The post Dünyayı Yok Eden Zenginler Uzaya Dünya Manzaralı Otel Açacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Savaşlar çıkarıp dünyayı yaşanmaz hale getiren devletler şimdi de uzaya dünya manzaralı otel açmayı planlıyor. Otelin dünya manzaralı olmasının nedeni ise eserleriyle gurur duymak.
Bilim gelişti evet, dünyayı, insanları, hayvanları sömürerek gelişti. Peki bu durum övünülecek bir şey mi, zenginler için evet. Bu yüzden de dünyanın geri kalanını olağanca hızıyla sömürmeye devam ediyorlar.
Rusya Federal Uzay Ajansı Roscosmos’un Uluslararası Uzay Üssü’nde (UUİ) lüks bir otel inşa etmeyi planladığı belirtildi.
Otelde kalanlar için, kişiye özel kabinler, dünya manzaralı büyük pencereler, özel tuvalet ve egzersiz malzemelerinin yanı sıra, bir de Wi-Fi yer alacak.
20 ton ağırlığında, 15.5 metre uzunluğunda olması planlanan otelde 4 adet uyuma bölümünün olacağı belirtildi. Otelde 1 ila 2 haftalık bir konaklama için ise kişi başı 40 milyon dolar ödenmesi gerekecek.
Otelin inşasının ise maliyetinin de 446 milyon doları bulabileceği belirtildi.
The post Dünyayı Yok Eden Zenginler Uzaya Dünya Manzaralı Otel Açacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Gezi’nin Ruhu Araf’ta” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz sene Mayıs ayının sonunda bir şeyler oldu ve Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak öngörülmemiş bir durum çıktı açığa. Yaşanan kimilerince darbe girişimi, kimilerince masum taleplere yönelik şiddete tepki ya da iktidarın yaşamlara müdahalesine yönelik birikmiş öfkenin taşmasıydı. Kim ne derse desin 2 hafta boyunca Taksim Gezi Parkı’nda kolektif olarak yaratılan ve yaşanılan bir şeyler vardı. Ve bu İstanbul’la sınırlı da kalmayarak birçok kente yayıldı. Birçok kesim ve kişi, ortaya çıkan halet-i ruhiyeye “Gezi Ruhu” dediler.
Şüphesiz Gezi Parkı etrafında şekillenen toplumsal hareketlilik homojen değildi, mevcut iktidar yanlıları dışında hemen hemen her kesim bir ucundan kendi meşrebince dahil oldu bu hareketliliğe. Bu nedenle de Gezi etrafında şekillenen hareketliliğin, farklı kesimler bakımından birbirinden çok farklı -kimi zaman hemen hemen birbirine zıt- anlamlar taşıdığı açık. Uç bir örnek vermek gerekirse, bir taraftan Gezi’nin çıkış noktası olan polis şiddetine karşıtlıkla beraber tüm güvenlikçi yaklaşımları reddeden ve “kimsenin askeri olmayacağız” diyenler, öbür yandan “mustafa kemalin askerleriyiz “ söylemleri ve orduyu göreve çağıran darbeci militarist söylem bir arada olmasa dahi, yan yana görüntü verdi. Ama Taksim Gezi İsyanı birincisinden yana şekillendi. Bu nedenle bu yazıda “Gezi Ruhu” derken bir şekilde bu süreçte görüntü veren her bir söylem değil, isyana hâkim olan genel söylem ve pratik kastedilecektir.
Çünkü “Taksim Gezi isyanı”, toplumdaki ezilen kesimlerin birbirlerine omuz vererek birlikte gerçekleştirdikleri bir kalkışmaydı. Ve iki haftalık bu sürecin doğru bir okuması da ancak ezilenlerin örgütlü mücadelesi perspektifinden yapılabilir.
Gezi Parkı’nın şiddetle zapt edilmesinden sonra sokak eylemlilikleri devam etti. Bir taraftan da mahalle forumları, işgal evleri, bostan direnişleri, işgal edilen fabrikalardaki özyönetim deneyimleri Gezi’nin devamcısı olarak hayata geçirilmeye çalışıldı ve bunların bir kısmı halen devam ediyor. Mahallelerdeki hareketliliğin isyan sonrası seyri bakımından bir şeyler yazmak için hem henüz erken ve hem de bu konu ayrı bir yazıyı hak ediyor şüphesiz. Ancak her cumartesi Taksim’e yapılan çağrılar, şaşmaz bir şekilde aynı şekilde devam eden toplaşma, su ve biber gazı servisi, ara sokaklarda barikat kurup bir süre çatışma ve gözaltına alınanlar dışında evlere dağılma seremonisi, isyan sürecinde açığa çıkan adrenalinin fetişi haline döndü. Azalan kitle, artan şiddet ve sıradanlaşmayla birlikte bu da gün geçtikçe daha da etkisizleşen bir seyir izledi ve sokak da eski seyrine döndü. Gezi’nin yıldönümündeki cılız eylemliliklerden sonraysa iktidara yakın gazetelerde coşkuyla “gezi ruhuna el fatiha” haberleri yapıldı.
Gezi’den sonra aynı cümleyi iki farklı tonlamayla sık sık duyar olduk: “Nerede gezi ruhu?” Biri herhangi bir toplumsal adaletsizlikte, isyan günlerindeki karşı çıkışı arayan sitemkâr ton. Diğeri ise o iki haftalık süreçte yaşananlara duyulan özlemi ifade eden nostaljik “nerde o eski günler” tonu.
Allaaşkına nedir bu “Gezi Ruhu” denen şey, hem nasıl oldu da bir vardı bir yok oldu. Nerede arayalım da bulalım onu? İşte yukarıda yazılanlarla bir giriş yapmaya çalıştığımız bu yazının cevap bulmaya çalışacağı soru tam da bu. Ancak ruh soyutluğunda değil, açığa çıkan söylem ve pratiklerin somutluğu üzerinden o “ruh”un bileşenlerini ve bileşemeyenlerini ortaya koymaya çalışacağız.
O halde önce nelerin var olduğundan bahsetmek lazım. Her şeyden önce sokağa çıkmış isyan vardı. Gezi Parkı’nı yıkıp yerine kışla/AVM/otel/rezidans/kültür merkezi vs. dikeceğiz diyen iktidar, Gezi Parkı park olarak kalsın diyen insanlar ve bu insanlara sabahın köründe gazla copla pervasızca saldıran, çadırları yakan polis… Elbette polis şiddeti yeni değildi. İster emek sömürüsüne karşı dursun, ister adaletsizliğe; ister deresine kurulan HES’e karşı dursun, ister köyüne yapılan kalekola devlet copunu mermisini hiç esirgemedi halktan. Üstelik 1 Mayıs 2013’le birlikte Taksim’de eylem yapmak yasaklandı ve yapılan her tür eylem ve basın açıklaması polisin şiddetiyle dağıtıldı. Ancak her bardağın bir taşma noktası vardı. Evlerinde oturup lanet okumakla yetinen sessiz çoğunluk sokağa çıktı yani isyan etti. Sokaktaki toplumsal muhalefetle birleşince devlet bir mevzi kaybetti, çünkü beklemediği bir şeye hazırlıksız yakalandı.
Sonra direniş vardı. Dövüşerek kazanılan mevziler, barikatlarla devlete kapatıldı. İktidar tüm gücüyle yüklense de, her defasında geri püskürtüldü. Elbet sonsuza dek böyle kalamayacaktı, herkes bunun bilincindeydi. Ama olsundu, önemli olan ne kadar süreceği değil, nasıl sürdüğüydü.
İşte burada paylaşma ve dayanışma girdi devreye. Herkes yeteneğini koydu ortaya. Kimi barikat kurdu, kimi yemek yaptı. Kimi gaz yedi, kimi gaz yiyenlere talcidli su verdi. İnsanlar evlerinde battaniye-elbise getirdiler orda kalanlar için, polisten kaçanlara kapılarını açtı, kapının önüne limon-süt bıraktılar. Kimi mesleğini herkesin hizmetine sundu; yaralıları tedavi etti, karakollarda gözaltı peşinde koştu. İşte isyana rengini veren temel şey de buydu.
Ve şimdiye kadar sokakta hiç ya da pek yan yana gelmemiş kesimler birlikte omuz omuza direndiler. Sınıf mücadelesi, kadın, LGBT, ekoloji, gençlik hareketi, Kürt halk hareketi gibi birbirinden kopuk mücadelelerin özneleri bir arada eylediler. Şimdiye kadar sadece kendi derdiyle dertlenen kesimler, esasen dertlerinin ortak olduğunu anlamaya başladılar. Şekiller değişse de öz hep aynıydı. Taraflar farklı olsa da değişmeyen şey tahakküm ilişkisiydi. İşte bu bir aradalığın yarattığı şey, tahakküm ilişkilerinden birine karşı mücadele yürütülürken diğer tahakküm ilişkilerini devam ettirmeme, yok saymama gerekliliğiydi. Bu ise yeni iktidar ilişkileri doğurmadan mücadele etme pratiğini geliştirdi. Örneğin “Küfürle değil inatla diren” diyen kadın hareketi, direnişte kullanılan cinsiyetçi söylemleri değiştirdi.
Olan şeylere bakıldığı gibi paralelinde olmayanlara da bakılabilir. Direnişin yarattığı her şey iktidarın bir mevzisini yıkar. Mesela paylaşmanın olduğu yerde kapitalizm barınmaz. Dayanışmanın olduğu yere iktidar sızamaz.
Bu liste uzayabilir ama uzatmaya gerek yok. Ancak anlatmaya çalıştığımız şudur, bugün özlemle yâd edilen ve adına Gezi Ruhu denilen şey, soyut bir ruh değildi. Orada hep beraber yaratılan değerler, yaratılan bir direniş kültürü ve kolektif bir yaşam vardı. Burada bir isyanın formülünü çıkarmak derdinde de değiliz. Ancak neyi aradığımızı bilmeden onu bulamayız. Neyi istediğimizi bilmeden onu yaratamayız.
Tersinden söylemek gerekirse, orada yaşanılanın, yaratılanın ve yıkılanın ne olduğunu iyi tahlil edersek, o direnişi her an ve her yerde yaratabiliriz. Bir fabrikada veya işçilerin çalıştığı herhangi bir işyerinde, bir okulda, evde ya da sokakta. Her neredeysek orayı direnişin mekânı haline getirebiliriz. Yeter ki isyan edelim, direnelim, paylaşma ve dayanışmayı düstur edinelim ve bunları yaparken de iktidarı kendi içimizde yeniden üretmeyelim.
Davut Erkan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Gezi’nin Ruhu Araf’ta” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>