The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih boyunca yetişkinler, çocukları kontrol altına almaya çalıştıkları gibi mekanlarını da kontrol altına almaya çalışmışlardır. Çocukların oyun oynayıp yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri ve öğrenebilecekleri alanları yaratmak mümkün. Bu yazı dizimizin ilkinde oyun coğrafyalarından çocuk parklarını konuşuyoruz.
Modern Çocukluk
Dünyanın farklı coğrafyalarında toplumsal ilişkilerin iktidarlı yapılar tarafından kontrolü ile toplumdaki doğal farklılıklar (yaş, cins, etnisite) avantajlı konumların yaratılması, baskı ve sömürü koşullarının oluşturulması amacıyla farklı şekillerde kullanılmıştır. Özellikle avcı toplayıcıların yerleşik hayata geçişiyle yakın süreçlerde ortaya çıkmış iktidarlı mekanizmaların toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı iş bölümünün etkisiyle oluşan yetişkin-çocuk ayrımı ve modernleşmenin ortaya çıkardığı, iş bölümü ve uzmanlaşmanın üretimin yanı sıra toplumsal yaşamın tamamında etkili olmaya başlamasıyla birlikte çocukların ayrı toplumsal kategorizasyon içerisinde tanımlanması bu durumla ilişkilidir. Yetişkinlerin çocuklara yüklediği roller, anlamlar tarihsel dönemlere, kültür ve topluluklara göre değişim göstermiştir.
Peter Gray’e göre çocuklar avcı toplayıcılarda toplumsal yaşam içerisinde büyürken sonraki dönemlerde yetişkinler tarafından evcil hayvanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmesi gereken canlılar olarak görülmüştür. Çocukların kendilerine özgü oyunlarının, besinlerinin, giysilerinin, konuşma dillerinin oluşmaya başladığı dönem ise 17. yüzyıl ve sonrasına tekabül etmektedir. Bu dönemden sonra da ayrı gelişimsel özelliklere sahip oldukları iddiasıyla çocuklar toplumsal ayrışmaya maruz kalarak giderek yetişkinlere daha bağımlı hale getirilmişlerdir.
17. yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da yetişkinlerden ayrı bir gelişimsel dönem olarak kabul görmeye başlayan ve inşa edilen toplumsal bir yaratım olan çocukluk, bugün de toplumu kendi çıkarları uğruna kontrol etmek isteyen kesimlerin hedefinde olan bir olgudur.
Değişen Çocukluk Coğrafyası
Kentlerin insan coğrafyasının hakimi olmaya başlaması ve kentleşmenin yaygınlaşması sonucu insanın doğadan kopuşu gerçekleşmiş ve kır-kent ayrımı keskinleşmeye başlamıştır. Bireyler önceleri yaşamın bilgisini doğadan bizzat kendileri öğrenirken doğadan kopuşla birlikte bilgi öğretimi ve mekanın kontrolünü kaybetmiştir. Neyin doğru neyin yanlış olacağı ve neyin öğretilip öğretilmeyeceği kentin/iktidarlı yapının yöneticilerinin kararına bağlı olmuştur.
İnsan coğrafyalarındaki değişimi araştıranların yanı sıra S. James’in (1990) “Coğrafya’da çocuklar için bir yer var mıdır?” sorusuyla beraber coğrafyacıların bu konuya olan ilgisizliği eleştirilmiştir. Yönetilen yetişkin bireyler gibi çocuğun öğrenimini gerçekleştirdiği mekanın ve yaşadığı coğrafyanın da değiştiğini vurgulamak gerekir.
Doğanın tahakküm altına alınması, merkezi iktidarın güçlenmesi ve toplumsal ilişkilerde hiyerarşinin belirginleşmesi, çocuklukla ve çocuklarla kurulan ilişkinin de köklü bir şekilde değişmesine neden olmuştur. Avcı toplayıcı topluluklarda, içinde yaşadıkları kültürün tüm araçlarına erişim sağlayabilen ve aşağı yukarı dört yaşından itibaren gruptaki diğer çocuklarla birlikte yetişkinlerden bağımsız bir şekilde etrafını keşfetmekte ve oynamakta özgür olan çocuklar, değişen toplumsal ilişkiler, aile ve eğitim gibi kurumlarla giderek daha da baskı altına alınmış; yetişkinlere bağımlı hale getirilmiştir. Günümüz çocuk-yetişkin ilişkilerine ve çocukların zaman geçirdikleri mekanlara bakarsak çocukluk coğrafyalarının değişmiş, çocukların kentli yetişkinlere iyice bağımlı kılınmış olduklarını anlayabiliriz.
Mekanın kontrolünü sağlamanın toplumun kontrolünü sağlamada önemli bir araç olması sebebiyle siyasi ve ekonomik iktidarların -kendi çıkarlarına odaklandıkları- her uygulaması, çocukların görmezden gelindiği mekansal düzenlemeler olmuşlardır.
Kentler, modern beşeri coğrafyalar kapitalist üretim ve tüketim anlayışının hakim olduğu, hızlı hareketlerin gerçekleştirildiği, rekabetlerin oluştuğu alanlar olmaları sebebiyle çocukların ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine cevap vermemekte, çocuklara güvenli ortamlar sunamamaktadır.
Sokaklar, yollar, mimari düzenlemeler ve kent planlamalarının hepsi yetişkinlerin fiziksel özelliklerine, ihtiyaç ve isteklerine odaklanmaktadır. Kent mekanının düzenlenme sürecinde karar alınırken çocukların katılımı gözetilmez. Kentler, çocukların tek başlarına hareket edebildikleri, risk alabildikleri, bireysel yetenek ve özgüvenlerinin gelişmesine yönelik alanlar değildir. Çocuklar giderek sokaklarında oynayamadığı, caddelerinde yürüyemediği kentlerde yaşamaktadır. Okul, kurs, sinema, alışveriş gibi etkinliklere araç ile gitmektedirler. Eve, okula ve izin verilen alanlara kapatılmışlardır. Kapalı mekânlar arasında gidip gelmekte ve sosyal yaşama sınırlı bir şekilde katılabilmektedirler. Yalnızlaşan çocuğun öğrenme süreci sakatlanacaktır. Kısacası mekanlar adeta çocukların kontrol altına alınması için düzenlenmiştir.
Değişen Oyun Mekanları ve Parklar
Tarih boyunca yaratıcılığın, öğrenmenin ve toplumsallaşmanın önemli araçlarından biri olmuş oyun, özellikle çocuklar için başat bir etkinliktir. Oyun çocukların fiziksel ve düşünsel gelişiminde önemli bir yere sahiptir ve çocuk oyunla yani öğrenerek büyümektedir. Dayanışmanın, kolektif hareket etmenin ve kolektif yaşamın deneyimlendiği oyunlar çocukların özgür büyümesini ve gelişmesini sağlamaktadır.
Toplumsal, ilişkisel bir olgu olarak mekan, öğrenme süreci için de anahtar bir noktadır. Mekanın kendisi, fiziksel özellikleri ve kurgulanması öğrenme sürecine etkide bulunmaktadır.
Mekanın önemini kavrayan farklı farklı kesimlerden de çeşitli yöntem ve anlayışlar geliştirilmiştir. Örneğin alternatif eğitim modellerinden olan ama öğretmen-öğrenci ikiliğini sürdüren Reggio Emilia’da da mekan çocuk ve öğretenin dışında üçüncü pedagog olarak tanımlanmıştır.
Hollandalı Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” (Oyun oynayan insan) fikirlerini benimseyen Situationistlerle çalışmalar yapan Van Eyck’a göre ise oyun modern kapitalizm ve modern mimarlığa karşı çıkışın bir aracı olduğu için tüm şehir gizli sürprizler içeren, yaratıcılığı teşvik edecek bir oyun alanı gibi olmalıydı. Van Eyck’a göre oyun alanlarındaki nesneler değil çocuklar hareket etmeliydi. Bu yüzden atlama taşları, tırmanma çubukları, borulardan mamul kubbeler, kum havuzları yeterli idi. Bu nesneler çocukların hayal gücü ile birleştiğinde kah bir Eskimo iglosu, kah bir korsan gemisi olabiliyordu. Fakat bu yaklaşımda da çocuklara yeterli olabilecek malzemelerin sıralanması başka türden bir mekan düzenlemesi içeriyordu. Ayrıca kentin kapitalist üretim ilişkileriyle bağının nasıl çözülmesi gerektiğine dair sorgulamaları ve merkezi iktidarlarca kontrolünü es geçip iyi bir şehrin nasıl olabileceğini söylemesi de yeterli bir yaklaşım değildi.
Toplumun kontrolünü sağlayabilmek için çocuğun eğitilmesi gerektiği yaklaşımıyla birlikte de kent mekanı içinde mekansız kalan ve evlere, okullara sıkışan çocukların nefes alabildiği alanlar olarak oyun parkları önemsenmiştir. Peki hakim oyun parkları çocukların otonomisine, bağımsız bir birey olma sürecine ne kadar katkı sağlamaktadır? Kentin içerisindeki yeşil alanların tüketilmesinin ardından “çevreci hassasiyeti” ile oluşturulan küçük parklar nasıl bu sorunu çözecek yaklaşıma sahip değilse çocukların evden çıkıp koca koca betonların arasındaki küçücük plastik bir salıncak ve kaydırağın var olduğu sembolik parklara gitmesi anlayışı da benzer bir sığlığa sahiptir.
Kentsel mekanda yetişkinler tarafından belirlenen bir takım kriterler doğrultusunda tasarlanan çocuk oyun alanları ve okul bahçeleri de çocuğun ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine uygun değildir. Böylesi mekanlara sıkışan çocuk pasif/izleyici konumda olacaktır.
Richard Sennett’e göre de oyun oynamak için özel olarak üretilmiş ve etrafı trafikle çevrelenmiş parklarda oynanabilecek oyunlar belirlidir. Bu noktada hiçbir sürprize yer yoktur. Fakat oyun, kendi varlığını insan eylemleriyle her yerde sürdürebilir. Çocukların kendileri için tasarlanan park ya da oyun alanlarında değil de başka amaçlar için üretilmiş mekânlarda oyun oynamaktan daha çok keyif almalarının nedeni, oyunun yapısında yer alan belirsizliğin, başka işlevler için tasarlanmış alanlarda daha kolay görünür olmasıdır. Bu, oyunun yaratıcı doğasında var olan bir özelliğidir.
Kolektif Özgür Yaşam Alanları ve Özgür Oyun Alanları
Çocukları toplumsal yapıdan ayrı düşünmeyen, bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak -toplumun tümünün ihtiyaçları doğrultusunda- şekillenen kolektif yaşam alanlarının varlığı da çocukların özgür bir şekilde büyüyeceği mekansal koşulları ve ilişki biçimlerini yaratacak bir başka araç. Kısacası özgür bilgi paylaşım alanlarının; üretimin, tüketimin ve farklı toplumsal istek ve ihtiyaçların kapitalist ilişki biçimlerinin ve mekanizmalarının yanı sıra merkezi iktidarların dışında gerçekleştirildiği alanların da üretilmesi gereklidir.
Sokaklarının giderek daha büyük binalarla çevrelenip taşıt trafiği sebebiyle güvensizleşmesi çocukların yaşam alanlarında hareket özgürlüklerini kısıtlayan, doğal ve toplumsal ortamla kurulan bağlarını körelten, onları yalnızlaştıran bir olgu olagelmiştir. Sokakta oyun oynayamayan, küçük belirlenmiş parklara, ev ya da okullara sıkışan çocukların, içinde bulunduğumuz tek düzelikten kurtulmaları ve yaratıcı bir toplumsallığı inşa etmeleri pek mümkün değildir.
İşte bu durumun farkındalığına sahip olan, çocukların yaratıcı hayal güçlerini açığa çıkarabilmeleri ve özgür bir toplumsallığı oluşturabilmeleri için farklı yöntem önerileri de mevcuttur: Kevin Lynch’in Melbourne’ün banliyö mahallelerindeki çocuklara dair 1997’deki çalışması, koruma amaçlı dahi olsa çocukların kendi oyun yerlerini oluşturmalarının engellenmesinin çocuklar tarafından hoş karşılanmayacağı bulgularına ulaşmış; İngiliz anarşist Colin Ward (1990) ve pedagog Mary Sibley (1991) de çocuklar için tasarlanan kamusal mekânlar ile çocukların daha esnek ve açık alanları seçmesi arasında ortaya çıkan çelişkinin altını çizerek oyun mekânlarının inşa sürecine çocukların da dâhil edilmesi gerektiğine dair vurgu yapmıştı.
Devletin eğitim sistemine karşı anarşist Francisco Ferrer tarafından başlatılan modern okul hareketi ve 1950’lerde, 1960’larda özgür okullar ve alternatif eğitim biçimlerinin oluşturulması da önemli deneyimlerdi. 1960’ların özgür okul düşüncesinin müjdeleyicilerinden biri ise 1940’lardaki özgür oyun alanı hareketinin gelişimiydi. Colin Ward’un da dediği gibi bu hareket insanların iktidarlara karşı kendi yaşamları için toplumsal yaşamı denetleyebilecekleri ve kullanabilecekleri şekilde dünyayı yeniden biçimlendirme konusundaki özgürlükçü ilginin bir ifadesiydi. İlk özgür oyun alanı hareketi Kopenhag’da başladı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsveç, İsviçre ve Birleşik Devletler’e yayıldı. Stockholm’de oyun alanı Free Town, Minneapolis’te The Yard, İsviçre’de Robinson Crusoe Playgrounds olarak biliniyordu. Çocukların yaratıcılıkları geliştirebilecekleri ve yeni şeyler keşfedebilecekleri yap-boz (serüven/özgür) oyun alanının temel ilkesi sadece hammadde ve aletlerle; kereste, çiviler, hurda, metaller, kürekler ve inşaat malzemeleri ile donatılmıştı. Salıncak ve tahterevalli gibi kurulu oyuncaklar yoktu. Esas olarak çocuklara oyun alanlarını inşa etmek, yıkmak ve yeniden inşa etmek üzerine araçlar veriliyordu. Yap-boz oyun alanı hareketi okullara ve endüstriyel kent çevresinin kendisine önemli eleştiriler getirmekteydi. Oyun alanındaki verili malzemelerin oyunun kendisini kurumsallaştırma eğiliminde olduğu ve yaratıcılık ya da deneyime pek az yer bıraktığı eleştirisi mevcuttu.
Yap-boz oyun alanlarında vaktini geçiren çocukların pek çok yönden kendisini geliştireceğini düşünmek hiç de zor değil. Bu alanlar çocuğun fiziksel gelişiminin yanında, kendini ifade etmesi, yaratıcılık ve hayal gücünü geliştirmesi, problem çözme yeteneğini kazanması, neden sonuç ilişkisi sağlıklı kurması, sorumluluk, paylaşma ve dayanışma duygularını geliştirmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Ve ayrıca çocuklar özgür olabilecekleri yap-boz oyun alanlarında yıkıp yeniden yaratabiliyor olmanın gücünü öğrenerek daha büyük boyutlardaki yapıları, sistemi yıkıp yeni bir toplumsal yaşamı yaratabilmelerini sağlayacak özgüveni de oluşturmuş olacaklardır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir özyönelimli eğitim merkezi olan Brooklyn Apple Academy’den çocuklarla Özyönelimli Eğitim Birliği New York temsilcilerinden Alexander Khost’un gazetemiz için gerçekleştirdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Alex: Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’de buraya benzer bir yer yok ve oradaki insanlar burada bir günün nasıl geçtiğini merak ediyorlar, neler yapıyorsunuz, nasıl karar alıyorsunuz, sıradan bir gün neye benziyor? İstersen adını, yaşını söyleyerek başlayabilirsin. Ve sonra da Brooklyn Apple Academy’de neler yapıyorsun, belki bundan biraz bahsedebilirsin?
BZ: Merhaba Ben BZ, 10 yaşındayım. Herkesin bu soruya benzer cevapları olacağını ama aynı zamanda da farklı cevapları olacağını düşünüyorum. Burada arkadaşlarla oyun oynuyoruz ve aslında bir biçimde insanlarla nasıl başa çıkacağımızı öğreniyoruz ama sanırım burada farklı şeyler yapan insanların farklı yanıtları olacaktır.
-İnsanlarla başa çıkma kısmını biraz açabilir misin, nasıl yapıyorsun, neleri kapsıyor?
Yani farklı geçmişlerden, farklı inançlardan ya da sadece farklı karakterlerden insanların buradaki herkesle çok yakın arkadaş olmak zorunda olmadığını, sadece insanlarla iletişime geçmeyi ve bir çatışma ortamı yaratmamayı öğrenmesi ve bunun gibi şeyler.
-Bunun hayatta önemli bir beceri olduğunu düşünüyor musun?
Evet.
-Peki geleneksel okulların bunu öğrettiğini düşünüyor musun?
Hayır, pek sayılmaz. Bence geleneksel okullar, eğer daha fazla yapılandırılmış bir yer istiyorsanız ve bağlı kalmanız gereken -oldukça ağır- bir ders programına sahip olmaktan hoşlanıyorsanız, iyi. Ama bu gerçekten nasıl biri olduğunuza bağlı, daha özgür olmaktan hoşlanıyorsanız evokulluluk, “otur, şimdi bunu yapıyoruz” gibi şeylerden hoşlanıyorsanız, geleneksel okullar.
Isa: Adım Isa. I-S-A şeklinde yazılıyor, E-S-A şeklinde değil. Birçok insan bunu yanlış heceliyor. Hatta bir arkadaşım var, bana mesaj attığında hep yanlış yazıyor, bu gerçekten can sıkıcı ama ona söylemek istemiyorum. 12 yaşındayım ama iki hafta içinde 13 olacağım, yani aslında 13 sayılır. Ben burada D&D (Dungeons & Dragons) oynatıyorum. Yani bir hikaye anlatıyorum ve bundan hoşlanan diğer insanlar hikayeme dahil oluyor ama genellikle olmuyorlar. Bir de Salı günleri iki arkadaşımla film çekiyoruz, bu gerçekten çok eğlenceli. Neredeyse bitirdik ama düzenlemek için yeterince vaktimiz olmayacak, muhtemelen evde bitireceğim.
-Filmin konusu nedir?
Ben Açlık Oyunları’nı okudum ve bir distopya yazmak istedim ama arkadaşım fantastik bir hikaye olsun istedi ve hikayeye öyle karar verdik.
Oliver: Ben Oliver, 10 yaşındayım. Burada günlerimiz çok çılgın geçiyor.
-Çılgın derken, biraz açar mısın?
Yani çılgın işte. Burada insanlar bir sürü şey yapıyor; masa oyunları ve video oyunlar oynuyor, parka gidiyor.
-Sence insanlar burada nasıl öğreniyorlar?
Burası “otur ve bir daha asla hatırlamayacağın 15 bölümlük testi çöz” gibi değil, daha fazlası. “Hey, bunu mu yapmak istiyorsun, evet bunu yapacağım.” Sonra onu yaparsın ve bir şeyler öğrenirsin.
-Sen burada öğrendiğin bir şeyle ilgili bir örnek verebilir misin?
Okumayı Minecraft oynayarak öğrendim.
-Peki insanlarla geçinmek konusunda bir şeyler öğrendiğini düşünüyor musun?
Evet elbette, ama Koca Billy hariç. O dün benim öğle yemeğimi çaldı.
-(Okuyucuya not) Ona inanmayın yalan söylüyor, burada Koca Billie diye biri yok.
Shaylem: Adım Shaylem. 11 yaşındayım. Brooklyn Apple için bir youtube kanalı yürütüyorum. Gazete kulübündeyim ve ayrıca şaka kulübünün kurucularındanım.
-Neden şaka kulübü?
Çünkü iyi şaka yapmanın birine bir şeyi daha güzel anlatmanın bir yolu olabileceğini düşünüyorum. Gazete Kulübü’nün editörüne bir şaka yaptık, çünkü gerçekten patronluk taslıyordu. Ben de ona küçük bir ders verebileceğimi düşündüm. Karşı tarafa mesaj vermenin eğlenceli bir yolu.
Türkiye’de evokulluluk yasal değil, ve bu röportajı okuyacak insanlar için bunun başka yollarına dair ya da sistemi nasıl değiştirebileceklerine ya da genel olarak neler yapılabileceğine dair bir tavsiyen var mı?
BZ: Benim Toronto’da olan şu anki okulum gibi olabilir, yapılandırılmış dersler var ama hala oyun oynayabiliyoruz. Brooklyn Apple Academy kadar özgür değil ama demokratik bir okul. Sınıflarımız var ama “sırana otur” falan gibi değil. Masalarımız var, öğretmen bir şeyler anlatırken minderlere oturmayı seviyoruz, arkadaşlarımızla birlikte oturabiliyoruz.
Bence çok stresli, katı ortamlar aslında çocukları travmatize ediyor. Yeteri kadar vakit var ve bence bazen “ben bunu yapacağım” demek ya da oyun oynamak ve bir şeylere bir süreliğine mola vermek çok yararlı.
Javier: İsyan. Ya da isyan değil de daha çok protestolar. Protestolar gerçekten çok eğlenceli.
-Sen hiç protestoya katıldın mı?
Evet, iklim değişikliği eylemine katıldım. Bir arkadaşımın ebeveynleri gözaltına alındı, bir de Noah tutuklandı.
-Noah kim?
Burayı kuran kişi, Apple Academy’i.
-Sence bu iyi bir şey miydi, kötü mü?
Bence çok cool bir şey.
Oliver: Zor bir soru… Şu işe yarayabilir. Kendilerini sürekli okuldan attırsınlar, böylece ebeveynleri yeni bir okul ararken özgür olabilirler.
Shaylem: Okul sonrası için bir kulüp kurmayı deneyebilirler. Okuldan sonra böyle bir yerde vakit geçirebilirler. Oradaki okul sistemini bilmiyorum, yani neyi değiştireceklerini bilemiyorum.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
BZ: Arkadaşlar oradan bana biraz lokum yollayın lütfen, çok seviyorum, bayılıyorum. Yakın zamanda Türkiye’ye gidebilecek gibi görünmüyorum, yani bu yüzden lokum yollayın. Teşekkürler.
Shaylem: Burası süper bir yer!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.
Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.
Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?
… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…
“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”
Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…
Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?
Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.
Ezilenlerin Ezileni Çocuklar
“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”
Alexander Khost
Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:
Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?
Avcı Toplayıcılar ve Çocukları
Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.
Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.
Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)
Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..
Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”
Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…
Jean Jacques Rousseau
İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.
Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.
Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.
“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?
“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”
August Herman Francke
17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır. Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Piyetist Okullarında hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.
Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.
Eğitilmek İstemeyenler Sahnede
1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı. ..
Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları
Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.
1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.
1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.
1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.
Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).
Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.
Peki Çocuklar Ne İster?
“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”
John Betjeman
Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:
Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?
Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?
Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?
Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?
Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?
Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?
Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?
Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?
Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?
Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?
Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?
Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?
Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.
Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?
Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.
Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.
Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.
Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.
Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?
İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.
Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.
Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?
Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.
Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:
Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.
Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.
Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.
Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.
Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.
İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bir Çocuk Bin Oyun, Bin Umut, Bin Mutluluktur Bu Oyunu Bozamazsınız appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bu Oyunu Nasıl Oynarız- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Çocukların oyununu engelleyerek dünyayı değiştiremezsiniz, dünyayı değiştirmek için dünyayı değiştirmeniz gerekir.”
Peter Gray
“Oyun oyundur ve oyun ciddiye alınmaktan çok uzak bir yerdedir. Zaten oyun ciddi olduğunda oyun olmaz” diyorsanız haksız olduğunuzu söyleyemem ama bana soracak olursanız (sorduğunuzu varsayıyorum) oyun “ciddi” bir meseledir. Hatta biraz daha ileri gidersem oyun, hayati bir meseledir.
Tüm memeliler oyun oynar. Hayatta kalmak için gereken sosyal beceriler karmaşıklaştıkça oyunlar da karmaşıklaşır. Etçil memeliler boğuşma ve yakalama becerilerini geliştiren oyunlar oynarken, otçul memeliler koşma/kaçma temalı oyunlar oynarlar. İnsan yavruları da içinde bulundukları topluluğun faaliyetlerini ve kültürünü taklit eder, etraflarında olup biteni oynayarak keşfetmeye çalışır; böylece içinde bulundukları toplumun davranışlarını ve kültürünü anlamlandırmaya çalışır. Avcı toplayıcıların çocukları doğdukları andan itibaren etraflarında olup biten her faaliyeti oyunlarına uyarlar; avlanma, et kesme, işleme gibi gündelik faaliyetler çocukların gözleri önünde yapılır. Çocukların bu kesici aletlere hatta zehirli oklar gibi istisnalar dışında av silahlarına erişimi kısıtlanmaz. Çocuklar çevrelerini gözlemleyip taklit ederek bu faaliyetleri oyuna dönüştürürler. Barınak yapma, tırmanma, ritüeller… Her biri oyun olarak başlar, çocuklar büyüdükçe “ciddi” faaliyetlere dönüşür ama hala oyundur. Tam da bu nedenle gündelik faaliyetler ve kültür farklılaştıkça oyunlar da farklılaşır. Nasıl mı?
1911 yılının yazı, İngiltere’nin Hull şehrinde kıt kanaat geçinen tersane işçileri, dokumacılar ve madenciler greve gittiler. Diz boyu yoksulluk içinde yaşayan işçiler o yaz boyunca yüzlerce grev ve yürüyüş düzenledi. Ve bütün bir yaz boyunca anne ve babalarının sokaklarda slogan atarak yürüyüş yaptığını ve bu şekilde hakları olanı alabileceklerini gören çocuklar aynı yılın sonbaharında bir isyan başlattılar ve sokaklara döküldüler. Çocuklar pankartlar taşıyor, slogan atıyor ve taleplerini her yere tebeşirlerle yazıyorlardı. Çünkü talepleri vardı ve bu talepler karşılanmalıydı. Çalışma yaşında 14 yaş sınırı olsun, okul saatleri kısaltılsın, daha fazla tatil olsun, ev ödevi kaldırılsın, kayışla dövme yasaklansın, bedava kalem ve silgi verilsin… Talepler böyle uzayıp gidiyordu…
Ne var ki tablo her zaman böylesine olumlu olmuyor…
1940’lı yıllarda Auschwitz’de de birçok çocuk vardı. Bu çocuklar insanlığın o güne dek görmediği ve asla bir daha görmek istemeyeceği sahnelere tanıklık ettiler. Tüm olup bitenlere tanıklık ettiler ve bunların öznesi oldular. Her gün aç bırakıldılar, dayak yediler, “tıbbi” işkencelere maruz kaldılar… Her gün gözlerinin önünde başka insanlara, anne ve babalarına ya da başka çocuklara işkence edildiğine ya da çocukların öldürüldüğüne tanık oldular. Bu durumu anlamlandırabilmek kolay değildi.
Auschwitz’de oynanan oyunlar da hiçbir zamankine benzemiyordu. Oyunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz; yeraltı sığınaklarını patlatmaca, ölülerin giysilerini çalmaca, katletmece, yahudiler ve gestapo cansız bedenlerini gıdıklama… Bu oyunlardan biri de klepsi-klepsi. Bu oyun şöyle: Ebe olan çocuğun gözleri bağlanır, çocuklardan biri ebeye tokat atar, ebenin gözündeki bağ çıkartılır ve ebe kendisini kimin tokatladığını bulmaya çalışır. Bugün okurken içimizde tarifsiz bir boşluk duygusu yaratan bu oyun, o dönemin Auschwitz’inde hayatta kalabilmek için kazanmanız gereken becerileri geliştirmeye yönelik bir oyundu, çünkü biraz ekmek çaldıysanız ya da birinin kaçış planını biliyorsanız bir kandırmaca uzmanı olmak zorundaydınız.
Oyunun, içinde bulunan (fiziksel ya da psikolojik) durumla başa çıkma yolları geliştirmenin bir aracı olduğuna da yeri gelmişken değinmek gerek. Örneğin Winnicott; anaokulunun bahçesinde oynarken, ölümlü bir trafik kazasına şahit olan çocukların bir sene boyunca “ölüm” olgusunu içeren oyunlar oynadıklarını belirtmişti.
Çağlar boyunca değişen kültürle oyunlar ve oyuncaklar da şekilden şekile girmiş durumda. Peki bugün geldiğimiz noktada çocukların içinde bulundukları kültürü anlamlandırmak için kullandıkları araçları nasıl tanımlamak gerekir? Örneğin “oyuncak” silahlar, tanklar ve arabalarla büyüyen bir erkek çocuğu ya da pembiş mutfak takımları ve süslü barbielerle büyüyen bir kız çocuğunu düşünelim.
Farkındalıkları “yüksek” insanlar olarak, bu çocukların ebeveynleri hakkında (bu kişi biz olsak bile) çok olumlu düşünceler besleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Elbette oyuncak dünyasında bile kız çocuklarının ikincil bir pozisyona, gerçek dışı bir beden algısına ve sonsuz bir tüketim kuyusuna itilmesi ya da erkek çocuklarının güç uygulama ve teslim alma ilişkisinin tam ortasına çekilmesi midemize kramplar girmesine neden oluyor olabilir. Yine her gün kulağımıza çalınan, belki de aklımızdan geçen belli cinsiyet kalıplarının “ben erkek çocuğuna alıyorum ama bunun mavisi yok muydu?” gibi ifadelerle yeniden üretilmesi tüylerimiz diken diken ediyor olabilir. Peki ne yapacağız? Bu oyuncakların olmadığı bir çocuk odası yaratarak bu “günah”tan sıyrılabilir miyiz?
Çocuklar kendi evlerinin içindeyken bile televizyon, videolar ve misafirler sayesinde onları korumaya çalıştığımız bu propagandaya maruz kalıyorlar. Evin dışına çıkar çıkmaz gördüklerini saymıyorum bile… Çocukları bu rollere sıkıştırarak, potansiyellerini kısıtlamak ve onları sakatlamak acımasızca ama çocuğun hayatından tüm bunları sansürleyemeyeceğimize ve aslında bu “sterilizasyonun” başka türlü bir soyutlanmayı da beraberinde getireceğini düşünerek ne yapacağız?
Ya da soruyu başka türlü soralım: Auschwitz’deki çocukların birbirlerine “şiddet uygulamalarına” engel olarak, var olan şiddetin ortadan kalmasını sağlayabilir miydik?
Çocukların oyununa engel olarak dünyayı değiştirebilir miyiz? En başa dönecek olursak bu oyunu nasıl oynarız?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bu Oyunu Nasıl Oynarız- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ezilenlerin yaşamlarının her bir parçası bir hikayenin konusu olarak karşımıza çıkabiliyor. Bazen eşi tarafından şiddet gören bir kadının, bazen düşünceleri nedeniyle tecavüz edilen bir muhalifin, bazen de patron tarafından sömürülen bir işçinin hikayesi bize yaşamın gerçeklerini bir kez daha hatırlatabiliyor. Bu hikayeleri hem anlatan hem de sahneye taşıyan yazarlardan biridir Dario Fo. Yaşadığı dönemin tüm gerçekliklerini oyunlarına konu etmiş, bu gerçekliklerin bizlere ulaşmasını sağlamıştır.
Dario Fo’nun en çok irdelediği ve trajikomik anlatımlarıyla eleştirdiği başlık “Kapitalizm”dir. Özellikle yaşadığı dönemin İtalya’sında yoğunluklu görülen işçi sömürüsü ve buna karşı oluşan işçi örgütlenmeleri ve grevleri onun oyunlarını oldukça etkilemiştir. Bu oyunlarından özellikle konusuyla dikkatimizi çeken bir oyunu vardır: Ödenmeyecek Ödemiyoruz. Bu oyun, zaten kendisi de kriz olan kapitalizmin kriz koşullarında özellikle toplumdaki ezilen kesim olan işçilerin yaşam mücadelesini anlatıyor bize.
Yıl 1974… Petrol krizlerinin yaşanmaya başladığı zamanlar; artan sömürü, artan yolsuzluk ve gelen zamlar… Zenginin zengin kalabilmesi için yoksulun daha da yoksullaştığı zamanlardayız. Hikayemiz böyle bir zamanda, bir süpermarkette başlıyor. Ezilen işçi bir ailenin parçası olan Antonia süpermarkete alışverişe gidiyor. Fakat markete gittiğinde raflardaki ürünlerinin fiyatlarının artık onun alamayacağı kadar pahalı olduğunu görüyor. Bu gerçekle yüzleşen sadece Antonia değil. Bir market dolusu insan, zamlı fiyatlar karşısında ne yapacağını bilemez vaziyetteler. Üç kuruşu zor kazanan bir toplamın bu fiyatlar karşısında ne yapacağını bilememesine şaşmamak gerek. Daha sonra kalabalığın içinden bir ses çıkıyor: “Yetti Artık”! Bu sefer fiyatları biz belirleyeceğiz. Halkın zamlı fiyatları değil, eski etiket fiyatları üzerinden ödemeyi yapacağını bildiriyor. O sırada olaya dahil olan mağaza müdürü ise bunun olamayacağını büyük bir heyecanla ve korkuyla anlatmaya çalışıyor. Fakat yoğun baskı sonucu bir grup insan eski fiyatlar üzerinden ürünleri almaya başlıyorlar. Tam bu sırada marketin yakınında bulunan fabrikanın işçileri geliyor. “Polis gelecek” korkusuyla telaş içerisinde olan insanları gören işçiler birden bağırmaya başlıyorlar. İşte esas hikayemiz tam da burada başlıyor.
“Sakin olun! Bu ne polis korkusu yahu! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkını kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patron da bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek Ödemiyoruz! Çünkü bu, yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarının karşılığıdır!” İşte bu konuşmadan sonra herkes çığlıklarla bağırdı. Antonia da eşine nasıl anlatacağını bilemeden ve sorgulamadan katıldı bu çığlıklara: “Her şey bedava, Ödemiyoruz”!
Her şeyin bedava olması demek, patronun olmaması, kapitalizmin yok olması demek. Ekmeğe, peynire para verilmemesi demek, devrim demek. İşte bu, kapitalizmin ve onun ortağı devlet için oldukça tehlikeli ve korkutucudur.
Dario Fo’nun oyunu trajikomik anlatımıyla devam eder… Polis ev baskınları yapıyor. Her yerde alarma geçiliyor. (Ç)alınan ürünler her yerde aranıyor. Ayaklanma bastırılmak isteniyor. Halk ürünleri saklamak için her şeyi yaparken diğer tarafsa ürünleri bulmak için her şeyi yapıyor. Sokaklar kalabalık, her yerde çığlıklar, silah sesleri… Elindekini vermek istemeyenler direniyor. Bir çocuk pencerede vuruluyor ve yere düşüyor. Bir kadın elinde av tüfeği direniyor ve hikaye bize son sözünü söylüyor:
“Biz emekçiler biraz alt tabakayız, öylesine alt ki, kıçımız yere yapışıktır. Altında ot biter hareketsizlikten. Ama hatırlatırız, yavaş yavaş önce dizlerimiz üstünde durup, sonra da ayaklarımız üstüne kalkabiliriz. Ey yukarıdakiler! Ve sizi uyarırız: Ayaklarımız üstüne kalkınca da sonuç almasını biliriz! Ama “adaletli” bir sonuç…”
Dario Fo’nun hikayesi böyle bitiyor. Ama anlatılanlar gerçekte yaşanmaya devam ediyor. Kriz sürerken, yaşamlarımız da giderek zorlaşmaya devam ediyor. Kısacası, herkesin var böyle bir hikayesi, peki ya neticesi?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” HİLE ” – Uğur Akbaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Oynamayı çok sevdiğimiz bir bilgisayar oyununda, geride kalmamak için aşamaları bir çırpıda atlayıp daha ileri düzeye geçmek istemiş; bunun için de o oyunun hilelerine başvurmuşuzdur.
Hile, elbette bir bilgisayarı kandırmak içinse sıkıntı olmayabilir; ama bütün bir yaşamda farklı farklı biçimde karşımıza çıkan, bazen farkında olmadan bizi aldatan hile durumları için aynı masumlukta konuşmak biraz zor.
En basitinden, peynir almak için gittiğimiz bakkalın, domates almak için gittiğimiz manavın terazisinin ibresinin ne kadar doğru gösterdiğinden asla emin olamayız. Hele de pul bibere kiremit tozu konulduğunu az çok biliyorsak. Kokusuz-tatsız meyveler, şişirilmiş piliçler, su karıştırılan sütler… Pazarda, evde, markette kısacası her yerde yaşamımıza dahil olan ürünlerin çoğu, biz bilmesek de hilelidir. Bazen de hileyi açık açık gösterir mağaza ya da market sahipleri. Etiketlerde bir ürünün fiyatını, sonu 90 kuruş, 95 kuruş ya da 99 kuruşla bitecek şekilde hazırladıklarından, alıcılar üzerinde o ürünün fiyatının diğerlerine göre ucuz olduğu yanılsaması yaratılır bir güzelce.
En basit ve en yalın halde, bu gibi örneklerle hayatımıza girer hileler. Uygulandığı alanlara bağlı olarak, farklı kelimelerle birlikte ya da eş anlamlı olarak kullanılır. Aldatma, kandırma ve dolandırma gibi…
Günlük yaşamda sıkça kullanılan hile kelimesi sözlüklerde; “Birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, ayak oyunu, alavere dalavere, entrika” ve “çıkar sağlamak için bir şeye değersiz bir şey katma” olarak tanımlanıyor.
Hile ve hilekarlık geçmişte ender görülen davranışlar iken günümüzde çok sık karşılaştığımız bir durum. Hatta içinde yaşadığımız sistemin sürdürülebilmesini sağlayan yegane yapı taşına dönüştü. Eskiden utanılacak, yüz kızartıcı bir şey olan hile, günümüzde ise yapılmadığında şaşırılan bir olguya dönüşmekte. Makyaj bile bir hile sayılır. Siyah noktaları, kırışıklıkları, lekeleri kapatarak daha genç görünme isteği, makyaj malzemelerinin de desteğiyle belki de en sık kullanılan hile yöntemine dönüşüvermiş.
Sadece yoğun bir şekilde kapitalist tüketim kültürünün “güzellik” propagandasına maruz kalanlar değil; şirketler de makyaja gereksinim duyarlar. Bazen amaçları kendi varlıklarını daha değerli göstermek olabildiği gibi; bazen de, özellikle de vergi aylarında, zarar edermiş gibi göstermeye çabalarlar. Bunu da rakamlarda hile yoluyla elde ederler.
İzlediğimiz futbol oyunlarından ticaret yaşamına varıncaya dek her an bir hile örneğine rastlayabiliriz. O kadar yaygınlaşmıştır ki hile, internetten sipariş ettiğimiz bir şey elimize tastamam ulaşınca şaşırırız. Manavın selemize çürük elmaları değil de tazelerini koyması mutluluk verici bir hal alır. Sütçünün sütünün susuz olması ise adeta bir sürprizdir. Dürüstlük ise bir utanç kaynağına dönüşmüştür artık. Yoksul, hile kullanmayan dürüstlerin arkasından küçümseyici ve acıyan bir tonla “o da dürüst işte” denilir. Artık hile, çağımızın davranış biçimi haline gelmiştir. Hile yapanlar diskalifiye edilmek bir yana baş tacı edilirler. Kazanmanın da kaybetmenin de yolu hileden geçer. Yaparsanız kazanır, yapmazsanız kaybedersiniz.
Hileye her yerde ve her konuda başvurulması tesadüf değildir. Kapitalizm kendi varlığını da aldatma üzerinden kurduğu için, hile, kapitalizmin her açıdan sömürmek, metalarını tükettirmek, kendisini zenginleştirmek ve insanları yoksullaştırmak için kullandığı, en eski ve yaygın yöntemlerden biridir. Dolayısıyla, kapitalizm de kendisini var eden sömürüyü gizlemek için hile yapar.
İnsanların birbirlerine güveninin kalmadığı günümüz toplumlarında, hilenin, aldatmanın, kandırmanın bu denli yaygın olmasından daha normal bir şey de olamaz sanırız.
Uğur Akbaş
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” HİLE ” – Uğur Akbaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>