The post Korona Krizinde: New York’ta Toplu Mezar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>New York’ta bulunan Hart Island 19’uncu yüzyıldan beri sahipsiz cenazelerin gömüldüğü bir alanken burada bir drone tarafından kayda alınan görüntülerin açığa çıkmasıyla ölenler için toplu mezar kazılmaya başlanması ikinci kez gündeme geldi. Polislerin drone ile görüntü alanların cihazına, gerekli izni taşımadığı gerekçesiyle, el koyduğu biliniyor
The post Korona Krizinde: New York’ta Toplu Mezar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sağlık Bakanından Açıklama: KoronaVirüsten İlk Ölüm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Koronavirüsüyle ilgili açıklama yapan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bir hastanın hayatını kaybettiğini söyledi. 89 yaşındaki hastanın virüsü Çin temaslı bir çalışanından aldığının bilgisini paylaştı. Toplam koronavirüslü hasta sayısının da 98 olduğunu açıkladı.
The post Sağlık Bakanından Açıklama: KoronaVirüsten İlk Ölüm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çin, Corona Virüsünden Ölenlerin Gömülmesini Yasakladı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Protokole göre, salgını kontrol altına alma adına Corona virüsünden yaşamını yitirenlerin gömülmesi yasaklanarak yakılacak. Yakılma işlemi belirlenen en yakın cenaze evine götürülecek olup farklı bölgelere taşınmayacak ve mezarlara gömülmeyecek, şeklinde açıklamalarda bulunuldu.
Cenaze töreni yapılması yasaklanırken, cansız bedenler dezenfekte edilmeyecek. Tıbbi çalışanlar tarafından mühürlenen torbalar açılmamak üzere belirlenen krematoryumlara teslim etmek için personel ve özel araçlarla taşınıp yakılacak.
Hubei eyaleti yetkilileri ayrıca tüm evlilik kayıtlarının pazartesi gününden itibaren bir sonraki duyuruya kadar askıya alındığını açıkladı.
Son verilere göre, Çin’deki ölü sayısı pazar günü itibariyle 305’e yükselirken, salgından etkilenenlerin sayısı 14 bin 380’e çıktı.
The post Çin, Corona Virüsünden Ölenlerin Gömülmesini Yasakladı! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Düşünce dünyasında, tarihin belki de en eski sorunlarından birini, kötülük üzerine yürütülen ve halihazırda yürütülmekte olan tartışmalar oluşturuyor. Bir kötünün ya da kötülüğün varlığından bahsedebilir miyiz, bahsedebilirsek bu kötü nedir, kötünün ve kötülüğün kaynağı nerededir gibi felsefi sorulara ilişkin; siyaset, sosyoloji, psikoloji ve hatta biyoloji gibi alanlarda tartışmaların yapıldığını görüyor; farklı ideolojileri, eğilimleri benimsemiş insanlar tarafından bu meseleye dair yapılan yorumları bir süredir okuyor, tartışıyoruz.
Etrafımızı sarıp sarmalayan, günden güne etkisini daha da artıran bu “kötülük” sarmalından çıkmanın yöntemini bulmak, bu tartışmaya başlarken temel amaçlarımızdan biriydi. Bunun yanında, kötünün ve kötülüğün adını koyabilmek, tarifini yapabilmek, karşısında mücadele ettiğimiz bu olguyu anlama ve yorumlama sürecinin de önemli bir parçasını oluşturuyor. Metinler, özgürlük, adalet, etik, erdem gibi kötülük konusuyla dolaylı bir etkileşim içerisine girebilecek, yine farklı alanlarda tartışılan kavramlara dair de yorumlarda bulunabileceğimiz bir zemin yaratıyor.
Bu sayıda başlattığımız “Kötülük Tartışmaları”nın ilk bölümünde felsefi, sosyolojik, psikolojik ve biyolojik bakış açılarıyla ele aldığımız, kötülük sorununa anarşist bir yorum geliştirmeye çalıştığımız metinleri
okuyabileceksiniz.
Platon’un Euthyphron diyaloğunda “Tanrıların olmadığı yerde bile birini öldürmüyorsam, bunun nedeni nedir?” diye sorar Sokrates. Sorunun cevabını diyaloğun devamında verir: “Eve gittiğimde bir katille beraber yaşamak istemem.” Bu cevap, bireysel bir vicdanın veya iradenin göstergesi olarak yorumlanır. Diyalog, kötülüğün tercih edilebilir bir şey olup olmadığına dair ilk arayışlardan biridir.
Platon’un bu sorusundan yüzyıllar sonra kötülüğün kaynağına dair bu tartışma psikolojinin de konusu olmuştur. Tartışmanın bir tarafı bireye diğeri topluma dairdir. İlkinde dış faktörler, kültür, eğitim, gelenek vb. sosyal durumlar bireyi şekillendirir. Diğerinde bastırılmış duyguların bilinçaltına yerleşmesiyle bireyin tercihleri sorgulanır.
Başta verilen örneklerden yola çıkacak olursak, toplumda “kötü” olarak tanımlanan düşünceler ve eylemler, toplumdaki bireylerde olduğundan çok iktidarın kurumsallaştığı alanlarda daha belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mesleki Deformasyon
İktidarın kurumsallaştığı alanlara dair, yazının başlangıcında verilen örneklerdeki mesleklerin hepsi kötüdür. Polis olmanın getirisi, pratik uygulamaları ve ideolojisi ele alındığında, bu mesleği yapan kişinin psikolojisinde büyük tahribata neden olur. Yani, kötü olan bir mesleğe sahip olanın kötü olması kaçınılmazdır. Bu kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyon görmezden gelinemez. Ancak bu örneklerde kötülüğün bireyin karakterinde yarattığı deformasyonun ötesinde, bireyin kötülüğü içselleştirmesi ve ortaya çıkan “kötülüğün” sürdürücüsü olması söz konusudur.
Örneklerden yalnız birini ele alacak olursak; gardiyanlık kötüdür. Mesleğin getirisiyle yasal olarak veya olmayarak “mahkumlara kötü davranmak” gardiyanlığın belirlenen kuralı olabilir. Ancak bir gardiyanın, ona yüklenen kötülük tanımının üzerine çıkarak açlık eyleminin 150. gününde olan iki tutsağa “öldünüz mü lan demesi”, bu kötülüğün içselleştirilmesi, mesleğin yarattığı kötülüğün ötesinde bireyin karakterinde bir kötülüğün var olduğu anlamına gelir.
Toplumun yönlendirmeleri ve dayatmaları bireysel sorumluluk duygusunun ortadan kalktığı anlamına gelmez.
Bireyin tercihlerinde, tercihler doğrultusunda şekillendirdiği eylemlerinde şüphesiz ki toplumun payı büyüktür. Toplumun değer yargıları, iyi-kötü, doğru-yanlış anlayışı bireyin düşüncelerine ve eylemlerine etki etmekte ve bireyi toplumsal olarak etkilemektedir. Ancak bireyin tüm eylemleri yalnız toplumsal etki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, yalnız iradi olarak da değerlendirilemez. Bireyin tüm davranışlarında, toplumsal olanın etkisinin ve bireyin iradesine bağlı olanın etkisinin bir oranı vardır.
Kötülüğü öğreten ve örgütleyeni toplumsallık olarak ele aldığımızda, burada devreye giren, bireyin kötülük karşısında gösterdiği dirençtir. “Kötülüğü tercih etmeme” işte bu direncin eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer, bireyin eylem ve davranışlarının belirleyicisi yalnızca toplum olsaydı, “kötülüğü tercih etmeyen”den söz etmemiz mümkün olamazdı.
Faşist bir toplumda doğmuş/yetişmiş bir bireyin, faşizmin ne olduğunun farkına varması ve bu farkındalıkla “kötü”den yana olmaması, ait olduğu değer ve kültür yargılarının karşısında durması; bu toplumsal kötünün haricinde bireyin tercihlerinin olduğunun büyük bir göstergesidir.
Şayet polis, ona tanımlanan kötülüğün dışında, direnenleri öldüresiye dövüyorsa, karakolda işkence ediyorsa, onlarla dayanışmak için eylem yapanlara hayati zararlarına rağmen yakın mesafeden, üstelik gülerek biber gazı sıkıyorsa ve tüm bunları keyif alarak yapıyorsa bu durum için söylenecek tek şey var:
Kötü, kötüdür!
The post Kötü Kötüdür – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Soma’da Katliam Unutulamaz Affedilemez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Soma Kömür İşletmeleri A.Ş’ye ait Eynez Maden Ocağında yaşanan işçi katliamının üzerinden tam bir yıl geçti. 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği katliamın ardından 432 çocuk yetim kaldı; 255 genç kadın eşini kaybetti. 301 işçinin annesinin, babasının, eşinin ve çocuklarının gözlerindeki yaş daha kurumadı. Oğlu Uğur Çolak’ı kaybeden İsmail Çolak’ın da dediği gibi “Bir yıl boyunca ne değişti? Çok şey değişti ama değişmeyen tek şey var, bizim acılarımız!” Soma Katliamı’nı “elim bir kaza”, “facia”, “felaket” olarak niteleyen devlet yetkililerinin ise bir yıl önce bol keseden attıkları vaatlerin hiç biri bugün gerçekleşmiş değil. Aksine katliamdan bu yana sağ kalmayı başarabilen maden işçilerinin neredeyse tamamı işsiz. Üstelik yapabildiği sadece madenlerde çalışmak olan Somalılar başka şehirlere, ilçelere göç etmek zorunda kaldı. Katliamda yaşamını yitiren işçiler için Soma Belediyesi Mezarlığı’nda yaptırılan “şehitlik” dahi bir yıl sürdü.
Katliamın hemen ardından Akhisar Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “ihmal ve birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet vermek” adıyla başlatılan soruşturmada, Soma Holding patronları ve yetkilileri 8 kişi tutuklandı. 37 kişi ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken yaşamını yitiren 301 işçinin “maktul”, işçi ailelerinden ve yakınlarından oluşan 214 kişinin “müşteki” ve dumandan etkilenen 161 işçinin “mağdur müşteki” olarak dahil olduğu bir iddianame ile dava açıldı. 25 Kasım 2014 günü iddianameyi çeşitli gerekçelerle savcılığa geri gönderen Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi ancak 2 Mart 2015 günü davayı kabul etti. 13 Nisan günü ilk duruşması görülen Soma Katliamı davası için Bülent Ciğeroğlu Kültür Merkezi Salonu’nu kiralayan ve 1000 polis ile “güvenlik önlemi” alan devlet, katlettiği işçi ailelerini de polis tehdidiyle yıldırmak istedi. İlk duruşmaya 8 tutuklu sanığın Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi tarafından can güvenliği nedeniyle mahkemeye getirilmemesi ve tutuklu bulundukları Aliağa Şakran Cezaevi’nden video konferans yöntemi ile bağlanması öngörülmüştü! Ancak ailelerin ve avukatların itirazları sonucu bu 8 kişinin duruşmaya getirilmesine karar verilirken dava 15 Nisan gününe ertelendi. 15 Nisan günü başlayan duruşma 8 oturumda yapıldı. Oturumlara DİSK, KESK, TTB, ÇHD gibi kurumlar alınmadı. Akhisar’da adliye önünde toplanan kurumlar burada, “Sadece şirket değil devlet de yargılansın” pankart ve dövizleri açtı. 24 Nisan günü ara karar verilen davada mahkeme, tutukluluk halinin devamı ve yeni bir bilirkişi heyeti oluşturma kararı verdi. Dava, 15 Haziran gününe ertelenirken sendika ve meslek örgütlerinin davaya katılımı yine reddedildi. Böylece açık bir şekilde devletin ön ayak olduğu katliamın adaleti, sadece şirket patronları ve yetkililerinin yargılandığı göstermelik bir mahkeme ile sağlanmaya çalışılıyor! Bunu İsmail Çolak’ın “Burada asıl suçlu devlettir. Bunlar devletin ocakları. Akla hayale gelmeyecek mana bulmaya çalışarak, orayı doğal felaket olayına sokmaya çalışıyorlar ama gerçek o değil. Gerçek, ihmaller sonucu meydana gelmiştir. Bu ihmale sebep olanlar her kimse, kimler yetkiliyse, sadece sekizi tutuklu 45 sanık değildir buranın sorumlusu. Buranın sorumlusu devlettir.” sözlerindeki haykırışında bir kez daha görebiliyoruz.
Katliamın yıldönümü olan 13 Mayıs günü, coğrafyanın dört bir yanında anma eylemleri gerçekleşti. İstanbul’da Tünel Meydanı’nda toplanan sendika, meslek örgütleri ve devrimci kurumlar buradan Galatasaray Meydanı’na yürüdü. Galatasaray Meydanı’nda bir anma ve basın açıklaması gerçekleştirildi. DAF bu eyleme “Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur” yazılı pankart ile katıldı. Öte yandan bir çok üniversitede de anmalar gerçekleşirken Anarşist Gençlik İstanbul Üniversitesi’nde Havuzlu bahçede bulunan havuza kömürü simgeleyen siyah boya dökerek bildiri dağıttı. Ayrıca İstanbul Üniversitesi’ne “Soma Unutulamaz Affedilemez” yazılı pankart astı. Yalova’da da gerçekleşen yürüyüşe devrimci anarşistler “Bütün Şirketler Katildir” yazılı dövizler ile katıldı. Soma’da ise 10 Mayıs ve 16 Mayıs günü iki ayrı miting gerçekleşti. Coğrafyanın dört bir yanında gerçekleşen farklı eylemler, devlete ve işçi katili şirket Soma Holding’e bir kez daha şunu göstermiş oldu; Soma Unutulamaz Affedilemez!
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayı dağıtımları sürüyor.
The post Soma’da Katliam Unutulamaz Affedilemez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 24.7 Milyon Kadının Çilesi Bitmiyor: Bizi Siz Hasta Ettiniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Koltuğu çek, süpür, yerine koy, yatağı kaldır, azar işit.
Masayı çek, yerleri sil, bulaşıkları yıka, ütü yap, tezgâhı sil, eşyaları yerleştir, azar işit.
Yemek yap, halı yıka, bardakları indir, bibloları kaldır, azar işit.
Tozları al, camları sil, kışlıkları indir, bavulları yerleştir, yıka, temizle, as, ütüle, azar işit.
Yaşadığımız ülkede bedeni iflas edene kadar- yani yaşamı boyunca bu işi yapanların sayısı 2012 yılı itibariyle 24.7 milyon. Kendi evinin dışında ek olarak temizlik işçiliği yapanların sayısı ise, ‘kayıtsızlıktan’ ötürü tahmin dahi edilemiyor. Bütün gün en az 8, ama çoğunlukla 8 saati de aşan saatlere varan bu çalışma temposu, kadınların bütün bir yaşamının doğal bir rutini. Bugün kadınlar, işi bitse bile asla tükenmeyecek, gerekirse kendilerini tüketecek bir döngünün parçası halindeler. ‘Kadınlık’ ise, istifa ederek kapıyı çekip çıkamayacağın, çıkarsan da bir işten değil, hayatının sana biçilmiş değerinden vazgeçmek zorunda bırakıldığın bir meslek gibi. Paran varsa tutabildiğin bu kadınlar, istenildiğinde geri yollanabilecek bir ‘meslek erbabı’ olarak piyasa değerini ifade ediyor.
Yoksul kadınlar yalnızca kendi evlerinde değil, başkalarının da evinde, bazen günde 2 tane daha evi bu tempoda temizlemek zorundalar. Elbette bu kadar yoğun tempodaki çalışma koşullarıyla, vücut alarm veriyor. Ev kadınları ise bu hastalıkları çoğunlukla kader, yapması gereken işin çekilmesi gereken cefası olarak görüyor. Kadınlar kader dese de demese de bu kadar “of” ile “ah”ın sonucunda kadınlar ‘hastalık hastası’ muamelesi görüyor.
Hastalık hastası değil: Fibromiyalji
Kadınların ev içindeki çalışma koşulları, yaşadığı fiziksel ve psikolojik baskının sonucunda çok ciddi fiziksel sorunlarla karşılaştığı bilinen bir gerçek. Kadınların evde yaşadığı bütün bu sağlık sorunlarını, sanki kendi nazından ya da “ilgi çekmek” için yaptığı kanısı ise, hem hastalık tanısının koyulmasını güçleştiriyor hem de kadınları daha da büyük psikolojik baskının altına sokuyor.
Peki bu hastalıklar hangileri?
Halk arasında “hastalık hastalığı” olarak bilinen Fibromiyalji, Türkiye’de %80 oranında kadınlarda görülüyor. 20-40 yaş arasında depresyon, stres ve dinlendirmeyen uyku rahatsızlığı çeken kimselerde görülen bu hastalık, yaygın kas ağrıları ile seyrediyor. Sabahları uyandıktan sonra vücutta tutukluluk ve yorgunluk gibi yakınmalara yol açan yumuşak doku romatizmasına sahip fibromiyalji hastaları, içinde bulundukları durumu genellikle “İş yapmasam bile sürekli yorgunum”, “Her yerim ağrıyor”, “Vücudumdan tüm enerji çekiliyor; kol ve bacaklarımda derman kalmıyor” gibi cümlelerle ifade ediyor. Üstelik kadınlar, kaynağı teşhis edilemeyen ağrı, yorgunluk ve diğer yakınmaları nedeniyle yıllarca çeşitli doktorlara başvuruyor ve hiçbir sonuca ulaşamıyor. Türkiye koşullarında düşünüldüğünde, doktora gidebilme şansına sahip bir kadın, doktordan “bir şeyin yok bol su iç” cevabını aldıktan sonra, hastalığının teşhisi şansını tamamen kaybedip, ömür boyu “hastalık hastası” olmakla itham ediliyor. Hastalık, genç olmasına rağmen stresli bir yaşam süren ev kadınlarında ağırlıklı olarak görülüyor.
Menisküs olmak için futbolcu olmaya gerek yok. Menisküs, aşırı yüklenme yapılan dizdeki disklerin yırtılması ile oluşuyor. Özellikle kadınların çok çalıştığı ve yük kaldırdığı, dizlerinin üzerinde çömelerek yer silme hareketi yaptığı koşullarda sıkça görülüyor. Hayatı boyunca uzun süre temizlik yapmış 40 yaş üstündeki kadınların, minibüsten inerken dizine yüklenmesi sonucu dahi yırtılabilen bu diskler, kalıcı sakatlıklara ya da yürüme sıkıntılarına yol açabiliyor.
Sabah kalktığınızda elinizde uyuşma mı hissediyorsunuz? Karpal Tünel Sendromu, el bileğinin içinden sinir ve damar gibi oluşumların geçtiği tüneli koruyan dokunun zarar görüp şişmesi sonucu, sinirleri sıkıştırması durumudur. Eldeki sinirlerin uyuşması ile sıkışan sinir ağrır ya da uyuşur. Elini çok fazla kullanan insanlarda görülen bu hastalık çoğunlukla ‘temizlikçi hastalığı’ olarak bilinir. Bulaşık yıkamak, ütü, çamaşır çitilemek gibi el bileğini kullanmayı zorlayan hareketler sonucu sık görülür. Zamanla hasta el becerisi gereken işleri yapmakta zorlanır ve sonunda eşyaları taşıyamaz hale gelerek, elinden eşyaları düşürmeye başlar. Hastalık uyuşma, duyu kaybı, elin kullanımının kaybolması gibi sonuçlara varabilir. Erkeklere oranla kadınların bu hastalığa 3 kat daha fazla yakalanması dikkat çekicidir. En tipik bulgusu sabah kalktığında karşılaşılan elde uyuşma ve ağrı hissidir. Bilek fıtığı, yine aynı şekilde sıkma, çevirme ve bileği kullanmayı gerektiren işler yapan ev kadınlarının en büyük problemlerinden biri.
Elbette birileri camları silmek zorunda. Omuz sıkışma hastalığı omuzun fazla yük altındayken hızla uzatılması sonrasında oluşuyor. Fırlatmaya dayalı sporlarda görülmekle birlikte, gündelik yaşamda en çok boya ve cam silme gibi hareketlerin sık yapılması sonrasında görülür. Hastalıkla birlikte omuzda hareket kısıtlılığı, kolun kaldırılması, arkaya götürülmesi ve baş üzerindeki hareketlerde ağrı oluşur.
Bel ağrısı ve fıtık denilince aklımıza belini tutan kadınlar gelir. Türkiye’de yapılan araştırmalara göre “bel ağrısı” en çok ev kadınlarında görülmekte. Bel ağrılarının yüzde 90’ı mekanik nedenlerden kaynaklanıyor. Bel kaslarını zorlayacak biçimde yük kaldırmak bunlardan en sık rastlanılanı. Üstelik evde oturup yalnızca ev işi yapan bir kadın için, spor yapıp kemikleri taşıyan kasları geliştirmek de bir lüks. Koltuk çekerken, yük kaldırırken, evdeki her türlü eşyanın yer değiştirmesi ve bulaşık yıkama, yer silme gibi uzun süren ve aynı pozisyonda kalmayı zorunlu kılan hareketlerin birçoğu bel ağrısına sebep olabiliyor. Tabi bel kasları hareketsizlikten ötürü gelişmemiş kadın, ilk önce bel ağrısıyla, ardından bu bel ağrısının önünün alınmaması ve aynı hareketlerin yapılmasına düzenli devam etmesi sebebiyle bel fıtığına maruz kalıyor. Bel ağrısının kalçaya, tek veya iki bacağa yayılan ağrı, yürüme güçlüğü, bacakta uyuşma ve güçsüzlük, nadir olarak idrar kaçırma gibi semptomları bulunuyor. Bel fıtığı ise ciddi yürüme sıkıntılarını beraberinde getiriyor.
Temizlik malzemesi vb. kimyasallara maruz kalan ev kadınlarının astım riskiyle karşı karşıya olduğu, uzun süredir konuşulanlar arasında. Son yapılan açıklamaya göre, 192 çeşit uçucu özellik taşıyan organik katkılı temizlik ürününden 90’ı astım hastalığına yol açıyor. Akciğer kanserine de neden olan bu kimyasallar, kadınlar için temizliğin vazgeçilmez unsurları olmasına karşın, çok ciddi hastalıklara neden olabiliyor. Keza alerjik astım sahibi hastaların “meslek” dağılımı araştırıldığında ortaya çıkan bulguda hastaların %62,2’sinin ev kadını olduğu görülüyor.
Ev içinde yaşayan ve gün boyu temizlik, çocuk bakımı ve yemek ekseninde bir hayat yaşayan kadınların en büyük dertlerinden biri de depresyon. Üstelik yaptığı onca işe rağmen hiçbir işe yaramamakla itham edilen kadın, ev ekonomisini döndürmeye çalışırken kocasıyla yaşadığı şiddetli geçimsizlik ve maruz kaldığı şiddetle beraber çok ciddi bir buhran içine giriyor. Yoksulluk, ağır çalışma koşulları, ‘gidilen evlerde’ maruz kalınan muamele ve hastalıklarla boğuşan bir kadın için, intihar ve cinnete varabilecek psikolojik rahatsızlıklar artık hayatın bir parçası.
Öte yandan, cam temizlerken yüksek kattan düşen kadınların yaşadığı ölüm vakaları saymakla bitmiyor. Elektriğe kapılan, merdivenden düşerek ölen kadınlar, yaptıkları işin tehlikesinden değil de sanki ‘kaderden’, ‘beceriksizlikten’ ya da ‘dikkatsizlikten’ ölüyor.
Günümüzde kadınların mutfak çekmecesinde 10 çeşit ilaç var. Evde çeşit çeşit yemek yapan, pantolonu ütüsüz, karınları aç bırakmayan ama her nasılsa çok sevilen bu ‘kutsal’ kadınlar ya zamanla sakat kalıyor ya da yavaş yavaş acı çekerek ölüyor. Her ev işçisi kadının bir meslek hastalığı olduğu gerçeği ise, yanı başınızda.
Bu hastalıkların kader olmadığı açık. Ve artık yüzyıllardır ezilen kadınlar köleliğin kutsallığını değil, kendi yaşamlarını geri istiyor. Birlikte yaşamalıyız kabul, ama nasıl?
The post 24.7 Milyon Kadının Çilesi Bitmiyor: Bizi Siz Hasta Ettiniz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>