The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…”
Prof. Dr. Canan Karatay
“Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?”
Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık
Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken full organik domatesler el yakıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor, çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde, herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?”
“Organik Yiyiniz Efendim…”
Bu kavram son 5-10 yılın en fazla manipülasyona uğrayan kavramı olsa gerek. Organik, kabaca organ ile alakalı, işleyen bir bütünün bir parçasıyla alakalı anlamına gelir. Kavram ilk defa, 1500’lü yıllarda kullanılmış olup, Latince’de organicus Grekçe’de organikos kelimesinden gelir. 1940’lı yıllara gelindiğinde kavram artık “gübre ve ilaç kullanılmayan tarımı” ifade etmek için kullanılmıştır. Ne büyük tesadüftür ki, örgütlenmek, organize olmak anlamına gelen organize kelimesinin kökeni de bu kavramla ilişkilidir.
Tüm bu bilgileri edindikten sonra şu soruyu sormaya hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Eğer organ derken işleyen bir bütün parçasından bahsediyorsak… Eğer organik derken bu işleyen yapının parçaları arasındaki ilişkinin bütününden ve organize derken bu örgütlülüğün giriştiği eylemden bahsediyorsak. Kapitalizm ve devlet gibi yıkıcı organizasyonlarla parçası olduğu doğadan kopartılan biz insanların organik denilen domatesi yemesinin bir kıymeti harbiyesi, bir anlamı var mıdır acaba?
Ya da daha açık konuşmak gerekirse; ilişkileri, yaşadığı mekanları, sosyal ve siyasal tercihleri organik olmayanın yediği domates organik olsa kaç yazar?
“Gezen Tavukları, Doğal Yumurtaları Yiyiniz…”
Acaba aranızda tavukların bir ağaçta yetiştiğini düşünen var mı? Ya da ilk tavuğun İngiltere’nin puslu ve ağır havasının içinde durmadan duman üfüren izbe bir fabrikada üretildiğini düşünen? Eğer böyle düşünmüyorsak, “tavukların geziyor olması, niye bugünkü gibi nadir ve özel bir durum olarak algılanıyor?
Tavuklar benzeri birçok hayvan gibi gezerler. Bazen toprağın altındaki solucanlara ulaşmak için, bazen su bulmak için, bazen de sırf keyif olsun diye gezerler. Bu hayvanların gezmesini engelleyen şey, onları bir makine, bir ürün, bir mala dönüştürüp türlü işkenceyle tüketime hazır hale getiren endüstrinin ta kendisidir. Sanmayın ki, “Free Range” -gezen tavuklar- kırlarda, köylerde hoplaya zıplaya dolaşıyor. Bu zavallıcıklar, aynı endüstriyel çiftliklerin kafeslerinden aşağıya inip yine sıkış tepiş -en iyi ihtimalle buraların daracık bahçelerinde- yine aynı eziyete maruz kalarak “tüketime hazır hale getiriliyorlar”.
Kapitalizm, başarısının büyük bir kısmını, insanları körleştirme becerisiyle kazanmıştır. Ama bu körlük zifiri karanlık bir körlük değil, görülmesi istenmeyenin gölgelenmesi için uydurulmuş simülasyonlardan oluşan rengarenk bir körlüktür. Marketten aldığımız plastik bakraçtaki yoğurdun üzerindeki köy resmi, oraya endüstriyel yöntemlerle üretim yapan fabrikaların duman kusan bacalarını görmememiz için konulmuştur. Kapitalizmde makyaj her şeydir, hatta o kadar her şeydir ki, artık makyajın yapılacağı bir yüze bile gerek yoktur. Günümüzde köyler verimsizleştirilip, köylüler şehre göçmeye zorlanmıştır. Köylülerden boşalan yeri, endüstriyel tarımcılar almıştır. Ama dedik ya, mesele makyaj meselesidir. Bir mandıracının, samanların üzerine özenle dizdiği ve üzerindeki dışkı lekeleriyle “doğalım ulan ben” diye bağıran yumurtalar ne kadar sahici ise, emin olun üzerinde doğal ve benzeri damgalar taşıyan süpermarket yumurtaları da o kadar sahicidir.
“Azıcık GDO’dan Bir Şey Olmaz”
Genelde en güzel şeyler sona saklanır, heyecan verici hikayelerin düğümü final sahnelerinde çözülür. Ben de beslenme konusundaki en “hayret verici” alıntıyı sona sakladım. Hayatımızın yaşadığımız kısmı, yaşayacağımız kısmın feyzalabileceği bir deneyim birikimidir. Tarih, -kimin yazdığına göre, manipülasyon içerse de- yapılan hataların aynını tekrar etmeyelim diye yazılmıştır aynı zamanda. Bu şu demektir, kameraların önünde radyasyonlu çayı höpürdeterek içen insan yıllar sonra da olsa kanserden ölecektir. Bir nükleer santral için, “Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.” diyen Sovyetler Birliği yetkilisi Karadeniz’de katledilen ve sakatlanan insanların katili diye tarihe geçecektir.
Nasıl azıcık radyasyondan; azıcık nükleerden bir şey oluyorsa, azıcık GDO’dan bir şey olur. Çünkü GDO dediğimiz şey yalnızca bir besin üretme yöntemi değil, bir algıdır aynı zamanda. Evrenin her bir noktasını, yaşamın her bir parçacığını “ürün” olarak görenlerin algısıdır. Hiçbir şeyin “öylesine”, “kendiliğinden” var olmasına tahammül edemeyenlerin, her varlığın işe yarar bir araca dönüşmesini isteyenlerin algısıdır. Bu bakış açısı için verimsiz cılız bir pirinç tanesi neyse, işine yaramayan insan aynı şeydir. Evet, bunun adı kapitalizmdir.
“Bir Şey Yemeyin Demiyoruz Ama…
Evet haklısınız, soruya ne yiyeceğiz diye başladık, yenilecek ne varsa boğazımıza dizdik. Aslına bakılırsa, organik olana düşman değiliz ya da anlayacağınız gibi tavukların özgürce gezmesiyle de ilgili bir sıkıntımız yok. Aksine yaşamın, kendi gücüne ve onun dinamiklerine güveniyor, yaşamın, bizlerin arasında özgürce gezmesini, bizlerin yaşamın içinde “kendi” olarak var olabilmesini istiyor; bunun mücadelesini veriyoruz.
Özetle şunu söylüyoruz, yaşamı zehirleyen şey, yaşamın panzehiri olamaz. Her ne kadar iyi niyetlerle, iyi hislerle pratik edilmeye başlansa da “organik, doğal” tarım gibi yöntemler hem sanki kapitalizm temize çıkartılabilirmiş gibi bir manipülasyona alet oluyor hem de kavga ettiğimiz şeyin banka hesaplarına yeni sıfırlar ekliyor ve ne yazık ki, bugün GDO dediğimiz şeyle bu bağlamda aynılaşıyor.
İşte tam da bu noktada, yukarıda sorduğumuz soruya yenileri ekleniyor:
Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Dahası bu sistem içinde nasıl yaşayacak, bu sistemden çıkmak için nasıl mücadele edeceğiz?
The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ortoreksi Nevroza” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yiyeceklerin içindekiler bölümü, “organik”, “saf”, “%100 doğal”, “katkı maddesiz” ibareleri, yediklerinizin en çok ilgilediğiniz kısmı mı?
Sürekli kalori hesaplamaları, yemek zamanları, porsiyon büyüklükleri, en büyük takıntınız mı?
Sağlıklı ve doğal beslenme konusunda çok mu hassassınız?
Muhtemelen fast food yiyecekleri tercih eden insanlardan “daha sağlıklı”sınız. Ancak bir hastalığın pençesine düşmüş de olabilirsiniz, hem de bir yeme bozukluğu!
Ortoreksiya Nevroza, basit tanımıyla, “sağlıklı” beslenme takıntısıdır. Bu hastalıktan muztarip bireyler yediklerinin sağlıklı, doğal, katıksız, saf ve işlenmemiş olmasına “özen gösterirler”. Hatta yiyeceklerin saflığını bozmamak adına çoğu sebze ve meyveyi çiğ tüketirler. Ancak ortoreksiyanın evrensel bir menüsü yoktur; her hasta kendi kriterlerini belirler. Takıntılı bir şekilde bu kriterlere uymayan yiyecekleri tüketmeyi reddederler; çoğu zaman porsiyonları küçülterek, açlığa varan kısıtlamalar koyarlar ve acil durumlara karşı, yani sağlıklı bir şeyler bulamama ihtimallerine karşı, yanlarında “acil durum yiyecekleri” taşırlar. Sonuç olarak “kriterlerine” uyan tek tük yiyecek kaldığı için yetersiz beslenme nedeniyle ölüme bile yol açabilecek sağlık problemleri yaşarlar. Anorkesiya ya da Bulmiya gibi yeme bozukluklarından farklı olan bu hastalığı, dışarıdan bakıldığında “sağlıklılık” illüzyonu oluşturduğu için, tespit etmek oldukça zor. Peki ya tedavisi? Kutu kutu depresanlar olmadığı kesin.
Kapitalizm, fast food kültürü ile obezite gibi sağlık problemleri yaratırken; moda gibi sektörlerle dayattığı güzellik standartı olan “zayıflık” algısıyla da anoreksiya, bulmiya ve ortoreksiya benzeri yeme bozukluklarına neden oluyor. 0 beden olmak için yapılan şok diyetler, zayıflama formülleri ya da estetik ameliyatlarının yanı sıra yükselmekte olan bir “sağlıklılık” endüstrisi de ortoreksi nevroza gibi hastalıklarla şimdilerle sıkça göze çarpıyor.
Devrim Varol
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Ortoreksi Nevroza” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>