The post Fotoğraf Sanatçısı Sayna Soleimanpour Özgürlük İçin Evi Sokağa Taşıdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Korona krizinin başından beri sokağa çıkma yasaklarında çekim gerçekleştiren Soleimanpour, boşalan sokakların kadınlar için artık güvenli olduğunu ve “yasaklar sayesinde sokaklarda evde gibi özgür“ hissettiğini belirterek evi sokaklara taşıdı.
The post Fotoğraf Sanatçısı Sayna Soleimanpour Özgürlük İçin Evi Sokağa Taşıdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Grup Yorum Davası Ertelendi: Barış Yüksel Tahliye Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek, Emel Yeşilırmak, Ümit İlter, Caferi Sadık Eroğlu, Barış Yüksel ve tutuksuz yargılanan Betül Varan’ın “örgüt üyeliği” iddiasıyla yargılandığı davanın ilk duruşması Çağlayan’da bulunan İstanbul 37’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
242 gündür ölüm orucunda bulunan İbrahim Gökçek, Silivri Cezaevi’nden duruşma salonuna getirildi.
Duruşma sonunda Barış Yüksel adli kontrol şartı ile tahliye edilirken İbrahim Gökçek dahil tüm Grup Yorum üyelerinin tutukluluğuna devam kararı verildi. Bir sonraki duruşma, Silivri’de görülmek üzere 26-27 Mart 2020 tarihine erteledi.
Eyleminin 240. gününde olan “Örgüt kurmak ve yönetmek” suçlaması ile yargılanan Gökçek, mahkeme başkanına hitaben yaptığı konuşmada, “Bizim katilimiz olmayın. Kimsenin ölümüne izin vermeyin yaşatın. Bu adaletsizliğe boyun eğemeyiz. Eğer düşmansanız bize sizler için bile direniyoruz biz. Sizden öncekilerin yaşadığı adaletsizlikleri yaşamayın” dedi.
Duruşma öncesi İstanbul Adliyesi önünde bir araya gelen grup üyeleri ve Grup Yorum dinleyicileri davaya ilişkin bir açıklama yaptı.
Açıklamayı okuyan Grup Yorum üyesi, şunları söyledi:
“Türkülerini daha özgürce söylemek için direniyorlar. 10 defa çalışma yürüttüğümüz kültür merkezi basıldı, enstrümanlarımız kırıldı, arkadaşlarımız vur emri ile arandı, konserlerimiz yasaklanır hale geldi, hakkımızda birden fazla dosya açıldı. Bugünün Türkiyesi’nde misyonumuzu biliyoruz. Bizler halk için sanat anlayışımızla onurlu bir namusun simgesiyiz. Kavganın tam ortasında olmaktan geri durmuyoruz. Göstermelik delillerle İbrahim, Helin tutsak edildi.”
Grup açıklama sonrası, davayı izlemek için İstanbul Adliyesine girdi.
The post Grup Yorum Davası Ertelendi: Barış Yüksel Tahliye Edildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizm ve Gençliğin Özgürleşmesi – Marc Silverstein appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Günümüz toplumunun çocukları benzersiz bir şekilde eziliyorlar ama ezilmeleri genellikle kendilerini ilerici ya da radikal olarak gören insanlar tarafından bile fark edilmiyor. Çocuklar ve yetişkinler arasındaki ilişkinin eşitsizlik ve zorlama üzerine kurulu olması; ırk, cinsiyet ya da cinsel yönelime dayanan diğer baskı biçimlerinden ayrı bir mesele olarak görülür çünkü her nasılsa doğal kabul edilir. Çocukların kendi kararlarını kendileri almayacağı ve işlerini kendileri yürütmeyeceği düşünülür çünkü deneyimden yoksun ve olgunlaşmamış oldukları varsayılır ve bu yüzden yetişkinlerin onlar üzerinde bir biçimde otorite uygulamaları meşru kabul edilir. Bireysel bağımsızlık, gönüllülük, örgütlenme özgürlüğü ve karşılıklı yardımlaşmaya dayanan anarşizm, anti otoriter bir ebeveynlik, öğrenim ve çocuk yetiştirme teorisini formüle etmek için ve çocukları baskıcı bir toplumdan özgürleştirme sürecini başlatmak için önemli bir rol oynayabilir.
Çocukların büyürken yüzleştikleri ilk otorite ebeveynleridir. Ebeveynler çocukları üzerinde doğumlarından 18 yaşına kadar yasal vasilik haklarına sahipler. Birçok ebeveyn çocuklarıyla olan ilişkileri konusunda hiyerarşik ve otoriter bir görüşe sahip. Çocuklarını mülkiyetleri gibi görüyorlar. Beslenecek, korunacak, düzene sokulacak, kısıtlanacak, disipline edilecek, uygun gördükleri şekilde ödüllendirilip cezalandırılacak mülkler olarak. Anarşistler, çocukları kendi başlarına otonom bireyler olarak görmeyen bu ebeveynlerine muhtaç çocuk kavramına karşı çıkarlar. Anarşist Mikhail Bakunin meselenin özünü şöyle ifade ediyor: “Çocuklar kimsenin mülkiyetinin bir parçası değildir; ne ebeveynlerin ne de toplumun. Onlar ancak kendilerinin özgür geleceğine aittir.”
Bazı ebeveynler çekirdek ailenin boğucu atmosferini “aşırı korumacı” ya da “çocuklarına aşırı düşkün” olduklarını söyleyerek meşrulaştırıyor. Toplumsal cinsiyet rolleri çekirdek aile ile birlikte yaratılır ve sağlamlaştırılır. Otoriter ideolojilerin yeni nesillere aktarılması da çekirdek ailede gerçekleşir. Çekirdek ailenin cinsellik üzerindeki püriten baskısının sonucu olarak nevrotik ve antisosyal kişilik bozukluğu da yine burada üretilir. Çoğu zaman ebeveynler çocuklarını hristiyanlık, müslümanlık vb. gibi kendi dinlerinin ya da cumhuriyetçi, demokrat vb. gibi belirli politik görüşlerin takipçisi olmaya zorlarlar. Yahudilikte 13 yaşına gelmiş oğlan çocukları genellikle “erkek olmanın” göstergesi olan bir törene zorlanır ya da buna mecbur bırakılır. Hanuka ve Noel çocukların katılmaya zorlandıkları ve kendi inanç ve fikirlerini seçme şanslarının verilmediği dini kutlamalardır.
5 yaşlarına doğru çocuklar “okullara” ya da anarşist yazar Bob Black’in yerinde adlandırması ile “gençlik toplama kamplarına” yollanıyor. Bu kurumlarda çocuklar her türlü “şüpheli” davranışı rapor edeceğinden emin olduğumuz öğretmenler tarafından yakından izlenir. Okulların amacı incelikli ya da çok da incelikli olmayan baskı biçimleriyle en ufak bir özgür düşünce ve bireysellik işaretini engellemektir. Eğer çocuklar “yaramazlık” yaparsa ofise gönderilerek, göz hapsine alınarak ya da kınama, uzaklaştırma, kötü notlar verilerek cezalandırılır. Bir çok özel ortaokul, lise ve çok sayıda devlet okulunda çocukların uyması gereken kıyafet kuralları vardır. Hatta bazen gömleklerini içeri sokmaya ya da kemer giymeye bile zorlanırlar. Dövmeler, boyalı saçlar, piercingler ve bağımsız bir kimlik oluşturmaya yarar ne varsa okul yönetiminin ve müdürlerin şiddetli düşmanlığı ile karşılaşır.
Yönetimin öğrencilerle olan ilişkisi neredeyse bir patronun işçisiyle olan ilişkisiyle aynıdır. Yönetim erki kurumun sahibidir, “davranış kuralları”nı belirler ve “üretken bir çalışma ortamı” yaratmaya çalışır. Otoriteye sahip olanları sorgulamak iyi bir fikir olarak kabul edilmez ve öğrencilerin öfkesi modern iş yerlerinde bulunan sarı sendikalardaki gibi kabul edilebilir biçimlere, öğrenci yönetimlerine ya da kurumsal öğrenci birliklerine kanalize edilir. Öğrenci yönetimleri küçük reform taleplerinde bulunabilir ama okulun varlığına dair sorular sormasının ya da anarşist eleştirinin gerektirdiği gibi baskının tümden feshine dair taleplerde bulunmasının imkanı yoktur.
Okullar ve hapishanelerin bu kadar benzeşmesi de oldukça ilginçtir. Hem hapishanelerde hem de okullarda şu kriterler geçerlidir: Otoriter bir yapı, kıyafet kuralları, bir yerden bir yere giderken geçiş izni, sessizliğe ve düzene verilen önem, negatif destekleme, davranış vurgusu, dışsal ödül sistemi, bireysel otonominin kaybı, kısıtlı özgürlük ve karar süreçlerinde katılımın azlığı.
Bu şu soruyu doğuruyor: Çocuklar günlük yaşamlarında yüzyüze geldikleri baskı biçimlerine karşı savaşmak için ne yapabilirler? En önemlisi okulda, evde ve işyerinde yaratılan yıkıcı bir atmosferde. (Lise öğrencileri genellikle McDonalds gibi düşük ücretli boktan işlerde çalışmaya zorlanıyorlar.) Ebeveynlerinin baskısı ya da yetişkinlerin davranışları hakkında nasıl hissettiğinizi diğer genç insanların bilmelerini sağlayın. Farkındalık gereklidir. Çocuklar bilmeli ki kendi varoluş koşullarını dayatan baskıcı bir sınıf tarafından benzersiz bir şekilde baskılanıyorlar. IWW tüzüğününün giriş bölümünden uyarlarsak; ezen ve ezilen sınıfların ortak hiçbir şeyleri yoktur.
İtaatsizlik küçük yollarla ifade edilebilir (iş yerinde küçük sabotajlar gibi); sadakat sözü vermeyi reddederek, dua etmeye katılmayarak (dini okullarda) veya okul ödevlerinde tarihten gençlik isyanları, Emma Goldman, Katie Sierra (Anarşist bir kulüp kurmaya çalıştığı ve ev yapımı savaş karşıtı bir tişört giydiği için okuldan uzaklaştırılan 15 yaşındaki bir anarşist) hakkında yazıp onları sınıfın önüne sunarak. Başkalarıyla konuşarak, okuyarak, düşüncelerini ve deneyimlerini paylaşarak kendin okulun dışında öğren. El ilanları yapabilir ve dağıtabilirsin ya da bunları okulun etrafına yapıştırabilirsin. Kendi başına ya da başkalarıyla birlikte fanzin çalışması başlatabilir, bunları okulda dağıtabilirsin. Reformist gözükseler bile sokağa çıkma yasağına, üniformaya vb. karşı sokak eylemleri, lise genel grevleri planlanabilir. Bunların gittikçe daha fazla öğrenciyi radikalleştirme olasılığı vardır.
Bir çok yaratıcı ihtimal var: Örneğin yaşadığım yere yakın anarşist bir grup, bir köpek kulübesi üzerinden “itaat eğitimi” yazan bir tabelayı söküp yerel okulun girişine astılar. Bu tarz şeylerin başarıya ulaşabilmeleri için ebeveynler ve yöneticiler daha öncekilerde olduğu gibi bundan paçayı sıyıramayacaklarını, eskiden baskı uyguladıkları çocuklar tarafından yakından izlendiklerini ve gençlerin üzerindeki güçleri ve otoritelerini yavaşça kaybettiklerini hissetmelidir. Ve karşılarındakilerin artık yumuşak başlı bir koyun sürüsü değil efendileri ortadan kaldırarak kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almaya kararlı, farkındalığa sahip, zeki ve örgütlü bir gençlik olduğunu bilmeliler.
Anarşizm gençliğin özgürleşmesine dair çok şey sunuyor. Anarşizmin otorite karşıtlığı ve gönüllülük olan temel ilkeleri çocukları kölelikten ve esaret durumundan kurtaracak olan güçlü araçlardır. Ayrıca anarşizm, gençlik özgürleşmesine yalnızca ebeveyn baskının feshiyle yetinmeyip özgürlükçü alternatifler yaratmayı teklif eder. Bu, eski toplumun kabuğundan yeni bir toplum yaratan devrimci ikili güç stratejisinin bir örneğidir. Resmi görüşe aykırı olarak, öğrenim okul ile aynı şey değildir ve çocuklar öğrenmek, büyümek ve kendilerini geliştirmek için tümüyle özörgütlü altyapılara sahip tam eşitlik ve özgürlüğe dayalı karşı kurumlar yaratabilirler. Sınıfların gönüllü olduğu, çocukların başkalarıyla -çocuk ya da yetişkin- bu konuda kimin yetkinliği var ise onunla birlikte belirli bir konu üzerine çalıştıkları “özgür okullar” gerçekten yaratılabilir. Colin Ward’ın Eylemde Anarşi kitabına eklediği gibi bunlar artık okul değil, “halkın özgürleşme laboratuvarları” olacaktır.
Marc Silverstein
Çeviri: Ahmet Soykarcı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşizm ve Gençliğin Özgürleşmesi – Marc Silverstein appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.
Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.
Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?
… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…
“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”
Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…
Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?
Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.
Ezilenlerin Ezileni Çocuklar
“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”
Alexander Khost
Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:
Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?
Avcı Toplayıcılar ve Çocukları
Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.
Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.
Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)
Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..
Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”
Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…
Jean Jacques Rousseau
İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.
Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.
Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.
“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?
“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”
August Herman Francke
17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır. Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Piyetist Okullarında hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.
Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.
Eğitilmek İstemeyenler Sahnede
1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı. ..
Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları
Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.
1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.
1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.
1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.
Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).
Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.
Peki Çocuklar Ne İster?
“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”
John Betjeman
Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:
Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?
Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?
Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?
Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?
Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?
Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?
Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?
Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?
Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?
Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?
Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?
Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?
Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.
Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma Çocuğun Değişen Konumu – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Doğu’da Batı’da Kadın Her Yerde Kadın – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dizilerde, filmlerde, reklamlarda bize gösterilen güçlü, bağımsız kadınlar nerede? O kadınlar, -dünyanın ikiye bölünmüşlüğünde- ekonomisiyle, kültürüyle “Batılı kadınlar”. Örnek alınması gereken, üstün olan onlar…
Onlar gibi olması için kadının eğitilmesi, aydınlanması; devletin laikleşmesi, demokratikleşmesi; toplumun ilerlemesi, medenileşmesi… Kadınların kurtuluşu için erkeklerin batılılaşması… Hepsi kulağa hoş gelen boş sözler!
Batılı Olmak Bu Değil, Bu “Diğerleri” Olmak!
Batılı bir kadın olmak İran’da devletin bedenini ayıplaması, yasaklaması, örtülere hapsetmesi demek değil. Suudi Arabistan’da erkek izni olmadan dışarı çıkamamak değil batılı olmak; Hindistan’daki kadınlar gibi bisiklete binememek, Kore’de askeri birliklerde tecavüze uğramak, Kenya’da arındırma ritüeliyle önce çırçıplak soyulup sekse zorlanmak, ardından kıyafetleri yakılarak günahlardan “arındırılmak” değil.
Batılı erkekler kadınlara “tencere kapağı şoförü” anlamına gelen “ttukong unjeongsu” diye seslenmiyorlar elbette; çocuklara ve kadınlara tecavüz de Batı’da münferit bir olay. Batılı olmak din efendilerinin, devlet erkanının boğazına yapışıp seni kendi elleriyle boğması, öldürmesi değil; boğazına kadar toprağa gömülüp recmedilmek, 1800’lerde kurulan sinema salonlarına hayatında ilk defa 2018’de girebilmek değil. Bunların hepsi “diğerlerinin” hikayesi; Batı’da böyle hikayeler olmaz(!)
Bu Değilse Ne? Batılı Hayat Bir Başka
Öncelikle şunu söyleyelim; Batı -yazıda kastettiğimiz anlamıyla- dünya haritasının batısını ya da bir yönü anlatan bir terim değil; tarih boyunca kapitalizmin geliştiği Batı’nın farklı devletler tarafından da örnek alınan yaşam tarzıdır. Demokrasi, eşitlik, ilerilik gibi kavramlarla ilişkilendirilen Batı, aslında kapitalizmin tıkırında işlemesidir. Batı’da hayat bu yüzden bir başkadır. Caddeler temiz, mağazalar dolu, kıyafetler gıcır, yemekler boldur ve cüzdanlar hep şişkin…
“Severek” gidilen bir iş, o işte erkeklerle eşit şekilde kazanılabilecek statüler, dolgun ücret, “kaliteli” yaşam… Her şeyi alabilme gücü, sonsuz tüketim, sonsuz güç…
Gerçek mi Tüm Bunlar?
Dolu cüzdanın boşalttığı yaşamlarla Batı, mutluluğu kazandığını harcamakta, tüketmekte arar. Batılı kadınlar çok yakından tanık oldukları ışıltılı yaşama sahip olmak, yani “tam bir Batılı olmak” için vitrinlerde kendilerine sunulanlarla tatmin olmaya çalışır. Güzellikte, kozmetikte, kendi saç tipine uygun şampuanda, kendi cildine uygun kremde arar mutluluğu. Ancak ne yaparsa yapsın, ona yaşatılan mutluluk illüzyonu bir gün son bulur; bu sefer antidepresanlarla tekrar kapitalizme tutunur.
Kapitalizmin ürettiği tek “değer” olan para, gittikçe yaşamı değersizleştirirken tüketilen, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişki de olur. Batılı kadın, cinselliğin “özgürce” yaşandığı toplumda, bir değer ilişkisi olmaksızın bedeniyle tüketilir.
Işıltılı Hayatın Gölgesinde Tüketilen Batılı Kadın
Geçtiğimiz aylarda, Hollywood’un ünlü kadın oyuncuları, yapımcı Harvey Weinstein’ın yıllarca tecavüzüne uğradıklarını açıkladı mesela. Ardından gelen birçok yapımcı ismi ve taciz, tecavüz… Erkekler Batı’ya yakışır bir biçimde “medeni cesaretle” yaptıklarını kabul etti; Batı kendine yakışır şekilde tüketmeyi, şov yapmayı sürdürdü. Batılı kadınlarsa…
Hollywood’ta çekilen filmler için harcanan milyonlarca doların piyasada tüketilmesi gibi, sahnenin arkasında, ışıklar yokken her şey bir bir tükeniyor… Sonsuz ün, sonsuz güç…
Marka Olabilmek İçin 30 Saniye
Her şey hızla geçer; bir şey alınır, kullanılır ve yenisi çıkınca yenisi alınır. Eskinin reklamı, yenisi çıkıncaya kadardır…
ABD markası Victoria’s Secret’ın ihtişamlı ürünlerine sıkışmış marka bedenler de hemen eskitilir Batı’da… “En kusursuzun” arandığı podyumlarda, mankenlerin marka olabilmek için yalnızca 30 saniyeleri vardır. 30 saniye içinde bedenlerinin tüm “kusurlarını” gösteren ışığın altında jüriye sunulurlar; hızla karar verir jüri kimin marka olacağına. Tabi yüz gram kilo alıncaya, daha kusursuz bedenler podyumda çıkıncaya kadar…
Batılılaşamamak da Var…
Saydıklarımız Batı’nın en’leri… En gösterişli sahnelerde en Batılı hayatı yaşayanlar, Batı’nın en hızlı tükettiği yaşamlar. Bir de tıkırında işleyen kapitalizmin yok saydıkları var. Gündelik hayatın “diğerleri” var. Batının içinde olup Batılılaşamayan göçmen kadınlar var mesela. Doğup büyüdükleri topraklardan yoksulluktan, savaştan göçmüşler Amerika’ya, Avrupa’ya; “Koskoca Batı, elbet bizi de alır içine…” diye. Koskoca Batı göçmen kadınları bir bir yutmuş ya da aç bırakmış. Batılı kadınlara hizmet eden kadınlar yaratmış göçmenlerden; ya ev hizmetlerinde çalışmış ya bedenini pazarlamak zorunda bırakılmış kadınlar…
İlerleme mi, Sömürünün Biçim Değiştirmesi mi?
Şimdi başa dönmenin zamanı; bizim kurtuluşumuz Batı’da mı, Batılılaşmada mı? Laikleşmede mi, demokratikleşmede mi?
Hiçbirinde değil aslında, bunların her biri birer illüzyon; sanki özgürmüşüz gibi, sanki batılılaştıkça, ilerledikçe nefes alıyormuşuz gibi… Bunların hepsi “-mış” gibi, “-muş” gibi. Gerçek olan, sömürünün farklı biçimi…
Kimdir bizi lokmalara bölen, çiğneyip ezerek sindirmeye çalışan? Erk’eğin yarattığı, erkekler için yaratılmış bu sistemdir. Ailedir, dindir, devlettir, kapitalizmdir… Farkına bile varamadan bize “kadın olmayı” öğreten ataerkil toplumdur.
Dünyanın neresine gidersek gidelim, kim olursak olalım; değirmen döndüğü sürece biz de bir şekilde suyun akışına kapılıyoruz. Ve o suda bizi boğanlar, değirmeni istediği yönde çevirenler. Suyun akışına kapılıp boğulduktan sonra, değirmeni kimin çevirdiği fark eder mi?
Peki Ya Özgürlük?
Özgürlük ne Doğu’da ne Batı’da!
Özgürlük, yukarıda saydığımız/sayamadığımız -her birimizin tüm yaşamı boyunca iliklerine kadar hissettiği- tüm iktidarları bütünlüklü bir sorun olarak ele alıp karşısında durmakta. Yani kapitalizme, devlete, ataerkiye; iktidara karşı mücadelemizde!
Özgürlük, başörtüsünü isyanın bayrağı eyleyip sallandıranlarda, kürtaj yasaklarına karşı sokaklara çıkanlarda, üzerinden kara çarşafı atıp rengarenk elbisesini açığa çıkaran kadınlarda, patronların sömürüsüne karşı iş yerlerinde eylem yapanlarda, tacize ve tecavüze karşı isyanlarını haykıranlarda!
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Doğu’da Batı’da Kadın Her Yerde Kadın – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2009 yılında kurulan ve anarşizmin değerli pratiklerinin somut bir karşılık bulduğu 26A Kolektif, sürekliliği ve ısrarcılığıyla bu topraklar üzerindeki önemli bir deneyim olma özelliğini sürdürüyor.
Kapitalist sistem, kar odaklı bir işleyişe sahiptir. Doğadaki her şeyi tüketilmeye hazır birer ürün olarak görür. Dolayısıyla doğayı, içindeki tüm varlıklarla beraber yok etme eğilimine sahiptir. İnsanlar arasında da üretim ve tüketim ilişkilerinde yarattığı adaletsizliklerle kötülüğünü pekiştirir. Bu ilişkide herkes birbirini kullanır, kapitalizm de herkesi.
İnsanın doğanın bir parçası olduğunu söyleyen anarşizm ise, doğaya tüketme eğilimi ile değil, organik bir bakış açısıyla yaklaşır. Amaç “insanın sonsuz olmayan ihtiyaçlarının” bu organik ilişki içerisinde karşılanmasıdır. Öte yandan üretim ve tüketim ilişkilerinde “herkese ihtiyacı kadar” düsturu belirlenir. Ne eksik ne fazla… İşte bu yüzden 26A’nın kapısının ardında müşteri-çalışan, işçi-işveren ayrımı yoktur. Kimse maaş almaz. İhtiyaçlar ortaklaşa belirlenir. Kolektifin her bireyinin ihtiyaçları gözetilerek üretim tüketim ilişkileri yeniden örgütlenir.
Barikatlar Üretim Tüketim İlişkilerinde Bir Farkındalıktır. Amacımız Barikatları Genişletmek Olmalıdır.
Barikat neden kurulur? Engellemek için. 26A Kolektifi de öyle yapıyor. Kapitalizmin yaşama yönelik saldırılarını engellemeye çalışıyor. Örneğin, Kolektif 26A’nın kafelerinde, sömürü düzeninin devamlılığını sağlayan küresel kapitalist şirketlerin ürünlerine yer verilmez. Kola satılmaz mesela. Birer endüstriye dönüşen hayvanların etleri için katledilmesine karşı 26A’da et satılmaz. Dolayısıyla üretim tüketim ilişkilerinin ahlaki, politik ve sosyal açıdan değerlendirilmesi gerektiğini düşünen gönüllüler, katil şirketlerin ürünlerine, içinde adaletsizlik barındıran üretim ve tüketim şekillerine barikat koyar. Amaç, bu ilişkilerin adil bir şekilde düzenlemesidir. Bu ilişki düzenlendikçe, barikat genişler. Ta ki, tüm üretim tüketim ilişkileri devlet ve kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılana kadar..
Şimdi, Şu anda Burada:
Devrim gelecekte bilinmeyen bir noktada aniden patlak verecek bir şey değildir. Devrim bizlerin dışında gelişen tarihsel koşulların sonrasında oluşuveren bir şey de değildir.. Devrim bir farkındalıkla ateşlenir ve pratiğe döküldüğü noktada, “Şimdi Şu Anda Burada Başlar!” Dolayısıyla, Kolektif 26A devrimci bir eylemdir. İnsanlara dayatılan zorunluluğun yerine gönüllüğü, rekabet ve bencilliğin yerine paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık ve yalıtılmışlık yerine beraberliği ve kolektif yaşamı koyan yeni bir dünya, herkes tarafından istenilen yeni bir yaşam biçimi uygular ve önerir.
Mücadele Bütünlüklüdür:
Anarşizm, yaratarak yıkmak, yıkarak yaratmak düsturunu benimser. Anarşistler, bir yandan devletin ve kapitalizmin köhnemiş kurumlarına ve ilişkilerine saldırarak onu yıkmayı, bir yandan da hayal ettikleri dünyayı kurmak için yaratmayı kullanılırlar.
İşte bu yüzden 26A gönüllüleri bir yandan yaşamlarını kolektif üzerinden paylaşma ve dayanışmayla örerken diğer yandan sokakta ve bulundukları her alanda her türlü araçla devlet ve kapitalizm ile kavga etmeyi sürdüren anarşist bireylerdir.
Paylaşma ve Dayanışma:
İnsan, insanın kurdu mudur? Zayıflar güçlü kurtların pençelerinde çırpınan koyunlar mıdır? Yüzlerce yıldan beri süren yalan, yüzlerce yıldan beri devam kolektif deneyimlerle boşa çıkartılmıştır aslında. Ne insan insanın kurdudur. Ne de bizler kurtların pençelerinde can vermeye mahkum olan koyunlarızdır. Bencillik ve rekabet, devletlerin ve kapitalizmin bıkmadan usanmadan her gün tazelemek zorunda kaldıkları kocaman bir yalandır.
Paylaşma ve dayanışma ise, yaşamın içinde ve kapitalizmin karşısında hayatta kalmak için canlıların geliştirdiği bir davranış biçimidir. Anarşistler, birbirine arkanı güvenle dönebilme özgürlüğüne ve omuz omuza vermenin yarattığı özgüvene sahip bireylerdir. İşte tam da bu yüzden, 26 A kolektifinin kapısından giremez bencillik ve rekabet. Çünkü içeride omuz omuza vermiş, güvenle birbirine sırtına dönebilen insanlar vardır. Bazen paylaşılan bir kap yemek, bazen mutluluk, bazen de öfkedir. Fakat bu kapılar ardında bir grup insana özgü bir yaşam biçimi olarak tasarlanmamıştır, bu bütün dünyaya tekrar yayılması gereken bir itkidir, bir iç güdüdür. Sadece hatırlamak ve eyleme geçmek gerekir. Kolektif 26A bunu yapar aslında hatırlar, eyleme geçer ve bu anlayışı örgütlemek için çalışır.
Tek Başına Değil Hep Beraber; Zorunlu Değil Gönüllü:
Yalnızlığımız, yalıtılmışlığımız bizi yok etmek; bizi köleleştirmek isteyenlere karşı en zayıf yanımızdır. İşte bu yüzden devlet ve kapitalizm hep buraya oynar. Yaşam biçimleri, evler, odalar, işler, iş yerleri, sokaklar hep buna göre düzenlenir. Bireyler ve toplumlar yalnızlaştırıldıkça yok olur, güçsüzleşir ve daha rahat kontrol edilebilir. Kontrolün başladığı yerde ise inisiyatif ölür. bundan sonra birey ve toplumlar için zorunluluklar ve mecburiyetler silsilesi başlar. Kapitalizmde kendini gerçekleştirdiğini düşünenler aslında zorunluluklar ve mecburiyetler yığında boğulanlardır.
Tarih boyunca anarşistler özgür bireylerin birlikteliklerine dayanan örgütlenmelerden taraf olmuş ve bunların uygulayıcısı olmuşlardır. 26A kolektifi, örgütlülüğün ne kadar büyük bir güç yarattığını bilir. Sistem içerisinde yalnızlaştırılarak güçsüzleştirilen insanların örgütlülüğün içinde kendini gerçekleştirdikçe bireyleştiğini, örgütlendikçe güçlendiğini ve kapitalizme karşı toplumu güçlendirdiğini bilir. Anarşistler için örgüt bir zorunluluk değil, ihtiyaçtır hem sistemle savaşabilmek, hem de hayatta kalmanın bir metodu olarak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu örgütlülüğün harcıysa gönüllü olmaktır. İnisiyatif kullanmak, insana tekrar insan olduğunu hatırlatır. 26 A Kolektifi, özgür bireylerin gönüllü birlikteliği ile oluşturulmuş bir örgütlenmedir.
Üstelik bu birliktelik belirli bir mekanla ve zamanla sınırlandırılırmış bir birliktelik değildir. Her bir gönüllü, yaşamının tamamını kapitalizme karşı diğer yoldaşları ile beraber örgütler. Mekan dışında da beraber yenilir, beraber içilir. Kurulan komünlerde ortak yaşam devam ettirilir.
Hiyerarşik Dikey Değil, Anti Hiyerarşik Yatay İşleyiş, Bir Kişinin Değil, Herkesin Kararı:
Toplumu yukarıdan aşağıya bir emir komuta zinciri şeklinde örgütleyen, milyonların kaderini bir kişinin ya da dar bir grubun insafına terk eden günümüz düşüncesine karşı, kimsenin kimseden üstün olmadığı ve yapılan işte ya da bulunulan mekanda herkesin sonsuz söz hakkına sahip olduğu bir anlayış pratikler anarşizm.
26A gönüllüleri çalışma saatlerini, mekanın işleyişini, mekanın dizaynı da dahil olmak üzere her şeyi gönüllülerin periyodik olarak bir araya geldiği ve her gönüllünün sonsuz söz hakkına sahip olduğu toplantılarda tartışarak, öyle karar verir, belirlerler.
Özetleyecek olursak, Kolektif 26A yaşamlarını devlet ve kapitalizme karşı örgütlemiş; Bencillik ve rekabete karşı paylaşma ve dayanışmayı, yalnızlık yerine örgütlenmeyi, ertelemek yerine şimdiden başlamayı, hiyerarşi yerine yatay işleyişi bütünlüklü bir mücadele ekseninde bir yandan yaratırken diğer yandan yıkmayı pratikleyen bir modeldir. Bu model anarşizmin tüm toplumsal ilişkileri yeniden değiştirmeyi amaçlayan, yüreğimizde taşıdığımız başka bir dünyanın tohumudur.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Üretim Tüketim İlişkilerinin Yeniden Düzenlenmesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yaşamın Yeniden Yaratılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yaşamın Yeniden Yaratılması
Bütün dünyada devam etmekte olan çok boyutlu bir hareketin içerisindeyiz. Bu çok boyutlu hareket, insanları ya sistemin içerisine çekmekte ya da bu durumu kabullenmeyenleri sistemin dışına itmektedir.
Sadece içerisinde yaşadığımız coğrafyada artık mevcut işleyişin ismi haline gelen OHAL’de olduğumuzdan dolayı değil. Bir eskimişlik bizi rahatsız eden şey. Eski yapıların yetmediğini anlamakla, bu yapılar olmadan hareket edemeyecek olma dayatmasının arasındayız.
Sadece siyasal sistem değil, toplumsal yapılar, ideolojik meşruiyetler, yaşamsal gerçekler değil değişen. Tüm bunların ortasında bulunan bizler de sığamıyoruz artık bu eski yapılara.
İhtiyacımız olan şey, cesaret. Eskiyenin yerine yenisini yapmak cesareti. Hem Bakunin’in söylediği gibi yıkmak yaratmak olduğu için, hem de Durruti’nin söylediği gibi yıkıntılardan korkmadığımız için…
Tutsak Değiliz, Mecbur Değiliz
Ekonomik tutsak/mecbur değiliz. Sadece çalışmaya değil, çalışırken katledilmeye zorlayan bir ekonomik sistemin, bireyleri sömürmeye odaklı büyük fabrikanın zoraki işçileri değiliz. Daha fazla kar uğruna katleden patronların, bizleri katlettikçe zenginleşen şirketlerin tutsağı değiliz.
Enerjimizle, emeğimizle, saatlerimizle ve yaşamlarımızla beslenen kapitalizmi beslemeye mecbur değiliz. İktidarın bize dayattığı “bitmeyen tüketim arzusu”na karşı, kolektif üretim-tüketim ağlarımızı yaratabilir; bizlere dayatılan kapitalist sömürüyü yok edebiliriz.
Toplumsal tutsak/mecbur değiliz. Her geçen gün yaşamlarımız siyasal iktidarın toplumu muhafazakarlaştırma politikalarıyla dönüştürülmeye çalışılırken, içinde beraber yaşadığımız büyük ilişki bize dayatmalara dönüştüyse, bu döngünün bir parçası olmak zorunda değiliz.
İktidarın belli zamanlarda -kendi çıkarları doğrultusunda- değiştirdiği, devlete uygun birey yetiştirme süreçleri olan okullarına, az ve yanlış bilgiyi çaktırmadan yerleştiren bir işleyişe, eğitim sistemlerine mecbur değiliz. Öğreten-öğrenen hiyerarşisi olmaksızın, iktidarın değil yaşamın bilgisini özgürce paylaşabiliriz.
Yaşamsal tutsak/mecbur değiliz. Tüm yaşam alanlarımız erkek egemenliğinin baskısıyla şekillendirilir, erk’in nefreti hem bedenlerimizi hem yaşamlarımızı hedef alırken bizler de bu egemenliğin tutsağı haline getirilmek isteniyoruz. Nefret ve bu nefretin getirdiği şiddet türlü bahanelerle normalleştirilirken erkek egemenler tarafından kimi zaman kimliksizleştirilmek isteniyoruz, kimi zaman katlediliyoruz.
Yaşamlarımız iktidarın baskısıyla şekilden şekle sokulurken, yaşam alanlarımız her geçen gün kapitalizm ve devlet arasında paylaşılırken, düşüncelerimizi gerçekleştirebileceğimiz alanlarımız ellerimizden alınıyor. Yaşam alanlarımız devlet-şirket işbirliğiyle talan ediliyor, düşündüklerimizi eylediğimiz sokaklar türlü bahanelerle bizlere kapatılmak isteniyor. İktidarın baskısı ve bitmek bilmeyen saldırılarıyla yaşamlarımız çalınıyor.
Ancak bizler bu yaşamsal tutsaklığa mecbur değiliz. İktidarın ve erkek egemenliğinin nefretini de şiddetini de kendi ellerimizle durdurabiliriz. Erk’ten beslenen ve yine bu erk’i büyüten nefreti, şiddeti ve erkek egemen tüm politik/yaşamsal dayatmaları kendi irademizle, kendi benliğimizle ve kendi gücümüzle yıkabiliriz. Yaşam alanlarımızın talan edilmesine, yaşamlarımızın gasp edilmesine karşı direnerek, özgür bir yaşamı kendi ellerimizle yaratabiliriz.
Politik tutsak/mecbur değiliz. Sadece iktidarın siyasetine değil, iktidarın iktidarlı muhalefetlerine, siyasal çarkları tekrar tekrar döndürmekten başka işlevi olmayan partili devletli siyasete tutsak değiliz. Devletin kendinden olmayanı türlü gerekçelerle kapattığı, devrimci iradeleri hapishanelerle teslim almak istediği politik baskının tutsağı değiliz.
İktidarın politikasına ters düştüğümüzden, ezilenlerin siyasetini benimsediğimizden dolayı maruz kaldığımız yaptırımlarla irademizi tutsak aldığını düşünen iktidara mecbur değiliz. Devlet, adalete ve özgürlüğe olan açlığımızı bizleri hapsederek bastırmak istese de maruz bırakılmak istendiğimiz tutsaklıktan özgürleşebiliriz. Bedenlerimizi kapatarak düşüncelerimizi de yok edebileceğini sananlara, beton duvarlarla bizleri yıldırmak isteyenlere karşı bulunduğumuz her yerde, her bir hapishanenin her bir hücresinde, mücadelemize olan inancımızla direndikçe özgürleşebiliriz.
İdeolojik tutsak/mecbur değiliz. Siyasi iktidarın her geçen gün artan ideolojik baskısını, 15 Temmuz siyasetini, başkanlık tartışmalarını, siyasal iktidarın bizleri iradesizleştirme çabalarını düşünsel olarak sahiplenmek zorunda değiliz. Yarattığı suni “gündem”lerle gündemimizi belirleyen, tüm siyasal süreci kendi çıkarı doğrultusunda şekillendiren iktidarın ideolojisine tutsak değiliz.
Bizler iktidarın tutsağı değiliz; çünkü bu sistemi yıkmanın yaratmak olduğunu bilen bireyleriz.
Özgürüz
Bizler ekonomik ve yaşamsal sömürünün, insan merkezcil aklın, erkek egemenliğinin, kapitalizmin, devletin ve iktidarlı hiçbir ilişki biçiminin sürdürücüsü değiliz. Çünkü özgür yaşamın ancak iktidarı topyekûn yok etmekle mümkün olduğunu biliyoruz.
Bunun için iktidarların yaratıcısı olduğu sayısız yıkıma, talana, katliama ve bitmek bilmeyen sömürüye karşı özgürlüğü düşlemeliyiz.
Ekonomik sömürünün, nefretin ve şiddetin olmadığı, iktidarın sürekli olarak artan baskısına ve manipülasyonuna karşı bilginin özgürce paylaşıldığı/paylaşarak çoğaldığı, kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurmadığı, iktidarın tutsaklığına karşı özgürlüğün inşa edildiği ve yaşandığı alanlarımızı yaratmalıyız. İktidarın tutsaklığını yıkmalı, özgürlüğü yaratmalıyız. Düşlediğimizi artık eylemeliyiz çünkü yaşamlarımızı ancak bu şekilde dönüştürebiliriz.
Özgür ve adil olan yeni bir dünyayı kendi ellerimizle yaratabilmek ve maruz bırakıldığımız tüm tutsaklıklardan kurtulabilmek için şimdi anarşizmde örgütlenmeliyiz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. Sayısında Yayınlanmıştır
The post Yaşamın Yeniden Yaratılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe için tarihin hiçbir döneminde yeterli olmamıştır ve olmayacaktır. Bu düşünce ve düşünmenin kendisiyle ilgilidir. Daha önce ele alınan bağlamlardan farklı bağlamlar zaman içerisinde belirginleşebilir. Bu da bazen aynı meseleleri, aynı kavramları, aynı önermeleri hiç bitmeyen bir şekilde felsefi düşünce ve düşünmenin konusu yapmaktadır.
Felsefe düşünce tarihi boyunca bu şekilde ele alınan kavramlardan birisi de kötülüktür.
Neden Kötülüğü Tekrar Sorguluyoruz?
Kötülüğün kaynağını bulmaya yönelik sorgulama, içerisinde onunla mücadele etme ve böylelikle onu ortadan kaldırma isteğini de taşır. Özellikle aydınlanma etkisiyle, metafizik nedenlendirmelerden ziyade daha maddi temelde nedenlerle açıklanmaya çalışılan kavram, bu isteğin mümkün olduğundan hareket eder. Yani kötülük, bilimsel bir şekilde açıklanabilirse, onu oluşturan etmenler yok edilebilir. Ancak bu tarz düşünme sadece bireye odaklanır. Bu anlayış kötülüğü suçla eşitler, yok etmenin yolu iyi bir ceza sistemi yaratmaktır. Bugün suç ve ceza sisteminin, kötülüğün engellenmesinde işe yaradığının düşünülmesi bir yana, tam tersi bir etkiye sahip olduğu açıktır. Öte yandan, “eylemi” suç diye niteleyenin de ceza verme yetkisine sahip olanın da varlığı tartışılmadan kötülüğü bu basitlikte ele almak açık bir indirgemeciliktir. Ve tabi ki bunu yapmak birilerinin işine gelir!
Kötülüğe yönelik farklı felsefi yaklaşımlar, hep deneyimlenmiş bir kötülükten yola çıkar. “Kötü olan eylem” i eyleyen ve bu eylemden muzdarip olan… Dolayısıyla mesele (kendi eylemi üzerine düşünebilen) birey, eylemlerini gerçekleştirmesindeki iradesi ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinden şekillenir.
Bu tarz örneklendirmelerin farklılığı, kötülüğü ele alırken sadece kötülüğü eyleyen ve bundan etkilenen ikiliğinden çıkarmaya yardımcı olmuş, meselenin daha geniş bir perspektiften ele alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de bu daha geniş perspektif, toplumsal olan ile eşitlenmiş, kötülük ve buna kaynaklık eden nedenler etraflıca konuşulmadan bir oldu bittiye getirilmiştir. Ya da bu (ortaya çıkan kötü durumun toplumsal ve psikolojik değerlendirmeleriyle sağlanan) daha geniş perspektif kötülüğün kurumsallaşmış hallerini soyut bir biçimde ele almaya meyletmiştir.
Kötülük Probleminin Siyasallaştırılması
Kötülük probleminin siyaset ile ilişkilendirilmesindeki en büyük örneklerden birisi II. Dünya Savaşı olmuş; bu süreçte yapılan katliam benzeri toplu kötülük örneklerine referanslı birçok yazı kaleme alınmıştır. II. Dünya Savaşı’ndaki “Rasyonalize edilmiş katliamlar”, kötülük meselesinin sadece dinsel kökenlerinden kurtarılmasının yetmeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu durumu açık bir şekilde ifade eden birçok düşünür, böylelikle kötülük problemini başka toplumsal durumlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.
Ancak burada bir başlangıç noktası sorunu vardır. Keza insanlık, II. Dünya Savaşı öncesinde de katliamlar yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan “büyük kötülükler” rasyonel bir şekilde nedenlendirilerek felsefi düşünmenin bir konusu yapılıyorken; bundan önceki “büyük kötülükleri” metafizik motivasyonlarla nedenlendirip, başka boyutlarla ele almamak bir çelişkidir. Dinsel ya da rasyonel nedenlendirmeler, açığa çıkan bu toplu kötülük durumlarını açıklamada güdük kalıyorsa; bunlar arasında bağ kurabilmek, durumu açıklayabilmek için başka bir dayanak noktasına ihtiyaç vardır.
Kropotkin ve Anarşist Ahlak
“Büyük kötülükler”in henüz toplumsal ve psikolojik ilişkilendirmelerle ele alınmadığı; ortada ne eleştirel teoricilerin ne postyapısalcıların olduğu; kötülüğe ilişkin örneklendirmelerin ne Arendt’in Nazi Subayı Eichmann örneğine ne de Foucault’nun Riviere örneğine referans verilerek yapıldığı bir dönemde; 19. yüzyılın sonlarında Pyotr Kropotkin Anarşist Ahlak’ı kaleme alıyordu. Ve sanıldığının aksine metafizik nedenlendirmelerle ya da dogmatik ilkelerle ahlaka konu olan kavramları değerlendirmiyordu.
Daha önce bahsettiğimiz gibi kötülüğe ilişkin yazılanlar deneyimlenmiş kötülük örneklerinden yararlanırlar. Anarşist Ahlak’ta bu örnek, dönemin en ünlü seri katillerinden Karındeşen Jack’tir.
İşlenen cinayetler üç ayrı çerçevede ele alınır. İlki Jack ve katlettiği kişi arasındadır. İlk değerlendirme doğrudan iki birey arasındaki eyleme odaklanır. Bir birey diğerinin yaşamına son vermiştir. Eylemde bulunanın davranışı diğer bireyin varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir.
İkincisi, Jack’i cinayetlere yönelten nedenlerdir. Bunda içinde yetiştiği kültürden okuduğu kitaplara, düşüncesini şekillendiren “dış etmenler” vardır. Bu noktada birey ve içinde bulunduğu nesnellik ve deneyimleri söz konusudur. Şüphesiz bu çerçeve önemlidir. Çünkü bireyin içerisinde yaşadığı sistem söz konusudur.
Ama tam da bu aşamada bir üçüncü çerçeve belirir. Bu üçüncü çerçeve yine “dış etmenler” ile ilişkilidir. Üçüncü çerçevede Kropotkin, “Jack ve bütün Jacklerin katlettiğinin on katından da fazla sayıda kadın, erkek ve çocuğu soğukkanlılıkla katletmiş bir yargıç” sorunsalını ortaya koyar.
Bireyin düşüncesini şekillendirebilen, hareketlerini belirleyebilen “dış etmenler”, Kropotkin’in Anarşist Ahlak’ında nesnel bir veri ya da kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Öte yandan birbirinden bağımsız da değildir. Sistematik bir şekilde işleyen kötülük söz konusudur üçüncü aşamada. Bu ilişkisellik “dış etmenler”in politik bir çözümlemesiyle anlaşılabilir.
Kötü Olan İktidardır, İktidarlıdır
Daha önce vurguladığımız gibi, bu alt başlıkta olduğu gibi iddialarda bulunmak o kadar kolay değildir. Anarşizm nasıl mevcut düzene ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplumu gerçekleştirmek için bir ideoloji ve hareket, bu topluma ulaşmak için bir yöntem ve örgütlenme biçimiyse aynı zamanda felsefi bir bakış açısıdır. Ve bu bakış açısının temelinde iktidar ve iktidarlı olanı incelemek önemli yer tutar.
Kötülüğü sadece birey, iradesi ve sorumluluğu üzerinden ele almak bir alanı görünmez kılacaktır. O da bireyin içerisinde bulunduğu nesnel gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçan, nesnel gerçekliğin içindeki iktidarın ya da kötülüğün kurumsallaşmış halleridir. Önemli olan, nesnel veri gibi kabul edilen kurumsallaşmış iktidara/kötülüğe odaklanmaktır. Kropotkin’in yapmaya çalıştığı, kötülük meselesinde, bireyin eylemlerini gerçekleştirdiği, eylemlerini gerçekleştirirken etkilendiği, eylemleriyle etkilediği, onun dışındaki dünyada doğal gibi anlaşılan, ancak hiç de öyle olmayan iktidar ve iktidar ilişkilerine odaklanmaktır.
Hobbesçu Varsayım
Ahlak felsefesinin konusu gibi görünen kötülük meselesi, aslında siyaset felsefesi açısından da önemlidir. Bir doğal durumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan Hobbesçu evrensel savaş düşüncesi, insanın özünde kötülük olduğu varsayımına dayanır. Seçimlerinde özgür olan bireyler, kötülüğe meyilli olduklarından ve böyle bir durumda birbirlerine kötülük yapacaklarından dolayı bu özgürlüğü kısıtlayacak bir kuruma ihtiyaçları vardır. Bu devlettir. “Kötü insan” oldukça devlete ihtiyaç vardır. Devlet toplumsal çatışma temelinde kurulduğu için, ontolojik olarak kötülüğe ihtiyaç duyar. Hem de bu kötülüğün ebedi olması lazımdır ki, devlet de varlığını sürdürebilsin. İnsan doğasına kötülük yüklenmesinin sebebi işte budur.
Sözde özünde kötü olanı kontrol altında alan bu kurumsallaşma, yine sözde meşruluğunu bireylerin “varlılığını” devam ettirebilme kaygısıyla kazanır. Ancak ne pahasına? Özgürlük! İktidar ve kurumsallaşmış bir iktidar biçimi olarak devlet “özgürlük” yiyen canavarlardır.
Anarşist felsefe, iktidarı, ister bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmış olsun, isterse de kurumsallaşmış biçimleri olan devlet ve kapitalizm olsun; özgürlüğün tezatı olarak ele alır. İktidar ve iktidarın biçimlerinden kurtulmadan özgürlüğün gerçekleşebileceğini düşünmez.
Burada özgürlük meselesine ilişkin bir ayrımı ortaya koymak, hem “kötüyü eyleme özgürlüğü” gibi bir çelişkiyi fark etmeye olanak sağlayacaktır hem de kötüyü ısrarlıca insan doğasına yıkmaya çalışan bir iktidar fikrinin de altını boşaltacaktır. Bu ayrım özgürlüğün toplumsallığı fikridir.
Özgürlüğün Toplumsallığı
Bakunin’in “insanın sadece özgür insanlar arasında özgür olacağı” önermesi tam da bu duruma odaklanır. Bir kişinin bile özgür olmadığı bir toplumda iktidar ilişkileri devam ediyordur ve bu yüzden, doğrudan ya da dolaylı bu iktidar ilişkisinin sürdürülmesi sağlanıyordur. İşte, özgürlüğün tam da bu kolektif niteliği, onu önümüze “bireyin her istediğini yapma serbestliği” olarak değil de “kolektif bir sorumluluk” olarak çıkarır. Dolayısıyla, Hobbesçu doğal durumda birbirini öldürmeye odaklanan insanlar fikri, özgür olmayan insanları zorunlu kılar.
Bunun nedeni açıktır; özgürlüğün olduğu bir durumda iktidarın varlığı anlamını yitirir. Özgürlük gerçekleşmeden kötü ve kurumsallaşmış kötülükten kurtulunamaz.
Kötülük probleminde, Kropotkin’in üzerinde durduğu işte tam bu meseledir. İktidar ve iktidar ilişkilerinin var olduğu toplumda, dolayısıyla özgürlüğün olmadığı bir toplumda kötülük zorunludur. Ancak burada Kropotkin’in bireyi ve bireyin toplumsal olan ile ilişkisini es geçmeden üstünde durduğu mesele, iktidar kurumları meselesidir. Yöneticiler ve halk, mülk sahipleri ve mülksüzler gibi zorunlu olarak dayatılan ikiliğe dayalı siyasi ve ekonomik sistemler yok edilmediği takdirde “kötülüğün sürdürüleceği”ni savunur. Bu, tabi ki bir öncelik sonralık ilişkisi değildir. Bireyler arasındaki iktidarlı ilişkilerin değişmesi için mücadeleyi, kurumsallaşmış kötülüklerden kurtulma mücadelesiyle eş zamanlı kılar.
Kötü, kötülük gibi kavramlar tartışılırken; varlığının sebebini bu kötülükten alan kurumsallaşmaların es geçilmemesi; bu kavramların özgürlükle ilişkisinin açıkça ortaya konması; ve meselenin sadece psikolojik, toplumsal açılardan değil de siyasal bir perspektifle ele alınması, kötülüğün kaynağını sorgulamakta bize iyi bir çerçeve sağlayacaktır. Tabi anarşist bir bakış açısıyla bu üçünün ilişkisi kurulduğu sürece…
Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasi devletlerin silahı olmuştur hep. Devletlerin çıkar savaşlarında yalanların örtbas edilmesinde en etkili araç olmuştur. Halklara yöneltilmiştir bu savaşlarda namlular ve “demokrasi” uğruna yitenler, bu savaşların sadece birer piyonu olmuştur.
Çok şey yaşandı… Demokrasi adına stratejiler üretildi, teoriler geliştirildi ancak pratikte demokrasi, yönetenlerin elinde halklara karşı bir silah oldu hep. Doğrudan halkın özyönetimine dayalı bir demokrasiye tolerans sıfırdı. Devlet ideolojisinin sarsılmazlığı, demokrasinin kimin elinden geldiği ile orantılıydı. Bu yüzden siyasi krizler, ekonomik çöküşler, sosyal ve kültürel kıyımlar yaşandı tarih boyunca.
Halklar devlete itaatkarlaştırıldı, asimile edildi. Kimlik, etnisite, inanç ve farklı özgürlükler devlet ideolojisinin tekliğinde eritildi, yok edildi. Korkuyla büyütülen biat kültürü, suskunluk getirdi. Bunlara karşı koyanlar, özgürlük arayışında sesini yükseltenler bastırıldı, katliamlarla imha edildi. Devletin sarsılmazlığının korunması, demokrasi ile mümkündü.
Siyasi krizler, savaş, darbe, askeri cunta ve benzeri tüm kalkışmalar; beraberinde getirdiği ekonomik krizler, farklı ve öteki olana tahammülsüzlük, kamplaşma ve yükselen faşizm… Tüm bunlar, devletin halklara yönelik “demokrasi” kisvesi altında uyguladığı yaptırımlardı. Bu coğrafya yakın zamanda hepsine tanık oldu.
Bu coğrafya aynı zamanda halkların hareketliliklerine de şahitti. Taksim Direnişi, yakın tarihteki en etkili toplumsal hareketlilikti mesela. İtaat etmeyenler tepkileriyle sınırları aşan büyük bir etkileşim yaratmıştı. Tarih boyunca deneyimlediği için böyle hareketliliklerin sonuçlarını öngörebilen devlet korktu, siyasi iktidar saçmaladı, ekonomi altüst oldu, demokrasi yalan oldu. Yine “devlet demokrasisi”nin saçmalığı gözler önüne serildi.
Rojava’yı gördü devlet, daha da korktu. Çizdiği sınırların hemen yanı başında, devletlerin – kapitalizmin ve onlar tarafından üretilmiş örgütlü şiddetin baskısına karşı koyanlar vardı hala. Devletsiz kimliklerine sahip çıkan özgür halklar, özgür komünler, özgür ilişkiler… Çok yakındaydı. Korktu devlet. Kadınlar vardı, her yerdelerdi. Onların özgürlük mücadelesi kurutulamıyordu, ellerinin değdiği her yer yeşeriyordu aksine. Ekoloji mücadelesi verenler vardı. HES, nükleer, maden gibi devlete ve şirkete kar, işçiye, doğaya ve yaşama zarar olan her şeyin tekerine çomak sokuyorlardı. LGBTİ bireyler vardı, nereden çıkacakları belli olmuyordu. İnançlarını yakılmalara yıkılmalara rağmen yaşatan Aleviler vardı. Devrimciler vardı. Halkların öz örgütlülüğüne inanarak devlete karşı mücadele eden; assan da kessen de vazgeçmeden, yılmadan direnen. Devletin korkusu büyüdükçe büyüdü.
O kadar korktu ki devlet, OHAL süreci ile sarsılmazlığını korumak istedi. AKP içi ayrışmalar, oy toplama savaşları, “FETÖ krizi”, yolsuzluklar gibi saçmalama süreçlerinin ardından, kendi gücünü korumak istedi. Ve yapacaklarını da “demokrasi” adına yapmış olmak istedi. OHAL ilan etti. Herkesi yargıladı, hapishanelere kapattı.
Ekonomiyi güçlü gibi göstererek yaşadığı diplomatik sıkıntıları örtbas etti. AB’ye, ABD’ye ahkamlar kesti, ama nafile; çöküş sürdü. Sürecin başında hissetmesek de krizin faturası KHK’lar ile halka kesilmeye başladı ve fatura gün geçtikçe kabardı. İşsizlik ve işten atılmalar FETÖ’cülere yönelik denildi, hepimizi tek potada eritti. Hem bir krizin eşiğindeydik toparlanması gereken, hem de içi çatırdayan AKP kamu ve özel sektörde kendi yapılanmasını bu sayede oluşturuyordu. Tüm devlet kurumları el değiştirdi bir anlamda. “Farklı olan bizden değildir” mantığı ile OHAL sürecinde örtük bir ideolojik saldırıya maruz kaldık. Sokaklara çıkıp eylem yapmak, arz ve talepleri dile getirmek bir suçtu. Polis OHAL yetkisiyle hunharca saldırdı. Bu da saldırının örtük olmayan kısmıydı.
Şimdilerde kimse kendini açık edemiyor. OHAL’in korkusu yaşanıyor. Korkunun çaresizliğiyle suskunluk, “Ne olacak bu gidişat?” sorusuyla bekleyiş sürüyor. Bu çaresizlik, bu suskunluk, bu bekleyiş hayra alamet değil.
“OHAL sürüyor ama halkı nebze etkilemiyor” yalanını söyleyenlerin yalanları ayyuka çıktı. Mesela kendi mahallemizde bazı sokaklardan geçemiyoruz. -O sokak güvenlik gerekçesiyle kapatıldı.- Bazı sokaklara meydanlara üstümüzü başımızı aratmadan girip basın açıklaması bile yapamıyoruz. -Alanın etrafı polis tarafından güvenliğiniz için kapatıldı.- Mesela polisin hoşuna gitmeyen bir sloganı atamıyoruz. “Katil devlet” diyemiyoruz. Diyoruz tabi, gözaltına alınıyoruz. Türlü işkencelerin ardından tutuklanıp hapishaneye kapatılıyoruz. -Bahsi geçen şahıslar devletin güvenliği gerekçesiyle kapatıldı.- “OHAL hissedilmiyor” diyen bakanlar belki hissetmiyordur, biz iliğimizde kemiğimizde hissediyoruz. Yaşam, yaşanmaz hale geldi. Şimdilik durum böyle.
Ve bir kırılma yaratmak zorundayız. CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü bir kırılma olabilir mi? Elbette hayır! Bugün adalet isteyenler, süreci baştan görmediler mi? Niye şimdiye kadar sustular, hiçbir şey yapmadılar? Yaşamlarımızın her alanı bir bir talan edilirken onlar sonu başından belli “şaibeli” referanduma güvendiler, sokağı meydanı boş bıraktılar. Ne oldu da adaleti şimdi ister oldular?
Bir kırılma yaratmak zorundayız. Çünkü OHAL yasal ya da fiili olarak devam edecek, en azından bir süre daha bu halde yaşamaya çalışacağız. Milyonlarcamız açlık sınırında, Nuriye ve Semih’in yüz günü aşkın süredir devam eden açlığıyla, bunca baskı ve zulmün ortasında ekmeğe adalete ve özgürlüğe duyduğumuz açlıkla, yaşamaya çalışacağız. Ancak bu kabusu sona erdirmek de bizim dilimizde, elimizde, sıkılı yumruğumuzda…
Bir kırılma yaratmak zorundayız!
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Adalete ve Özgürlüğe Olan Açlığımızla Yaşayacağız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TARiHTEKi ANARŞiST KADlNLAR (3) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadınlar farklı coğrafyalarda örgütlenerek, dayanışmayla ve mücadeleyle kendi devrimlerini yaratmıştır. Bizim coğrafyamızda birçoğunun ismi bilinmiyor olsa da, kadınların yüzyıllardır mücadeleyle yarattıkları gelenek, günümüze kadar gelmiştir. Kimi zaman faşizme, devlete, kimi zaman kapitalizme, savaşa karşı yaşamı savunan “Tarihteki Anarşist Kadınlar”ın yaşamlarını incelemek, özellikle biz kadınlar açısından oldukça önemlidir.
Meydan Gazetesi’nin kadınlar tarafından çıkartılan bu sayısında, tarihte mücadeleleriyle andığımız anarşist kadınları sizlerle paylaşıyoruz.
Ethel MacDonald
1909’da İskoçya’nın Motherwell şehrinde doğan Ethel MacDonald, 16 yaşında mücadeleyle tanıştı. 1931’de Guy Aldred ve Jany Patrick ile tanıştı ve üç yıl sonra Bağımsız İşçi Partisi’nden ayrıldı. Anti-parlementer Komünist Federasyon içerisinde aktif olarak yer aldı. Ardından Guy Aldred ile birlikte 1933’te Birleşik Toplumsal Hareket’i kurdu. Ethel MacDonald ve Jenny Patrick 1936’da İspanya’da savaş başladığında Birleşik Toplumsal Hareket’in temsilcileri olarak Barcelona’ya ve Madrid’e gittiler. İspanya’ya ulaştıklarında CNT radyosunda yapmaya başladıkları İngilizce yayınlar ve propaganda, halk tarafından oldukça fazla ilgi gördü.
1937 Mayıs İsyanları olarak anılan, yüzlerce kişinin katledildiği ve anarşistlerin evlerinde suikaste uğradığı süreçte yoldaşlarını polislere karşı savunurken, kendi yaşamını birçok defa riske attı. MacDonald, yoldaşının hapishanede gardiyanlar tarafından dövülerek katledilmesinin ardından yaptığı eylemler sırasında tutuklandı. Serbest bırakıldığında ise, İskoçya’ya kaçmadan önce bir süre Barselona’da saklandı.
İki ay sonra İskoçya’ya döndüğünde 300’e yakın kişi tarafından karşılandı. Daha sonra 2. Dünya Savaşı sırasında barış hareketleri içinde yer aldı. Daha sonra Guy Aldred’le The Strickland Press’i kurdular. 1958 yılında çeşitli sağlık sorunları yaşamaya başladı ve konuşma becerisini kaybetti. Mücadeleyle dolu geçen yaşamı, 1 Aralık 1960’ta son buldu.
Devletler hiç bir zaman insanları kurtaramaz, onların arzusu insanları sömürmek ve yok etmektir. Halkı özgürleştirecek tek bir güç vardır. Bu güç halkın kendisidir.
***
Giliana Berneri
Giliana Berneri 5 Ekim 1919’da İtalya’nın Floransa şehrinde doğdu. Tıp ve psikiyatri eğitimi için gittiği Fransa’da, pediatri ve psikanaliz üzerine çalıştı. Fransa’daki anarşist hareketle son derece ilgili olan Berneri, 1930’larda Fransız Anarşist Federasyonu’na katılarak mücadele etmeye başladı.
Paris’te Sacco ve Vanzetti grubu içinde aktif bir militan olarak mücadele etti, bu grup daha sonraları Anarşist Federasyon içinde Kronştad grubu olarak anıldı. 1940’larda Fransa’da gözaltı kampında tutulan yoldaşı İtalyan anarşist Ernesto Bonomini için dayanışma kampanyaları örgütledi ve Amerika’da sürgündeyken ona destek oldu. Albert Camus ve Wilhelm Reich gibi entelektüellerle fikirlerini paylaştı ve çeşitli konularda konferanslar verdi. Aynı zamanda La Libertaria gazetesinde de hatırı sayılır makaleleri yayınlandı.
Fransız anarşist mücadelesinde aktif rol oynayan Berneri, 19 Temmuz 1998’de yaşamını yitirdi.
“Amacınızı gerçekleştirdiğinizde, kendinizin sahibi olursunuz… Bir kadın gerçekten ‘özgür bir kadın’ olduğunda, hayat binlerce kez daha güzel olur…
***
Leah Feldman
1899’da Varşova’da doğdu.
1917’de Bolşeviklerin iktidara geçmesinin ardından yoldaşlarının çoğu Bolşeviklerin ya da Çarın ellerinde öldürülmüştü. Leah daha sonra Rusya’ya döndü. Burada Sovyetler tarihinin son ‘yasal’ anarşist toplanması olan; Kropotkin’in cenazesine katıldı.
Leah sonra Mahnovist hareketten etkilenerek Ukrayna’ya gitti ve burada harekete katıldı. Cephe gerisinde kıyafetlerin ve yemeklerin organizasyonu, yetimlerin doyurulması gibi işler yaptı. Mahnovistlerin Bolşevikler tarafından katledilmesinin ardından Ukrayna’yı terk etti.
Önce Paris’e sonrasında Londra’ya gitti. Farklı topraklarda anarşist hareketleri gözlemlemek istiyordu. Ardından Polonya ve Filistin’e gitti. Filistin’de birçoğu daha önce gittiği coğrafyalardan tanıdığı eski arkadaşlarıyla Filistin Anarşist Federasyonu’nun kurulmasını sağladı.
Alman denizcilerin 30’lu yıllardaki antifaşist direnişine ekonomik destek topladı. 1939 yılında Marie Goldberg ve Suceso Portales ile birlikte kurduğu bir giyim atölyesinde kendi üretimlerini yaptılar.
Ömrünün sonuna kadar bulunduğu her koşulda ve her yerde mücadeleyi sürdüren Leah’ı yoldaşları Büyükanne Mahnovist olarak bir ömür boyu anmayı sürdürdü.
“Çalıştığımız atölyede dünyanın her yerinden anarşist kadınlar vardı… Yunanca, Yiddiş, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, Katalanca… ayrıca dillerini bilmediğimiz iki Kıbrıslı, bir Yunan ve bir Türk kadınını da sayarsak, nasıl anlaştığımız bazılarına göre bir mucizeydi. Bana sorarsanız, kadınların nereden gelirse gelsin ortak bir dili yaratabileceklerinin resmiydi.”
Biz kadınlar tarihimiz süresince erkek egemenliği ile karşı karşıya kaldık ve hep mücadele ettik. Kimimizin adı bilindi, kimimizin hikayesi bilindi. Bilinsek de bilinmesek de, adlarımız farklı da olsa, hikayelerimiz farklı da olsa, mücadelemiz hep aynıydı: Kadının Özgürlüğü
***
Maria Lacerda de Moura
Maria Lacerda de Moura 16 Mayıs 1887’de Brezilya’da doğdu. Kilise karşıtı düşüncelerini oluşturan ailesinin ona kattıkları özgür düşünce ve halk eğitimiydi. Maria bir öğretmen, bir yazar, bir gazeteci, bir mimar, bir şairdi. “Anarşizm” demediği zamanlarda bile, onun neyden bahsettiğini anlardınız. Her şeyini içine kattığı anarşizm inancı, ona göre “insanlığın kurtuluşunun parıltısıydı”.
Mücadeleyle tanışmasının ardından, eylemlerini destekleyen yoldaşı Carlos Ferreira de Moura ile evlendi.
1915’te bir kız çocuğu doğurdu ve kardeşinin oğlunu evlatlık aldılar. Bu sırada Maria kendisini tamamıyla mücadeleye adadı ve özgür dersler vermeye başladı. Bu deneyimlerinin ardından eğitimin insanın kişiliğini şekillendirdiği, kendi değerlerinden ve kimliğinden vazgeçmesi için zorladığını, davranışları terbiye ettiği kanaatine vardı. Farkına vardı ki; eğer dünyayı değiştirmek istiyorsa yalnız cehaletle mücadele etmek yetmez, sosyal devrimi yaratmak gerekiyordu.
1918’de toplumsal sorunları aşacak bir özgür eğitim çalışmasına girişti ve yazarlığa ilk adım olarak eğitim üzerine kitabını yazdı.
Sao Paulo’da Enternasyonal Kadın Federasyonu’nu ve savaş karşıtı kadınları kurdu. Buradaki bütün kadınlar eylemlerini bu bölgede örgütlüyor ve kadın direnişinin kazanmasını amaç olarak görüyordu.
Maria Lacerda de Moura 20 Mart 1944’te henüz 54 yaşındayken yaşamını yitirdi.
“Bir erkek, kadın özgürlüğü fikrini sevebilir fakat bunun pratiğinden hoşlanmaz. Sonuç olarak, başka kadınların özgürlüğünü isteyebilir, ama kendi karısını eve kilitler.”
***
Suceso Portales
María Suceso Portales Casamar, 4 Mart 1904’te anarşist bir ailede doğdu. Kardeşleri Acracio, Juan ve Luis de anarşist hareketin içindeydi. Terzi olarak çalışmaya başlayan Suceso, 1934’te CNT’ye katıldı.
1936’da kolektif örgütlenmenin bir öznesi ve Mujeres Libres’in kurucularından oldu. İberya Devrimi sırasında Guadalajara’ya taşınarak burada çiftçi ve köylülere yönelik örgütlenme çalışmaları yaptı. San Gervasio çiftçi okulunun kuruluşuna katkıda bulundu ve 20 Ağustos 1937’de Ulusal Kadın Kongresi’nin bir parçası oldu. Aynı yılın Ekim ayında Barselona’da Mujeres Libres Kongresi’ne Guadalajara delegesi olarak katıldı. Mujeres Libres’te belirttiğine göre, İberya Devrimi’nin çifte bir kazanım olduğunu düşünüyordu; bu devrim, bir yandan sınıflı topluma karşı, diğer yandan ise erkek egemen topluma karşı bir zaferdi.
Savaşın sonunda Britanya’ya gitmek üzere 183 kişiyle beraber Alicante Limanı’ndan ayrıldı. 1939’da İngiltere’nin Holborn kentinde birçok farklı ülkeden anarşist kadınla birlikte bir kıyafet mağazası kurdu. Bu süreçte ve daha sonrasında İberya’daki anarşistlerle ilişkisini hiç bir zaman kesmedi ve Franco karşıtı tüm eylemlere katıldı.
1962’de, İspanya’dan sürgün edilmiş bir çok İspanyol anarşistle iletişime geçerek Mujeres Libres’i yeniden çıkardı. “Sürgünde Mujeres Libres” adında özel bir sayısını hazırladı. Bir çok farklı yere taşınmasının ardından Franco’nun ölümüyle İspanya’ya geri döndü. Dönüşünde tekrar CNT örgütlenmesi yapmaya, 1980’de ise Mujeres Libres’i yeniden kurmaya çalıştı. 94 yaşında, mücadeleye adadığı yaşamı sona erdi.
“Biz feminist değiliz, hiçbir zaman olmadık. Biz erkeklere karşı savaşmıyorduk. Biz birlikte çalışmaz ve mücadele etmezsek toplumsal devrimi başaramayız. Fakat bizim özgürlük için kendi öz-örgütlülüğümüzü yaratmamız gerekir.”
Victorine Brocher/Rouchy
Victorine Broucher, 1838’te Paris’te devrimci gelenekten bir ailenin içinde dünyaya geldi. Babası cumhuriyetçi bir ayakkabıcıydı. 1850’lerde sosyalist ve cumhuriyetçi düşünceler içinde yetişmeye başladı. 1862’de ayakkabıcı bir esnaf olan Jean Rouchy ile evlendi ve beraber Orleans ve Paris’teki çeşitli sosyalist gruplara ve Birinci Enternasyonal’e katıldılar.
1867’de kolektif bir fırının kuruluşunda yer aldı. Fransa-Prusya Savaşı sırasında, kocası savaşta görev aldı, kendisi ise ambulans şoförü olarak işe başladı. O yıllarda iki çocuğunu büyütmesine yardımcı olan ve sahip çıktığı komşu çocuğuna bakan annesiyle beraber yaşadı. Fakat bu üç çocuk da birkaç yıl içinde yaşamını yitirdi.
Eşiyle birlikte, 20 Mart 1872’de Cumhuriyetin Savunması Savaşı’na katılarak Paris Komünü’nde aktif rol oynadı. “Kanlı Hafta” boyunca barikatlarda savaştı.
Arkadaşları sayesinde önce İsviçre’ye, sonra Londra’ya kaçmayı başardı. Fakat Jean Rouchy o hapisteyken yaşamını yitirdi. 1878’de önce Lyon’a, sonra Paris’e döndü ve anarşist harekette daha da aktifleşti. Anarşist gazete La Revolution Sociale’de yazmaya başladı. 1881’de Londra Anarşist Konferansı’nda Parisli bir delege olan Gustave Brocher ile tanıştı. Sonrasında evlendiler ve Komün’ün beş yetimini evlat edindiler.
1909’da “Souvenirs d’une morte vivante” adlı eserinde 1871’den beri olan anılarını anlattı. 4 Kasım 1921’de Lozan’da yaşamını yitirdi.
“Komünü yaratırken hissettiklerimizi tarif etmek çok zor. Güç artık bizim elimizdeydi. Fakat bu güç egemenlerin elindeki güç gibi değildi. Bu her şeyin bizim kontrolümüzde olduğunun duygusuydu. Bu birlikte yarattıklarımızın verdiği güçtü.”
The post TARiHTEKi ANARŞiST KADlNLAR (3) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KADINLAR SOKAKLARA, ÖZGÜR YAŞAMI YARATMAYA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bedenlerimiz, benliğimiz ve yaşamlarımızın her alanı; ataerki tarafından baskılanmış, kapitalizm tarafından kuşatılmış, devlet tarafından yok sayılmıştır. Devlet, kadın düşmanlığını her geçen gün daha fazla beslemiş, kapitalizm ise biz kadınları her geçen gün daha da metalaştırmış; ataerkil zihniyeti destekleyerek yaşamdan yoksunlaşmamızı ve yoksullaşmamıza sebep olmuştur.
Kapitalizm Kadın İçin Hep Kriz Demektir
Kapitalizm, sonsuz üretim ve sonsuz tüketim sistemiyle, hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşamlarımızı topyekun bir sömürüye maruz bırakır. Biz kadınlar, kapitalizmden de nasibini en fazla alanlar oluruz.
Üretim süreçlerinde ucuz iş gücü olarak görülerek vasıfsızlaştırılıyor, ürünlerin pazarlanmasında ve vitrininde cinsel objeye dönüştürülerek metalaştırılıyoruz. Üretimde ucuz iş gücü, kapitalist pazarda meta iken ev içinde de hizmetçi, eş, anne oluyoruz. Temizlik, yemek, erkeği motive etmek, çocuk bakımı bizlerin zorunlu işleri sayılıyor. Zaten ucuz olan kadın emeği, ev içinde tamamen görünmez kılınıyor.
İçinden geçmekte olduğumuz gibi, kendisi kriz olan kapitalizmin “kriz” olarak nitelediği zamanlarda ise, en çok olan yine biz kadınlara oluyor. Kimi durumda işten atılıyor; kimi durumdaysa gelir dağılımının bozulması, ev gelirinin azalmasıyla ve ucuz işgücü olmanın “avantajıyla” daha fazla istihdam edilmeye başlıyoruz.
Var olduğu günden bu yana ataerkiden bağımsız gelişmeyen kapitalizm, bugün de kendi yarattığı krizlerin etkisini yine kendisini besleyen ataerkinin toplumsal cinsiyet etmeni ile belirginleştiriyor. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, kadın katliamları böyle süreçlerde daha da yükseliyor.
Daha fazla veya daha az; ekonomik krizin olduğu veya olmadığı her koşulda kapitalizm için kadın ezilmesi gerekendir. Kapitalizm biz kadınlar için hep kriz demektir.
Devlet Kadın İçin Hep Yok Oluş Demektir
Devlet için biz kadınlar, bir yandan muhafaza edilmesi gereken, muhafaza edilmeyi reddettiğimizde ise katli vacip görülenleriz. Muhafazakarlaşan devletin kadın politikaları ve devlet erkanının yükselen kadın düşmanı söylemleriyle, bu durumu günden güne daha da derinden hissetmekteyiz. Devlet, nüfus politikalarının da bir parçası olarak, kürtajımızdan kaç çocuk doğuracağımıza kadar yaşamlarımızı belirlemeye çalışıyor. Kadın değil aile vurgusuyla, kadını aileye sıkıştırıyor. Yeterince sıkıştırılmıyormuşuz gibi, kadın katilleri, tecavüzcüleri de “iyi hal” ya da “tahrik” indirimleriyle, tecavüz yasalarıyla taçlandırılarak destekleniyor.
Biz kadınlar, devletin kadın politikaları ve yükselen kadın düşmanlığı ile, yaşamlarımızın her alanında daha fazla baskı, şiddet, taciz, tecavüz ve katliamla karşı karşıya kalıyoruz. Kahkaha attığımızda, şort giydiğimizde, parkta spor yaptığımızda, hamileyken sokağa çıktığımızda ya da kürtaj olduğumuzda, 5 çocuk doğurmadığımızda, evli olduğumuz erkekten boşanmak istediğimizde, en nihayetinde sadece “kadın olduğumuz için” maruz kalıyoruz bunlara. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği gittikçe daha da normalleştiriyor.
Muhafazakarlaşan devlette değişmeyen; devletin her koşulda baskı, otorite, şiddet, katliam anlamına geldiği ve erkek olduğu gerçeğidir. Devlet biz kadınlar için hep yok oluş demektir.
Seçme-Seçilme ve Referandum Kadın İçin Kazandığını Zannederken Kaybetmek Demektir
Bu kriz ve yok oluş arasında var olmaya çalışan biz kadınlara çare olarak, yine sömürünün daha azına- çoğuna “evet” veya “hayır” demek üzere sandığa gitmek sunuldu. Biz kadınların yaşamın her alanındaki adaletsizliklere karşı mücadelesi, sandıklara sıkıştırılmaya çalışılıyor. Sandıktan gelecek “iyi” veya “kötü” sonuçla her şeyin değişeceği yanılsaması yaratılmak isteniyor. “İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde, her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Hayallerimiz bazen çeyiz, bazen seçim ya da referandum sandıklarına kapatılıyor.
Hep seçimler, referandumlar gerçekleşti. Hep “kazanırsak daha iyi olacak” denildi. Bazen “iyi” oldu, kazanıldı. Bazen “kötü” oldu, kaybedildi. Ancak kadın, her iki koşulda da kaybetti; ne özgürlük ne de adalet geldi. Biz kadınlar için evde, işte, sokakta, devletlerin ve kapitalizmin hükmettiği yaşamlarımızın her alanında baskı, şiddet ve katliamlar artarak devam etti. Seçme seçilme ve referandumla bir şeylerin değişeceğine, düzeleceğine inanmak; kadın için kazandığını zannederken kaybetmek demektir.
Kadın İçin Kadın, Çözüm Demektir
Hangi bölgeden, nasıl bir kültürden, kaçıncı sınıftan olursak olalım hepimiz kadınız. Dertlerimiz, sorunlarımız, ezilmişliğimiz kadınlığımızdan geliyor. Kadın olduğumuz için şiddet görüyoruz. Kadın olduğumuz için tecavüze uğruyor, istenileni vermeyince katlediliyoruz. Devletin savaşlarında, kapitalizmin krizlerinde talan ediliyoruz. Kadın olduğumuzu hatırlamayalım diye baskılanıyor, bu baskıya rağmen hatırlarsak ve diğer kadınlara da hatırlatmaya kalkışırsak kapatılıyoruz. Kadın olduğumuz için yok sayılıyor; söz konusu seçimler olduğunda “birilerinin” kazanma savaşında, oy potansiyeli olarak hatırlanıyoruz.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” der Emma Goldman yoldaş. Biz kadınlar için, kendimiz için, birbirimiz için, yaşam için mücadele etmekten başka çözüm olamaz. İhtiyacımız olan, bütünlüklü bir mücadeledir. Ne yalnızca ekonomik, ne yalnızca politik, ne yalnızca sosyokültürel; yaşamlarımıza sahip çıkmamızı sağlayacak olan, bütünlüklü bir özgürlük mücadelesidir. Özgür bir yaşamı yaratmak adına verdiğimiz bu mücadelede, birlikte olmaya ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan, örgütlü bir mücadeledir.
Özgürce düşleyebileceğimiz, düşlediklerimizi eyleyebileceğimiz, kadın olduğumuzu hatırlayarak beraberce yaratabileceğimiz bir yaşam istiyoruz. Bu yaşamı yaratacak çözümler ne devlette ne de kapitalizmdedir. Bizlerin ruhlarında, bizlerin sözlerinde, bizlerin ellerindedir. Bütün bunlar için, birbirimize, kadının ruhuna ve gücüne inanmaya ihtiyacımız var! Şimdi, kadın kardeşim, yoldaşım; ihtiyacımız olan sensin!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post KADINLAR SOKAKLARA, ÖZGÜR YAŞAMI YARATMAYA appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (8) : Ekvador’da Anarşist Yayınlar” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>20. yüzyılın başlarında özellikle Şili’den gelen göçmen işçilerin yoğunluğuyla, Ekvador’un merkezi Guayaquil’de işçi hareketi etkisini artırmaya başladı. İşçi hareketinin Ekvador’daki tarihi, anarşizmin aynı topraklardaki tarihiyle de paraleldi. Yalnızca işçilerin değil bütün ezilenlerin kurtuluşu için verilen mücadele, yerli halkın kimlik mücadelesi ve köylülerin özgürlük mücadelesi gibi farklı mücadele alanları üzerinde bir bütün olarak yoğunlaşıyor; önce Ekvador’un büyük şehirlerindeki Suburbio’larında* yaşayan yoksul halkı harekete geçirmeye başlıyordu.
Anarşistler, tren yollarında çalışan Jamaikalı göçmen işçilerin, marangozların ve Güney Amerika kıtasının en önemli ihracat ürünlerinden olan kakao üretiminde çalışan işçilerin arasında örgütlüydü. Ekvador’daki en uzun soluklu örgütlenme deneyimi olan Federacion Regional de Trabajadores del Ecuador’un (Ekvador İşçileri Bölgesel Federasyonu) temelleri, mücadelelerini yaşamlarından örgütleyen bu yoldaşlar tarafından atıldı.
Ekvador’da anarşizm, 15 Kasım 1922 tarihinde ülkenin en büyük kenti Guayaquil’de gerçekleşen büyük genel grevi örgütleyerek, tarihe önemli bir deneyim bıraktı. Durán’da çalışan FTRE destekçisi işçilerin fitilini yaktığı grev, kısa sürede bütün bir işçi sınıfını etkiledi. Devlet, grevi kanla bastırdı. 1000 grevci, ordunun silahlı saldırısı sonucu katledildi. Ancak artan devlet baskısı, ezilenlerin öfkesini daha da arttırıyordu. 1920’li yıllarda sadece Guayaquil’de aktif olan beş anarşist örgütlenme vardı. Redencion, Tierra y Libertad, Solidaridad, Hambre ve Luz y Accion ismindeki bu gruplar, Federacion de Grupas Anarquistas ‘Miguel Bakunin’ (Bakunin’in Anarşist Federasyonu) adıyla, birbirleriyle koordine bir şekilde hareket ediyordu.
Ekvador’da, özgürlükçü fikirlerin propagandasının yapıldığı ilk yayın, 1899 yılında Guayaquil’de yayın hayatına başlayan El Pabellon Roja’ydı. Gazetede eylemle propaganda kuşağının temsilcileri tanıtılıyor, bütün iktidarlara karşı doğrudan eylem çağrısı yapılıyordu. Ravachol’ün ve Sante Geronimo Caserio’nun fikirleri savunuluyordu. Takip eden yıllarda Ekvador’da anarşizm denilince akla gelen ilk isim Jose Alojo Capelo Cabello’nun gazetesi çıkmaya başladı. Centro Germinal Sindicalista isimli sendikanın yayın organı olan El Proletario, 1920 yılında yayınlanmaya başladı.
Ekvador’da anarşizm, özellikle yayıncılık alanında hızlı bir gelişim gösterdi; Kropotkin’in, Bakunin’in ve Malatesta’nın eserleri hızlıca yayınlandı. Bunun yanı sıra Amerika kıtasının çeşitli yerlerinde yayınlanan anarşist yayınlar, Ekvador’da da mutlaka dolaşıma sokuluyordu.
Başkent Quito’da yayınlanan La Prensa, o yıllardaki önemli yayınlardan biriydi. Anarşizm tarihi çalışmalarıyla bilinen Max Nettlau’nun yazıları ve kitabı Contribucion a la Bibliografia Anarquista en America Latina’dan seçilmiş günlükler, La Prensa’da kendine yer buluyordu. Aynı tarihlerde Federacion de Grupos Anarquistas ‘Miguel Bakunin’i oluşturan gruplar ise Tribuna Obrera’yı kurdular ve Ricardo Floras Magon’un ismini verdikleri bir tiyatro grubu oluşturdular. Tribuna Obrera ile benzer dönemlerde yayınlanan Ideas y Combate’de, genellikle işçi mücadelesine dair yazılar yayınlandı. Aralarında Narciso Veliz, Alberto Diaz, Juan Murillo, Jose Barcos’un da bulunduğu kalabalık bir editör grubunun çabalarıyla yayınlanan El Hambriento, Ekvador’da yayınlanan anarşist yayınlara bir diğer örnekti. Daha sonra üniversitelerde örgütlenme çalışması yürütmek için Bloque Obrero Estudantil isimli örgütü kuracak olan Luz y Accion da, aynı isimli bir de yayına sahipti.
1930’lu yıllarda baskısını artırmaya başlayan devlet, hem örgütlenmeyi hem de paralelinde çıkarılmakta olan yayınları sindirmeye çalışıyordu. Hareketin taşıyıcılığını yapan birçok anarşist, bu tarihlerde, Galapagos adalarına sürgün edildi. Yaşamını sürdürdüğü Ekvador’dan ülkesine sürülen Şili’li Nestor Donaso ise ülkesinde tutsak edildi. 1934 yılına gelindiğinde ise, aralarında Alejo Capelo, Alberto Diaz gibi militanların da yer aldığı bir grup, anarşist örgütlenmeyi yeniden güçlendirmek için FTRE benzeri olan bir sendikayı, Union Sindical de Trabojadores (UST)’i kurdu.
Küçük bir Orta Amerika ülkesi olan Ekvador’da üzerine çalışmalar yapılan, referans olarak gösterilen anarşizm, büyük bir mücadele mirası bıraktı. Bu miras, özellikle kültürel ve tarihsel olarak Ekvador’la benzerlikler taşıyan coğrafyamızda yeni perspektifler ve mücadele yöntemleri geliştirmek açısından büyük bir öneme sahip.
*Ekvador’da direkler üstüne kurulmuş, bambudan, dayanıksız konutlara verilen isim. Gecekondu.
The post “Anarşist Yayınlar Dizisi (8) : Ekvador’da Anarşist Yayınlar” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>