bu partilere ait olduğunu göstermiştir.
ABD seçimleri her ne kadar trajediyi andırıyor olsa da, yaşanan bazı olaylar yüzümüzde hafif bir tebessüm bırakabiliyor. 2012 seçimlerinde Obama’nın rakibi olan Cumhuriyetçi Romney’in destekçileri, Obama seçimi kazandıktan sonra 100.000 imza toplayıp eyaletlerinin ABD’den ayrılmasını talep etmesi gibi olaylar ise komedi örneğidir.
Avrupa Birliği
İskandinavya ülkeleri, Belçika, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerin devletleri özellikle “demokrasinin tam olarak işletildiği”, seçimlerin usulüne uygun olarak yapıldığı, toplumun belirli bir refah düzeyine eriştiği ülkeler olarak anılırlar. Bu ülkelere Ortadoğu ve Afrika’dan bakan ezilenler, derin bir iç çekerek niye onlar gibi yaşamadıklarına yakınırlar. Ama işin gerçeği şudur ki, mahalleye ağaç dikerken bile mahalle halkına referandum yapan akıl, üçünü dünyayı sömürmekle ilgili olarak, kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymaz. Dünyanın her yerindeki efendiler, ezilenlerin sırtından kazandıkları paraları bankalarında saklarken, o çok inandıkları demokrasinin kuralları işlemez. Savaştan ve yoksulluktan kaçan mültecileri sınır boylarında bekletip, onları kaçmak zorunda bırakıldıkları ülkelerine geri göndermek için referandum yapmaya çekinmezler. Ezilenler için Kuzey Avrupa demokrasisi “sınırın dışında kalmak”tır. Antik Yunan demokrasisi ile algısal bir akrabalığa sahip olan bu ülkelerin demokrasisi, insan hakları, katılımcılık ve sosyal devlet safsataları ardında, kölelerin üzerinden yükselen bir demokrasidir.
Kuzey Kore
Kuzey Kore’de seçimler, bütün çıplaklığı ile “seçim” gibi ilerler, başka bir deyişle “formaliteden”. Her şey açık ve nettir. Hiçbir siyasetçi Hollywood yıldızı gibi bir hava takınmaz. DPRK (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti)’nde, ülkenin kurulduğu günden bu yana, İşçi Partisi iktidardır. Dolayısıyla İşçi Partisi’nin aday gösterdikleri seçilecektir. Öyle de olur. Genç ve yeni Devlet Başkanı Kim Yong-Un babasının babasından devraldığı iktidarı korumak için, elinden geleni ardına koymaz. Kim Yong-Un, partinin genel sekreteri, Kore ordusunun başkomutanı ve mareşal unvanlarını taşıyan eniştesi Chang Song Thaek’i idam ettirip, takipçisi olabilecek yaşlı vekilleri ise öteledikten sonra, kendisi gibi genç muktedirleri aday gösterir.
Kaldırım Taşlarının Altında Kumsalı Değil, Oy Pusulası Arayanlar
Seçimler, yukarıdaki örneklerde bahsettiğimiz gibi, bir oyun ya da bir formalite olmanın ötesinde, birçok yerde ve zamanda patlamakta olan isyanları dizginlemek için kullanılan bir emniyet sübabı işlevi de gördü ve görmeye devam ediyor. Buna en iyi örneklerden bir tanesi Occupy Wall Street Hareketi olabilir. Bu hareket sonrasında ortaya bir şey çıkmadığı gibi, hareket adeta Obama’nın seçim çalışmasına dönüşmüştü. Occupy Wall Street’in talepleri ile Obama’nın programında açıkladığı reformlar örtüşüyor, toplumun adaletli bir yaşam arzusu bir seçimle daha boğuluyordu. Aynısı olmasa bile, bir benzeri Fransa ‘68’inde kendisini gösteriyordu. İktidarın özellikle öğrenciler ve işçiler üzerindeki yoğun baskısı önce Sorbonne Üniversitesi’nde patlak veriyor, sonrasında öğrencilerden işçilere kadar toplumun tüm ezilen kesimlerine hızlı bir şekilde yayılıyordu. Her sokak başında barikatlar kuruluyor, başta Paris olmak üzere Fransa’nın hemen hemen tüm şehirleri yanıyordu. Ta ki iktidardaki De Gaulle işçilere ve öğrencilere birkaç basit hak tanıyıp, erken seçime gideceklerini açıklayana dek. Koca bir toplumsal hareket bir ay içinde tutuşup, seçim safsatasıyla söndürülüyordu.
Güney Afrika
1948’den 1994’e kadar Apartheid (Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan Ulusal Parti iktidarı) rejimi içinde yok sayılan, katledilen ve yoksul siyah halk, onlarca yıl verdikleri özgürlük mücadelesinin sonunda bu rejimden kurtuluyordu. Fakat 1994’de Güney Afrika’nın ilk “demokratik seçimi”nde ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ve SACP (Güney Afrika Komünist Partisi) ittifakının iktidarı devralmasından hemen kısa bir süre sonra, iktidarın ezilen halklar üzerindeki kılıcı, yoksulları biçmeye devam etti. Siyahilere yönelik ırkçılık nispeten azalsa da, halihazırdaki hükümet tüm etnik ayrımcılıkları körüklüyor. Kentsel dönüşüm projeleri ile yoksul halkı evinden ediyor, madenleri, belki de geçmişte olmadığı kadar, küresel kapitalist şirketlerin talanına açıyor. İşçilerin üzerindeki baskıyı arttırıp, onların hayatta kalmasına bile tahammül etmiyordu. (Bkz. Marikana Katliamı)
Yunanistan
Yunanistan’da son seçimlerde alnının akıyla çıkan, “meclis dışı siyaset” oldu. Ne yıllardan beri ülkeyi değişerek yöneten Panhelenik Sosyalist Hareket(Pasok) ve Yeni Demokrasi Hareketi, ne de sokakta var olan hareketin mecliste temsil edilmesi gerektiğini savunan ve oylarını arttıran Radikal Sol Koalisyon (Syriza) başarılı olabildi. Seçimlere katılım oranı %65’te kaldı. Toplumun azımsanmayacak bir bölümü devlete ve onun önümüze seçim diye sunduğu aldatmacaya kanmadı ve sandığa gitmedi. Her ne kadar bu oranın tamamı olmasa da büyük çoğunluğu parlamenter sistemin temsili demokrasisinde değil, doğrudan demokrasi alanlarında, öz-yönetim ve öz-örgütlülük anlayışıyla devlet dışı başka bir örgütlenmenin peşinde olduklarını gösterdiler.
Tarihin ve coğrafyanın farklı zamanlarında ortaya çıkan tüm bu deneyimler gösteriyor ki temsili demokrasi ve gözümüzün önünde oynanan tüm bu “demokrasicilik oyunu” biz ezilenleri köleleştirmeye ve başımızı kaldırıp isyan bayrağını çektiğimiz her an için bizi etkisiz kılmaya yarayan bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Seçim sandığından “özgürlüğü” çıkarmayı vadedenler, gün geldiğinde” özgürlük için mücadele edenler”i susturmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetes’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Barış Yelleri Estiğinde… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD ve müttefikleri tüm hazırlıkları yapmış saldırı için gün sayıyorken, savaşta nereden nereye ve hangi silahlarla saldırılacağı konuşulurken, savaş haritaları açıklanırken, savaş sonrası Suriye senaryoları medyada en fazla konuşulanlardan biriyken, oluşan bu durumu nasıl okumak gerek?
Hizbullah ve İran’ın Caydırıcılığı
Suriye’de ÖSO ve Esad’ın ordusu arasındaki savaş başladığından bu yana, özellikle batılı devletlerin doğrudan saldırı yerine, bu savaşta ÖSO’ya destek vererek bir çatışma durumu yaratmaktan taraf olduğu sıkça dile getirildi. Çünkü Esad’a ve Esad’lı bir Suriye’ye yönelik desteğini en başından itibaren açıklayan İran’ın varlığı, bu doğrudan saldırıda en büyük çekincelerden biriydi. İran’ın Esad’ı desteklemesinin, Esad’dan ziyade bölgesel etkisiyle ilgili olduğu da uluslararası medyada sıklıkla yer buldu.
İran’ın dışında bir başka destek de Hizbullah’tan gelmişti. Özellikle ÖSO ve El-Nusra’ya karşı, Lübnan sınırından Suriye’ye girerek gerçekleştirdikleri saldırılarla Esad’ın arkasında olduklarını göstermişlerdi. Hizbullah’ın bu saldırılarla, Esad’ın ordusuna ne kadar destek olduğunu anlamak için özellikle El-Nusra’nın geri çekildiği Batı Suriye’ye bakmak yeterli.
Rusya’nın Rolü
Suriye’nin elindeki nükleer silahları denetlemek için aktif rol almasıyla Rusya, Suriye’ye olası bir saldırının karşısında yer alacaklarını bildiren Dışişleri Bakanı Lavrov ve Başkan Putin’in savaşın başından bu yana yaptıkları açıklamalarla, tutarlı bir tavır gösterdi. Esad’ın kimyasal saldırısının dünya gündemine oturduğu bir ortamda bile, görüntülerin komplo olduğunu söyleyerek Esad’lı bir Suriye’nin dış politikadaki çıkarlarıyla daha uyumlu olduğunu olabildiğince gösterdi. Suriye’ye ilişkin gerçekleşen Cenevre Konferansı gibi uluslararası konferansların tümünde, Ortadoğu’da yapıcı bir politikanın gerekliliğini vurgulayan Rusya, bölgede olası bir başka büyük hegemonyanın da önüne geçmeyi planlıyor. Şimdilik işler Rusya’nın öncülüğünde ve Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun ilerliyor.
Müttefiklerdeki Kırılmalar
Obama’nın mevzubahis konuşmasında yer verdiği gibi, Suriye’ye saldırmaktan vazgeçilmesi bir kesimi rahatsız etse de, Afganistan ama özellikle Irak müdahalesinin olumsuz geri dönüşlerinden elde ettikleri deneyimlerle ABD halkının önemli bir kısmı bu müdahaleye karşıydı. Halkın bu düşüncesinin, kongrenin kararındaki etkisi nedir bilinmez ama daimi dost İngiltere’nin tavrının, ABD’nin değişen politikasında etkisi var. Savaşın bu kadar uzun sürmesine karşın Esad’ın siyasi iktidarı kaybetmemesi, Esad’ın karşısında yer alan devletleri sürecin seyrine ilişkin “yeniden düşünmeye” sevk etti.
Yeni Tehdit ve Hedef Değişikliği
Aslında Suriye’deki savaş en başından bu yana iki kesim arasında değildi. Esad’a karşı muhalefeti bir güç olarak toplamaya çalışan küresel güçlerin hesaplayamadığı durumlar ortaya çıktı. PYD’nin Kürtlerin yaşadığı yerleri hem Esad’ın ordusundan hem de ÖSO’dan koruması ilk hesaplanamaz durumdu. PYD, iki tarafın saldırılarına karşı halkı korurken sadece Esad’ın ve ÖSO’nun değil küresel güçlerin de planlarını altüst etti ve Rojava Devrimi’ni yarattı.
Öte yandan, en başta ÖSO’nun içinde gibi gözüküp batılıların ses çıkarmadığı El-Kaide ile ilintili gruplar, süreç içerisinde güçlerini arttırdılar. El-Nusra çetesi, Esad’ın ordusuna karşı girişilen savaşta son dönemde en çok bahsedilen grup haline gelmişti. El-Kaide’nin Suriye-Irak İslam Cumhuriyeti planlarına ilişkin giriştikleri eylemler, uzun vadede düşünülen küresel stratejinin altüst olmasının nedenleri arasında. Eylül ayı içerisinde 70’e yakın insanın ölümüyle sonuçlanan Kenya’daki AVM katliamının El-Kaide ile bağlantıları düşünüldüğünde, El-Kaide’nin yeniden büyük bir tehdit olarak batılı devletler karşısında belirdiğini söylemek güç değil.
Barış…
Bir yanda Suriye’ye yönelik saldırı politikasını askıya alan ABD, diğer yanda “barış”ın muhafazası için elinden geleni ardına koymayan Rusya… Dünyanın en büyük silah üreticisi ve tedarikçisi konumunda olan BM Güvenlik Konseyi’nde “Esad’lı barış” konuşulmaya başlandı bile. Yeni seçilen ılımlı cumhurbaşkanı Buhrani ile İran da dış politikada barış yelleri estiriyor. Nükleer silah konusundaki açıklamalarla ebedi düşman ABD ile aradaki buzları bir hayli eritmiş durumda.
Uluslararası savaşsızlık ortamının yarattığı “güven”le devletlerin dış politikalarında yumuşamalar gözleniyor. Böyle bir ortamda sermayenin “güven” içinde o coğrafyadan diğerine “barışçıl” bir şekilde dolanacağını öngörmek gerekir.
Devletlerarası siyasi gerilimler ve savaşla sonuçlanan siyasi süreçler karşısında savaşa karşı bir tavır takınmak, bu tavrı dile getirmek ve örgütlemek belki yüzyıllardan beri devam ediyor. Özellikle savaşların her coğrafyaya yayıldığı Dünya Savaşları süresince gösterilen bu tepkinin elbette daha başka bir anlamı var. Dünya üzerindeki iktidarların kavgalarına; devletsiz, sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünyanın savunusuyla karşı çıkanlar, aslında devletli sistemle donanmış kapitalist işleyişin sadece savaş sürecinde değil, barış sürecinde de bu söylemlerini yükseltirler.
Barış, devletlerin halklar üzerindeki sömürüsünün devam etmesi anlamına geldiğinde; kapitalizmin hammaddesi veya pazarı olabilecek tüm toprakların küresel sömürüye itaat etmesi koşuluyla var olabilecek bir durumdur. Küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü pazarın işlemesiyse barış, naif anlamıyla savunulamaz. Devletlerin tüm yıkıcılıklarını gizledikleri bir dönemse barış, sahiplenilmez.
Suriye’de “barış”ın ne anlama geldiğini görmek için, yine küresel medyanın o çok paylaşılan videolarına bir göz atmak yeter. Ellerindeki sopadan silahlarıyla, oyundan da olsa arkadaşlarını “katletme oyununu” oynayan Suriyeli çocuklarda görmek gerek, kapitalizmin barışının ne demek, savaşının ne demek olduğunu.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizmin Barış Yelleri Estiğinde… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ABD’nin Başkan Adayından Ortadoğu’ya Silah Vaadi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD’de Kasım ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerinde “Demokrat” Barrack Obama’nın “Cumhuriyetçi” rakibi Mitt Rommey Suriye’deki Esad karştlarını silahlandıracağını söyleyerek ABD’nin müdahaleci dış politikasının mirasçısı olduğunu açık olarak belirtti.
Demokratların yönetimindeki Amerika’nın örtük olarak destek verdiği Esad karşıtlarına tank, helikopter ve savaş uçaklarıyla müdahale edildiğini belirten Rommey, “Muhaliflerin bu savaşta daha ağır silahlara ihtiyaçları var bu yüzden onların silahlandırılması lazım” dedi.
Obama’nın aksine Ortadoğu hakkındaki, planlarını açık bir şekilde ortaya koyan Rommey, “Esad’ın devrilmesinin kendileri için stratejik bir yenilgi olacağını bildiği için İran, Suriye rejimine silah gönderiyor. Biz de uluslararası ortaklarımızla birlikte, Suriyeli muhalifleri desteklemek ve İran’ı yenilgiye uğratmak için en az onlar kadar çalışmalıyız” diyerek Ortadoğu’daki ortakları Türkiye ve İsrail’e de göz kırpmış oldu.
The post ABD’nin Başkan Adayından Ortadoğu’ya Silah Vaadi! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>