The post Her Taşın Altında Devletin Paranoyası Var – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Matematik kitabında, F noktasından G noktasına giden otomobilin hızının sorulduğu problem… Bir başka ders kitabında, galaksinin adının neden “Samanyolu” olduğu… F serisi 1 dolarlarla verilen “gizli mesajlar”… Bir derbi maçı öncesi gerçekleştirilen tribün koreografisindeki “Ayağa Kalk” sloganının çağrıştırdıkları… Darbe girişiminde yargılananların mahkemeye çıkarken giydikleri HERO tişörtü ve bu tişörte atfedilen “anlam” sonrası başlayan gözaltı- tutuklama dalgası…
Yukarıda sıralananlar aslında -15 Temmuz sonrası artan- devletin önceleri paralel yapı/devlet dediği, sonrasında ise FETÖ olarak kodladığı Gülen cemaati ile ilişkilendirdiği paranoyak bulgulardan birkaçı. Bu paranoyanın kökenini, biri eski olmak üzere iki iktidar odağı arasındaki kavganın başlangıcına tarihlemek de mümkün. Devletin şu andaki iktidar alanlarını domine eden AKP cenahı, bu paranoyayı canlı tutarak kendisini azade kılmak istediği her musibetten eski ortağını sorumlu tutma yoluna gitti. Bu “musibetler” arasında, Gezi Parkı’nda direnişçilerin çadırlarının yakılmasından Manisa’da zehirlenen askerlere; Kayseri’de köpeklerin katledilmesinden İstanbul Pendik’te bir minibüste şort giydiği için bir kadına saldıran erkeğe varana dek, geniş bir skalanın yer aldığını gördük. Sonuçları ve verdiği görüntü açısından toplum nezdinde olumsuz algıya neden oluşturabilecek tüm bu ve buna benzer olayların sorumlusu olarak aynı adres gösterildi devlet tarafından: “FETÖ”
Toplumun “buluttan nem kapan” bir paranoyayla, yaratılan bu korku öznesiyle (cemaat) sindirilmesini amaçlayan devlet, OHAL’le oluşturulan uygun iklimin psikolojik boyutunu böyle oluşturmak istedi. Bu politikada belirli bir “başarı” sağlandığından da söz edilebilir. Evlilik teklifini kabul etmeyen kadını “FETÖ’cü” olarak ihbar etmek, aynı üniversitedeki arkadaşlarını akademik başarıları nedeniyle ihbar ederek onların yerine yerleşmek gibi örnekler, yaratılan bu korku sendromunun psikiyatri alanında incelenmesini gerektirir. Diğer taraftan ise, bu suçlamalarla karşılaşmaktan korkanların ciddi paralar ödeyerek Avrupa veya ABD’ye yerleştiği ya da evinin yakınında alışveriş yaptığı esnafın, marketin, tedavi olduğu hastanenin “malum bağlantıları” nedeniyle ev hatta şehir değiştirmek gibi örnekler karşısında, psikologlar tarafından literatüre “FETÖ Sendromu” şeklinde bir kavram sokuldu.
Devletin, öteden beri toplumdaki kaygıları yöneterek benzer korku odakları yarattığı, apaçık ortada olan bir gerçek. Bu yanıyla bir tehdit ve şantaj öznesi olan devlet, bu ve buna benzer odakları tarih boyunca kullandı. Bugün “FETÖ” olarak kullanımda olan bu özne, daha birkaç yıl öncesine kadar, devletin o dönemdeki ittifak ve düşman denklemleri çerçevesinde, şimdilerde kimsenin anımsamadığı ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) ya da 1990’ların “derin devleti” idi. Ya da biraz daha eskiye gidildiğinde, toplumun, 12 Eylül darbesine karşı koyması halinde, terörizmle tehdit edildiğini biliyoruz.
Devletin aşıladığı korku ya da alıştırmaya çalıştığı paranoyak haller, aslında tüm topluma uyguladığı baskı, sömürü ve adaletsizliklerin kabullenilmesi, sorgulanmaması ve görünmez kılınması içindir. Fakat bu korku ve paranoid durumların toplumun tamamına uygulanmak istenen birer duygu durumu (psikolojik vakalar) olması sebebiyle, her daim sürdürülemeyeceği açıktır. Sürdürülemeyen durumlarda da ucu kendine dokunacak, ters tepecek toplumsal davranışlar gerçekleşecektir.
Fuat Çakır
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Her Taşın Altında Devletin Paranoyası Var – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Korkunun teorisyeni olarak bilinen Thomas Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik halden kurtulmanın yolu olarak, bireyin tüm özgürlüklerini devredeceği çok güçlü bir egemen, bir Leviathan yaratmayı öneriyor; bireyin özgürlüğünden vazgeçip, bu Leviathan’ın kucağında derin bir uykuya dalmasını diliyordu. Hobbes’un 17. yüzyılda, Leviathan ile tasvir ettiği bu korku politikası, o günden bugüne otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, OHAL’lerin bahanesi, iktidarlar tarafından her zaman kurtuluş ya da demokrasi olarak dillendirildi; ölüm, savaş, kriz gibi senaryoların zemini bu şekilde meşrulaştırıldı. Siyasal iktidarların uyguladığı baskı ve zulüm politikaları, topluma dayatılan korku üzerine inşa edildi.
Yaşadığımız coğrafyada, son bir yıldan bu yana onlarca bombalı saldırı yaşandı; bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Hemen her saldırıdan sonra ana haber bültenlerinde aynı haberler yayınlandı: “Bomba korkusuyla sokaklar boşaldı”, “İstanbul’un trafik yoğunluğu, bomba korkusuyla en düşük seviyede”, “Halk canlı bomba korkusuyla eve kapandı”…
Peki, bir türlü bitmek bilmeyen bu saldırıların ardından yaşanan ve toplumsal her alanda giderek örgütlenen sadece korku mu oldu yoksa korku, kendisinin var olmasını tetikleyen hiçbir etmen olmadan da, artık gündelik yaşamlarımıza tezahür etmeye ve sürekli hale gelerek bir paranoyaya dönüşmeye mi başladı?
İktidar Aracı Olarak Korku ve Korku Politikası
Birey sosyal bir varlık olarak toplum içerisinde var olduğu andan itibaren, korku hissini çeşitli şekillerde deneyimler. Bu deneyimin en yoğunlaşmış hali ise, bireyin yaşantısını şekillendirip tahakküm altına almaya çalışan iktidarlar için kaçınılmaz bir araç olarak kullanılan korkuyla ortaya çıkar.
Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aynı zamanda aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplumsal alanların tümünde sürekli kılar.
İktidarın çeşitli araçları kullanarak ürettiği “toplumsal korku” ne kadar güçlü olursa, siyasal iktidara ve devlete bağlılık da o kadar güçlü; korku unsuru ilan edilen “öteki ve düşman” unsurlara karşı tepki ve cezalandırma yöntemleri de o denli şiddetli olur. Siyasal iktidarlar, bireylerin iradelerini iktidara teslim ederek korkuları yok edebilecekleri gerçeğini dayatır. Bu yok etmenin ise “öteki”den korkmamak için ötekiyi korkutarak korkudan izole olmakla ve korku kaynağı olan “öteki”yi yok etmekle; kurulu düzene boyun eğmekle; hakim beklentilere uygun davranıp, bu beklentileri yaşama yansıtmakla mümkün olduğunu iddia eder.
İktidarlar, yürüttükleri korku politikalarıyla, bireylerin kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin “potansiyel kurbanı” olarak görmelerini sağlayacak bir politik atmosfer yaratmayı hedefler. Bunu, akla değil, insan varoluşunun en zayıf noktalarından birine, korku hissine hitap ederek yaparlar. Kendi egemenliğini sürekli kılabilmek için, topluma yönelik korku politikasını da sürekli kılan iktidarlar, korkuyu üretip yaygınlaştırdıkça, egemenliğini daha da artırır.
İktidarın bireye ve topluma yönelik ürettiği korku, güçlü olan ve mağdur olan ilişkisini de beraberinde getirir. Bu ilişki, iktidar karşısındaki bireyi giderek daha sinik, daha mağdur ve korkularına daha mahkum birine dönüştürür. Birey, sürekli olarak hissettiği korkunun yarattığı paranoya ile kendi dışında bir iktidar tarafından yönetilmeye tamamen açık bir hale gelir, itaatkarlaşır.
Korkunun Örgütlenmesi Toplumsal Paranoya
Korkunun bir dehşet duygusuna dönüşmesi sonucu açığa çıkan panikle başlayan paranoya bireyin yalnızca kendisini ilgilendirirken; topluma yansımasıyla açığa çıkan “toplumsal paranoya” ise toplumun bütününü etkiler.
Nereden, kimden geleceği ya da nasıl olacağı belli olmayan saldırı ihtimali, güvensizlik, gündelik yaşamın rutininin bozulması, giderek toplumda etkisizleşen birey olma hali, statüsünü, işini, konforunu kaybetme korkusu panikletir. İktidarsa bu panik hallerinden faydalanarak kendi çıkarları doğrultusunda toplumu etkileyecek senaryolar üretir. Birey, bu senaryoların kıskacında kontrolünü giderek yitirir.
Yaşadığımız coğrafyada katliamlarla ve bombalı saldırılarla bu panik hali bugün giderek toplumsallaşmakta; toplumsal paranoya gündelik yaşamın rutinine hakim olmaktadır.Bu toplumsal paranoyanın, yaşamlarımızın nasıl bir parçası haline geldiğini anlamak için, birkaç örneğe göz atalım.
Temmuz 2015’te, İstanbul’da bir belediye otobüsünde yolculuk yapan ve sıcaktan terleyen Pakistanlılar canlı bomba zannedilmiş, polis tarafından gözaltına alınmıştı. Aynı yıl, 10 Ekim Ankara Katliamından iki gün sonra, Ankara metrosunda bir kadın “arkadaş canlı bomba” diye bağırarak bir yolcuyu işaret etmiş; yolcu kendisinin canlı bomba olmadığını ispat etmek için ceketinin önünü açsa da, metro içerisindeki arbede engellenememişti.
Geçtiğimiz 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta yaşanan patlamadan hemen sonra, Trabzon’da belediye otobüsünde yolculuk yapan tansiyon hastası kadın, kullandığı holter cihazının kabloları sebebiyle canlı bomba zannedildi. Bursa’daysa röntgen çekilen M.O’nun kemer tokasındaki el bombası ve tabanca deseni röntgene yansıyınca, hastaneye polis çağrıldı; canlı bomba sanılan M.O gözaltına alındı.
Ankara’da Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın ardından, suikastı kimin-nasıl gerçekleştirdiği soruları henüz yanıt bulamamışken; Rusya’nın Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımların senaryosu ve olası bir ekonomik krizin ya da savaşın etkilerinin nasıl olacağının düşünülmesi bile, yalnızca ihtimalleri düşünen toplumda açığa çıkan korkunun ve paniğin bir örneği oldu.
Bu zaman dilimi içerisinde, siyasi ve ekonomik açıdan konuşulmaya başlanan komplo teorileri, bombaların gölgesinde büyüyen toplumsal paranoya halini daha da arttırdı. “Dolar yükseliyor”, “zamlar geliyor”, “ekonomik kriz kapıda” haberleri medyada sıkça dillendirilmeye başladıkça; toplumsal paranoyanın bu kez de ekonomik yansımalarını hissetmeye başladık.
Toplumsal Paranoyadan Beslenen İktidar
Spinoza, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” der. Yaşadığımız coğrafyada korku, özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, tıpkı kitlelerin kederi gibi, politikayla çok yakından ilişkili karşımıza çıkıyor. Savaş, bomba, ekonomik kriz, yoksulluk gündelik yaşama tutunmaya çalışan bizler için hayat, kalabalıklardan uzak güvende olduğu sanılan yerler aramakla geçiyor. Dolayısıyla, sosyal ve ekonomik krizlerin karşısında, yaşamımızı koruyabilmenin peşine düşüp, ne hapsedildiğimiz bu kriz hallerini ne de sıkıştırıldığımız “gerçeklik”leri sorgulayabiliyoruz. Büyük paranoyanın içinde; işe, okula ya da eve giderken bir bombanın hedefinde olmamanın kaygısına düşüp; toplumsal paranoyanın asıl kaynaklarından çok uzakta bir yerde, anlık korkuların esiri oluyoruz.
Sosyal alanlardaki “güven” unsuru kaybedildikçe; bunun yerini çatışma, gerginlik, düşmanlık kültürü ve toplumsallaşan paranoyalar alır. Bu durumda ise sürekli bir şeylerin tehdidi altında hissetmek ve gündelik yaşamın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmek söz konusu olur. Paranoyaya hapsolmuş bir toplumda, standart ve ortalama zihinsel kalıpların ötesinde; temeli korku, şüphecilik ve güvensizlik olan bir düşünce ve pratik sistemi işlemeye başlar.
Yaşamlarımızın savaş, bomba-ölüm ya da kriz kıskacında sıkışıp kalmasının; fiziksel ve psikolojik bütünlüğümüzün günden güne yıpranmasının ya da yok olmasının ve içinde bulunduğumuz sosyal-ekonomik koşulların bizi giderek tüketmesinin ana etmenlerinden biri de işte budur; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen bu paranoyak hal.
Merve Arkun
The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İhbar Et, Para Kazan ‘Muhbir Vatandaş’ ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devlet terörünün had safhaya ulaştığı günlerden geçerken, 31 ağustos 2015 tarihli resmi gazetede yayınlanan yönetmelik ile yürürlüğe yeni bir uygulama girdi. Kısaca “ihbar et, para kazan” olarak özetleyebileceğimiz “Muhbir Vatandaş” uygulaması, devlet iktidarlarının özellikle baskısını arttırdığı dönemlerde başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkar.
ABD Tipi Terörle Mücadele
Western filmleri denilen kovboy filmlerini düşündüğümüzde, gözümüzün önüne sallanan bar kapısı, çift tabancalı atlı kovboylardan sonra, üzerinde “Wanted”(Aranıyor) yazan ve kellesine ödül konulmuş haydut fotoğrafları gelir. Kasaba halkından biri bu hayduta rastladığında, halkın iyiliği için hemen şerife bildirip ödülü kapmalıdır. Elbette bu uygulama ABD’de, Teksas ve kovboy filmleriyle sınırlı değildir.
Muhbir Vatandaşlık uygulaması, ABD’de 1950’lerde Wisconsin’in sağcı senatörü Joseph McCarthy döneminde yoğunlaşmıştır ve günümüzde de sürmektedir. Şu an uygulamada olan Dışişleri Bakanlığı’nın Diplomatik Güvenlik Bürosu’nun başlattığı “Uluslararası Terörizm ile Savaşma Yasası” kapsamında, muhbirlere 1 ile 25 milyon dolar arasında değişen para ödülleri verilir.
1984 yılından bugüne kadar ABD hükümeti, 60 muhbire toplamda 100 milyon dolar ödül vermiştir.
İstibdat Döneminin “Jurnalci”sinden Darbelerin “Sayın Muhbir Vatandaşlar”ına
Muhbirliğin tarihi, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi bu topraklarda da oldukça eskilere dayanır. Resmi tarih yazıcılarının kaynaklarına göre, yasaklarıyla ünlü IV. Murat, muhbir kullanan ilk padişahtır. Ancak II. Abdülhamit’in 1877-1908 yılları arasında I. Meşruiyet’e son vererek uyguladığı baskıcı dönem denilen İstibdat döneminde, Balkanlar’da bulunan ittihatçiler başta olmak üzere tüm muhalif kesimlerin gammazlanmasıyla dilimizde ve aklımızda yer etmiştir jurnalcilik (muhbirlik).
TC’de ise özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde başvurulan bir yöntem olmuştur. Bu dönemlerde sıkıyönetim komutanları halkı, postayla gönderdikleri “Sayın Muhbir Vatandaşlar” diye başlayan bildirilerle muhbirliğe teşvik etmiştir.
Erdoğan’ın Muhbirlik Çağrıları
Erdoğan’ın, 2013 Temmuzu’nda Taksim Direnişi ve sonrasında gerçekleştirilen tencere tava çalma eylemlerini işaret ederek komşuyu rahatsız etmenin suç olduğunu söylediğini hepimiz hatırlarız. Tencere tava çalanın, esasında kendisine biat etmeyenlerin, dava edilmesi gerektiğini halka salık vermişti Erdoğan.
2013’ün Kasım ayında ise, yine devlet iktidarının başlattığı “kızlı-erkekli ev” tartışmaları doruk noktasına ulaşmış; duyarlı insanların kızlı-erkekli kalan komşularını polise ihbar etmesi gerektiği konuşulmuştu. Polis de bu gençlerin ailelerine haber verecekti.
Aradan bir yıl geçip 2014 Kasımı’na gelindiğinde “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hakimdir” sözleriyle esnaflara yaptığı çağrının ardından, 2015 Ağustosu’nda yaptığı Muhtarlar Toplantısı’nda Erdoğan, muhtarlara bu süreçte çok iş(!) düştüğünü söylemişti. “Benim muhtarım, hangi evde kim var? Gelecek, gayet uygun ve sakin bir şekilde kaymakamına, emniyet müdürüne bildirecek” demişti.
Devlet İktidarının Yeni Nesil Muhbirleri
Son olarak yürürlüğe giren bir uygulamayla, önceki açıklamaların kapsamı genişletilmiş ve detaylandırılmıştır denilebilir. Öncelikle ödüllendirilecek muhbirin sivil olması ve “teröristler” hakkında verdikleri bilgiyi istihbarattan, emniyetten, ordudan almamış olması gerekiyor. Ve herhangi bir şekilde, söz konusu suça katılmamış olması. Ödül miktarını, ihbar edilen bilginin niteliğine göre “Ödül Komisyonu” belirleyecek ve üst limit 200.000 tl olarak belirlenmiş durumda. Ancak “terör” örgütlerinin üst düzey yöneticileri yakalatıldığında bu ödül içişleri bakanının da onayıyla 20 kata kadar arttırılıp 4 milyon tl’yi bulabilir. Birden fazla kişiyi yakalatan, her biri için ayrı ödül alabilir.
Herkesin birbirine yöneltebileceği “terörist” suçlamasının önünü açan bu yönetmelik, devletin, toplumu genleriyle oynamaya yönelik bir politikasıdır. Devletin bu uygulamasıyla, baskısını arttırıp iktidarını güçlendirmeye çalışırken kendisine sorun yaratan -toplumda var olan- dayanışma genini değiştirerek paranoya ve düşmanlığa dönüştürmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” İhbar Et, Para Kazan ‘Muhbir Vatandaş’ ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Deliriyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız kapitalist sisteme uyumlu değiliz. Onlar bu uyumsuzluğa delilik diyorlar biz ise bu uyumun bencillik, rekabet, asla sonlanmayacakmış gibi çalışmak,
beton duvarların, tekerlekli taşıtların, ışıklı ekranların arasına sıkışmak, kalabalık içerisindeki yalnızlık, ne ürettiğimizi bilmeden üretmek, tüketimi mutluluk sanmak
olduğunu biliyoruz.Bildiğimiz için de tek tek, yavaş yavaş deliriyoruz. Kapitalizm bizi uyuşturucularıyla uysallaştırmadan uyumsuzluğumuzun yani deliliğimizin enerjisini yaşamı bugünden yaratmak için kullanmalıyız.
Son günlerde TBMM İnsan Hakları Komisyonunun “Kışlalarda Kötü Muamele” konusuna ilişkin raporları açıklandı. Raporlar dahilinde ortaya çıkan çarpıcı rakamlar medyada yoğun bir şekilde yer buldu.
Aslında gündem olan istatiski veri, orduda yaşanan intihar oranlarına ilişkindi. Farklı rütbelerdeki birçok askerin arkası arkasına yaşanan intiharları, belki de insan hakları komisyonunun böyle bir çalışma yapmasının nedeniydi. Raporun ortaya koyduğu tabloya göre, 2002-2012 arasında orduda toplam 1470 ölüm yaşanmıştı. Bunların 934’ü intihar olarak kayıtlara geçmişti. Buna karşılık son 12 yılda TSK’nın düzenlediği operasyonlarda 233 asker ölmüştü. Benzer bir şekilde, ordudaki intihar oranı Türkiye genelindeki intihar oranını kat kat aşmıştı.
Bu rakamlar üzerinden farklı medya yayın organlarında büyük tartışmalar yapıldı. Ordunun niteliği üzerinden yapılan eleştirilerle ordudaki intiharlar değerlendirildi. Bu yaşanan intiharlar haricinde, ordu içerisindeki diğer ölümlerin varlığı da en az intiharlar kadar önemli. Aslında bu durum, militarizmin bireyler üzerinde yarattığı fiziksel ve psikolojik tahribatın bir yansıması. Militarist zihniyet ve bu zihniyetin kurumlarının bireyler üzerindeki tahribatını konuşmamıza gerek bile yok.
İntihar oranları üzerinden yaşanan bu tartışmalar, orduda yaşanan tahribatlarla ilgili olsa da, temel mesele bu tahribatların ötesinde toplumun tamamında oluşmuş bir tahribat. Toplumun tamamında oluşan bu tahribatın yansımalarını, intiharlar, artan ilaç kullanım oranları, psikolojik destek alan insan sayısının artması vb. durumlarda görmek mümkün.
Sadece yaşamsal faaliyetlerimizi değil, bireysel ve toplumsal değerlerimizi değiştiren kapitalizmin etkisini, toplumun delirmesi anlarında sıklıkla görmeye başladık. Son yıllarda psikolojinin, ilaç sanayisinin, kişisel gelişim senaryolarının ulaştığı boyut düşünüldüğünde, bütün bu “toplumun delirme” anlarını, kapitalist tahribatın toplumsal etkisi olarak yorumlayabilir miyiz?
Delirdiğimizin İspatı
Türkiye’de 2011 yılında, 1391 kişi kendini asarak, 142 kişi ilaç kullanarak, 270 kişi yüksekten atlayarak, 698 kişi silah kullanarak, 44 kişi suya atlayarak intihar etti. Bu intiharların neredeyse yarıya yakın bir kısmının nedeni bilinmiyor, bunların dışında psikolojik rahatsızlıklar, geçim sıkıntısı, okul başarısızlıkları gibi nedenlerden dolayı yaşanan intihar sayısı bir hayli fazla. İntihar edenlerin büyük bir çoğunluğunu işsizler, ev kadınları ve öğrenciler oluşturuyor.
Tabi ki bu oranlar bir istatistik olmaktan çok daha öte veriler. İntihar ederek yaşamlarına son veren insanlar, nasıl bir tahribatın içinde olduğumuzu görmemiz açısından önemli. İçinde bulunduğumuz ay içerisinde Kocaeli’de cinnet geçirip önce iki kızını sonra da kendini öldüren kadın, ya da geçim sıkıntısı nedeniyle geçtiğimiz aylarda ailesinin tüm fertlerini öldürüp sonra intihar eden adam… Benzer olaylara sıklıkla rastlar olduk. “Yetkililer” psikolojik destek ve rehberlik yardımı faaliyetlerini arttırdıklarını söylüyor. Aynı asker intiharlarının artması sonucu TSK’dan üst rütbe komutanların çıkıp açıklama yaptığı gibi. Yani herşey kontrol altında..
Kadına şiddet başlığı altında toparlanacak veriler de benzer biçime sahip. İçinde bulunduğumuz yılın 11 ayında, 147 kadın öldürüldü, 123’ü tecavüze uğradı, 208 kadın şiddete maruz kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı da, TSK komutanlarının yaptığı gibi gerekenlerin yapıldığını belirtti. Sorunların yüzeysel çözümlerine ilişkin yasalar da yolda.
Kapitalizmin tüketim alışkanlıklarını arttırmaya yönelik hamlesini kolaylık olarak sunduğu kredi kartlarından, mağdurların yaşadıklarını görebilmek içinse etrafımıza bakmak yeter. Kredi kartı borçları yüzünden yaşanan mağduriyetlerin büyük bir bölümü mağdurlarda psikolojik tahribatlara yol açıyor. Son iki sene içerisinde kredi kartı borcu nedeniyle yaşanan intihar sayısı 200’ün üstünde. Yine kredi kartı borçları nedeniyle 30 kişi cinnet geçirdi.
Kapitalizmin bireyleri, sisteminin işlemesi ve otoriteye boyun eğen iradesiz kişilere dönüştürmek için tasarladığı okul ve sınav sistemi yüzünden yaşanan intiharlar ve gençlerin cinnet halleri, bu genel delirme hallerinin ön safhasını oluşturuyor belki deAilenin, okulun otoritesi ve baskısıyla erken yaşta yaşamaya başladığımız bu delilik durumunun ulaştığı boyut son yıllarda kendini artan bir şekilde hissettiriyor. Geçtiğimiz sene okul başarısızlıkları ya da sınav kaynaklı 50’nin üstünde vaka yaşandı.
Kapitalist tahribatın bireyler üzerinde yarattığı çözümsüzlük hissiyatı, toplumun delirme anlarının nedenlerinden biri. Borçlarını ödeyemeyeceğinden, kocasının şiddetine maruz kalmaya devam edemeyeceğinden, okul ya da sınav başarısızlığı yüzünden, toplum içerisinde sosyal ve ekonomik bir statü edinememesinden kaynaklı yaşanan bu sorunların nedeni olan, kapitalist sisteme uyumsuzluk. Kapitalizmin bu uyumsuzluktan kaynaklı bireylere yaşattığı çözümsüzlük hissiyatı, o bireylerin bu gidişata devam etmeye zorlanmasının diğer adıdır. Ya kocanın, patronunun, müdürünün, ailenin baskısıyla devam edersin ya da yok olursun.
İşin “delirtici” yanı ise, kapitalizmin neden olduğu çözümsüzlük hissiyatını sözde iyileştirmeye yönelik hamleleri: Son yıllarda moda haline gelen psikolog destekleri, kökeni ortaçağda deliliği insanların beyinlerini açıp türlü kimyevi madde vererek iyileştirmeye çalışan modern tıbbın ilaçla tedavileri, yaşarken mutlu olmanın 100 yolu, içindeki başarılı kişiyi farketmenin 50 yolu gibi kişisel gelişim zırvalıkları içeren kitaplar, bu çözümsüzlük hissiyatını hissetmemek için daha fazla tüketmeyi tedavi olarak kullanılan “daha çok alışveriş” kampanyaları, bu hissiyatı bireylerin ertelemesini sağlamak adına kurtuluş olarak sunulan sanal kişilikler…
İstatistiklere göre dünyada 500 milyon “ruh hastası” kişi olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise bu rakam 16 milyon. Dünya genelinde son dokuz yılda antidepresan kullanımı %160 oranında arttı. Bir yılda kullanılan 37 milyon kutu ilaç arasında en fazla kullanılanlarsa Prozac, Cipram, Lustral. Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise 20 milyon. Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, tamamen dolu olduğundan dolayı artık hasta kabul etmiyor.
Delirmemek elde değil!
Verilerin artan oranlarına bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; deliriyoruz.
Deliliğin, toplumda bir hastalık olarak ele alınmasının kökeni yedi bin yıl öncesine kadar ulaşıyor. Eski İbranice, Eski Yunanca ve Latince’de bu kavramı karşılayan bir sözcüğe rastlanıyor. Sağlık sözcüğünün önüne olumsuzluk eki getirilerek, “sağlıksız” anlamıyla kullanılan kavramın, devletli ve kapitalist toplumlarla kazandığı anlam ise eski kullanımından biraz farklı.
Delilik, toplumda normal diye belirtilen davranışların tam tersine davranışlarda bulunan insanları nitelemek için kullanılan bir kavram artık. Normal olanın yani toplumsal kabulün, aslında o toplumu oluşturan bireylerin iradeleri dışında, sosyal-ekonomik-siyasi iktidarlar tarafından belirleniyor oluşu, deliliğin de bu iktidarlar tarafından belirlendiğinin göstergesi. Yani kapitalizmin ve devletin belirlediği normalliğin dışında yer alan herkes deli.
Kapitalizm içinde uyumsuzluk gösterip, kapitalist kültürü içselleştirmeyen herkes deli.
Delilikle mücadele yöntemleri
Milyonlarca kişinin ‘normal’ bir hayat için, ve hatta ‘normal’ bir hayatı yaşıyor gibi görünebilmek için delirdiği böylesi bir dünyada, sistem kendisine uyumsuz hale gelen bireylerle türlü mücadele yöntemleri geliştirir. Bu yöntemlerin sertifikalı uygulayıcısı, sistemin akıl hocası psikoloji ve psikiyatri, tüm bu deliliğin bireysel ve münferit olduğunda ısrar eder. Yani psikiyatriye göre yaşadığımız tüm bu delilik kişilere özel ve karakteristiktir. Bu hamle aleni bir şekilde kurbanı suçlamak ve failleri meçhulleştirmek için yapılır. Çünkü bireyleri toplumun yarısından fazlasının yaşadığı sorunlar yüzünden suçlamak için bu sorunlara karşı bireysel terapi, iş yüküne karşı rahatlama egzersizi, meditasyon, ilaç tedavi, stres yönetimi, psikolojik danışmanlık vb. yöntemlerle meselenin bireysel olduğunu meşrulaştırmak, çarkın devamı için bir zorunluluktur. Antidepresanların hayatımıza bu kadar hızlı girmesi ise elbette bir tesadüf değildir.
Tarihte ilk defa işsizler ve ağır sanayi işçilerini ‘mutlu’ etmek için kullanılmaya başlanan antidepresanlar, aslında bu delilik sisteminin çarkını döndüremediğinde başvurduğu en önemli reçeteli uyuşturucudur. Depresyon ilaçlarının en iyi tarafı ise toplumun her(ama her) kesiminin kullanabileceği bir uyuşturucu olmasıdır. Bu delilik sistemiyle barışamayan, kölece çalışma koşullarının altında ezilen, onunla uyum sağlayamayan, rekabet ve bencillik dolu bir yaşamın içerisinde yalnızlaşan bireylere hekimler tarafından ilk olarak bunun kişisel bir sıkıntı olduğu söylenir. “Kimyan bozuk, xy hormonu salgılayamıyorsun, mutsuzluk saplantın var” vb. gibi dahice teşhislerle kişiye tıbbi bir hastalık tanısı sunulur. Ardından bu hastalığın tedavisi için gerekli ehlileştirme yöntemleri devreye sokulur. Bunlardan en bilineni olan antidepresanlar, insanlara yaşadığı hayatla uyumlu, ona entegre ve hayatında patronuna, kocasına, öğretmenine bir kez olsun ses çıkartmamayı garantilemiş ‘normal kişiler’ olmayı vaat eder.
Uyumsuzluğa karşı sistemin sunduğu bütün tedavi yöntemleri, kişinin hayatındaki sıkıntıların ana sebebine değinmeden, mutsuzluğun sadece sonucunu değiştirmeye yönelik olarak hareket eder. İnsanın hayatını yaşanmaz hale getiren yaşam koşullarını yerinden etmek bir yana, bu sömürü sistemini meşrulaştırarak uyumsuz bireyleri deli ilan ederken, kişinin bu korkunç sisteme verdiği tepkileri ‘kimyasal uyuşturucularla’ ehlileştirmeye çabalar. Böylece içinde yaşadığımız toplumda yaşamı çekilmez hale getiren herşeyin daha farklı olabileceğine dair olan umut, yaşamsal ve sosyal bir değişime yönelmek yerine farklı alanlara kaydırılarak modern psikolojinin tedavi tahakkümüne yenilmek durumunda kalır. Ve toplum bu durumu modern insan olmanın bir gereği olarak hayatının içinde yaşatır ve büyütür..
Geriye Sayıyoruz Deliriyoruz
Psikiyatri ve onun akıl hocaları ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu kadar toplu antidepresan alımının olduğu bir toplumda hiçbir sorun münferitleştirilemez. Sistemin delilik olarak tanımladığı hiçbir şey onun toplumsal, sosyal ya da tarihsel döngüsünden ayrı düşünülemez. İnsanları deli yapan şey, aslında onları ötekileştiren, ezen, yalnızlaştıranların olduğu toplum ve itilmişleri deliler olarak dışlayıp bir yandan da kimyasallarıyla tepkisizleştirenlerdir.
Hangimiz akıllıyız? Hiç durmadan devam eden savaşları kutsayanlar, insanın insanı öldürdüğü toplumsal düzenin normal kabul edildiği, tüm bir hayatını mesai denilen kölelik düzeninde geçirirken diğer yarısını taciz, tecavüz ve aşağılamalara uğrama paranoyasıyla yaşayan, dört duvar evlere betondan şehirlere sıkışmış, gerçek hayattan ümidi kesip internette yaşayan insanların içinde can çekiştiği ‘düzen’ mi?
Hangimiz hastayız? Yaşadığı hayata uyum sağlayamayan, savaşlara, krizlere, kapitalizmin sömürü düzeninde borca batmış, ekonomik olarak batık-sosyal manada ölü, ezilmiş, yok sayılmış olduğu için bunu iç sıkıntısı, bunalım, mutsuzluk, cinnet ve intihara kadar götürmek durumunda kalanlar mı?
Yaşadığımız kapitalist sisteme uyumlu değiliz. Onlar bu uyumsuzluğa delilik diyorlar biz ise bu uyumun bencillik, rekabet, asla sonlanmayacakmış gibi çalışmak, beton duvarların, tekerlekli taşıtların, ışıklı ekranların arasına sıkışmak, kalabalık içerisindeki yalnızlık, ne ürettiğimizi bilmeden üretmek, tüketimi mutluluk sanmak olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz içinde tek tek yavaş yavaş deliriyoruz. Kapitalizm bizi uyuşturucularıyla uysallaştırmadan uyumsuzluğumuzun yani deliliğimizin enerjisini yaşamı bugünden yaratmak için kullanmalıyız.
*Bu yazıda kullanılan verilerin büyük bir çoğunluğu TÜİK’ten alınmıştır.
The post Deliriyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>