The post LGBTİQ+? Var Öyle Bir Şey! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>LGBTİQ+ hareketi ve LGBTİQ+’lar son yıllarda mevcut iktidarın özellikle hedefi haline geldi. İsyanın tüm renklerini kuşanan bir karnaval havasında geçen onur yürüyüşleri yasaklandı. Diyanet tarafından -80’lerin Reagan Amerikası’nı hatırlatan bir biçimde- eşcinsellerin hastalık yaydığı söylenip lanetlendi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “sapkınlar” ifadesini ağzından düşürmedi. Son olarak ise Recep Tayyip Erdoğan LGBTİQ+’lar hakkında “Öyle bir şey yok!” diyerek ilginç bir ontolojik yaklaşımda bulundu.
İktidarın hedef tahtasında sadece LGBTİQ+’lar yok tabi. Alevilerin cemevi “cümbüşevi”, Kürtlerin zerdüştlüğü(!), çok afedersin(!) Ermenilerin varlığı terörist olmaları için yeterli. Sabit veya akışkan bütün kimlikler iktidar tarafından ötekileştirilirken tek meşru kimlik olarak heteroseksüel türk ve sünni erkeklik dayatılıyor.
Peki Süleyman Soylu’ya göre LGBT veya daha doğru tabirle LGBTİQ+’lar coğrafyamızın tarihinde yok muydu sahiden?
Osmanlı tarihinden başlamadan önce coğrafyamızın yakınında yer almış Antik Yunan’dan örnek vermeye başlamak istiyorum. MÖ 378 yılında Tebli komutanlar Pelopidas ve Epaminondas tarafından kurulan Kutsal Tek Birliği birbirine aşık 150 eşcinselden oluşuyordu. Bu birlik, bugünkü kalıpların aksine cesaret, azim, onur gibi bugün masküliniteye atfedilen değerleri temsil ediyordu.
Osmanlı’ya geldiğimizde eşcinselliğin son derece yaygın olduğunu görüyoruz. Bu sosyal-kültürel gerçekliği günümüze kadar getiren birçok yazılı ve görsel eser mevcut. Osmanlı’nın minyatür illüstrasyonlarına baktığımızda birçok eşcinsel romantik ve erotik sahneyle karşılaşıyoruz. Yine birçok padişahın hayran olduğu erkeklere şiir yazdığı bilinmektedir. Örneğin Fatih Sultan Mehmet’in Avni mahlasıyla yazdığı bir gazelinde Veyis adında genç bir erkekten şu şekilde bahseder: “Ey Avni! Taliin iyi gitti ve o sevgili (Veyis) misafirin oldu/Fırsatı kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir.”
Nitekim divan edebiyatında da eşcinsellik sık sık karşımıza çıkar. Lale devrinin en önemli şairlerinden Nedim: “Cuma namazına diye izin alıp anneden/ Bir gün uğurlayalım sitemkâr yüzleri/ İskeleye doğru dolaşıp ıssız yollardan/ Gidelim servi boylum yürü Sadabad’a.”
Başka örnekler de verelim ister misiniz? Abisiyle girdiği taht mücadelesinden bildiğimiz Cem Sultan, Fransa’da gördüğü hoş, gül yanaklı genç delikanlıları bakın nasıl anlatıyor: “Gül yanaklu mül dudaklu meh-lika mahbublar/ Hüsn içinde her biri mihr ü meh-i tabandur/ Bunlarunla iy şehenşeh-zade-i Sultan-ı Cem/ Bir gice zevk eylemek mi’rac-ı arş-istandur.”
İslam toplumlarında cinsiyet ve cinsellik alanında çalışmalar yapan İrvin Cemil Schick’e göre: “’L’ olsun, ‘G’ olsun, alfabenin diğer harfleri olsun, Osmanlı dili ve edebiyatında aynı cinsiyetten insanlarla duygusal ve cinsel ilişkide bulunanlar için o kadar zengin bir kelime dağarcığı var ki, muhterem ecdâdımızın bu işlerle bir hayli meşgul olduğuna hiç şüphe bırakmıyor.”
Ayrıca Osmanlı kahvehanelerinde müşteri çekmek için garsonlar genç erkeklerden seçilirken hamamlarda çalışan erkeklerin kayıtlı seks işçisi olduğunu da biliyoruz. Ancak homofobinin bunlardan çok sonraları, Osmanlı’nın son döneminde bu topraklara geldiğini söyleyebiliriz. Batının modern hukukundan esinlenen Osmanlı, Hristiyan inancının eşcinselliği tabu olarak görmesinden dolayı (hatta eşcinsellik 1974’e kadar Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından hastalık olarak kabul ediliyordu.) homofobik zihniyetini de 19. yüzyılda benimsemeye başlamış ve homofobi kurumsallaşmıştı. Yani homofobi veya LGBTQİ+ fobi aslında bu coğrafyaya yabancıydı, batıdan ithal edilmişti.
Fakat fark etmişsinizdir ki; yazıda şu ana kadar erkek eşcinselliği dışındaki diğer cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelimlere dair pek örnek yer almıyor. Çünkü erkek egemen zihniyetin toplumsal yaşamında ve tarih anlatısında bu kimlikler zaten yok sayılmıştı.
Aslında iki kişinin ev hapsine, iki kişinin de tutuklanmasına bahane olan ve ortasında Şahmeran figürü, köşelerinde gökkuşağı, lezbiyen, trans ve aseksüel bayrakları yer alan sanat çalışması tam olarak bu duruma dikkat çekiyordu. Yok sayılan, görmezden gelinen bu kimlikler tüm baskılara rağmen var olmayı sürdürüyordu.
LGBTİQ+’lar vardı, vardır ve var olmaya devam edecek. Aşağı bakmayanların mücadelesi devletin homofobik, transfobik, mizojinist, kayyumcu gri bulutlarını dağıtacak; rengarenk gökkuşağımız tüm görkemiyle görünmeyi sürdürecek.
Okan Şahin
Kaynaklar
The post LGBTİQ+? Var Öyle Bir Şey! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye Savaşı’nın 7. Yılı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafya da dahil olmak üzere geniş coğrafyaları etkisi altına alan Suriye Savaşı 7.yılına girdi. Suriye’de halen süren savaşın hazırlayıcı süreci, 2010 sonlarında Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan eylemlerdi. Eylemler 2011 başlarında önce Mısır’a yayılmış, 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarı devrilmişti. Ortadoğu’nun ve Arap coğrafyasının önemli bir kısmını etkisi altına alan gösteriler 15 Mart 2011’de kalabalık eylemler şeklinde Suriye’de de kendisini göstermeye başladı.
Suriye’de ilk protestolar ocak ayı sonlarında başlasa da bunlar basında fazla yer bulmadı. Oysa bu ilk protestolardan birinde 26 Ocak’ta Hasan Ali Akleh adlı kişi tıpkı Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin yaptığı gibi kendini yakmış ve yaşamını yitirmişti. Şubat ayı boyunca 15-20 kişilik katılımlarla süren eylemlere sosyal medya üzerinden yapılan çağrılarda da katılım bu sayıları aşmadı.
Mart ayına gelindiğinde, ülkede beklenen ayaklanma Suriye Devleti’nce kimlikleri tanınmayan Kürt bölgelerinde ya da yine Suriye Devleti’nin katliamlar yaptığı Sünnilerin yaşadığı yerlerde değil, Ürdün sınırına yakın Dera’da başladı. 6 Mart’ta duvarlara “Halk Rejim’in Yıkılmasını İstiyor” yazan, yaşları 9-14 arası değişen 13 çocuk gözaltına alındı. Önceleri, gözaltına alınan bu çocuklarla ilgili olarak 15 Mart’ta başlayan “reform talepli” eylemler günümüze, devletlerin ve onlar tarafından üretilmiş terörizminin dahil olduğu bölgesel bir savaşa evrilirken, kronolojik olarak şu tarihsel kesitleri içeriyor:
18 Temmuz 2012 Şam’da Güvenlik Toplantısına Saldırı
Şam’ın merkezindeki, Ulusal Güvenlik Toplantısı’nın olduğu binada gerçekleşen bombalı saldırıyı ÖSO üstlendi. Başkanlık Sarayı’na 150 metre mesafedeki binaya, toplantı sırasında yapılan saldırıda Suriye Savunma Bakanı Davud Raciha ve yardımcısı, İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim El-Şeher ve yardımcısıyla Rejim’in istihbarat birimi El-Muhaberat’ın üst düzey sorumluları öldü. İntihar eylemcisinin içeriden ÖSO adına çalışan bir bakan koruması olduğu, Beşar Esad’ın saldırı sırasında binada olduğu açıklandı.
Şam saldırısı, TC-Katar-Suud ittifakının Suriye’de yürüttüğü vekalet savaşını yükseltmesine neden oldu. Bu olay sonrası Suriye’deki savaşta bu ittifakın desteklediği cihatçı çetelerin yürüttüğü savaş Suriye sınırlarını da aşan, farklı devletlerin de müdahil bölgesel bir savaş ve terörizme evrildi.
19 Temmuz 2012 Rojava Devrimi
Rojava’da 2012 başlarından itibaren kurulan Halk Meclisleri fiilen yönetimi sürdürüyordu. 19 Temmuz 2012’de Kobanê Halk Meclisi bu modelin tüm Rojava’ya yayılacağının ilk işaretini verdi. Diğer taraftan ise tam bir yıl önce kurulan öz savunma örgütlenmesi YPG Rojava’da yaşayan halkların, süren çatışmalardan etkilenmemesini sağlamaya çalışıyordu.
2013 Ağustos Doğu Guta Katliamı
21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta bölgesinde sivillere yönelik, sarin gazıyla yapılan kimyasal saldırıda 1000’i aşkın sivil yaşamını yitirdi. Saldırının yapıldığı bölgenin muhaliflerin kontrolünde olması, gözleri Esad Rejimi’ne çevirdi. Ancak bu iddia kanıtlanamadı. Katliam sonrası TC ve Suudi Arabistan, katliamı gerekçe göstererek ABD’ye müdahale çağrısı yaptı. Ancak Rusya’nın, Suriye’nin kimyasal silah envanterini açacağını garanti etmesi üzerine ABD geri adım attı. Katliamdan 8 ay sonra gazeteci Seymour Hersh sarin gazi saldırısında TC’nin rolü üzerine, laboratuar bulgularının olduğu bir makale yayınladı.
Doğu Guta Katliamı ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği politikasından da vazgeçtiğinin ilk işareti oldu.
15 Ocak 2014 Rakka’nın IŞİD’in Eline Geçmesi
Yaklaşık 2 hafta süren çatışmalar sonrası Nusra ve ÖSO’dan, Suriye’nin 6. büyük kenti Rakka IŞİD’in eline geçti. Bu tarihten itibaren savaşta adını en çok duyacağımız cihatçı çete, Rakka’yı, ileride gerçekleştireceği katliamlar için askeri ve lojistik üs haline getirdi. Rakka ile birlikte ilk kez bir kent cihatçıların eline geçerken, aynı yılın Haziran ayında IŞİD bu kez Irak’ta Musul’u işgal etti. 2014 Ağustos’unda ise ABD öncülüğünde 18 devlet tarafından IŞİD Karşıtı Koalisyon oluşturuldu.
Eylül-Ekim 2014: Kobanê Kuşatması ve Direnişi
Kobanê Kantonu’na yönelik Ağustos’ta başlayan IŞİD saldırıları Eylül’de kuşatmaya dönüştü. Rakka ve TC sınırındaki Cerablus üzerinden saldırılarını yoğunlaştıran IŞİD, Ekim başında Kobané’nin, merkezi hariç önemli kısmını işgal etmişti. IŞİD saldırılarına karşı Bakur Kürdistan’ın ve TC metropollerinin bazılarında gerçekleşen dayanışma eylemlerinde 50’den fazla insan kolluk güçlerince katledildi. Bu katliam ve direniş, Suriye Savaşı’ndaki bazı dinamiklerin farklı coğrafyalara etkisiydi. Bu etkiler, ileriki süreçte yine IŞİD terörü üzerinden Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamlarıyla kendini gösterecekti. Devletlerin üretilmiş şiddeti IŞİD ve ona karşı direnen Rojava öz savunma güçlerinin direnişi, Suriye Savaşı’nın farklı dinamikleri içerdiğinin kanıtı oldu. Kobanê’deki IŞİD kuşatması, YPG/YPJ güçlerince 25 Ocak 2015’te tamamen kırıldı.
20 Mayıs 2015 Antik Kent Palmira IŞİD’in Eline Geçti
Suriye’deki 2000 yıllık antik kent Palmira IŞİD’in eline geçti. Savaşın ilerleyen süreçlerinde Rejim ile IŞİD arasında iki kez daha el değiştiren Palmira’yla, ilk kez bir bölge, direkt Rejim’den IŞİD’in eline geçti. Palmira’da, daha önce Musul’da yaptığı gibi tarihi eserleri yıkan IŞİD, 2014 Haziran’ında değiştirdiği ismiyle “İslam Devleti” adına uygun davranarak artık bir devlet olduğunun izlenimlerini veriyordu.
Halep’te Büyük Kaybeden:TC
Aralık ayı boyunca Halep’e yönelik saldırılarını yoğunlaştıran İran-Rejim-Rusya ittifakı ayın sonunda kenti cihatçılardan tamamen aldı. Halep’te yaşanan bu sonuç,Rejim tarafından bir zafer olduğu kadar, Suriye Savaşı’ndaki politikaları resmen çöken TC açısından da hezimetti.Bu hezimetin en somut göstergesi ise savaş boyunca sınırlarını da kullanarak kente cihatçıları yerleştiren TC’nin, Rusya ile olan “rehine politikası” nedeniyle, bizzat kendi eliyle bu çeteleri Halep’ten çıkarmasıydı.
30 Eylül 2015 Rusya, Suriye Savaşına Dahil Oldu
Rusya’nın deniz ve kara üsleriyle savaşa dahil olması savaşı, Fetih Ordusu saldırıları karşısında zor durumda kalan Rejim lehine değiştirdi. Bu süreçten sonra savaşta dengeler, Rusya, Suriye ve bu ittifaka Halep’teki savaşla daha belirgin dahil olan İran’a döndü.
19 Aralık 2016: Düşen Bir Uçaktan Fazlası
1950’den bu yana, Soğuk Savaş dahil ilke kez bir NATO devletinin düşürdüğü uçak olayı TC’nin, bu süreçten itibaren önce Rusya ile gerilim, ilerleyen süreçte gelen özür ve 2016 Aralık’ında öldürülen Rus elçisiyle, Suriye politikasının Rusya’ya rehin olması sonucunu doğurdu. TC, ilerleyen süreçte başlatılan ve bitirilen Fırat Kalkanı dahil Suriye’de Rusya’ya icazetli bir politika izlemek zorunda kaldı.
ABD ve Rusya’nın Düşürdüğü Kalkan:Fırat
Osmanlı’nın 500 yıl önceki Suriye işgaline atfen başlatılan Fırat Kalkanı, 29 Mart 2017’de bitirilmek zorunda kaldı. Fırat Kalkanı’nın, ABD’nin de bir safhasına destek verip, sonra desteğini çekmesi ve 9 Ağustos’ta yapılan Putin-Erdoğan zirvesi sonrası başlatılması işgale Rusya’dan ve ABD’den verilen şartlı izne dair somut göstergelerdi. IŞİD’e karşı askeri, YPG’ye karşı siyasi hedefleri olan Fırat Kalkanı, IŞİD’e karşı amaçlanan (TC sınırından uzaklaştırılması) hedefine ulaşması ve El-Bab sonrası IŞİD ile cephenin kalmaması sonucu bitirildi.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Suriye Savaşı’nın 7. Yılı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Afrika’nın İslamlaştırılması ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Müslümanlığın Afrika’da Yayılması
İslamiyet Afrika’ya ilk olarak, müslüman olduğu için Arap Yarımadası’nda ayrımcılığa uğrayan ve kaçmak zorunda kalan göçmenler tarafından taşınıyor. Ama İslam devletlerinin kıtaya girişi, 600’lü yılların ortalarına doğru gerçekleşiyor. İslam’ı yaymak için büyük bir ordu ile yola çıkan Arap General Amr ibn al-Asi, başta Mısır olmak üzere Bizans’ın kontrolünde olan birçok yeri işgal ederek hristiyanların bölge üzerindeki etkilerini kırıyor. Bu arada olan, bölgede yaşayan insanlara oluyor; hristiyan Bizans sömürgeciliğinden kurtulan halklar, bu sefer müslüman Arap istilaları ile karşı karşıya kalıyor. 8, 9 ve 10. yüzyıllarda ise Araplar, hakimiyetlerini Doğu Afrika’ya doğru genişletiyor; sömürgelerine Somali, Kenya ve Kızıldeniz kıyılarını katıyorlar. Daha sonraki süreçte kıta üzerindeki hakimiyeti zayıflayan Araplar, sahneyi dönemin etkili güçlerinden Osmanlı Devleti’ne bırakıyor.
Burada İslamiyet’in yayılması ile ilgili bir parantez açmak gerekiyor. Daha önceden söylediğimiz gibi, Müslüman Araplar, Hristiyan Avrupalılar gibi toplu katliamlara girişmeseler de; insanların dolaylı yollardan İslamiyet’e geçmeye zorlanması, coğrafyanın maddi kaynaklarının sömürülmesi ve yoğun bir “köle ticareti” trafiği oluşturulması gibi etkinliklerde bulunuyorlar. (Arapların 9. yy’dan 19. yy’a kadar köle ticaretinde hayli aktif olduğu görülüyor.) Bu dönemde önemli ticaret yolları üzerinden bir trafik işleten Araplar, bu yolla gittikleri bölgelerin ileri gelenleri, kabile şefleri ve zenginlerini müslümanlaştırarak yoksul tebaaların da müslümanlaşmasını sağlamışlardır. Dönemin kaynaklarına göre, sonraları Avrupalıların girişeceği modernleştirme adı altında kimliksizleştirme politikalarına burada da rastlanıyor. Kaldı ki, bugün kıtanın hem müslüman hem hristiyan bölgelerine baktığımızda, “modernleşmenin” ne kadar işe yaradığını; üretilmiş olan dini ve etnik savaşlarda görebiliyoruz.
Ve Osmanlı Sahneye Çıkıyor
Ortadoğu’daki Arap bölgelerinin Osmanlı’nın kontrolüne girmesinden sonra, Doğu Afrika’daki Arap kontrolü de zayıflamıştır. Osmanlılar 16. yüzyıl başlarında Afrika’nın kuzeyinden başlayarak Akdeniz’in güney sahilleri boyunca, Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Öte yandan, Kızıldeniz’in batı sahilleri boyunca ilerleyerek Hint okyanusu kıyılarına kadar ulaşmışlardır. Osmanlı’nın “köle ticareti” geleneğini devam ettirdiği görülürken, imparatorluğun girdiği her yerde uyguladığı ağır vergilendirme, asker talebi ve devşirme politikası, burada da devam etmiştir. Osmanlı’nın kıtaya girişiyle neredeyse aynı dönemde, Avrupalılar da yüzlerini buraya dönmüştür. 15. yy’da Hollandalılar Güney Afrika kıyılarını alırken, Portekizliler Angola ve Mozambik kıyılarını yerleştiler. İngilizler ise Gine Körfezi kıyılarına yerleştiler. Bu arada Fransızlar da, Afrika’ya 16. yy’da Senegal üzerinden, Batı Afrika kıyılarına girmeyi başardılar. Bundan sonraki süreçte, hakimiyet alanlarında giderek zayıflayan Osmanlı ile Avrupa arasındaki sömürge mücadelesi başlamış oldu. Bazı kaynaklar, bunun Osmanlı’nın Afrika’yı korumak için sömürgeci Avrupalılarla savaşı olduğunu söylese de, bu kelimenin tam anlamıyla iki dev arasında bir kapışmaydı ve her zaman olduğu gibi, filler tepişirken çimenler eziliyordu. Yoksul Afrikalıları, yeni ve uzun bir sömürge dönemi daha bekliyordu.
T.C.’nin Afrika Çıkarması
T.C Devleti’nin son dönemlerde Afrika’ya düzenlediği ziyaretler, cemaatle yapılan Afrika’daki okullar kavgası, geçmişte buraya yapılan akınları anımsatıyor. Özellikle müslümanlığın yaygın olduğu bölgelere bu referansla girmeye çalışan T.C, “Avrupa, Afrika’nın sadece madenlerini görüyor; biz ise burayı kalp gözüyle görüyoruz.” diyor. Fakat T.C’nin Afrika’ya yaptığı her ziyaret sırasında, yanında müteahhitleri, iş adamlarını ve fabrikatörleri götürmesi; bunların kalp gözlerinin de sadece gücü ve parayı gördüğünü gösteriyor. Her fırsatta “Osmanlı’nın Afrika’da izlediği hoşgörü politikasına” gönderme yapan Erdoğan, oraya kurmak istedikleri iplik fabrikaları, madenler, baraj inşaatları ile sömürgeci Osmanlı’nın izini takip ettiklerini açıkça beyan ediyor. Aslında yeni T.C devleti, yeni sömürücü yöntemlerle, eski atalarının izinden gidiyor!
Yüzyıllardan beri farklı hakim güçlerin talan ettiği Afrika coğrafyası, kimi zaman Hristiyanlık, kimi zamanda Müslümanlık referans alınarak kimliksizleştirilmeye; Afrika halkları yaşam biçimlerinden, inanışlarından ve kültüründen koparılarak “modernleştirilmeye” çalışılıyor! Yani kapitalizmin köle ve “ham madde” deposuna dönüştürülmeye devam ediyor. Çoğu zaman halkların büyük dirençleriyle karşılaşan bu saldırılar, bugün de hem klasik yöntemlerle hem de yeni yöntemlerle sürdürülüyor. Bugün Afrika’da yaşanan etnik ve dini çatışmalar, Boko Haram’ın ve benzeri örgütlerin giriştiği toplu katliamların müslümanlara ya da hristyanlara mal edilmeye çalışılması da bu yeni taktiklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bizler biliyoruz ki, bu coğrafyada “üretilen şiddetin” babası ezilmişlik boyutunda aynı kaderi paylaşan Müslüman ya da Hristiyanlar değil, tıpkı geçmişteki gibi Müslümanlığı ve Hristiyanlığı referans göstererek saldıran efendilerdir!
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Afrika’nın İslamlaştırılması ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Siyasi Fırsatçılık: Devletin Tarih Yalanları” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuğunu, şatafatlı sarayının ihtişamlı merdivenlerinde karşılarken, görüntülerde bu iki devlet yöneticisinin dışında merdivenlerin sağında ve solunda sıralanmış 16 figür göze çarptı. Daha sonra, bu “16 tarihi figür”ün TC Cumhurbaşkanlığı bayrağındaki 16 yıldıza atfen, Türklerin tarihleri boyunca kurulan 16 devleti sembolize ettiği açıklandı. Bu ve benzeri devlet ritüelleriyle artık, “Yeni Türkiye”de daha sık karşılaşılacağı iktidar yanlısı köşe yazarlarınca, kendi medya organlarında dolaylı olarak vurgulandı.
Başkanlık sistemi tartışmalarının iktidar çevrelerince tekrar “gündeme sokulduğu” bu günlerde, Türklerin kurduğu 16 devlete göndermede bulunmak, Taksim-Gezi Direnişi ve yolsuzluk operasyonları sonrası yükseltilen milliyetçi hamaset söylemiyle aslında çelişmiyor. Hatırlayalım; Taksim-Gezi Direnişi sonrası devlet iktidarı ve yandaş kalemleri sıkça “dış mihraklar” söylemine sarılarak buna uygun, “faiz” başta olmak üzere çeşitli ve “yaratıcı” lobi faaliyetleri iddialarını, “hain adresler” olarak göstermişti. Bu yanıyla “16 Türk devleti” göndermesi, söz konusu milliyetçi vurgular göz önüne alındığında çelişki oluşturmuyor gibi gözükse de, aslında iktidarın geleneğindeki politik referansı olan etnik milliyetçi söylem karşısına “İslam ümmetçiliği”ni çıkaran Milli Görüş kökenli “siyasal İslamcı” çizgisiyle çelişiyor.
Coğrafyamızda sağ siyasal gelenekler, zaman zaman birbirleriyle çakışsa ve iç içe girmiş gibi görünse de, kendilerini aslında farklı politik kulvarlar olan milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık kimliklerinde tanımlayagelmişlerdir. 2002 yılında kurulduğunda siyasal İslam referanslı Milli Görüş kimliğini –belki de dönemsel bir taktik adım olarak- “muhafazakar demokrat” kimliği ile değiştirdiğini söyleyen AKP politik hattı, iktidarda olmanın da olanaklarıyla hayata geçirdiği pratik adımlarla siyasal İslamcılık çizgisine geri dönüş adına güçlü sinyaller vermişti. İmam Hatip okullarının artan sayısı, okullarda kızlı-erkekli karma sistemin tartışmaya açılması, Sünni İslam’ın devlet kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsünün ve etkinliğinin oldukça artması, Ortadoğu coğrafyasında Müslüman Kardeşler başta olmak üzere radikal İslami çevrelerle geliştirilen ilişkiler bu adımların akla gelen bazıları.
Malum, törendeki 16 Türk devleti konusuna geri döndüğümüzde ise yukarıdaki veriler ışığında mevcut devlet iktidarının söylemsel ve pratik bir paradoksunun yanı sıra, devletin resmi tarih savlarının gerçekliği noktasında da önemli soru işretleri ortaya çıkıyor. İslamcı referanslarla siyaset yürüten devlet iktidarının, 8’i İslamiyet öncesi 16 Türk devletine göndermede bulunması, bir çelişki oluşturmasının yanı sıra, İslami ümmetçilik söylem ve pratiğini esas almayan ırkçı-milliyetçiliğe bir yeşil ışık olarak da değerlendirilebilir. Yeni bir seçim sürecine girildiğinde, alabildiğine pragmatik bir siyasete sahip olan iktidarın bu adımı, kendi içinde bir tutarlılık arz etmesine karşın, siyasal İslamcı söylem ve pratikleri açısından bir çelişki oluşturuyor.
Devlet iktidarının mevcut sürdürücüsü çevrenin siyasi rant amaçlı bu faydacılığının dışında ise cumhurbaşkanlığı forsundaki “16 Türk devleti” odaklı tartışmalar, devletin resmi tarih yalanlarını da tekrar gün yüzüne çıkardı. Forstaki “16 Türk devleti” teorisinin yıllar önce 1969’da devletin ırkçı söylemlerine de referans olan Türkçü-Turancı ideolojinin teorisyenlerinden Nihal Atsız tarafından, aynı ideolojideki “Ötüken” dergisinde “16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar” başlıklı bir yazıda çürütüldüğü ortaya çıktı. Atsız, yazısında Türklerin kurduğu devletlerin sayısında bir netlik olmadığını, ancak özellikleri arasında “devlet kurmak olan” bir ulusun, bu devletleri neden yaşatamadığının sorgulanması gerektiğini belirtiyor. Benzer bir biçimde de Ankara Üniversitesi SBF akademisyenlerinden ve milliyetçi-Kemalist kimliği ile bilinen Prof. Coşkun Üçok da Tarih ve Toplum dergisinin Ocak 1987 sayısında “16 Türk devleti” iddiasının bir gerçekliği olmadığını vurgularken, söz konusu yazdığı yazıya yakın bir dönemdeki enteresan bir devlet uygulamasıyla bu iddiasını destekliyor. TC devletinin Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldız halihazırda dururken, 15 Kasım 1983’te KKTC, 17. Türk devleti(?) olarak kurulur. Bu durumda forsa, KKTC’yi simgeleyen bir yıldız daha eklemek gerekmektedir. Ancak dönemin devlet aklı, belki de “16 ahengi”ni bozmamak için, 16’lardan Batı Hun Devleti’ni çıkararak bu yeni Türk devletine “yer açmıştır.”
Mevcut devlet iktidarı, bir tarafta Türkçülük-Turancılık, diğer taraftan Osmanlıcılıkla beslediği eklektik bir yeni rejim inşası sürecini örerken, aslında vesayet dönemi diye de adlandırdığı yaklaşık 100 yıllık yerleşik düzen döneminin tarihsel yalanlarından faydalanıyor. Bu açıdan bakıldığında “eski” ile “yeni” arasında siyasi çıkar hesaplarına dayalı ve yalanlarla desteklenen fiili bir ortaklık beliriyor. Onlar devletler kurup yıkar, “yeni rejimler” tesis ederken; kurulup yıkılan her devlet, ezilenlerin çalınan yaşamları üzerinden vücut buluyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Siyasi Fırsatçılık: Devletin Tarih Yalanları” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Zındıktan Çapulcuya, Kemirgene : Efendinin Yaftaladıkları” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Padişahın tarafında olmadıkları için kellesi alınan zındıklar, filmlerdeki karakterlerden ibaret değiller elbette. Yüzyıllardır bu topraklarda, efendinin tarafında olmayanlar, zındık olmakla suçlanıp ötelendiler, hatta çoğu zaman öldürüldüler.
Peki kimlerdi bu zındıklar, zındıklık da neydi?
Günümüzde sapkın ve dinsiz anlamında kullanılan “zındık” kelimesi, Zerdüşt ve Mani ile alakalı olarak ortaya çıkmıştı. Mani, Zerdüştîliğin kutsal kitabı Avesta’ya yazdığı yorumları içeren kitabına, Zend (Farsça: Yorum) adını vermişti. Araplar, Zend-Avesta (Avesta’nın Yorumu) da denilen Zend’e inanan anlamındaki “Zendî” kelimesini telaffuzlarına uydurarak, “zendîk” kelimesini türetmiştir. M.S. 260 civarında, resmen Mazdekizm’i benimseyen Sasani İmparatorluğu merkez yönetimi, bütün coğrafyanın inancını tepetaklak eden Maniheistleri, sapkın ve dinsiz ilan etmişti.
8. ve 9. yüzyıllardaki dini hareketleri araştıranlar, önce Maniheistlerin, sonra da Mazdekîlerin “zendîk” diye anıldığını vurgular. İslam ortaçağında, İslam dışındaki dinleri, dini akımları ve yandaşlarını (Maniheistler, Mazdekîler, Deysanîler, Marikalar, Zerdüştîler…) niteleyen bu kelime, 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren İslam’da ortaya çıkan Sünnilik dışı bütün mezhepleri kapsayacak şekilde kullanılmıştır.
Sünnilik dışı her türlü “şüpheli” inancı; aslında inanç, devlet ve toplum düzeni için tehlikeli olduğuna inanılan her türlü fikri ve dini eğilimi anlatan bir terim olmuştur. Türkçe’ye “zındık” olarak geçmiştir.
Emevilerden Sasanilere, Selçuklulardan Osmanlılara kadar, zındıklıkla yaftalananlar incelendiğinde, ortaya çıkar ki mesele her zaman din, inanç değildir, politik ya da başka sebeplerle de zındık denilerek yaftalanmıştır insanlar.
Efendilerin tarzı bu!
Evet, aslında efendilerin geleneksel tarzı budur. Kendinden olmayan herkesi, tek potada eriterek yaftalamak.
Son 30 yılın yaftaları denince, akla en başta “Allahsız gomunis”, “moskof”, “moskof uşağı” gelir. Bu yaftaları dillendiren efendiler için, karşısındakinin Allahsız, Moskova’lı ya da uşak olması değildir mesele. Uşak olmayı reddedenleri, yeni bir “zındıklık” konumuna düşürerek -geleneklerinden gelen deneyimle- kısa yoldan ötelemektir. Sonrasında –yine geleneklerinden gelen deneyimle- cezalandırmak elbette…
Günümüze gelecek olursak, şimdiki efendiler daha yaratıcı olsa gerek; ayda bir yeni yafta buluyorlar. Terörist, radikal, tinerci, eşkıya, marjinal, çapulcu, kemirgen ve daha neler neler… 1 Mayıs 2013’te sokağa çıkanlar marjinal, Taksim’de başlayıp dört bir yana yayılan isyan hareketinin parçası olanlar çapulcu, mahalle forumlarında şirketlere boykot kampanyaları örgütleyenler ise -kutsal devlet gemisini ekonomik anlamda batırmak amacıyla kemirdikleri iddiasıyla- kemirgen olmakla yaftalandı.
Genelde efendilerin, karşısındakileri toplum gözünde itibarsızlaştırmaya yönelik kullandıkları bu yaftalar, son zamanlarda sahipleniliyor karşısındakiler tarafından. Kelime, anlamıyla olmasa da, kazandığı anlamla sahipleniliyor. Kimi zaman eşkıya oluyoruz, kimi zaman çapulcu. Toplumun tarif edilen kısmı eşkıyaysa, çapulcuysa, çıkıp “Hepimiz eşkıyayız!” sloganları atmaktan çekinmiyoruz.
Ancak, ısrarla belirtmek gerekir ki; efendiler, önümüzdeki günlerde, kendinden olmayanlara lafın gelişi “sandalye” dediğinde, “Hepimiz Sandalyeyiz!” yazılı dövizlerle, “Sandalyeni Kap Gel!” kampanyası örgütleyecek olanları da tanımayız etmeyiz.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Zındıktan Çapulcuya, Kemirgene : Efendinin Yaftaladıkları” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>