paris komünü – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 10 Jan 2020 10:30:37 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Komünün Karası Louise Michel – Zeynep Tan https://meydan1.org/2020/01/10/komunun-karasi-louise-michel-zeynep-tan/ https://meydan1.org/2020/01/10/komunun-karasi-louise-michel-zeynep-tan/#respond Fri, 10 Jan 2020 10:30:35 +0000 https://meydan.org/?p=53172 Paris Komünü’nde barikatlar ardında devletlere, otoriteye olan öfkesi ve yeni bir dünyaya olan inancıyla tanıdık Louise Michel’i. 9 Ocak 1905 günü 75 yaşındayken yaşamını yitirdi Louise Michel. Bugün onun anısına Anarşist Karala Dergisinden ‘Komünün Karası Louise Michel’ başlıklı yazıyı paylaşıyoruz. Louise Michel anarşist mücadeleye, özellikle de Paris Komünü’ne yaşam veren kadınlardan biridir. 29 Mayıs 1830’da […]

The post Komünün Karası Louise Michel – Zeynep Tan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Paris Komünü’nde barikatlar ardında devletlere, otoriteye olan öfkesi ve yeni bir dünyaya olan inancıyla tanıdık Louise Michel’i. 9 Ocak 1905 günü 75 yaşındayken yaşamını yitirdi Louise Michel. Bugün onun anısına Anarşist Karala Dergisinden ‘Komünün Karası Louise Michel’ başlıklı yazıyı paylaşıyoruz.

Louise Michel anarşist mücadeleye, özellikle de Paris Komünü’ne yaşam veren kadınlardan biridir. 29 Mayıs 1830’da Fransa’da Vroncourt şatosunda dünyaya geldi. Annesi şatonun hizmetçilerinden biriydi. Babası ise Louise dünyaya geldikten kısa bir süre sonra ortadan kaybolmuştu. Louise dede ve büyükanne diye çağırdığı şatonun sahiplerinin yanında büyüdü, okuma yazmayı dedesinin gayretleriyle öğrendi.

Öğretmenlik eğitimi aldı ama göreve başlamak için imparatora yemin etmesi gerekiyordu, bunu reddetti. Resmi okullar yerine özel okullarda çalışmak zorunda kaldı, hatta 1853 ocağında Yukarı Marne bölgesinde Audeloncourt’da özgür bir okulu bizzat kendisi açtı. İki yıl sonra da aynı bölgede bir başka okulda “fikirlerini çocuklara aşıladığı gerekçesiyle” ilk kez emniyetin dikkatini çekti, Paris’e taşınmaya karar verdi. Paris Komünü’nün önde gelen isimlerinden Varlin, Eudes, Valles, Rigault, Theophile Ferre’yle; onlarla katıldığı tartışmalarda ise anarşizmle tanıştı.

“İktidar lanetlidir, ben bu yüzden anarşist oldum!”

Louise Paris’te 1871’in Ocak ayında teslimiyetçi hükümete karşı yapılan eylemlere ulusal muhafız üniforması ile katıldı ve ilk silahlı eylemine katılmış oldu. Komünle taçlanacak olan 18 Mart ayaklanmasında Louise mantosunun altında sakladığı karabinası ile yer aldı.

Sadece eylemde değil söylemde de sivriliyordu gün geçtikçe. Kaleme aldığı Anarşistler Bildirisi’ndeki “Anarşistler, düşünce özgürlüğünün her yerde tanındığı bir çağda sınırsız özgürlüğü savunmayı hak ve görev olarak bilen insanlardır… Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun, kralcı ya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşmayacağına inanıyoruz… Eşitlik olmadan özgürlük olamaz!… Bizim istediğimiz eşitlik, özgürlüğün ön koşulu olan fiili eşitliktir. Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar, diyoruz!” sözleri, komünün ruhunu yansıtıyordu.

Komün’le beraber başlayan değişim, halkın kendi yaşama biçimini kendisinin belirleme kararlılığı, elbette herkesi memnun etmedi. Louise Michel’in de yazdığı gibi “Giderek çürüyen iktidarlar, güçlerini özgür olmak isteyen bütün halkalara karşı birleştiriyordu.”

2 Nisan sabahı Paris top sesleriyle uyanmıştı. Komün’ü hazmedemeyen Versailles Sarayı, büyük bir ordu ile iki koldan Paris’i kuşatmıştı. Hemen ertesi gün, 3 Nisan 1871’de Komün, öz savunmaya girişti.

Barikatlardan Zindanlara Kadınlar Her Yerde

Paris Komünü’nde başlangıçta kadınlar sürekli geri tutulmaya çalışılmış, toplantılara katılmaları önlenmek istenmişti; kadınların savaşamayacakları düşünülüyordu. Parisli kadınlarla birlikte Louise Michel bunun tersini kanıtladı.

17-18 Mart gecesi General Vinoy’un birlikleri, Parislilerin ellerinden toplarını almakla görevlendirilmişti. Kadınlar bu bilgiyi ulaştırmak üzere gereken zamanı bulmuşlardı. Louise Michel ve Ferre’nin yönettikleri Onsekizinci Bölge Güvenlik Komitesi bunun üzerine Montmartre tepesine gitti. Tepeye giden kadınlar, çocuklar ve federe muhafızlar askerlerle ilişki kurup onlarla neşeli ve kardeşçe bir ilişki geliştirdiler. Generaller askerlerine Parisliler üzerine ateş edilmesi emrini verdiğinde artık çok geçti, askerler emre uymadı. Emri veren iki general tutuklanarak kurşuna dizildiler.

Daha sonra Komün’e yönelik saldırılar sırasında petrolöz denen ve ellerindeki gaz bidonlarıyla burjuva ordularına kabuslar yaşatan kadınların öyküleri dilden dile dolaştı. Barikatlarda, idam mangalarının karşısında, zindanlarda; kadınlar her yerdeydiler.

Louise Michel, kadının özgürleşmesini savunmanın hiç de basit olmadığı bir dönemde özgürlüğü yanlızca söylemde ya da belirli ayrıcalıklara sahip olarak yaşamakta aramadı. Bu mücadeleyi genel ve sınıflar üstü bir zeminde değil “baldırı çıplakların” yanında, Komün barikatlarında aradı. Kota vb. yoluyla değil ellerinde silahlarıyla, gaz bidonlarıyla, barikatların üzerinde yaşamlarını ortaya koyarak erkeklerin kadınlara kapatmak istediği siyaset dünyasına girenlerin arasında yer aldı.

Komün Yaşıyor!

71 gün boyunca pek çok yoldaşını kaybeden, tüm baskılara rağmen barikatlarda direnen ve Komün’ü savunan Paris halkı, Thiers’in ordusunun saldırılarına daha fazla dayanamamıştı. Louise Michel’in sözleriyle _“Komün ölmüştü, kendisiyle birlikte binlerce isimsiz kahramanı toprağa gömerek.” _

O “öldü” diyordu ama Komün yenilmemişti. Bir çok kayba rağmen sayısız deneyimle beraber etkilerini sürdürmeye devam edecekti. Louise Michel’i birçok suçlamayla yargılamaya başladılar; generallerin tutuklanmasında rol almak, kışkırtıcılık yapmak ve öldürülmeleri eylemine katılmak, birçok mahalleyi silahlandırmak, Komün’ün ilan edilmesinden sonra “Kadın İşçilerin Çalışarak Ahlaklı Yaşaması Komitesi” sekreteri olarak “Kadınlar Birliği Merkez Komitesi” kurmak, Komün’ü Versailles güçlerine karşı savunmak için kadınlardan oluşan ve komünarlara sağlık hizmeti veren ambulansçı birimleri; barikatlarda dövüşecek savaşçı birlikleri; yangınlar çıkarmak üzere kundakçı (petrolöz) bölükleri örgütlemek, Devrim Kulübü başkanı olarak 18 Mayıs’ta alınan mahkemelerin kapatılması; rahiplerin tutuklanması gibi kararlara katılmak…

Louise Michel’i yargılayan mahkeme ona idam cezası verememiş, sürgüne yollamayı seçmişti. Generallerin infazına katılmak ve kundakçılık yapmakla suçlandığı mahkemeye cüretkar cevabı, onun anarşizme ve özgürlüğe olan tutkusundan geliyordu: “Bütün eylemlerimin sorumluluğunu üstleniyorum. Onlar halkın üzerine ateş açmak istedi, onların üzerine ateş açmakta tereddüt etmezdim. Madem ki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı isterim. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım.” Bu sözlerin ardından Yeni Kaledonya’ya sürgüne gönderildi. Sürüldüğü coğrafyada o dönemde sokak hareketi yükselişteydi, Louise Michel bu hareketi daha da yükseltmek için elinden geleni yaptı; orada bulunduğu süre içinde sömürgeciliğe başkaldıran halklaydı. Paris’e döndükten sonra da mücadeleyi bırakmadı.  Defalarca tutuklandı, baskının ve zulmün binbir biçimine maruz bırakıldı; yine de yaşamının son anına dek yılmadı; 1904 yılında zatürre sebebiyle yaşamını yitirdi.

Yükseltmek için çabaladığı anarşizm mücadelesinde özgürlük için Paris barikatlarını ateşe veren kadının haykırışı hala yoldaşlarının kulaklarında çınlıyor:

Şimdi suskun olan yığınlar

Okyanus gibi gürlediğinde;

Yığınlar ölmeye hazır olduğunda

Komün tekrar ayaklanacak.

Sayılamayacak bir kalabalık olarak geleceğiz,

Bütün yollardan geleceğiz.

Ve karanlıklardan sıyrılan intikamcı hayaletler gibi gelirken

Yumruklarımızı sıkacağız.

Bayrağı ölüm taşıyacak;

Al kanlara boyanmış kara bayrağı!

Ve alev alev göğün altında

Özgürleşen toprak,

Mor çiçekler açacak!

Bu yazı Karala Dergisi’nin 2. Sayısından alınmıştır.

The post Komünün Karası Louise Michel – Zeynep Tan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/01/10/komunun-karasi-louise-michel-zeynep-tan/feed/ 0
Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/#respond Tue, 12 Nov 2019 14:27:28 +0000 https://test.meydan.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/ Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya […]

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Gerek yaşadığımız coğrafyada giderek artan faşizan pratikler gerekse tüm dünyada yükselen milliyetçi söylem ve hareketler, karşısında farklı bir dünyayı düşleyenlerin ortak bir mücadeleyi örgütlemesi gerektiğine dair anlayışı da yaratıyor. Bu bağlamda tarihsel arka plana sahip köklü tek bir ideolojinin ön plana çıkarılıp yükseltilmesinden ziyade güncel veya tarihsel, devrimci tarihin ortak pratikleri veya direnişleri öne çıkarılmaya başladı. Kolektivistlerden karşılıkçılara, blankistlerden, komünistlere farklı arka planlara sahip devrimcilerin bir araya geldiği, ayakta kaldığı 3 ay boyunca ve ondan önceki hazırlık süreçleriyle ortak bir hareketi yaratmış Paris Komünü de böylesi bir dönemde hatırlanan, üzerinde en çok konuşulan pratiklerden biri oluyor.

Bir kültür tarihçisi olan Kristin Ross’un Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı kitabı tam da bu anlayışın bir yansıması olarak kaleme alındığı için ortak düşmana karşı ortak mücadele vermek isteyenlerin dikkatlerini çeken bir kitap. Paris Komünü’nü “komünal bir örgütlenme yani bütün enerji ve zekalar arasındaki dolaysız işbirliği” olarak tanımlayan Ross, Komün’ün pek dillendirilmeyen yanlarını ortaya koyduğu gibi Komün’ün yarattığı ortaklığın düşünceler ve eylemler üzerinden izini sürüyor.

Bir İlkenin Tezahürü Olarak Komün

Komünarların kendilerine “yurtsever” demediğini, Komün’ün “evrensel bir cumhuriyet” fikriyle hareket ettiğini söyleyen Ross, Komün’ü milliyetçi ulusal bir anlatı veya resmi (SSCB) komünist tarih yazımı içerisinde sıkıştırarak boğmak yerine evrensel bir ufku olan, ulus devlet ve sermaye ile örtüşmeyen noktalara dikkat çekiyor: “Paris Komünü’nün bize bıraktığı muhayyile ne ulusal bir cumhuriyetçi orta sınıfa ne de devlet güdümlü bir kolektivizme aittir. Ortak lüks, ne onun etrafını kuşatan (Fransız) burjuva lüksüdür ne de ondan sonra ortaya çıkıp yirminci yüzyılın ilk yarısına hakim olan faydacı devletçi kollektivist deneylerdir”.

Komünarların yıktığı devlet kurumlarının ve gündelik yaşamın organizasyonu için oluşturduğu örgütlerin bir devleti betimlememesi ve yaratmaması önemli bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Komün için savaşanların toplumsal işleyişin tamamını örgütleyenler olması yani bireysel ve toplumsal boyutlarda gerçek anlamıyla özgürlüğü deneyimleye yönelik istek ve pratikler böylesi bir olguyu yaratıyor. İşte Ross da kitap boyunca çoğu kez bu olguya dikkat çekiyor: “Komün sırasında Paris Fransa’nın başkenti değil, evrensel bir halklar federasyonu içindeki özerk bir kolektif olmak istiyordu. Bir devlet olmak değil, son kertede uluslararası ölçekli bir komünler federasyonu içerisindeki bir unsur, bir birim olmak istiyordu”.

“Siyasi ve toplumsal bir mecra olarak Komün’ün sunup da fabrikanın sunamadığı şey kadınları, çocukları, köylüleri, yaşlıları ve işsizleri de içeren daha geniş bir toplumsal kapsamdı.” sözleriyle kitapta Komün’ün bir işçi hükümeti niteliğine sahip olmadığı aksine ezilenlerin özyönetimi olduğunu anlatılmaya çalışılıyor. Ayrıca Ross’a göre yanlış bir biçimde yorumlanarak olup bitmiş, başarısız olmuş bir tarihsel olay olarak görülen Komün’den dersler çıkarmak yerine Komün’ün öncesinde, sırasında ve sonrasında oluşan birlikteliğin ve ortak kültürün bugünü örgütlemede ne kadar önemli olduğunu anlamak gerekiyor. Ona göre günümüzün eğitim, sanat, emeğin özgürlüğü ve ekoloji gibi sorunlarının çözümü de komünarların kendi yarattıkları düşünce ve pratiklerinin ışığında yaratılabilir.

Komünün “Ortak” Değerleri

Ross Komün’ün okumasını yaparken Komün’ü oluşturan ve komünarların yaşadığı olaylardan sık sık yararlanıyor. Papa Muhafızları’ndan Afrikalı bir siyah ile elbisesinin altına eski asker botlarını giymiş eski bir öğretmen olan Louise Michel’in gecenin geç vaktinde beraber tuttukları nöbeti anlatıyor. Tam da bu kesişim üzerinden Komün’ün özgün yanını ortaya koyuyor ve “birbirinden farklı deneyimlerle, kişinin kendi siyasi özneleşmesiyle ilişkisinin ne kadar farklı yollardan yaşanabileceğini gösteriyor.” Paris Komünü’nün, yıllar sonra gerçekleşen İberya Devrimi ve Rus Devrimleri gibi süreçlerde de tekrarlanan uluslararası devrimci dayanışma örneklerine kaynaklık ettiğini görmemizi sağlıyor.

Ross farklı arka planlara birden yer vererek Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanında öngörülen “uzak hayallerden gündelik gerçeklikle doğrudan yüzleşmeye yönelten bir sosyalizm yolu”na dikkatleri çekmeye çalışıyor.

Komün’ü yaratan sürecin Fransa-Prusya savaşından sonra birden patlak veren bir isyanla başlamadığı, imparatorluğun son dönemlerindeki, 1860’lardaki halk toplantılarıyla, bunlardan üreyen çeşitli birlik ve komitelerle ve kuşatma döneminin devrimci kulüpleriyle başladığı çeşitli referanslarla ve hikayelerle anlatılıyor.

Paris halkının, devrimcilerinin toplumsal dönüşümü sağlayacak şekilde toplumsal yaşamı yeniden organize etmeye yönelik sohbet ve tartışmalarının gerçekleştirildiği bu kulüplerin Paris Komünü için önemi çok büyük. Bu kulüpler ve toplantı mekanları ayn zamanda “halk okulları” görevini de görüyordu. Toplantılar mülkiyeti, kadın emeğini ve akla gelebilecek politik pek çok meseleyi gündemine alıyor, tartışıyordu. Buralar Habermas’ın kamusal alan kavramını anlatırken tarif ettiği, burjuvaların sanatsal ve politik meseleleri konuşmak için gerçekleştirdiği toplantılar gibi değildi. Özellikle Paris’in kuzeyindeki toplantılar “vive la Commune” sloganı ile başlatılıyor ve kapatılıyordu.

Komünü destekleyen ve selamlayan çok sayıda düşünürün de bu deneyimden etkilendiğini anlatan Ross, komünist William Morris, anarşist Elisee Reclus ve Kropotkin’in komünü destekleyen düşüncelerine örnek veriyor. Bizzat komünde yerini almış Elisee Reclus’un “şiarımız artık yaşasın evrensel cumhuriyet” sözünü de komünün ilkesi olarak aktarıyor.

Ross’un dönemin güncel sorunlarıyla mücadeleye yani pratiğe verdiği değeri hatırlattıktan sonra Komün’e destek açıklaması yapan ve Komün’ün ortak değerlerine işaret eden düşünürlerin sözlerine değinmek gerekiyor. Ross, Marx’ın Paris Komünü hakkında olumlu olarak söylediği cümleleri cımbızladıktan sonra Pyotr Kropotkin’in “Modern sosyalizmin fikirlerinin gerçekleştirilebileceği mecranın bundan böyle özgür Komün olduğunu anlamışlardı” ve “Bize devrim için gereken ortamı ve onu gerçekleştirmenin aracını bir tek komünler verebilir.” sözlerinin yanı sıra, William Morris’in “Siyasi birimler olarak milletler artık var olmayacak; medeniyet büyüklü küçüklü çeşitli toplulukların federalleşmesi anamına gelecek” sözlerini Komün’ün pratikten çıkan Ortak Lüksü’nün işaretleri olarak selamlıyor. Kitabın son “Dayanışma” bölümünde ise bugünün ortak lüksü yaratılırken ortaya koymamız gereken pratiğin arka planını Komün’ün ortak değerlerine, ilkelerine sadık kalabilmiş olan Morris, Kropotkin ve Reclus gibi komünist/anarşist kişilerin ilkelerini ve düşündüklerini anlatarak ortaya koyabiliyor.

Öncelikle Ross’un üzerinde durduğu gündelik yaşamın, pratiğin ortaklaştırıcı yönüne ve ezilenlerin ortak bir dünyayı nasıl yaratabileceğine dair özellikle son bölümde gösterdiği adreslerin yerinde olduğunu belirtmek geliyor. Ardından da Komün’den sonra Komün’ün işaret ettiği ilkeleri (sermaye, devlet ve ulusun aynı anda çözülmesi) pratikleyebilmiş deneyimlere de yani Kronştad, Ukrayna ve İberya’yı da selamlamak gerektiğini unutmamak!

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ezilenlerin “Ortak Lüks”ü İktidarlara Karşı Mücadeledir! – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/11/12/ezilenlerin-ortak-luksu-iktidarlara-karsi-mucadeledir-ilyas-seyrek/feed/ 0
Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/#respond Thu, 26 Apr 2018 17:57:51 +0000 https://test.meydan.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/ “Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. […]

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Toplumsal bir kuramı incelediğimiz zaman, bunun yalnızca bir partinin programı olmakla ve toplumu yeniden yapılandırmakla ilgili belli bir takım idealleri dile getirmekle kalmayıp, çoğu kez belli bir felsefe sistemine, doğaya ve topluma ilişkin genel bir düşünceye bağlandığını da görürüz.” der Çağdaş Bilim ve Anarşi’de Kropotkin. Marksizmi incelemeye yönelik bir kaygının, bu unsurları gözden kaçırmaması gereklidir. Marksist toplumsal yapılandırma girişimleri ve parti programlarının anlaşılması için marksist felsefi sistemi, doğaya ve topluma ilişkin düşünceleri detaylıca incelemek gerekmektedir.

Baştan vurgulayalım; yazımızın iddiası, bir toplumsal kuramın değişmemesi, farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullara uygun bir söz ya da bir pratik üretmemesi gerektiği değildir. Düşüncelerin ve pratiklerin ortaya koyuldukları gibi kalmasında ısrar etmek dogmatizmdir.

Yöntemi diyalektik olan, “diyalektik materyalizmi” bilim olarak gören bir kuramdan değişmemesini beklemek abestir. Çünkü, diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen bir akıl yürütme biçimidir. Değişim, bu akıl yürütme biçiminin merkezidir.

Ancak, düşüncedeki değişikliklerin mahiyeti önemlidir. Eğer yeni yorum, kuramın temelini değiştiren bir yorumsa; ortada yeni bir teori vardır. Diyalektik kurgulanırken, ortaya çıkan sentez, tezden de antitezden de bir şeyler taşır. Kuramı, bağlamdan koparmayan bu durumdur. Yazımızın iddiası, marksizmin içinde olduğu iddia edilen bazı yorumlamaların aslında düşüncede büyük bir kırılma yaptığı ve hatta bağlamdan koptuğudur. Bağlamdan kopan düşüncelerin durumuna içerlenen bir pozisyonda olmaktan ziyade, pozisyonumuz, anarşizmin 19. Yüzyılın ortalarından itibaren marksizmin karşısında koyduğu iddiaların, bu yorumlamalarda önemli bir referans noktasında bulunduğu iddiasında oluşumuzdur.

Yani 1800’lü yılların, I.Enternasyonal tartışmalarında konu edilen merkeziyet, iktidar, devlet vb. başlıkların marksizmin update’lerinde rastlanıyor oluşu, tartışmaların süreç içerisinde nasıl anarşizmin lehine evrildiğinin açık bir ispatıdır. Bu durumun, “biz demiştik”çilikten çok; “ayı tekrar keşfetmeye gerek yok”çuluk olduğunun altını çizelim. Marksizmin yüz yıl sonra tartışmaya başladığı başlıkların, yüzyıl öncesinde anarşist kuramın temellerini oluşturuyor olduğu gerçeği, kastımızın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu arada, farklı dönemlerden ve farklı felsefi sistemlerden alınan unsurların kullanılmasının diyalektik olmadığını, eklektik yöntem olduğunu yeri gelmişken vurgulayalım.

Eğer update yetersiz kalınan bir alanı düzeltmeye yönelik bir çabaysa, bu updateleri anlamak düşüncenin ve pratiğin sıkıntılarını ortaya koymak; sıkıntının kuramın özünde mi, yoksa başka bir yerde mi olduğunu anlamak açısından önemlidir. Bu update’lere geçmeden önce, tüm updateleri de ilgilendiren birkaç saptama yapmak, kuramın içindeki çelişkilerden bahsetmek update’lerin neden yapıldığını anlama noktasında yardımcı olacaktır.

İktidar ve Devlet Çelişkisi

İktisadi ve sınıfsal güçlerin siyasal meseleleri genel olarak belirliyor olduğu görüşü marksizmin merkezinde yer alan düşüncedir. Marks’ın Kapital’inin de özünü oluşturan düşünce; tarihsel, toplumsal, siyasal yapıları belirleyen şeyin ekonomi olmasıdır. Her ne kadar siyaset toplum üzerinde belirleyici bir güç gibi görünüyor olsa da, temelde bir üretim tarzına dayanan toplumsal ilişkiler siyaseti belirler.

Marks, Yahudi Sorunu’nda, siyasal kurtuluşun, insanın gerçek kurtuluşu olmadığını vurgular. Ona göre ekonomik güçler topluma hükmeder. Devlet, belirleyici değildir, ekonomik güçler tarafından belirlenendir. Genç döneminde geliştirdiği bu düşünce, sadece kendi kuramında değil, sonraki yorumcularının da yorumlarında başat rol oynar. Oysa, bu yorumların ortaya çıkış nedenlerinden biri, devletin belirleyici ve özerk iktidar oluşunun fark edilmesidir.

Tanrı ve Devlet’te, Bakunin Marks’ın “sefaletin siyasal köleliğe” etkisini vurgularken “siyasal köleliğin, yani devletin sefaleti sürdürücü ve çoğaltıcı rolü”nü es geçtiğini vurgular.

Aslında, bu meselede yani devlet üst başlığında marksizmdeki ilk update, Marks’ın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’indeki devlet tanımı, ekonomik bir sınıfın dolayımı olmayan bir devlettir. Önceden sınıfsal tahakkümün bir aygıtı olarak tanımlanan devlet, bonapartizm update’i ile, göreli özerk bir aygıt haline gelmiştir. Devletin devrimci değişim ve kurtuluş için bir güç olarak kullanılabilmesine olanak veren bu aygıt, sonraki yorumcular aracılığıyla kapitalizme ve burjuvazinin ekonomik hakimiyetine karşı kullanılabilir kılar. Ancak bu updateler, kendi tahakküm mantığına sahip devletin varlığını reddeder; oysa bir iktidar aygıtı olarak devlet, devrim esnasında nesnel bir kurtuluş aracı olarak kullanılamaz. Devleti, sınıf çıkarlarına bağlı olmayan bonapartist yorumlara karşı, devletin sınıfsal tahakküm aygıtı olduğunu öne süren update’ler de vardır. Bu iki update’in varlığının sebebi, devlet teorisine ilişkin yorumlardaki çelişkidir.

Devlet, burjuvazinin yükselişinden bağımsız olarak kendi tarihine sahiptir. Bu tarihsel arka plan, onu devrimin önünde engel kılar. Kropotkin, Devlet: Tarihsel Rolü yazısında, “Biz, devlette, yalnızca onun fiili biçimini ve tahakküm varsayılabilen tüm biçimlerini değil ama onun hakiki özünü, toplumsal devrimin önündeki engeli görürüz.” der.

Aynı zamanda, devlet, üretim güçlerinin belirlenmesi noktasında önemli bir aktördür. Devlet, gereksinim duyduğu zor araçlarının gelişimine izin vererek kendisi için verimli olan üretim güçlerini cesaretlendirir. Bu durum, altyapı-üstyapı ilişkilerini tersine çevirir.

Devrim Çelişkisi

Hegel’deki “mutlak tin”in kendini gerçekleştirmesindeki aracı tarih; Genç Hegelciler’de bu araç, tarihsel süreci anlayan birey; Marks’taysa bu tarihsel süreci anlayan ve bunu değiştirecek bir sınıftır. Bu sınıfın kim olduğunu sorgulamadan, proletaryanın toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelecek olan sınıf olduğunu söyleyelim.

Proletarya, kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki “geçiş süreci”nde siyasal iktidarı, devleti, araçsallaştırarak uygulayacak sınıftır. Marks, Komünist Manifesto’da proletaryanın siyasal üstünlüğünü tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece söküp alacağından ve üretim araçlarını devletin elinde merkezileştirmek için kullanacağından bahseder. Dolayısıyla devrimin amacı, devlet iktidarını yıkmak değil ele geçirmek ve devam ettirmektir. Devletin, geçiş sürecinden sonra alacağı hal, Engels’in Anti-Dühring’te iddia ettiği gibi “sönümlenme” olacaktır. Devrimden Sonra’da Marks, siyasal tahakkümün, sınıfsal tahakküm sonlandıktan sonra “kendiliğinden” sonlanacağından bahseder. Oysa geçiş süreci devletinin siyasal iktidar uygulayamayacağı tarihsel bir yalandır. SSCB’den Küba’ya tüm geçiş süreçleri, siyasal iktidarın kendini sadece toplumsal muhalefete değil, halka dayattığı bir süreç olmuştur.

Geçiş süreci ve üretim araçlarının devletleştirilmesi gibi başlıklar kuramın update’lerinde önemli yer tutsa da devrimci özne başlığı tartışması önemlidir. Proletarya, her ne kadar tüm toplumsal çelişkilerin üstesinden gelecek sınıf olsa da tarihsel konumunu fark edip bu gidişe dur diyecek sınıf değildir. Peki bu kimdir? Devrimci öznenin kim olduğu sorusuna verilen yanıtlar, 19. yüzyıldan günümüze çeşitlilik göstermiştir. Bu tartışmanın içinde soyut-somut emek tartışmalarından öncü parti, öncü gençlik… tartışmalarına geniş yelpazede birçok tartışma mevcuttur.

Özgürlük ve Otorite Çelişkisi

Marksist program, siyasal iktidar ve tahakkümün artması ve kapitalizmin farklı (devletli) biçimiyle sürmesiydi. Marksist işçi devleti, toplumdaki çelişkileri çözmeyecek, aksine kalıcılaştıracaktı. Emeğin bölünmesi, endüstriyel hiyerarşi ve hatta yeni bir sömürücü sınıfın doğuşu… Bakunin, Politik Felsefe’de, “Yeni bürokratik sınıf, burjuva sınıfının işçileri ezip sömürdüğü gibi, işçileri ezip sömürür.” der. Sosyalist devrim iddiasındaki tüm siyasal işleyişlerde olduğu gibi.

Marksizmde komünist toplumun tohumları kapitalizm içinde var olur ve komünizm kapitalist toplumun kurumlarından doğar. Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marks, devlet aygıtı gibi eski topluma ait kurumların, yeni topluma geçiş için kullanılabileceğinden bahseder. Bu, marksizmin Hegelci doğasından kaynaklanır; eski toplumun unsurları, yeninin zorunlu bir parçasıdır. Ama özgürlük asla otorite aracılığıyla gelmez.

“Bir devrim, kesin olarak, var olan en otoriter şeydir; nüfusun bir bölümünün geri kalan bölüm üzerinde silah, süngü, top yardımıyla üstün gelmesi eylemidir.” der Engels, Anarşizm Üzerine metninde. Neden marksizmin devrim anlayışıyla anarşizmin devrim anlayışının farklı olduğunun en büyük özeti.

İLK UPDATE’LER

MARKS VE ENGELS

Marksizmi keşfetmek söz konusu olduğunda Marks’ın gençlik dönemi yazdıklarına hatta en çok etkilendiği kişi olarak değerlendirilen Hegel’e yeni bir dönüş, daha doğrusu Marks’ı Hegel’le okumak söz konusudur. Bu keşif, Karl Marks’ı genç ve olgun dönemlerine dahi ayırmakta; bu ayrıma temel olarak bilimsel sosyalizm konu edilmektedir. Bu ayrımı yapanlara göre Genç Marks asıl olarak felsefeyle uğraşmakta olup özellikle bu dönemi ekonomi bilimi alanına geçiş için hazırlık olarak değerlendirilmektedir. Tarihsel materyalizmin ilkelerinin belirlendiği söylenen Alman İdeolojisi’ne doğru giden yolda 1844 Elyazmaları, Yahudi Sorunu, Feuerbach Üzerine Tezler, Sefaletin Felsefesi ve Kutsal Aile’de yazılanlar da Genç Marks’ın eserleri olarak değerlendiriliyor.

Yabancılaşma, insan doğası ve ekonomi politik kavramlarının bu dönemin ana gündem maddelerini oluşturduğu belirtilir. Ancak bu yazıda felsefi olarak değerlendirilen bu kavramları değerlendirmek yerine fiili durumlara yönelik update’ler merkeze alınıyor.

1871 Paris Komünü Update’i

“İlk kez Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deney karşısında bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”

Marks ve Engels,

Komünist Parti Manifestosu

1848 Devrimleri’nin (Fransa’da Şubat ayında başladığı için Şubat Devrimi olarak da adlandırılır) öneminin marksizm açısından büyük olmasının sebebi, devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda başlattığı tartışmalardır.

18 Mart 1871 günü ilan edilen ve 71 gün boyunca süren, yalnızca Fransa’yı değil tüm dünyayı etkilemiş ilk özyönetim deneyimlerinden biri olan Paris Komünü ise marksizmin en büyük update’i almasına neden olur.

Marksizmin 1871’e gelmeden hemen hemen nihai şeklini aldığını vurgulamak gerekir. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) çalışmalarına katılan Marks ve Engels’in teorileri ışığında proletaryayı örgütleme çalışmalarına girişmesi ve Kapital’in ilk cildinin 1867’de çıkması gibi marksizm açısından önem taşıyan “büyük olaylar”ın yaşanması, buna kanıttır.

Paris Komünü üzerine Marks’ın yazdıklarından öne çıkan husus, Komün’den parlamenter özellikler değil hem kuralları belirleyen hem de belirlediği kuralları uygulayan bir kurul olarak bahsetmesidir. Ancak update’leri incelerken dikkat edilmesi gereken bir mesele burada açığa çıkmaktadır. O da özellikle Paris Komünü söz konusu olduğunda bu devrimci hareketin gerçekte ne olduğu ve neyi kanıtladığıdır. Paris Komünü marksistlerin iddia ettiği otoriter bir yönetimi kanıtlamaz, aksine devrimin otoriter olduğu veya olacağı söylemlerini bizzat yanlışlar. Paris Komünü değerlendirilirken marksizmin update’e ihtiyaç duyduğunu bizzat Marks ve Engels’in dahi kabul ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Sınıf Update’i

Komünist Parti Manifestosu’nun ünlü girişinde Engels’le birlikte “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” diyen Marks, sınıfın açık bir tanımını yapmamıştır. Hatta zaman içinde değişen durumlara kendi update’ini kendisi yapmıştır. 1844 El Yazmaları’nda “genel olarak nufüsun artık sadece iki sınıfı var: işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı” denilirken ve Kapital’in Engels tarafından hazırlanan ve Marks’ın ölümünden sonra basılan üçüncü cildinde Marks, ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahiplerini üç büyük sınıf olarak tanımlamaktadır. Marksizmin önemli iddiaların biri örneğin kapitalizmin ilerleyen aşamalarında orta sınıfın yok olacağı savıyken günümüzde en çok dile getirilen ve sürekli update ihtiyacı duyulan konuların başında orta sınıf geliyor.

Engels’ten Marks’a giden bir mektupta da burjuva ulus, burjuva aristokrasisi ve burjuva proletaryasından söz edilmektedir.

Sömürgecilik Update’i

“Öyle görünüyor ki sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”

Karl Marks,

Çin’de Avrupa’da Devrim

(Afyon savaşı sırasında Çinliler için)

Marksizmde enternasyonalizm her fırsatta vurgulansa da hiçbir zaman farklı “uluslar” arasındaki sorun çözülememiştir. Marks ezilen halkların kaderiyle “devrimden önce” ilgilenmemiş, ardından gelen marksistler de karşılaştıkları sorunları bir türlü çözememişlerdir.

Marks, İngiltere’ye yerleştikten sonra New York Tribune adına muhabirlik yaparken Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamalarına ilişkin yazılar yazmıştır. Marks, başta ileri kapitalist olarak işaret ettiği devletlerin ekonomik anlamda gördüğü ilerletici gücünü vurgularken “uygarlaştırıcı güçlerin” yaptıklarını kavramaya başlayınca kendisi update getirmiştir. Çünkü Marks ve Engels, esas kurtarıcı gücün Avrupa ülkelerindeki işçi hareketi ve sosyalist hareket olacağına inanıyorlardı. Bu hareketler, henüz sosyalizmi benimseyecek kadar gelişmemiş olan sömürgeleri de kurtaracaktı.

Marksizm ancak daha sonra update getirerek yayılmacılığa karşı bütün hatlarda direniş ve emperyalizmin yerleştiği bölgelerde sömürgeci hâkimiyetine mümkün olduğu kadar çabuk son verilmesi çağrısında bulundu.

“Bohemya’da yeni bir kan banyosu hazırlanıyor. Avusturya askeriyesi Bohemyalılar ile Almanların barış içinde bir arada yaşamaları olanağını Çek kanına bulamıştır… Ayaklanmanın sonucu önemli değil; Almanların Çeklere karşı bir imha savaşı artık yegâne mümkün çözüm olarak kalıyor.”

Engels,

“Die Polendebatte in Frankfurt” Neue Rheinische Zeitung

Hegel’in “tarihsiz halklar” kavramından etkilendiği açık olan Marks ve Engels, sadece proleter devrimin ileri gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini ve dünyanın geri kalanını sosyalizme götüreceklerini iddia etmiyor; bu ülkelerin dayatmalarına maruz kalan “tarihsiz halklara” karşı ön yargıyla yaklaşıyorlardı. Örneğin Engels, yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, Çeklere karşı bir imha savaşının yegane çözüm olarak kaldığını belirtebiliyor.

Erken yazılarında Marks ve Engels küçük devletleri gelişme yolunda bir engel olarak gördüler. Engels, küçük devletleri lanetlemede İsviçre’nin geçmişte Avusturya’dan bağımsızlığını kazanmasını kınayacak kadar ileri gitti; Engels’e göre tarihinde ilk kez ileri bir devlet olan Avusturya’nın önünde hiçbir engelin olmaması gerekiyordu.

LENİN

Emperyalizm Update’i

Marksizmin iddia ettiği üzere ileri gelişmiş kapitalist devletlerde sosyalist devrim gerçekleşmemişti. Aksine bir avuç “ileri ülke” dünyanın büyük bir çoğunluğunu sömürgeleştirdi. Birçok marksist bu durumun, Marks ve Engels’in hayatlarının sonuna doğru ortaya çıktığını söyleyerek onların bunu görememelerini normal karşıladı. Marksistler tam olarak burada Lenin’in söylediklerini öne çıkarmaktadır.

Lenin eski ve bugünkü diyerek kapitalizmi dönemlere ayırdı. Ona göre bugünkü kapitalizmde serbest rekabetin yerini tekellerin hüküm sürmesi almıştır. Lenin bu duruma emperyalizm diyerek emperyalizmi, en kısa tanımıyla kapitalizmin tekelci aşaması olarak adlandırdı. Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Yani kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz sonucu, en büyük kapitalist güçlerce toprakların bölüşülmesidir.

İlginç olarak değerlendirilebilecek bir nokta da Lenin’in sömürge politikasını değerlendirmesinde yatmaktadır. Lenin’e göre sömürgecilik de emperyalizm de kapitalizmin çağdaş döneminden hatta kapitalizmden önce vardı.

Devrim Update’i

“Öncü uygar ülkelerin birlikte davranmaları, en azından proletaryanın ilk kurtuluş şartlarından biridir.”

Marks

“Bugünkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü iktidarı burjuvaya vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”

Lenin

Lenin emperyalizm tanımıyla “zayıf halka” teorisini geliştirmektedir. Bu teoriye göre geri kalmış ekonomiler ve emperyalist güçler arasında geri kalmış ekonomilerin sömürülmesine karşı bir mücadele verilmektedir. Geri kalmış ekonomilerdeki emperyalist politikalara karşı mücadelelerle emperyalist ülkeler arasında diyalektik olarak bir ilişki bulunmaktadır. Bu diyalektik ilişkiyi bir zincir olarak değerlendiren Lenin, zincirin en zayıf halkasının devrimci dönüşümü tetikleyebileceğini iddia eder. Tahmin etmek zor olmamakla birlikte bu halka Rusya’dır. Yani devrim, en ileri gelişmiş kapitalist ülkelerden değil tam anlamıyla kapitalist olarak değerlendirilemeyecek bir ülkeden de başlayabilir.

Sosyalist devrimin Rusya’dan da başlayabileceğini söyleyen Lenin’in önünde çözmesi gereken bir sorun olarak devrimin hangi yolla gerçekleştirileceği çıkıyor. Nisan Tezleri’nde Lenin ikili iktidar olarak adlandırdığı geçici hükümet ile işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin varlığına atıfla burjuva devriminin tamamlandığını iddia ederek geçici hükümete destek verilmemesini savundu. Böylece marksizmin yanına leninizm kelimesini getiren başlıca update, Lenin’in devrime giden yolda parlamenter uygulamalar kullanmayı dışlaması ve şiddeti öne çıkarması oluyor. Böylece iktidar, iddiasına göre proletaryaya geçiyordu.

“Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine ilk önce Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?

Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar böylelikle birbirlerini tamamlarlarsa Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”

Marks ve Engels

Komünist Parti Manisfestosu

Rusya o zamanlar marksizm sözlüğünde bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü olarak değerlendiriliyordu. Rusya’da yaşanan devrimci sürecin bir şekilde marksizme bağlanması gerekiyordu. Sonraki marksistler, Rusça basım için Rusya özelinde söylenen bu sözü alarak Batıdaki proleter devrim için işaret fişeği verildiğini iddia ettiler.

1917 Devrimi gerçekleşirken dünya savaşı da bir yandan devam ediyordu. Rusya’nın savaştığı devletlerden devrimcilerin de azımsanmayacak güce sahip olduğu Almanya’yla savaş söz konusuydu. Lenin, 1915 yılında yayınlanmış olan bir makalesinde, Rusya’da devrimin proletaryayı iktidara getirmesi halinde proletaryanın tüm savaşan ülkelere ezilen bütün uluslara özgürlük tanınması koşuluyla derhal barış önereceğini yazıyordu. Reddedileceği açıktı. “O zaman” diyordu Lenin, “savaşacağız. Ve Avrupa’nın sosyalist proletaryasını kendi hükümetlerine karşı ayaklanmaya teşvik edeceğiz.”

Ama öyle olmadı. Bolşevikler arasında görüş ayrılıkları vardı. Almanya’da devrimsel süreci başlatacak bir devrimci savaşın sürdürülmesinden yana olanlardan derhal barış yapılmasından yana olanlara kadar birçok isim vardı. Lenin ikinci gruptandı.

Avrupa’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunlu ve gerçekleşeceği de şüphesiz diyordu “Ayrı ve İlhakçı Bir Barış Anlaşmasının Derhal Sonuçlandırılması Sorunu Üzerine Tezler”de Lenin. Ancak devamında “Bununla birlikte, Rus sosyalist hükümetinin taktiklerinin Avrupa ve özellikle de Alman sosyalist devriminin önümüzdeki altı aylık zaman dilimi (ya da buna yakın bir süre) içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorusunu belirlemeye yönelik girişimlere tabi kılınması bir hata olur.” diye de ekledi. Rus ordusunun durumundan da dem vurulmakla sonuç olarak Almanya’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamama üzerine kurulan bir gerekçelendirme söz konusu oldu.

Başta devrimci bir savaşın sürdürülmesinden yana olanlar çoğunluktayken ve Lenin’in barış önerisi kabul edilmezken Almanya’nın ilerlemesi üzerine proletarya diktatörlüğü Sovyetler ile emperyalist Almanya arasında “teslimiyetçi” bir barış yapıldı. Devrim, gelişmiş kapitalist devletlerde başlamadığı gibi onlara da sıçrayamamış gibi duruyordu. Peki devrim nasıl başarılı olacaktı?

Proletarya Diktatörlüğü Update’i

İşçi sınıfı, hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.

Marks

Fransa’da İç Savaş

Lenin, Devlet ve Devrim kitabında devletin niteliği üzerine ihtiyaç duyulan update’i getirmektedir. Lenin’e göre zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.

Lenin, Komünist Manifesto’da yıkılan devlet makinesinin neyle değiştirileceğine yönelik sadece soyut çözümler olduğundan dem vurmaktadır. Asıl olarak temel alınması gerekenin 1871 Paris Komünü sonrası Marks’ın yazdıkları olduğunu belirterek update’ini gerçekleştirir: “Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz.”

Lenin, Devlet ve Devrim’de Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıklarından yola çıkarak anarşistleri çürüttüğünü ilan ettiği zaman bilmeden marksizmin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu. Marks’ın hayranı ve resmi biyografyacısı olan Franz Mehring’e kulak vermek gerekiyor: “Komünist Manifesto’daki düşünceler, asalak devletin yok edilmesine yönelik şiddetli bir üslupla başlayan Fransa’da İç Savaş adlı çalışmada düzülen övgülerle bağdaşmıyordu … Hem Marks hem de Engels bu çelişkinin farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1872’de yapılan yeni bir baskısına yazdıkları önsözde düşüncelerini tekrar gözden geçirdiler … Anarşistlerle mücadele halinde olan Engels, Marks’ın ölümünden sonra, tekrar orijinal Manifesto’yu esas aldı … eğer bir ayaklanma birkaç basit emirle devletin baskıcı mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmayı başarabilmişse, bu Bakunin’in hiç ödün vermeden savunduğu yaklaşımının doğrulanması anlamına gelmez mi?”

Zamanında Marks’ın yaptığı update temel gerçeği görmezden geldi. Aynı gerçeği görmezden gelmekte ısrar eden Lenin’le birlikte böylelikle özgürlüğe nefes aldırmayan en büyük bürokratik devletlerden birinin oluşumunu görmek kaçınılmaz oldu.

Ekonomi Update’i

“Savaş Komünizmi’nin özüne uygun olarak aslında köylünün yalnızca artı ürününe el koymamız gerekirken zaman zaman yalnızca artı ürününe değil fakat köylünün yiyeceği için gerekli olan hububata el koyduğumuz da olmuştur. Ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve işçileri beslemek için bu yola başvurduk.”

Lenin

Savaş komünizmi, Rus İç Savaşı döneminde Sovyetler Birliği tarafından yürürlüğe konan ekonomik politikalara verilen bir isimdir. İç savaşın kazanılması için uygulamaya konulduğu belirtilen bu politikalar büyük bir update anlamına gelmektedir. Bu politikalar kapsamında grevler yasaklanmış, işçi olmayanlara gösterilen işlerde çalışma zorunluluğu getirilmiş, halkın aç kalmaması için köylünün elindeki tarımsal fazla ürüne el konulması kararlaştırılmış ve gıda başta olmak üzere diğer birçok ihtiyaç maddesinde karne uygulanmasına başlanmıştır. Elinde kendisi için ayırdığı gıdayı dahi almak isteyenlere rıza göstermeyecekleri göz önüne alındığında askeri politikaların en ücra yerlere kadar dayatıldığını rahatça söylenebilir. Köylülerin ürünlerine el koyulması da büyük tepki toplamış, köylüler de bu dayatmalara karşılık topraklarını ekmeyerek veya daha az ekerek karşılık vermeye çalışmıştır.

Tambov Köylü Ayaklanması gibi ciddi bir ayaklanmanın yanında devrimcilikleriyle ünlü Kronştad denizcilerinin kanlı bastırılan ayaklanması direkt olarak Savaş Komünizmi’ni bitirmemiş olsa da iktidarı tehditkar hale gelmesi nedeniyle etkisinin yüksek olduğu açıktır. Ürünlerin zoralımı durdurulmuş ve bunu yerine vergi uygulaması getirilerek köylünün elindeki artı ürünü piyasaya sokması sağlanmaya çalışılmıştır. NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) bazı bolşevikler tarafından dahi eleştirilen yönü budur, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan uygulamaların devreye sokulması.

Savaş Komünizmi uygulamalarının aksine NEP, Lenin tarafından geçici bir önlem olarak adlandırılmamış; köylülüğü yeniden biçimlendirme aracı olarak değerlendirilmiştir. Marksizmin tarihsel materyalizm söylemleri altında belirttikleri ilerleme silah zoruyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. NEP’in komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia eden bir muhalefet de oluşmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Stalin ile birlikte sanayileşme hamlesine geçilmek adına NEP uygulamalarına da son verilmiştir. Stalin döneminde ekonomi poltikalarının komünist ilkelere ihanet olduğunu iddia edecek bir muhalefet de kalmamıştır.

TROÇKİ

Sürekli Devrim Update’i

Sürekli devrim, Troçki’nin marksizmin üzerinde çok da fazla kalem oynatmadığı sömürge ve yarı sömürge olarak adlandırılan ülkelerdeki marksistlerin devrim stratejilerini belirlemeye yönelik bir update’dir. Troçki, sürekli devrim update’ini sürekli olarak Lenin ve Marks’a dönerek meşrulaştırmaya çalışmakla birlikte ileri kapitalist ülkelerde sosyalist devrime giden devrimci sürecin başlamamasından dolayı ortaya çıkan ihtiyaç üzerine geliştirilmiştir. Buna göre ileri kapitalist ülkelerde olsun sömürge-yarı sömürge olarak nitelendirilen ülkelerde olsun devrimci süreç ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceği söylenmektedir. Buna göre burjuva devrimlerinin gereklerini de ancak proletarya yerine getirebilir.

STALİN

“Tek Ülkede Sosyalizm” Update’i

“Devrimin tek ülkede yer alması olanaklı olacak mıdır? Hayır, Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki her halkın başına gelecekler bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır.”

Engels

Stalin denilince akla gelen ilk update tek ülkede sosyalizmdir. Stalin, Sovyet iktidarını ele geçirip zaman içerisinde iyiden iyiye kendisine bağlarken marksizme ihtiyaç duyduğu update’leri getirmekten geri kalmadı. Ekonomi update’i beş yıllık planlar olurken sosyalizm update’i de tek ülkede sosyalizm oldu. Beş yıllık planlar, tek ülkede sosyalizme uygun olarak yalıtık bir ekonomi modeli oluşturulabileceği iddiasıyla ortaya atılmış ve sürdürülmüştür.

Tek ülkede sosyalizm update’i Stalin tarafından ortaya atılmasına rağmen bu update’in detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu update’e göre az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede sosyalizmin geliştirilebileceğini savunulmaktadır.

Stalin liderliğindeki Sovyetler sonraki yıllarda tek ülkede sosyalist devrimin değil komünist devrimin de gerçekleştirildiğini duyurmuşlardır.

Ekonomi Update’i

Stalin, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli olarak gelecek saldırı ihtimallerini öne çıkararak ona göre update geliştirmiştir. Beş yıllık planlarla getirilen ekonomi update’i direkt olarak tek ülkede sosyalizm ve faşizmle ilgilidir.

Stalin, iktidarını iyice sağlamlaştırdığına emin olduktan sonra Lenin’in köylülüğü dönüştürmede bir araç olarak kullandığı NEP’i yeterli sermayenin biriktiğini belirterek kaldırdı. Bunun yerine Sovyetleri tek ülkede sosyalizm update’i doğrultusunda sanayileşmiş bir ülkeye dönüştürme hedefini koyduğunu belirterek beş yıllık planla ekonomik alanda atılımlar yapmaya girişti. Tahmin edileceği üzere beş yıllık planın süresi bitmeden planın başarıyla uygulandığı duyuruldu.

Faşizmle Uzlaşı Update’i

Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da bilinen Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1 hafta önce Sosyalist Sovyetler ile Faşist Almanya arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma sadece marksistleri değil liberalleri dahi şok etmiştir.

Stalin’in faşist olmayan emperyalist güçlerin faşist Almanya’ya saldırmamasını Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle savaşa itildiği olarak yorumladığı bilinmektedir. Anlaşmanın yapılmasına giden süreçte Yahudi olan Rus Dışişleri Bakanı Litvinov’un görevden alınarak yerine Molotov’un getirilmesi, Sovyetler’in Faşist Almanya’yla müzakere için herhangi bir engel çıkmamasını amaçladığı açıktır.

Saldırmazlık paktıyla birlikte gizli bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre Batı Polonya’nın, Almanya tarafından işgaline Sovyetler herhangi bir tepki vermeyecek; karşılığında Sovyetler’e de Doğu Polonya bırakılacaktı. Ayrıca bu gizli protokolde Baltık devletleriyle de ilgili çeşitli pazarlıkların olduğu bilinmektedir.

1917 Devrimiyle Rus marksistlerle Batılı marksistler arasında çeşitli update’lerle görülen uzaklaşma bu saldırmazlık paktıyla deyim yerindeyse öldürücü darbeyi yemiştir.

ORTODOKS UPDATE’LER

Marksizmin update’leri içerisinde belki de Marks ve arkadaşlarıyla hem teorik hem pratik anlamda en organik ilişkiye sahip, adeta “Marks’ın idealleri gerçek olsaydı işte böyle olurdu” dercesine savunulan deneyimlerin başında 1917 Ekim’i, Lenin ve Leninistler gelir. Marks’ın devrimin nereden başlayacağı konusundaki kehanetlerinin yavaş yavaş boşa düşmeye başladığı bir yüzyılda dünyanın ezilen halkları bir isyan dalgasıyla sarsılmaktaydı. Bölgesel reaksiyonlardan uzun soluklu adalet mücadelelerine, reform hareketlerinden halkların kurtuluş mücadelelerine kadar birçok alanda ezilenlerin dünyası özgürlük ve devrim fikirleriyle çalkalanmaktaydı.

Tarihsel sıraya uygun düşecek şekilde önce Lenin ve Rus Devrimi’nden kısaca bahsedecek (zira yazının ana iskeletini şekillendiren marksistler yoğunluklu olarak Leninist akımdaki kişi ve örgütlenmeler) sonrasında Mao Zedong ve Çin Devrimi, ulusal kurtuluş mücadeleleri başlığı altında Enver Hoca, Tito, Ho Chi Minh, Güney Amerika’da Fidel Castro, Che Guevara ve Avro-komünizmin marksizmi update ettikleri kısımlara yoğunlaşacağız.

Devrim Burada Ama İşçi Sınıfı Nerede?

“Daha başından itibaren liberal atın Rus devrimci yarışının koşucularından biri olmadığı sonucuna vardı.”

Eric Hobsbawm

Kısa 20. Yüzyıl Tarihi

Lenin’in belki de Marks’ın aşamalı devrim anlayışından ilk kopuşunu simgeleyen bu sözler, devrim düşüncesiyle ilk karşı karşıya gelişi simgeliyordu. O zamana kadar toplumsal dönüşüme yönelik şaşmaz bir kılavuz olduğu iddia edilen yetmezmiş gibi geleceğin toplumuna ve dönüşümün nasılına dair kehanetlerde bulunan Marks’ın düşüncelerinde ters giden bir şeyler vardı. Avrupa’da, işçi sınıfının ve sanayileşmenin geniş bir ölçeğe yayıldığı bir coğrafyadan beklenen devrimler tarihi tam tersi bir seyir izliyor, devrimci dalga feodalizmle boğuşan Rusya’dan duyuluyordu.

Ancak Rusya’da henüz işçi sınıfı yoktu. Rus köylüsü sömürülmekten bıkmış usanmış otoritelere bir son vermeye, ekip biçtiği toprağı eline almaya karar vermişti. Marksizmin kalıplarına sığmayan devrim, marksizmi değiştirdi. Köylü update’ini tamamına erdirecek isim ise Çin tarihine bir anarşist olarak dahil olup sonrasında dümeni marksizme kıran Mao Zedong olacaktı.

Bu düşünsel değişimler marksizmin pratiğindeki ilk büyük update’leri oluşturdu. Daha sonra Mao ve Castro tarafından bir hayli törpülenecek ilkelerdeki değişimin ilk habercileriydi.

MAO

“Marksizm-leninizm hiçbir zaman bütün doğrular üzerine olan bilgiyi özet halinde vermemiştir. O, yalnızca pratik yoluyla doğru bilgiye çıkan yolları açmıştır.”

Mao Zedong

Teori ve Pratik

Mao’nun iktidarı döneminde Marksizme bir çok update oldu. “Büyük İleri Atılım”, “İki Çizgi Mücadelesi”, “Kültür Devrimi”, “Antagonist Çelişki”, “Yeni Demokrasi” ve “Üç Dünya Tezi” başlıkları altında inceleyeceğimiz bu update’ler ideolojinin birçok değişmezini nesnel koşullar nedeniyle revize etmek zorunda kaldı.

Sınıf Update’i

“Çin gibi yarı sömürge ülkelerde baş çelişki ile (proletarya ve burjuva) öteki çelişkiler arasındaki ilişki karmaşık bir durum gösterir.”

Mao Zedong

Çinli otoriter komünistler, iktidarı ele geçirdiğinde Rusya’dakine benzer bir manzarayla karşılaştı. Nüfusun büyük bir kısmı, geçimini toprağa bağımlı olarak sürdürüyordu. Ancak burada işçi sınıfının devrimci gücünü bırakın, varlığından bahsetmek neredeyse imkansızdı. Pekin’de başlayan büyük bir sanayi hamlesine girişildi. Köylüler topraklarından koparılıp işçileştirilmeye başladı. Sonrasında mülk sahipleri (milli burjuvazi diye adlandırılıyor) ile beraber ılımlı bir dönüşüm gerçekleştirebilmek için işçileştirilen işçilerin emeği üzerinden bir kar payı üretildi. Ezen ezilen ilişkisi “devrim” yıllarında “komünist” devlet aracılığıyla yeniden üretildi.

İki Çizgi Mücadelesi Update’i

Çin’in dönüşüm sürecindeki temel uğraklardan biri de “geçici demokratikleşme hamlesi” olarak da nitelendirilebilecek “Yüz Çiçek Açsın, Yüz Fikir Birbiriyle Yarışsın” kampanyasıydı. Komünist Parti’nin teröründen bunalan halka bir nefes alma şansı tanıyan bu süreç bir yandan geçici bir özgürlük alanı yaratmış olsa da sonrasında “karşı-devrimci” olarak suçlanacaklar için bir tuzak olarak kullanılma amacı taşıdığı anlaşıldı. Bu dönemde gelişmesine izin verilen parti içi muhalefet sonrasında sistematik bir biçimde ortadan kaldırıldı.

Kültür Devrimi: İlk Gençlik Update’i

Maoizm ideolojisinde kavram olarak belki de en çok kulaklarımıza çalınan “Kültür Devrimi” hadisesi, mücadele yöntemlerine ilişkin bir düşünce değişiminden ziyade belli amaçlar doğrultusunda pratik bazı uygulamalar dizisinden ibaretti. Mao’nun talimatıyla harekete geçen Kızıl Muhafızlar isimli gençlik örgütlenmesi bütün bir Çin genelinde Kültür Devrimi’ni başlattı. Ülkede feodalizmi simgeleyen eski olan her şeyin yok edildiği bu dönemle birlikte marksizme sonrasında 68 gençlik hareketleriyle devrimci yönü keşfedilen gençlik update’i eklenmiş oldu.

Antagonist Çelişki Update’i

“Bizim halk hükümetimiz halkın çıkarlarını gerçekten temsil eden ve halka hizmet eden bir hükümettir. Böyle olduğu halde hükümet ile halk kitleleri arasında hala belli çelişkiler vardır. Bu çelişkiler şunlardır; devletin çıkarları ve ortak çıkarlar ile kişisel çıkarlar arasındaki çelişkiler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki çelişkiler; bazı devlet memurlarının halk kitleleriyle ilişkilerinde bürokratik uygulamalardan doğan çelişkiler. Bütün bunlar halk arasındaki çelişkilerdir.”

Mao Zedong

Antagonist (uzlaşmaz) çelişki işçi-patron çelişkisinin temel çelişki olmadığını “zamanın somut koşulları” ışığında coğrafyadan coğrafyaya değişebilecek çelişkiler olduğunu söylüyordu. Çin toplumunun antagonist çelişkisi ise toprak sahipleri ile köylüler arasındaki çıkarlar kavgasıydı. Toplumsal mücadeleler içerisinde, anarşizmin ezen ezilen arasındaki uzlaşmazlığa yaptığı vurgu bir yanda dururken bir coğrafyanın gerçekliğine ve devrimci dönüşümüne göz yummanın imkansızlığı Marksizmin ilkesel açmazlarının pratik sonuçları olarak sürekli düzeltilmeye çalışıyordu.

Aşamalı Devrim Update’i

“Diktatörlüğümüz, işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan bir halk demokrasisidir.”

Mao Zedong

Marks’ın öngörülerinde sınıf savaşımları tarihi içerisinde feodalizmden sonra bir burjuva devrimi gerçekleşmesi gerekir. Ancak Çin’de burjuvalardan önce komünistlerin iktidarı ele geçirebilmesi, en çok komünistleri şaşırtmıştı. İlk kez Lenin’le form değiştirmeye başlayan devrim düşüncesi, Mao’yla ortodoks anlamındaki son noktalarından birine ulaştı.

“Yeni Demokrasi” ya da “Yeni Demokratik Devrim” tezleriyle anlatılmak istenen şey basitti. “Komünistlerin yardımıyla” halkı kapitalist bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisine ardında komünizme ulaştırma çabasıydı. Bu amaca hizmet etmesi için dörtlü bir ittifak kuruldu; işçi sınıfı, köylü sınıfı, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazi. Yani komünist iktidar, halkın yaşantısını bir avuç sömürgenin eline “kontrollü bir şekilde” aldığı gibi iade ediyordu.

Üç Dünya Tezi: Emperyalizm Update’i

Uzun yıllar sosyalist blok devletler olarak ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüren SSCB ve Çin, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm”i ilan etmesiyle sarsılmaya başladı. Komintern’in sosyalist dünya devrimine hizmet etme amacından çıkarılıp, SSCB’nin devlet çıkarlarına hizmet eden ülkeler haline getirilme çabası birçok parça için iplerin koptuğu nokta oldu. Çin, artık SSCB’yi emperyalist olarak görmeye başladı. Bu minvalde, üç dünya tezi şekillendi. Üç Dünya Tezi’ne göre dünya, ABD’nin temsil ettiği kapitalist emperyalist dünya, SSCB’nin temsil ettiği sosyal emperyalist dünya ve geriden kalan ezilen ülkeleri sınıflandırmak için kullanılıyordu.

Maoist düşünce, marksizmi bir çok açıdan update etti. Bu update’ler tanımını yaptığımız üzere mücadele biçimlerini şekillendirip geliştirmekten ziyade ideolojinin temelindeki açıklıkları kapatmak üzerine kuruldu.

ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ UPDATE’İ

Sosyalistlerin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” biz anarşistlerin ise “halkların özgürlük mücadeleleri” olarak ele aldığımız bazı deneyimlerde marksizmin update’i meselesinde önemli uğraklar oldu. Ho Chi Minh, Enver Hoxha, ve Josip Broz Tito’dan bahsedilecek bölümde yoğunluklu olarak devrimler tarihi ve pratik olan bu deneyimlerin ışığında update’lere bir yenisini eklemekten çok var olan update’lerin bir parçası olan isimlerle karşı karşıya kalıyoruz.

Arnavutluk’ta verilen özgürlük mücadelesinden sonra iktidarı ele geçiren Enver Hoxha, “Tek ülkede sosyalizm” ve “anti-revizyonizm” başlıkları altında alternatif bir sosyalist hat çizmeye çalıştı. Stalin sonrası değişen SSCB’nin karşısında daha tutucu ve politik çıkarları kapsamında destalinizasyon karşıtı tavır alan Enver ve partisi, yeni iktidarların SSCB’de devrime ihanet ettiğini ilan etti. Marksizme getirilen update’ler noktasında, ulusal kurtuluş mücadeleleri meselesinden beslenen ve Leninist parti modelini birebir kopyalayan Hocaizm, 1967 yılında devlet gibi bir kuruma ilk kez “ateist” takısını getirdi. Enver Hoxha’nın anti faşizm, Titoculukla mücadele, Yugoslavya’yla olan siyasi karşı karşıya gelişlerle daha milli çizgideki bir komünizm anlayışı oturtuldu.

Yugoslavya’da ise benzeri bir süreç Josip Broz Tito eliyle gerçekleşti. Tek ülkede sosyalizme muhalefet, SSCB gölgesinde bağımsız bir güç olmaya çalışan diğer tüm öteki devletler için olduğu gibi Tito’da da sabitti. Tito’nun marksizmi update ettiği yegane kısım ayrı bir federasyon çağrısı oldu. Balkan ülkelerinin kendine ait ayrı bir federasyon kurması gerektiğini öneren Tito, SSCB’yle de arayı açmamaya çalışarak ayrı bir mücadele hattı oluşturmaya çalıştı.

Asya kıtasına yüzümüzü çevirdiğimizde ise yine bir halk hareketi karşımıza çıkar; Ho Chi Minh ve Vietnam. Ho Chi Minh’in ayrıksı bir siyaset üretme noktasındaki kısırlığı onu Komintern’in anti-emperyalist halk cephesi siyasetlerinin yalnızca bir uygulayıcısı olmaktan kurtaramadı.

CASTRO-KOMÜNİZM

Marksizme ortodoks updateler içerisindeki hem silahlı mücadelenin karakteri konusunda, hem de işin felsefi kısmındaki en büyük değişiklikler Mao’yu saymazsak Fidel Castro ve Che Guevara eliyle eklendi. Devrimci anarşist Sam Dolgoff’un “Castro-Komünizm” olarak tariflediği bu akım, öncelikle devrimin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikir ayrılıklarıyla başladı.

Devrimci Savaş Update’i

“İzole edilmiş, ulusal örgütlenmeden ve politik çalışmadan yoksun, sadece askeri patlayıcı rolünü üstlenen yalın ve iskelet halinde foko teorisi oldukça ütopik bir anlayıştı.”

Regis Debray, 1967

İberya’da Franco faşizmine karşı savaşmış bir gerilla olan Regis Debray, temelindeki foqoismo’nun temelindeki isimdi. Küçük, 15-20 kişilik gerilla gruplarına verilen bu ismin teorisi ise devrimin fokoist grupların eylemleriyle gerçekleşebileceğine yönelik bir bakış oldu. Sonrasında Debray, kendi modelinin bazı noktalarına eleştiriler getirecek olsa da özellikle Guevara’nın Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde halk mücadelelerine yaklaşımı, foko teorisinin başarıya ulaşacağına yönelik mutlak bir inanç üzerinden şekillendi. Sonrasında Guevara’nın Bolivya’daki başarısızlığı, Küba yönetiminin de bu yaklaşıma olan inancını değiştirmesini destekledi.

Anti-Dogmatizm Update’i

Diğer tüm marksizm update’leri gibi Che Guevara da Marks’ı gelecek için yazdıklarından çok genel geçer çözümlemeleri bağlamında değerlendiriyordu. Onun için Marks, “gelişebilen, gelişmek zorunda olan” bir bilimin kurucusudur.

Marks ve Engels’in Güney Amerika üzerine düşünceleri hakkında ise rahatça “günümüz için kabul edilemez olan bazı ırk ve milliyet teorileri” olduğundan bahseder. Hümanizm konusunda ise öncüllerinden farklı olarak ısrarlı bir vurgu yapan Guevara ve Castro, devrimci ya da marksist bir hümanizme ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Fidel Castro 1959 yılında halka açık bir konuşmasında Küba Devrimi’ni hümanist bir devrim olarak nitelemişti.

Guevara ve Castro’nun özgün bir eklentisi olmayan, Mao’nun pratik çözümlemesi üzerinden Çin’de hayata geçirdiği sanayi hamlesine benzeyen bir atılım da fokoculukda olduğu gibi sonrasında rafa kalkan bir proje olarak yarıda kaldı.

Avro-Komünizm: Demokrasi Update’i

“Sosyalizm, eğer demokratik yoldan, kapitalist devletin kurumlarından yararlanılarak kurulabilecekse, -proletarya diktatörlüğü- kavramı elbette gereksiz hale haşe geliyordu. (…) Avrokomünist partilerin tamamı her türden diktatörlük kavramının kabul edilmez olduğunu ilan ederek proletarya diktatörlüğü hedefini 70’lerde programından çıkardı.”

Daryl Glaser, David M. Walker

Marksizmin update’leri arasında devlet başlığı altında ilk pratik düzenlemeler Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkan birkaç komünist partiyle gerçekleşti. Ortaya çıkışları 1960-70’li yıllara tekabül eden İtalyan Komünist Partisi (PCI), İspanya Komünist Partisi (PCE) ve Fransız Komünist Partisi (PCF) ile bu akımdan etkilenen bazı İsveç, Belçika ve Britanya’daki bazı komünist partiler Avro-komünizm kategorisinde değerlendirildi.

“Sovyet sosyalizmine ve Batı Avrupa sosyal demokrasisine üçüncü bir alternatif” şeklinde tanımlanan bu örgütlerin ortak özellikleri SSCB tipi sosyalizme eleştirel bir bakış farklı uluslar için farklı yöntemler kullanılmalı düşüncesi sosyalist toplumun demokratik olması gerektiği ve insan haklarını korumak zorunda olduğu şeklinde özetlenebilir.

Avro-komünizm, o döneme kadar radikal marksizm içerisinde yalnızca dönemsel/stratejik tartışmalarda konuşulmuş demokratik düzen, parlamento, gibi aygıtları mücadelesinin merkezine koymasıyla ayrıksı bir yerde durdu.

Bu bir anlamda devlet tanımını da bütünüyle değiştirmek anlamına geliyordu çünkü Marks’ın proletarya diktatörlüğüne geçişte bir araç olarak gördüğü devlet aygıtı avro-komünistlerde amaç haline gelmişti.

Avro-komünizm bir kavram olarak söz konusu partiler tarafından benimsenmedi. Ancak bu partiler siyasetlerini dönemsel koşullara uydurmak olarak nitelendiriyordu. Yıllar içerisinde çoğu güçlerini kaybederek ya seçim aldatmacası arasında eriyip gitti ya da sağ siyasete yakınlaşıp ilkelerini tümüyle yitirdi.

BATI MARKSİZMİ

Marksizm, özellikle Ekim Devrimi’nden sonra devrimciler ve entelektüeller tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Ortodoks marksizm olarak adlandırılan diyalektik materyalizm, yapısal olarak diyalektik olan değişmez ekonomik yasaların tarihin başlatıcısı olduğunu söyler. Bu anlayışa göre insanların amaçlarının rolünü dikkate almamak gerekir çünkü bunlar da maddi nedenlere bağlı olarak açıklanan şeylerdir. Böylelikle bir tarihsel aşamadan diğerine doğru -komünizme varmasıyla doruk noktasına ulaşan- ilerleme doğal bir gereklilik olarak görülür. Kendi içerisinde pek çok çelişkiyi barındıran kapitalizm, işçi sınıfının (proleterya) ezilmişlik koşullarına karşı yekpare ayaklanmasına neden olacaktır. Bu ayaklanma proleterya diktatörlüğünü getirecek ve proletarya diktatörlüğünün ardından komünizme geçilecektir.

1. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, gelişmiş bir kapitalist toplum olan Almanya’nın toplumsal devrim sürecine girmesi beklenirken, 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da faşizm yükselişe geçmiştir. Keza 1917’de Rusya’da pratiklenen Ekim Devrimi, Marks’ın teorisinin tamamen zıddını söylemektedir. Tarıma dayalı bir ekonomisi bulunan ve devrimci özne olarak işçilerden çok köylülerin yer aldığı bir pratik deneyimlenmiştir. Update edilen marksizm, ortodoks marksizmin reddini bu temellere dayandırmaktadır.

GRAMSCİ

Antonio Gramsci (1891-1937)’ye göre merkezi insan etkinliği, ekonomi değil politikadır. 1922 yılında, yaşadığı İtalya’da faşizmin zaferini görmüş olan Gramsci devrimci işçi hareketinin de büyük bir yenilgisine tanık olmuştur. İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci, Mussolini’nin iktidara gelmesinin ardından 1926’da bir suikast girişimi bahane edilerek tutuklanmıştır. Marksizme “çeşitli katkılar” yaptığı ileri sürülen Hapishane Defterleri’ni hapishanede geçirdiği 11 yıllık süreçte yazmış ve yayımlamıştır. Bu eser Gramsci’nin düşünsel değişimini ve Marksizme getirdiği “alternatif” yaklaşımı açıkça göstermektedir.

Hegemonya ve İktidar Update’i

Gramsci, marksizmde o zamana değin geçmeyen bir kavramı kullanmıştır: hegemonya. Bu kavram, burjuva değer ve normlarının bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik hakimiyeti anlamına gelmektedir.

Marksist teoride altyapı, ekonomik temeli; üstyapı ise hukuki, siyasal, ahlak, din vb. oluşumları içerir. Altyapı, yani ekonomik temel, üstyapıyı etkiler. Gramsci’nin burada ortaya koyduğu tez ise sınıf bilincinin gelişmesinde üstyapının önemidir. İşçileri sınıfsal rollerini anlamaktan alıkoyan sadece ekonomik süreçlerdeki konumlarına ilişkin kavrayış eksiklikleri değildir. İşçi sınıfını kendini gerçekleştirmekten alıkoyan sadece din gibi özel kurumlar da değildir. Devlet sadece burjuvazinin baskı aygıtı anlamına gelmez, aynı zamanda burjuvazinin hegemonyası anlamına da gelmektedir. Yöneticilerin baskısının değil “dünya görüşünün” yönetilenler tarafından kabul edilmesinde yattığına ilişkin görüştedir. Yani Gramsci’ye göre Marks’ın burjuva sınıfının devlet aygıtını baskıyla elinde tutması tamamen yanlış veya eksik bir çözümlemeydi!

Gramsci’nin geleneksel Marksizmi iki şekilde tersine çevirdiği savunulur. Bunlardan ilki, Gramsci’nin üstyapının altyapıyı etkilediğini söylemesi, diğeri ise sivil toplumun politik toplum üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Hegemonya kavramına ilişkin bir diğer önemli nokta, egemen sınıfın bir aygıtının, ahlaki ve entelektüel liderliği yoluyla diğer aygıtları üzerinde denetim uyguladığı bir süreçtir. Aynı zamanda, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü kapsayıcı ve evrensel olarak yerleştirmek için siyasal, ahlaki ve entelektüel liderliğini kullanmaya, bağımlı grupların çıkar ve gereksinmelerini biçimlendirmeye yönelik başarılı girişimlerini içerir.

Gramsci’nin “hegemonya”sı belli başlı bir kaç aygıttan oluşmaktadır. Bunlar; okul aygıtı, kültür aygıtı, (müze, kütüphane gibi), enformasyon örgütlenmesi, yaşam çerçevesi, kentleşme. Gramsci bu aygıtları yalnızca yönetsel ve teknolojik olarak görmez, tıpkı üretim sistemindeki gibi siyasal içerikle var olduğunu söyler.

Gramsci’nin Marks’tan farklılaştığı bir nokta da devlet kavramına ilişkindir. Üstyapı olarak devlet, kapitalizmin aşılmasında ikincil olmaktan ziyade birincil bir konumda bulunmaktadır. Ona göre devlet, burjuva sınıfının potansiyel açıdan tümüyle kapsayıcı bir grup olarak oluşumundan hareketle, bireylere sanki burjuvazinin içine alınacaklarmış gibi normlar ve yasalar dizgesine yükselen hegemonya aygıtıdır. Yani Marks’ın söylediğinin aksine, devletin varlığı, tarihsel olarak kapitalizmin aşılmasının önünde bir engel teşkil ediyordu!

Diyalektik Update’i

Gramsci’nin Marks’tan ayrıştığı bir diğer nokta, Hegel’in diyalektiğini kullanmış olmasıdır. İnsanın tarihte benzersiz bir özne olduğunu düşünmektedir ve gerçekliğin gelişiminde insanın rolünün Marks’ın tarif ettiği gibi pasif değil, etkin olduğunu söylemektedir. Marksizmin özellikle Engels gibi evrimci-pozitivist bir anlayışta olmasının tamamen karşısında duran Gramsci, Marks’ın materyalistler tarafından yanlış yorumlandığını, Marksizmin tamamen hümanist bir ideoloji olduğunu öne sürer.

Gramsci, tüm bunlar değerlendirildiğinde; Marks, Engels ve Lenin’den tamamen farklı bir şey söyleyerek marksizme bir update yapmıştır. Burjuvanın varlığını korumasında şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla değil, proletarya üzerinde hegemonya kurmasıyla açıklar. Sınıfların varlığını sürdürmesinde ve “sınıf bilinci”nin sürdürülmesinin engellenmesinde üstyapının rolünü vurgular. Bu bağlamlarda Gramsci’nin hegemonya alt başlığında “devlet” anlayışına tamamen bir update yaptığı görülür.

LUKACS

Georg Lukacs marksizmin Engels tarafından evrimci- pozitivist bir çizgiye çekilmesine karşı çıkmıştır. 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Hegel’in etkisi açık olarak görünür. Lukacs’a göre tarihin öznesi ve nesnesi arasında bir ayrım bulunmamaktadır. Marks, insanı nesneleştirerek tarih sürecinin çok dışında bırakmıştır. Lukacs, Marks’ın Hegel’deki devrimci yönünü ortaya çıkardığını söyler. Böylece Marks aracılığıyla da tarih teorisini materyalist bir konuma sokmayı amaçlamıştır.

Proletarya Update’i

Lukacs, işçi sınıfının devrimci hareketini öngören -toplumsal devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirileceği- marksizm anlayışını reddeder. Ortodoks marksizmi eleştirerek başladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, Rus Devrimi deneyimi ile işçi sınıfının haricinde bir öznenin (köylüler) devrimi gerçekleştirdiğini söyleyerek, yegane devrimci özne olduğunu reddetmiştir. Lukacs’ın yaklaşımına proletaryasız devrim denebilir, ancak devrimci özne olarak herhangi bir kesimden söz etmez. Aynı zamanda marksizmin salt ekonomizm olarak görülmesine de şiddetle karşı çıkar. Her ne kadar altyapı üstyapıyı belirliyor da olsa, Marks’ın kuramının merkezi olarak ekonomi politiği görmez.

Marks’ın kuramını marksizm yapan ekonominin toplumsal ilişkilerin merkezinde olması ve ekonominin (altyapının) üstyapıyı (devlet, ideoloji, hukuk, ahlak, din) etkiliyor olduğu tezine karşı çıkmak, marksizmin kendisine karşı çıkıp yerine bambaşka bir tez koymak anlamına gelir. Aynı şekilde işçi sınıfının olmadığı bir devrim düşüncesi de marksizmin tamamen baştan yazılması, update edilmesine denk düşmektedir.

Şeyleşme Update’i

Marks’ın “yabancılaşma” kavramını geçirdiği özellikle 1844 Elyazmaları, Lukacs’ın kitabı yayımladığı yılda henüz farklı dillere çevrilmemiştir. Bu yüzden marksizm içerisinde, özellikle ortodoks marksizmin de yükseltilmesiyle birlikte, yabancılaşma kavramının marksizme dahil olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmuştur. Lukacs’ın “şeyleşme” kavramını yaratırken Marks’ın Kapital’inde geçen “meta fetişizmi”nden etkilendiği düşünülür.

Lukacs’ın “şeyleşme”si ile en basit haliyle kast edilen; kişinin kendi faaliyetini, kendi emeğini, onun kendisine nesnel, insandan bağımsız bir şeymiş gibi gösterendir. Şeyleşmenin, işçi sınıfı için bir kişilik bölünmesine yol açtığını söylemektedir. Bu ilişkiler çerçevesinde işçi, emeğini piyasada özgürce, yine kendi özgür iradesiyle satıyormuş gibi düşünür. Ancak öte taraftan, toplumsal ilişkilerin bütününün şeyler arası ilişkiler haline gelmesiyle işçinin kendisi de bir meta, bir “şey” halini almıştır. Bu nedenle, işçi sınıfı diye bir özne toplumda bulunmamaktadır. İşçi sınıfı denilen bir özneden bahsedebilmek için “bilinç sıçraması”na ihtiyaç vardır. Bu noktada Lukacs, psikolojik bilinç ile potansiyel bilinç olarak iki ayrım koyar. Psikolojik bilinç, işçinin günlük yaşam mücadelesini temsil eder. Eve ne kadar ekmek götüreceği, ne yiyip ne giyeceği, ne kadar maaş alacağı vb… Potansiyel, yani aşılanmış bilinç ise sınıf bilincinin aktif yanını ortaya koyar. Psikolojik bilinç yanlıştır ve aşılması gerekir. Ancak Tarih ve Sınıf Bilinci’nde proleterin psikolojik bilinci nasıl aşıp potansiyel bilince ulaşacağına değinilmez.

2. Enternasyonel’in ardından Lukacs, “ideoloji” kavramını Marks’ın aksine pozitif olarak kullanmaya başlar. Marks’ta ideoloji “doğru duruma ilişkin yanlış düşünce” iken Lukacs’ta ideoloji “yanlış duruma ilişkin doğru düşünce”dir. Bu durum Lukacs’ın ortodoks marksizmi tamamen reddetmesi, bu anlayışın ekonomizmi ve siyasi pasifliği getirmesinden kaynaklanır. Siyasi pasiflikten kastı ise revizyonizmdir.

FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu, 1923 yılında kurulan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden bir araya gelen bir düşünce akımının ifadesidir. Kurucusu Max Horkheimer (1895-1973) tarafından “Eleştirel Teori” olarak adlandırılır. Eleştirilen ise, geleneksel marksizmdir. 1930’lu yıllardan itibaren çevrilmeye başlayan Marks’ın elyazmaları ve “yabancılaşma” kavramını geçirdiği yazıları Frankfurt Okulu için önemli bir dayanak noktasıdır. O zamana değin diyalektik materyalizmin ve pozitivizmin haricinde marksizmin felsefi de bir temeli olduğu Frankfurt Okulu temsilcilerince söylenmiştir. Frankfurt Okulu’nun hala marksist çevrelerce eleştiriliyor olmasının nedeni ise, kendisini tamamen akademik bir alanda var etmesi, siyasi hiçbir dayanağının ve pratiğinin olmamasıdır.

Kültür Update’i

Frankfurt Okulu’nun, marksizme bir “kulturkritik” aşıladığı iddia edilir. Marksizmin o güne değin felsefi olarak ifade edilmemesi, sanata ilişkin herhangi bir açılımının olmaması Frankfurt okulunun temsilcilerinin başlıca kaygılarını oluşturmuştur. Bu nedenle marksizmde eksik kalmış olan “kültürün” Frankfurt okulu aracılığıyla marksizme eklendiği savunulur. Eleştirel Teori’nin tüm temsilcileri, insanı tarihin öznesi ve yaratıcısı olarak gördüklerinden, Gramsci ve Lukacs’ın devamcıları olarak yorumlanırlar. Aynı zamanda marksizmin şiddetle karşı çıktığı idealizmi Kant’tan bu yana benimsediklerini söylemektedirler.

Devrimci Özne Update’i

Marks ve Engels’in teorisi devrimci özne olarak proletaryayı gösterir. Ancak Lukacs gibi, Horkheimer da bu konudan emin değildir. Proletaryayı, toplumu harekete geçirici ve dönüştürücü görmekle beraber yekpare devrimci öznenin proletarya olmadığını söyler. Bu noktada Horkheimer sınıfın “ileri gelenleri” ile sınıfın geri kalanı arasındaki ilişkiyi vurgulayarak Lenin’e bir update yapar. İleri gelenden kasıt, bir parti ve onun liderliğidir. Horkheimer’ın odağı parti değil, eleştirel teoridir. Yani önemli olan öncü sınıf değil, felsefi temeldir.

Aydınlanma Update’i

1930’lu yılların başında Frankfurt Okulu ve özellikle Horkheimer’ın doğal bilimlerle ilgili benimsedikleri Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ana hatları çizilenlerle çoğunlukla aynıydı. Horkheimer Bilim ve Buhran Üzerine Açıklamalar’da şöyle söylemektedir: “Marksist toplum kuramında bilim, insani üretim güçleri arasında sayılır… Bilimsel bilgi, üretici güçlerin ve diğer türde üretim araçlarının kaderini paylaşır: Onların uygulama ölçekleri hem onların gelişim düzeyleriyle hem de insanların gerçek ihtiyaçlarıyla derin bir karşıtlık içindedir. Aydınlanmayı da hakimiyetine almış olan daha iyi bir topluma yönelik ilgiyi, mevcut toplumu ebedi olarak kurma teşebbüsü ile ele geçirildikçe, bilimin içine sınırlayıcı ve örgütsüzleştirici bir an katıldı. Olmaya değil de, varlığa yönelen bir yöntem, toplumun verili biçimini eşit ve kendini yineleyen bir mekanizma olarak görme eğilimine karşılık geldi.”

Horkheimer ve Theodor Adorno (1903-1969)’nun birlikte yazmış oldukları 1944’te yayınlanan Aydınlanmanın Diyalektiği, açıkça marksizmin beslendiği Aydınlanma’ya meydan okumuştur. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin yükselişte olması hatta zafer kazanmasını sorumlusu olarak Aydınlanma düşüncesini gösterirler. Onlara göre Aydınlanma Avrupa’yı karanlığa, barbarlığa sürüklemiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmesinin Aydınlanma’dan bu yana yükseltilmesi nazizmi yaratmıştır.

Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marksist pratiklerden farklı olarak değinilen bir başka konu ise “genel oy hakkı” düşüncesidir: “Her halükarda, oy pusulası düşüncesine yol açan gelişmelerin temeli, bütün özel enerjileri film stüdyosundan savaş alanına, emeğin bir tek, eşit ve soyut bir biçimine evrensel olarak indirgenmesidir. Ancak bu tür koşullardan daha insani bir koşula geçiş gözlenmiyor, çünkü kötüyü de iyiye de aynı şey oluyor.”

Diyalektik Update’i

Adorno’nun 1966’da yayımladığı kitabı Negatif Diyalektik hem Hegel’in hem Marks’ın diyalektiğinin radikal bir yorumlaması olarak görülür. Günümüz marksistlerinin sıklıkla örnek gösterdikleri Adorno’nun bu kitabı özellikle “otonomist marksistler” tarafından çok “devrimci” bir kitap olarak görülmektedir.

Avrupa’daki 68 hareketini etkilediği öne sürülen bu kitapta diyalektiğin temel kavramlarından biri “özdeşsizlik”tir. Özdeşsizlik bütüne katılmama, kitle ve tüketim toplumuna katılmamak demektir. Hegel ve Marks’tan farklı olarak “bütünsellik” düşüncesinin zıttıdır. Yine aynı kitapta Adorno, Marks’ı sınıfsız bir topluma tarih aşamalarla ulaşacak tezine tamamen karşı çıkmaktadır. Hegel’den bu yana süren pozitif diyalektik anlayışının toplumsal mücadeleler kapsamında bir uzlaşma yarattığını söylemektedir. Bu bağlamda Adorno sadece marksizmi değil, marksizmin örgütlenme tarzına da karşı çıkmaktadır. Ekoloji, LGBTİ mücadelesi gibi farklı mücadele alanlarının yaratılması Adorno’nun tarih içerisindeki “sürekli mücadele” anlayışına denk düştüğüne dair yorumlanmıştır. Kitle ve tüketim toplumuna katılmayan birey kendi özgür iradesiyle her zaman bir mücadele içerisinde var olacaktır.

Adorno, Lenin’in “öncülük” anlayışını eleştirir. Önderin izinden gitme düşüncesinin bireyin bağımsız düşünmesini engellediğini ve bireyleri tek bir kişiye bağımlı kıldığını savunuyor. Tıpkı Lukacs gibi, partinin bütünlüğü ve partinin öncülüğüyle proletaryanın bütünlüğüyle kapitalizmin aşılamayacağını savunmaktadır. Yani kapitalizmi devirecek olan işçi sınıfı ve işçi sınıfının bilinci değildir!

Yeni Sol Update’i

Bugün marksist tartışmaların temelinde duran “yeni sol” kavramı Herbert Marcuse (1898-1979) ile başlamıştır. Marcuse’nin Frankfurt Okulu’ndaki yeri Horkheimer ve Adorno’ya kıyasla daha farklı bir pozisyondadır. Marksizme Freudyen bir açılım getiren Marcuse, özellikle son dönem çalışmalarında ekonomik ihtiyaçların bütünleşme ve baskı aracı haline geldiği düşüncesinden hareketle, ekonomik ihtiyaçlardan daha fazla “insani” ihtiyaçlara yönelmiştir.

Marcuse’e göre Marks’ın teorisinde proletaryanın rolü kapitalizmin mutlak bir yansımasıdır. Marks işçi sınıfının sefilleşmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşmanın proleter devrim açısından yaşamsal olduğunu söyler; diğer taraftan kapitalizmin dönemsel krizini basit bir siyasi çelişki olmaktan öte yapısal bir çelişki olduğunu ileri sürer. Üretici güçler, onunla birlikte, onun altında ilerlediği örgütlü teknik koşullara işaret eder. İmalat, makine sanayi, otomasyon endüstrisi üretim güçlerinin farklı düzeyleridir. Bunların sahiplenilmesiyle çelişki içerisinde bulunan üretici güçler; bilimi, gelişmiş iletişimi, yüksek eğitim düzeyini ve içselleştirilmiş disiplini barındırır. Böyle olduğunda, Marks’ın söylediğinin aksine bu bir sefilleşme değildir. İşçi sınıfının denetim altına alınması ve örgütlenmesi için gerekli olan koşulların ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu noktada Marcuse, devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfından bahsetmenin olanaksızlığını vurgular.

1964’ta yazdığı Tek Boyutlu İnsan ve 1972’de yazdığı Karşı Devrim ve İsyan, toplumsal hareketler noktasında el kitabı niteliğinde olan kitaplardır. Tek Boyutlu İnsan 68 öğrenci hareketlerinin önemli bir kaynağı olarak görülür.

Tek Boyutlu İnsan’ın doğrudan öğrenci hareketi içerisinde kendini var etmesinin nedeni okulların kapitalizmin içselleştirilmesini sağladığı ve okulların bu işlevi terk etmesi gerektiğini savunmasıdır. Marcuse, toplumdaki her türlü varlığı reddetmektedir. Toplumu bir bütün olarak ele almamak gerektiğini, ancak proletarya diye bir varlık olmadığını, bu kavramların artık iç içe geçtiğini söylemektedir. Etnik ve ırksal mücadele verenlerin, kendi yerel bölgelerinde ekoloji üzerinden mücadele edenlerin veya gay ve lezbiyenlerin de toplumsal yaşamın adaletsizliklerinden muzdarip olduğunu ve bunun mücadelesinin özgürleştirici olduğunu savunmaktadır.

ALTHUSSER

Altyapı-Üstyapı, İktidar Update’i

Louis Althusser, Lukacs ve Gramsci’nin geliştirdiği, ardından Frankfurt Okulunun doruk noktasına ulaştırdığı Hegelci marksizmi ve hümanizmi doğrudan reddeder. Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda açıkça belirttiği üzere “marksizmde eksik kalan yerleri tamamlama” çabası içerisine girerek marksizmi update etmiştir.

Marks toplum yapısını özgül bir belirlenmeyle eklemlenmiş düzey ya da kertelerden oluşmuş biçimde tasarlamıştır: Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile hukuk ve devlet, çeşitli ideolojiler, ahlak, aile, din gibi kavramları içeren üstyapı. Marksizme göre, üstyapının altyapıya göre özerkliği vardır ancak altyapı üstyapıyı etkilemektedir. Yani ekonomik ilişkiler nasıl şekilleniyorsa devlet, hukuk ve ahlak da ona bağlı olarak şekillenecektir.

Althusser, bu noktada Marks’ın bir durumu gözden kaçırdığını iddia eder. Hukuk, devlet ve ideolojinin yani üstyapının ekonomik temeli yani altyapıyı etkilediğini söylemektedir.

Althusser’in Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda söylediği üzere “Marksizme eklemek istediğim bu tez, tüm yapıların birbirini etkilediği, birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği tezidir.” Yine aynı kitapta, üstyapının önemini şu şekilde vurgular: “Başka bir söyleyişle okul, (fakat aynı zamanda kilise gibi devlet kurumları, ordu gibi başka devlet aygıtları da ) bir sürü beceri öğretiyor. Fakat bunu yönetici ideolojiye boyun eğmeyi ya da bu ideolojinin ‘pratiğinin’ egemenliğini sağlayan biçimde yapıyor. Tüm üretim, sömürü, baskı görevlileri ve Marks’ın deyimiyle ‘ideoloji profesyonellerinin’ görevlerini ‘bilinçli olarak’ yerine getirmek için şu ya da bu oranda ideolojiyi benimsemiş olmaları gerekir. Ya sömürülenler yani proletarya ya sömürücüler yani kapitalistler, ya sömürünün yardımcıları yani yönetici kadrolar, ya da hakim ideolojinin büyük papazları, yani devlet memurları…”

Devlet, marksist kuramda Marks’ın Paris Komünü Üzerine ve Lenin’in Devlet ve Devrim metinlerinde devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Baskı yoluyla devletin kontrolünü elinde bulundurmaktır. Buradan anlaşılması gereken ise, hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğu ve varlığı tanınan, özelleşmiş bir aygıt. Yalnızca polis, mahkemeler veya hapishaneler değil, polis “olaylarla başa çıkamadığında” duruma el atacak olan ordu, devlet başkanı ve hükümeti de kapsar. Marksizme göre devlet, yalnızca devlet iktidarının bir işlevi olarak anlam kazanır. Tüm siyasal sınıf mücadeleleri devlet iktidarını ele geçirmek üzerine kuruludur. Tam da bu noktada Althusser bir ayrıma gitmek gerektiğini söyler: devlet iktidarı ve devlet aygıtını ayırmak gereklidir. Bu kavrama Althusser “devletin ideolojik aygıtları” adını verir. Marksist teoride devlet aygıtı hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler ve hapishanelerdir. Althusser’e göre bunlar yalnızca devletin baskı aygıtlarıdır. İdeolojik aygıtlar ise; dini (çeşitli kiliseler sistemi), öğretimsel (değişik, özel ve devlet okulları), aile, hukuk, siyaset (çeşitli siyasal partiler), sendika, haberleşme (basın, radyo, tv), kültür (edebiyat, sanat, spor vb.). Tüm bunlar devletin baskı aygıtı aygıtı ile aynı şeyler değildir. İşleyiş mekanizmaları birbirinden tamamen farklıdır. Devletin baskı aygıtı ele geçirilmiş olsa dahi ideolojik aygıtlar varlığını sürdürmeye devam eder. Üstelik baskı aygıtları “kamusal” alanda yer alırken, ideolojik aygıtlar tamamen “özel” alanda yer alır. Devletin baskı aygıtı “zor kullanarak” bir başka deyişle şiddet tekelini elinde bulundurarak işler, ideolojik aygıtlar ise “ideoloji” kullanarak işler. Devletin baskı aygıtlarına dair iktidarın bir yasa çıkarması oldukça kolayken, devletin ideolojik aygıtlarına değinen yasalar çıkarmak oldukça zordur.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde Althusser’in marksizmi update ettiği iki temel nokta vardır: İlki üstyapının da altyapıyı belirlediği veya belirleyebileceği, diğeri ise devlet iktidarına yöneliktir. Marksizmin savunduğu tezlerin tamamen dışında bir söylem geliştirerek “teorinin eksikliklerini kapatma” çabasında olan Althusser, görece birtakım marksistler değerlendirildiğinde bunu başarmış olsa gerek.

OTONOMİST MARKSİZM

NEGRİ VE HARDT

Otonomist marksizmin önde gelen temsilcilerinden İtalyan felsefeci A. Negri ve Amerikalı edebiyat kuramcısı M. Hardt’ın da marksizme yönelik ciddi update’leri bulunmaktadır. Özellikle İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında küresel kapitalizmin ve devletin post modern dönemde geçirdiği dönüşümlere, devrimci özne olan proleteryanın anlamındaki değişikliğe, üretim biçiminin ve emeğin dönüşen yapısına yönelik update’ler bulunmaktadır.

Kapitalizm ve Devlet Update’i

Negri ve Hardt’ın oluşturdukları teorinin ana hatları ulus-devlet ve emperyalizm kavramları üzerinedir. Negri ve Hardt’a göre “üretim ve mübadelenin asli unsurları -para, teknoloji, insanlar ve metalar- ulusal sınırları giderek daha kolay geçiyor; dolayısıyla ulus-devlet bu akışı düzenleme gücünü ve ekonomi üzerindeki otoritesini günden güne yitiriyor.” Bu sebeple ulus devletler ve emperyalizm giderek önemini yitirmektedir. 1970’lerde açığa çıkan yeni egemenlik biçiminin adı İmparatorluk’tur; “Dünya Bankası gibi ulus-aşırı birimlerden, ulus devletlere ve oradan yerel ve bölgesel sivil toplum kuruluşlarına kadar görece otonom farklı tipte yapılar ve örgütler”in var olduğu bütünlüklü bir küresel kuruluştur.

Negri ve Hardt, Lenin’in 1916 yılında yazdığı kitapla Marksist teoriye kapitalizm ve devlet update’i olarak eklediği ve kapitalizmin en yüksek tekelci aşaması olarak tanımladığı emperyalizm teorisinin sonunun geldiğinden, “emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlatmakta yeterli bir kavram olmadığı”ndan bahsetmektedir.

Üretim Biçimi, Altyapı-Üst Yapı ve Emek Update’i:

Üretim biçiminin, altyapı-üst yapı meselesinin, emek kavramının değiştiği söylemleri açıkçası günümüzün sorunlarını analiz etmede marksist teoriye can simidi değerinde önemli eklemeler sağlamıştır.

İmparatorluk döneminin üretim tarzını betimlerken Foucault’un tanımı olan “biyo-politik” kavramını kullanmışlardır. Ayrıca, “kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramları İmparatorluk kavramının merkezi özelliğini betimler.” sözleri, Foucault’cu bir update’in izlerini taşır.

“Küresel ekonomideki servet yaratımı giderek daha fazla bizim biyo-politik üretim dediğimiz üretim tarzına, yani ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimine meylediyor.” sözleri, altyapı ve üstyapı meselesine dair bir update’i de içermektedir. Onlara göre, toplumsal üretim ve tüzel meşruluk birer altyapı-üst yapı öğeleri olarak değil birbirlerine paralel bir şekilde yan yana var olmaktadır; ekonomik üretimle politik kuruluş zaman içinde örtüşme eğilimine sahiptir.

“Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş eskiden beri altyapı ve üstyapı olarak adlandırılan alanların reel olarak birbirine yakınlaşmasıyla ilgilidir.”

Biyo-politik üretim aynı zamanda “üretici emeğin yeni doğası”nı da ortaya koymaktadır. Emeğin biyo-politik boyutu olarak, artık-değer üretiminde önceleri kitlesel fabrika işçilerinin emeğinin oynadığı merkezi rol, günümüzde giderek daha fazla entelektüel, maddi olmayan ve iletişimsel emek gücüne geçmektedir. Maddi olmayan ürünler –bilgi, enformasyon, iletişim, dilsel ya da duygusal ilişkiler− üreten emek aynı zamanda “kendi eğilimini başka emek biçimlerine ve toplumun kendisine kabul ettirmiştir.”

Negri ve Hardt bu yeni kapitalist değer birikimi meselesini sömürü mekanizmasının merkezine konumlandırabilen yeni bir politik değer teorisinin geliştirilmesi ve yeni değer teorisinden sonra asıl olarak bilgi, iletişim ve dil yoluyla işleyen yeni bir öznellik teorisi kurmak gerektiğinden bahsetmişlerdir.

Devrimci Özne Update’i

Bu yeni üretim ve iktidar biçimi yeni bir öznellik tanımlamasında da bulunmuştur. Maddi olmayan emek zemininde yer alan öznelerin oluşturduğu bütün olarak tanımlanan “çokluk”, küresel düzeyde imparatorluğa karşı bir alternatif olarak sunulmaktadır.

Çokluk kavramı bir tekilliğe veya tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farklılıklara sahiptir; kültür, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar.

“Halk” kavramı gibi yekpare bir bütünlük oluşturmayan ve “güruh, kalabalık ve kitle” kavramları gibi edilgen olmayan, etkin ve çok boyutlu “çokluk” kavramı otonomiyi gerçekleştirebilme yeteneğine sahip bir öznelliği tariflemektedir.

İkilinin Marks’ın sınıf teorisinin temelindeki devrimci özne/proletarya tanımına getirdikleri update, oldukça açıktır. “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proletaryanın bileşimi değişmiştir, dolayısıyla bizim proletarya anlayışmız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak proletaryayı emeği kapitalist üretim ve yeniden üretim biçimleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak anlıyoruz. Bundan önceki bir devirde proletarya, erkek kitlesel fabrika işçisi olan ‘endüstriyel işçi sınıfı’ olarak tanımlanıyordu.” sözleriyle “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesin proletarya kategorisi altında olduğunu” belirtmişlerdir.

Negri ve Hardt proletarya kavramını genişletmiş olsalar da kavram, sahip olduğu anlam ve genişletildiği biçim sebebiyle yetersiz bir “özne” tarifi yapmaktadır. Bu tanım, küresel kapitalist sistemin, devletlerin ve dini yapıların yani, siyasi, ekonomik, erkek egemen ve dini iktidarların baskı, sömürü ve tahakkümü altındaki ezilenleri kapsamamaktadır.

DİĞERLERİ

TARIK ALİ

Pakistanlı marksist tarihçi, özellikle üniversite yıllarındayken politik eylemliliğin içerisinde aktif bir şekilde yer almış Tarık Ali ise marksizme “fundamentalizm” kavramı üzerinden bir update uygulamıştır.

Fundemantalizm Update’i

Tarık Ali, 11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kuleler’e gerçekleştirilen saldırının ardından ABD’nin Ortadoğu’daki halklara yönelik düşmanca davranışlarını ve Irak İşgali dönemini klasik bir marksist söylemle tariflememiştir.

Güncel siyasi analizi ortaya koymak için Marks’ın ekonomik söylemleri ve emperyalizm anlatıları yetersiz bulan Tarık Ali “yeni” dünya atmosferinde söz konusu olanın, sınıf çelişkisi, emperyalist sömürü ya da “medeniyetler çatışması” değil de, bir “fundamentalizmler çatışması” olduğunu, en büyük tehlikenin ise “baş fundamentalist” ABD olduğunu belirtmiştir.

“Allah bizden yana” ve “Tanrı Amerika’yı korusun” gibi dinsel sloganların temel olduğu bir savaş çılgınlığının geri getirildiğini düşünmektedir. Yaşadığımız dönemde ABD’nin emperyalist fundemantalizminin karşısında İslami fundamentalizmin olduğunu düşünen; Yahudi ve Hristiyan fundamentalizminin tarihte İslami fundamentalizmden çok daha kan dökücü ve zalim olduğunu söyleyen Tarık Ali, küresel boyuttaki çatışmaların çeşitliliğine rağmen çok genel olgulardan bahsetmekle yetinmiştir.

ALAIN BADIOU

Fas doğumlu Fransız felsefeci marksist Alain Badiou, modern sofistler olarak adlandırdığı post modernistlere karşı kendisini hakikatin savunucusu bir Platoncu olarak tanımlamaktadır. Aynı zamanda Mao’nun kültür devriminin ve 60’lı yıllarda Fransa’da artan maoculuğun etkisiyle Sovyetlerin parti-devlet sistemine eleştiriler getirmiştir.

Komünizm Update’i

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve marksist pratiklerin etkisini büyük oranda yitirmesinin ardından komünizmin öldüğü şeklindeki savlara karşı ölenin sonlu ve sınırlı olan Parti-Devlet olduğunu; -Marks’ın düşüncelerinden ve marksist yazından farklı olarak ve Platon’un bir kavramı olan- “idea” olarak komünizmin sonsuz, sınırsız ve ölümsüz olduğunu ileri sürmektedir.

Komünizm update’inde, verili üretim tarzlarından komünizme “geçiş sorunu” da bulunmaktadır. Badiou, “sosyalist devrim” ya da “millî demokratik devrim” pratikleriyle sağlanacak olan komünizme geçiş tezlerine karşı çıkmış, doğrudan komünizme geçmeyi gündemleştirmiştir.

ÉTIENNE BALIBAR

Althusser’in öğrencisi olan ve siyaset felsefesi üzerine yoğunlaşan Fransız marksist Etienne Balibar da marksizme yurttaşlık ve demokrasi update’i yapmıştır.

Demokrasi ve Yurttaşlık Update’i

Toplumsal, siyasi ilişkileri ve dönüşümleri ekonomik bir temelden ziyade siyaset felsefesinin kavramları olan demokrasi ve yurttaşlık kavramları üzerinden anlatması sebebiyle Balibar’ın düşüncesi başlı başına bir update olarak karşımıza çıkmaktadır.

Demokrasinin hep gelmekte olduğunu, ideal bir şey olmadığını ve kökleri Antik Yunan polisine giden yurttaşlıkla çatışkı içerisinde olduğunu düşünmektedir. Yapılması gerekenin demokrasinin demokratikleştirilmesi ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi için mücadele olduğunu belirten Balibar, mücadele edilmediği takdirde yurttaşlık haklarının genişletilemeyeceğini ve -klasik marksizmin ilerlemecilik anlayışından farkını ortaya koyan bir biçimde- yurttaşlığın her zaman ilerlemeyeceğini de belirtmektedir.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında verilen mücadelelerin “ulus-devletin sosyal yurttaşlığı”nı ortaya çıkarttığını, ardından gelen neo-liberal politikalarla birlikte yurttaşlık haklarında gerilemelerin olduğunu ifade etmektedir.

Balibar, sınıf mücadelesini -“devrimin kaynağı” olarak gören marksist anlayışa karşı- bir yurttaşlık biçiminin yaratıcısı olarak tanımlamaktadır ve sınıfı idealize etmemektedir. Sınıfın yaşanan neo-liberal dönüşümlerle devrimci ruhunu kaybettiğini belirten Balibar, günümüzde özellikle Batılı devletlerin göçmenlere yaptıklarına karşı işçi sınıfının çoğu zaman duyarlı olmadığını, göçmenlerle dayanışmadığını da aktarmıştır.

Ona göre, demokrasinin demokratikleştirilmesi bir süreci anlatır. Sürecin bir sonu yoktur. Bu sürecin faili başlı başına tek başına işçi sınıfı değil, “etkin yurttaş”tır. İşte bu nedenle etkin yurttaşın her zaman ayaklanma ve devrim kavramlarıyla bağı anlatılmaktadır.

Ayrıca, “siyasi bir güç ya da hareketin toplumu demokratikleştirmesinin koşulu, bunların kendilerinin hem hedefleri hem de içsel işleyişleri bakımından karşı çıktıkları sistemden daha demokratik olmalarıdır. Kendisi anti-demokratik olan sistem ya da toplumun, demokratik olmayan yollardan kökten dönüşümü sağlanamaz.” cümlelerini kapitalist ve marksist pratikleri de yetersiz görmesi sebebiyle kurmuştur.

HENRI LEFEBVRE

Neomarksist olarak bilinen Fransız sosyolog ve felsefeci, marksizme mekan ve kent meselesi üzerinden update’ler yapmış Henri Lefebvre, son dönemlerde mekan ve kent sorunlarının tahlilinde en çok okunan isimlerden biri olmuştur. Mekanı bir üst yapı olmaktan çıkaran, kenti sanayileşme için anahtar bir kavram olarak ele alan update’leri bulunmaktadır.

Mekan ve Üstyapı Update’i

Lefebvre, mekânın toplumsal değerler ve anlamlara dayalı olan ve mekânsal algı ve uygulamaları belirleyen bir toplumsal ürün olduğunu savunmuştur. Oysa marksizmde toplumsal mekan bir üstyapı olarak görülmekte ve hem üretici güçlerin hem de yapıların, mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak kabul edilmektedir. Lefebvre için mekan, üretici güçlere, iş bölümüne dahildir ve mülkiyetle ilişki içerisindedir. Mübadeleyle, kurumlarla, kültürle, bilgiyle ilişkilidir. Mekanın mübadele değeri ve kullanım değeri vardır; alınıp satılır.

Mekanın üst yapı olarak görülmesiyle ilgili olarak marksizme bir update yapan Lefebvre, Marksist devrim anlayışına bir ekleme yaptıklarını da belirtmiştir. Ona göre baş aşağıda, ayakları havada duran yalnızca Hegel’in felsefesi ve diyalektiği değildir: “Marks’ın baş aşağı olarak tanımladığı şey toplumdur. Baş aşağı çevrilen dünya teorisine sanayi örgütlenmesi içindeki marksist devrim projesini bir ‘kentsel devrim’ projesiyle tamamlayan birkaç nokta ekledik.”

Kent ve Sanayileşme Update’i

Lefebvre, kent ve kentleşmeyi sanayileşmeyi anlamak için anahtar fenomenler olarak görür: “Marks, şehirleşmenin ve kentin, sanayileşmenin anlamını içerdiğini gösteremedi. Sanayi üretiminin toplumun kentleşmesini içerdiğini ve sanayinin potansiyellerine hakimiyetin şehirleşmeyle ilgili özgül bilgiler gerektiğini görmedi. Sanayi üretimi, belli bir büyümeden sonra, şehirleşmeyi yaratır; bunun koşullarını sağlar, olasılıklarını açar. Böylece sorunsal yer değiştirir ve kentsel gelişme sorunsalı olur.” Marks’ın eserlerindeki şehire dair bilgilerde kent sorunu değil sadece konut sorunu ortaya konmuştur.

Lefebvre’nin mekanı üstyapı öğesi olmaktan çıkarması aslında güncel sorunlardan biri olan mekan ve kente dair marksizmin yorum yapabilmesini sağlamıştır. Fakat kentleşmeyi büyük oranda sanayi üretimi ve modern kapitalizmle birlikte ele aldığı için aslında kente dair analizinde eksik kalmıştır.

MARKS’TAN ETKİLENİP KENDİLERİNE MARKSİST DEMEDEN MARKSİZMİ ETKİLEYENLER

Kapitalist düzeni, toplumsal ilişkileri ya da döneminin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sorunsallarını çözümlemeye kalkışan pek çok düşünür Marks’ın ortaya koyduğu düşüncelerden etkilenmiştir. Marks’ın “sınırsız sermaye birikimi” gibi özellikle ekonomik alandaki görüşlerinden etkilenip kendi teorilerini ortaya koyan ama kendisini Marksist olarak tanımlamayan düşünürlerin görüşleri marksist teoriye eklemlenmekte ya da “marksist kuramı doğrulayan” düşünceler olarak sahiplenmektedir. Bu düşünürlerin tezleri doğrudan Marks’a olmasa da marksizme eklemlemeler/update’ler içermektedir.

IMMANUEL WALLERSTEIN

Amerikalı bir sosyolog olan ve “dünya-sistem” analizini ortaya koyan I. Wallerstein, Marks’ın temel birkaç düşüncesini kabul edip belirli noktalarda onun görüşlerinden ayrılan düşünürlerden biri.

Dünya Sistem Analizi

Wallerstein’a göre şimdiye dek iki tür dünya-sistem var olmuştur: Dünya-imparatorluk, dünya-ekonomi.

Bir dünya-imparatorluk, tek bir politik merkezin, fakat çok sayıda kültürün var olduğu büyük bir bürokratik yapıyken; bir dünya-ekonomi ise çok sayıda politik merkezin ve çok sayıda kültürün olduğu yapıdır. Analize göre, kapitalizm de modern bir dünya-ekonomi olan dünya-sistemdir.

Wallerstein’ın kapitalizmi modern dünya-sistem olarak tanımlamasında Marks’ın görüşlerinin etkisi büyüktür. Marks’ın kapitalizmin gelişmesinde ortaya koyduğu “sınırsız sermaye birikimi” düşüncesini analizinin temel dayanak noktası yapmıştır. Bir farklılık olarak sermaye birikiminde artık-değerden ziyade ağırlıklı olarak kâr kategorisini ön planda tutmuş, kâr ile artık değer arasındaki ilişkiyi incelememiş ve kapitalizmin kökenini pazar ilişkilerine dayandırmıştır. Bu sebeple kapitalizmin ilk olarak on altıncı yüzyılda Avrupa’da “pazar ticaretinin” gelişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmektedir. Marks ise temel eserlerinde 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kapitalist toplumsal dönüşümü ve sermayenin toplam döngüsünün nasıl gerçekleştiğini incelemiştir.

Marks ve Marksizm Hakkındaki Yorumları

Wallerstein analizini kurarken yüzünü döndüğü Marks’a ve marksizme yönelik yorum yapmaktan ve eleştirmekten de geri durmamıştır. 1883 ile 1950 yılları arasındaki marksizmi “ortodoks marksizm” olarak tanımlamış, bu dönemdeki marksist partilerin devlet iktidarını “elde etmeye kilitlenmiş” partiler olduğunu söylemiştir. “Sınıf çatışmalarının asli olduğunu ve diğer tüm çatışmaların yan olgular olduğunu” iddia eden ve dolayısıyla; “milliyetçi, etnik, feminist ve diğer tüm benzeri hareketlere düşman” bu partileri eleştirmiştir.

Wallerstein’ın devlet iktidarı düşüncesi marksist altyapı-üst yapı ilişkileri ile bağlantılı olmuş ama ekonomik çatışmaların dışındaki sorunların görmezden gelindiği yorumunda bulunmuştur. Ona göre devlet iktidarı kapitalizmin yarattığı iktidar biçimlerinden sadece bir tanesidir. Kültürel, toplumsal ve ekonomik iktidar biçimleri de kapitalizm içinde var olmaktadır. Ortodoks marksizmin en temel hatası, kentli işçi sınıfını öncelikli kılmak ve kapitalizmin ortaya çıkardığı diğer çatışmaların taraflarını ötekileştirmektir. Ayrıca marksistlerin analizlerini ulus devlet içine sıkıştırdıkları iddia etmiştir.

Ekonomik temelli olmayan çatışmaların görmezden gelindiği meselesinde haklı bir yorumda bulunurken ne var ki bu çatışmaların kapitalizmin yarattığı iktidar yapılardan geldiğini söylemesi ve çatışmaların kaynağı olarak kapitalizme yüzünü çevirmesi radikal bir eleştiri olarak görülemez.

Ortodoks marksizme yönelik tümden eleştirilerine rağmen Wallerstein, Marks’ın görüşlerinde hem savunduğu hem de eleştirdiği yönleri ortaya koymuştur. Wallerstein, Marks’ın toplumsal yapıyı diyalektik biçimde algılamak gerektiğine; sermaye birikiminin sistemin temel mekanizması olmasına; artı-değer kavramına; kapitalizmin yaşamın toplumsal örgütlenmesini kutuplaştırmasına; sosyalizmin devletin sönümlenmesini içermesine; kapitalizmden sosyalizme geçişin evrimci biçimde değil devrimci biçimde gerçekleşeceğine dair düşüncelerinin son 150 yılın ve hatta son 400 yılın gerçekliğini açıkladığını düşünmektedir. Bu konularda Marks’a hayranlık beslerken “Kapitalizmin önceki toplumlara göre bir ilerlemeyi temsil ettiği ve sınıfsız toplumun ortaya çıkmasıyla sona ereceği düşüncesi”nin “kuşkuya yer bırakmayacak kadar hatalı” olarak tanımlamıştır.

Marksizmden tümden uzaklaştığı bir mesele ise hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba “özne” rolü vermemesidir.

DAVID HARVEY

Britanyalı bir coğrafyacı ve antropolog olan, son dönemlerde kent üzerine yaptığı çalışmalarla kendinden söz ettiren David Harvey; marksizmden etkilenip kendisine Marksist demeyen ama Marksist kent kuramcıları dendiğinde ilk akla gelen isimlerden.

Harvey, “mekân”ı, ontolojik bir kategori olarak ele almamakta; mekansal ilişkilerin bağımsız niteliklere sahip olduğunu reddetmekte ve mekanı, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyut olarak tariflemiştir. Mekan, kentsel mekan üzerine Lefebvre ile birlikte marksist kuramda ciddi değişikler, eklemeler gerçekleştiren isimlerden biridir.

Marksist Kuramın Mekansallaştırılması

Harvey’in önce Sosyal Adalet ve Şehir ardından Sermayenin Sınırları çalışmalarında belirlediği gündemlerden biri “marksist kuramın mekansallaştırılması ya da toplumsal mekan sorununun marksist kurama bağlanması ve karmaşık kapitalist kentsel sürecin anlaşılması” olmuştur.

Harvey’in Sermayenin Sınırları kitabındaki sınır kavramının ikili anlamı vardır. “İlkinde sınırlar sermayenin diyalektik gelişimiyle ilgili iken ikinci durumda ise Marks’ın Kapital’inin sınırları ifade edilmiştir.” Harvey’e göre “toplumsal mekan” sorunu marksizmde de başlangıcından beri geri plana atılmıştır.

Harvey’in tüm çalışmalarında başvurduğu sermaye akımları ve yatırım döngüleri, toplumsal mekanın üretilmesi, dönüştürülmesi ya da yıkılmasında, eşitsiz coğrafi gelişmede, temel kuramsal araçlardır. Harvey’e göre Marks’ın sermaye kuramının eksikliği de zaten sermaye dolaşımındaki mekansal olguyu ele almamış olmasıdır.

Marks Kapital’de sermayeyi bir süreç olarak görmüştür ama bu sermaye kavramı mekansal boyut içermez. Onun için Kapital’de doldurulacak “boş kutular” ile açılması gereken “pencereler” bulunmaktadır. Kısacası, Harvey’in önerdiği şey marksist kuramın mekansal olgu ve süreçler dahil edilerek geliştirilmesidir: “Siyasi stratejimizin merkezine devrimin kentleşmesini koymaktan başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”

Kapitalist Kriz ve Kent

Harvey’in kapitalist kriz ve kent mekanı üzerindeki söylemleri de marksizmin kapitalist kriz söylemine ve genel olarak marksizme önemli eklemlemeler içermektedir.

Harvey, yapılı bir çevre olarak kent mekanının kapitalizmin doğurduğu krizin atlatılmasında önemli ve merkezi bir rol oynadığını söylese de kente kapitalist birikim süreçlerinden bağımsız bir yapı ve özgünlük atfetmenin yanlış olduğunu söyleyerek kente dair yorumlarında marksist kapitalist birikim teorisinden çok da “bağımsız”laşamamıştır.

Harvey’e göre marksist öngörünün aksine, kapitalizmin krize meyilli yapısı karlılığın/kar oranlarının düşmesinden daha çok üretim sonucu elde edilen artı değerin tekrar üretime çevrilememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, kapitalizmin krizden kurtulup kendini devam ettirebilmesinin koşulu artı değerin kent mekanında sürekli olarak üretim döngüsüne dâhil edilmesinden geçmektedir. Kentleşme hem tüketimin arttırılması yoluyla artı ürünün soğurulmasını hem de, büyük çaplı yatırımlar isteyen altyapı-üstyapı faaliyetleri vasıtasıyla, artı değerin yeniden üretim döngüsüne dâhil edilmesini sağlamaktadır.

MARKSİZMİN KADIN UPDATE’İ

İdeoloji, felsefe, mücadele yöntemi olarak da görülen bir ekonomik modelin; marksizmin, özünde neredeyse hiç değinmediği, değindiğindeyse tek bir açıdan -ekonomik açıdan- ele aldığı için derinlemesine yorumlayamadığı, dolayısıyla çözüm üretmekten uzak kaldığı, ne kadar güncellense de yetemediği kadın özgürleşmesi konusuna dair update’lerini incelemek bu yazının ereğidir.

Marks ve Engels’te Kadın Update’leri

Marks, başlangıçta -bir çok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti gibi- kadınların ikincil konumuyla, bu ikincillikten toplumun genel durumunu sembolize etmek için yararlandığı ölçüde ilgilendi. 1843’te yazdığı Yahudi Sorunu Üzerine adlı kitabında ve 1844 El Yazmaları’nda kadın- erkek arasındaki ilişkiyi, “toplumsal gelişme” düzeyini temsil ettiği iddiasıyla tartışma konusu yaptı. Özel mülkiyet ve sahiplik ilişkisinin hakim olduğu yerde, “tür ilişkisinin kendisi, erkekle kadın arasındaki ilişki vs. bir ticaret nesnesine dönüşür. Kadın alınıp satılır.” diyordu.

1845’te yayınlanan Kutsal Aile’de ise Genç Hegelciler’e mizahi bir atıfta bulunan başlığa rağmen, aile konusuna değinmemişti. Ancak birkaç pasajda, erkeğin kadınla olan ilişkisi hakkında yaptığı vurgunun değiştiği gözlenebilir. Bu vurgunun, marksizmde kadına ilişkin ilk update olduğu söylenebilir. Fourier’in kadının durumunu toplumsal ilerlemenin koşulu olarak sunduğu sözünü serbestçe alıntılayarak “tarihsel bir çağdaki değişim daima kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi tarafından belirlenebilir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın güçlüyle olan ilişkisinde, insanal doğanın yabanıllık karşısındaki zaferi açıktır. Kadının özgürleşme derecesi, genel özgürlüğün doğal ölçüsüdür.” sözleriyle Fourier’in aksine, kadının durumunu toplumsal ilerlemenin ölçüsü olarak betimlemiş; kadını, sıradan bir örnekten bir şeylerin ölçüsü olma konumuna taşımıştır.

Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da, kadın erkek ilişkilerini şöyle değerlendirmiştir: “Burjuva için karısı üretim aracıdır. Bu nedenle o, ortaklaşa mülkiyet deyince kadınların da ortaklaşmasını anlar. Oysa bugün burjuva evlilik kadınların ortaklaşa kullanılışıdır zaten. Biz olsa olsa kadınların ortaklaşa kullanılmasını açığa çıkarmış olmakla ve açık gizli fuhuşun ortadan kaldırılmasını hedeflemiş olmakla suçlanabiliriz…” Proletarya cephesinde ise yine aynı metinden alıntıyla: “Cins ve yaş farklarının işçi sınıfı için artık hiçbir toplumsal geçerliği yoktur. Yalnızca, yaş ve cins farklarına göre farklı giderlere yol açan emek araçları vardır.” Temel ayrım hala sadece burjuvazi ile proletarya arasındadır.

Yıllar sonra Alman İdeolojisi’nde “Bütün bu çelişkileri içeren ve kendisi ailedeki kaba iş bölümüne ve toplumun tek tek ve birbirine karşıt ailelere ayrılmasına dayanan iş bölümü ile, aynı zamanda iş bölümünün ve ürünlerinin paylaşımı, üstelik hem nitel ve hem de nicel eşitsiz paylaşımı, ve kadının ve çocukların erkeğin kölesi olduğu ailede çekirdeği, ilk biçimi bulunan mülkiyet doğdu.” gibi bir çok pasajla, cinsiyete dayalı iş bölümü tanımı yapmış ve bu tanımı özel mülkiyetin kaynağıyla ilişkilendirmiştir. Ancak bununla sınırlı kalmıştır; belirlenim ve analizler ne yazık ki sorunun çözümü için yeterli değildir.

Kapital’de Marks “Emekçi kendine aittir ve zorunlu yaşamsal işlevlerini üretim sürecinin dışında gerçekleştirir. …emekçinin kendini yeniden üretmesi için onun öz savunma ve türünü sürdürme güdülerine güvenebilir… Sermaye ev içi alanıyla ilgilenmez.” demiş, derinleştirmediği için yüzyıllarca defalarca yeniden update edilecek update’lerden birine, “ev içi emek” meselesine değinilmiştir.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında ifade ettiği “Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” sözleriyle, “kadın sorunu” olarak nitelenen ataerki sorununun çözümüne yönelik indirgemeci yaklaşımı gözler serilmiştir. Aynı kitapta Engels’in görüşlerinde, dönemin kadın hareketlerinin yükselmesinin etkisi, Engels’in kendi update’i de açıkça görülmektedir: “Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” Salt sınıfsal çelişkinin, kadın sömürüsünün kökenini açıklamakta yeterli olmayabileceği endişesiyle yeni analizler yapma ihtiyacı hissedilmiş ancak yapılmamıştır.

Proleter Kadın Hareketi’nin Aklama Update’leri

“Elbette, Marks kadın sorunuyla ‘doğrudan’, ‘yalnız onun üzerinde durarak’ uğraşmadı. Bununla birlikte, kadının hak eşitliği için eşsiz olanı, en önemli olanı yaptı. Materyalist tarih kavramıyla bize kadın sorunu üzerine eksiksiz formüller vermediyse de, daha iyisini verdi; onları bulmak ve kavramak için doğru, güvenilir yöntemi…”

Clara Zetkin

Marks ve Engels’in, yazılarında “kadın sorunu” dedikleri meseleyi derinlemesine irdelemediği, marksist kadınlar tarafından dahi kabullenilen bir gerçektir. Marks ya da Engels’in “kadın özgürleşmesi” meselesinde yol göstermekle yetinerek kadınlardan kendi yollarını çizmelerini istediklerini düşünmek, ya fazlaca saflık olacaktır ya da devamcısı olduğu teorisyenleri aklama çabası…

İkinci seçenekten taraf olanların, açıkça ekonomik bir öncelik koyan Engels’i aklama çabalarında yaptıkları alıntılar, elbette bu söz gibi apaçık olanlar değildir: “Kadınlar ile erkekler arasındaki gerçek eşitliğin, ancak her ikisinin de sermaye tarafından sömürülmesi ortadan kalktığı ve ev işi kamusal bir sanayiye dönüştürüldüğü zaman gerçekleşebileceği inancındayım.” Üstü kapalı sözleri yorumlayarak farklı anlamlar çıkarmak, özellikle bir dönemin Proleter Kadın Hareketi’ni kuran kadın ve erkeklerin(!) benimsediği yöntemlerdendir.

Marks, Engels ve Lenin’den seçme pasajları içeren Kadın ve Aile kitabına yazdığı önsözde Clara Zetkin Lenin için “Savaşım ve kuruluş sırasında bir tek gücün fazla olmadığını ve her şeyin devrime ve komünizme yararlı kılınabileceğini kuvvetle duyuyordu.” der. Kadınların özgürleşmesinin değil, proleter devrimin başarısının hedeflendiğini vurgulamak yerine kadınları mücadeleye katılmaya teşvik ettiği gerekçesiyle Lenin’i över.

Kadın özgürlük hareketinin etkisini arttırdığı bir dönemde ortaya çıkan Proleter Kadın Hareketi, 19. yüzyılda SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmıştı. Düzenledikleri etkinlikler, proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı; çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik… Kadınların hem evde, hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırılarak o güne dek ilgilenilmeyen başlıklar, update’lerle marksizmin temellerindenmiş gibi gösterilmeye çalışıldı.

Bu hareketin teorisyenleri arasında öncelikli olarak Clara Zetkin, August Bebel ve Aleksandra Kollontay sayılabilir. Rosa Lüksemburg ise, marksistlerin kimine göre bu ekipteyken kimine göre değildir. Lüksemburg feminizm karşıtıdır, kadınların kurtuluşunu belirgin bir biçimde sosyalizmin kurulmasına endekslemiştir. Ancak kadınların sosyal ve ekonomik haklarını da savunmuş, örneğin kadınlara oy hakkı konusunda teoriyi update etmiştir. Reformizmi sonuna kadar eleştiren bir marksistin, tarihteki büyük toplumsal değişimlerinin hiçbirinin oy vererek gerçekleşmemiş olduğunu görmezden gelerek “evrensel oy hakkı”nı savunması, bu update’in en büyük çıkmazıdır.

Clara Zetkin’se -Lenin‘i oldukça tedirgin eden- 1970’lerin “bilinçlendirme grupları”na benzer gruplar oluşturarak işçi sınıfından kadınlarla yaptığı çalışmaları ile tanınır. Kadın örgütlenmesi update’ini onun getirdiği söylenebilir.

Kollontay, ismi geçen kişiler arasında meseleye en eleştirel yaklaşan, kadınlarla evlerde yaptığı toplantılarla işçi kadın kongrelerinin belki de temellerini atan kadın olarak kendi partisindeki erkeklerle bu meselelerde en çok çarpışandır. Ancak “…Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici hale gelmiş olan ailenin ona yüklediği zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için aile sorununun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.” gibi eleştirileriyle update’ler getirmeye çalıştığı marksizmin eksikliğini yamamaya çalışır.

Marksist Feministler ve Sosyalist Feministlerin Kesişim Update’leri

Proleter Kadın Hareketi’nden sonraki en keskin dönemeç 60’lı yılların sonunda yer alır. Bahsi geçen bu dönemeçte politize olan pek çok kadın, marksist kuramı keşfettikleri dönemde, yükselmekte olan “kadınların özgürlük mücadelesi”nin de etkisi altındaydı. Kısa zaman içinde karşılarına büyük bir sorun çıktı; marksist kuramda “kadın sorunu” adı verilen meselenin incelenmesi ve bu meseleye değinen belli başlı on dokuzuncu yüzyıl metinleri üzerine yapılan okumalar, kuramsal geleneğin oldukça hatalı, çelişkili ve yetersiz olduğunu gözler önüne serdi.

Başlangıçta pek çokları, marksizmin temellerinin “kadınların özgürlüğü” savunucularının sorduğu soruları yanıtlayacak şekilde genişletilmesinin yeterli olacağını düşündü. “Ancak bunun fazlaca mekanik bir çözüm olduğu ve geriye açıklanması gereken pek çok nokta bıraktığı kısa sürede kavranıldı. Karşımızda duran Marksist kuram ve kadınların ezilmişliğine dair sosyalist çalışma mirası, kapsamlı bir dönüşüm ihtiyacı sergiliyordu. Durumun kavranmasıyla birlikte, bazıları Marksizm’den büsbütün koptu. Bazılarıysa Marksist kuramı, sosyalist geleneğin yetersizliklerini aşacak bir ‘sosyalist-feminist’ sentez geliştirmek üzere kullanmakta ısrarcı oldu. Ben Marksist kuramı genişletmek şeklindeki ilk amaca sadık kaldım.” sözleriyle anlatıyordu yaşanan ayrışmaları ve kendi ‘tarafını’ Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği isimli kitabında.

Feminizmin kimi özelliklerini marksizme eklemleyen marksist feminizmde asıl amaç, yine marksizmdeki gibi, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin üstesinden gelebilmektir. Geleneksel Komünist Parti ya da Sosyal Demokratların sol kanadına da yakınlığıyla bilinen marksist feminizmin update’lerinden biri, kadının temel üretici fakat ikincil tüketici olarak tanımlanmasıdır. Kadının özgürleşmesi için çocukların yetiştirilmesinden ve ev işlerinden kurtulması gerektiğini savunurlar. Bunun yolu, onlara göre ev işlerinin sosyalleştirilmesinden geçmektedir.

Getirdikleri diğer update ise ev içi üretimin üretici bir faaliyet olmadığı görüşüne karşı çıkmalarından doğar. Bu görüşe göre, kadının üreticiliği erkeğin üreticiliğinin temelidir. Sermaye birikiminin de temelinde kadının ev içi emeğinin yattığını savunurlar. Kadının ücretli işçi haline getirilmesi projesi ile sınıfsız topluma geçiş için işçi sınıfına katılmak hedeflerindendir. Ayrıca, kadının ucuz emek gücü haline getirilmesinin, erkek egemenliğinin getirilerinden faydalanan erkek işçilerin tepkilerini soğuran bir mekanizma olduğunu söylerler.

Öncülleri gibi onlar da, kadını “proleter” ortak kimliği içinde tanımladıklarından ötürü, erkek egemenliği gibi kadını ezen devasa iktidar biçimini ve baskı mekanizmalarını görmezden gelmişlerdir.

Sosyalist feministlerden Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği yazısında onları “Marksizmle feminizmin evliliği, kocayla karısının İngiliz örfi yasasında tanımlanan evliliği gibi olmuştur. Marksizmle feminizm tek bir şeydir ve o bir şey de Marksizmdir… çünkü bunlar, feminist savaşımı, sermayeye karşı yürütülen o ‘daha büyük’ savaşımın içine katmaktadırlar… Gereksinmemiz olan ya daha sağlıklı bir evlilik ya da boşanmadır.” sözleriyle, marksist feminizmin net bir eleştirisini yapmıştır:

“Üstelik, bizim Marksizm türümüzde, bir ‘kadın sorunu’ yok, çünkü biz kadınları asla öncelikle ‘üstyapıya’ ya da başka bir yere kompartımanlaştırmadık.”

Barbara Ehrenreich’in 1975 yılında “olduğu şey olması için çok kısa bir tanımlamadır, nihayetinde, gerçekten sosyalist, enternasyonalist, ırkçılık ve heteroseksizm karşıtı feminizm” olarak tanımladığı sosyalist feminizm, toplumsal sınıflaşmayı kadınların yaşamlarının odağında görür, aynı zamanda cinsiyetçi ve ırkçı baskıyı ekonomik sömürüye indirgememeye çalışarak marksizme yeni bir update getirir. Radikal feministlerin sıklıkla kullandıkları “kişisel olan politiktir!” sloganını sahiplenir, aile içi olay denilerek kadına yönelik cinsiyetçi tahakkümün geçiştirilemeyeceğine inanırlar. “Sınıf çelişkisi”nin yanı sıra toplumsal yapıyı şekillendiren, toplumun kurucu bir ilişkisinin bir başka hakimiyete, toplumsal cinsiyet hakimiyetine yer açmadığı için marksizmi eleştirseler ve Marks’ı kimi zaman “cinsiyet körü” olarak niteleseler de, marksizmi kurtarma çabası içindelerdir.

Marksizmin temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışır. Hayatlarının farklı alanlarının, birbirinden ayrılmaz ve sistematik bir şekilde bağlı olduğunu söyler ve bu bağlılığı tanımlamak için “kesişim” kavramını kullanırlar. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar ataerki altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Sosyalist feminizm, marksizme “kadınların sınıfı” update’ini getirmiştir.

Josephine Donovan, gerçekte marksist feminizmin artık katışıksız bir marksizmden çok temelde radikal feminizm tarafından değiştirilmiş bir marksizmi temsil ettiğine işaret etmek için artık ikisinin orta yolunun sosyalist feminizm olarak adlandırılmasının uygun olacağını belirtmiştir.

İki kuramdan da alıntıyla oluşturulan “kapitalist ataerkillik” kavramıyla ataerkil pratiklerin, toplumsal ilişkilerin ve ideolojilerin, zihniyet yapılarının aile içindeki ve dışındaki ekonomik sömürüyü nasıl yoğunlaştırdığını açıklamaya çalışan update’leri de; marksizmin temelleriyle çeliştiğini bile bile girişilen kurtarma çabalarındandır.

Marks ve Engels’ten günümüz marksizminin farklı eğilimlerine kadar farklı dönemlerde, sayamadığımız birçok kadın update’i getirilmiştir marksizme. Yaşamın her alanındaki bütün adaletsizliklerin temelini ve çözümünü ekonomide gören, politik ve sosyal iktidar biçimlerini yok sayan ve iktidarın kendisini bir sorun olarak görmekten ziyade sahiplenen bir ideolojinin update’lerle sıvanarak varlığını sürdürmekten ya da yok olmaktan başka şansı yoktur.

MARKSİZMİN LGBTİQ UPDATE’İ

Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti, 1928’de LGBTİ meselesine bakışını açıklamıştı: “Erkekler ya da kadınlar arası aşkı onaylayanlar düşmanımızdır.” 1933’te Hitler’in siyasi iktidarı ele geçirmesinin ardından “cinsel açıdan yozlaşmış” denilenler -tarihçilerin kimilerine göre 10 bin, bazılarına göre 50 bin, diğerlerine göre 100 bine yakın kişi- eşcinsel oldukları gerekçesiyle toplama kamplarına gönderildi ve büyük çoğunluğu türlü aşağılamayla, işkenceyle ölene kadar çalıştırıldı, eşcinselliği ortadan kaldırmaya yönelik araştırmalarda denek olarak kullanıldı, katledildi.

1936’daki İberya Devrimi’nin ardından General Franco’nun faşist İspanyası’nda “geleneksel değerler”e geri dönüldü; eşcinsellere karşı geleneksel düşmanlığa. Eşcinseller çeşitli yasalara göre (aleni rezillik, serserilik ve adice davranış) yargılanıp hapsediliyordu. Eşcinselleri çeşitli tiksindirme terapileri (kusturucu ilaçlar, elektroşok ve türlü işkence yöntemi) ile “tedavi” etme çalışmaları yapılıyordu.

Yukarıda bahsi geçen faşistlerin her yönüyle karşısında olma, faşizmin panzehiri olma iddiasındaki örneklerinse faşizmle ve faşizan yöntemlerle uzlaştığı en önemli nokta LGBTİ’ler konusundaydı.

(Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, İngiltere ve ABD’den Rusya’ya kadar tüm devletler ve resmi ideolojiler bu konuda benzer yaklaşımlar gösteriyordu. Biz bu yazıda marksizmin LGBTİ+ ve queer update’ini konu edindiğimiz için, marksizmi resmi ideolojisi ilan eden devletlerden örnekleri ele alıyoruz.)

Rusya’da 1905 ile 1917 Şubatı arasında, gey kültürü/ edebiyatı ve politikasının yeşerdiği kısa bir dönem yaşandı. 1920’lere gelindiğindeyse bu hareket zayıflamıştı. Ne Lenin ne de Troçki’nin eşcinsellik fikrini desteklediği olmuştu. Yeni Sovyet Rejimi eşcinselliği tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyordu. Günden güne yükselen düşmanlık, 1933’te çıkarılan, 34’te tüm sovyetlerde yürürlüğe giren bir yasa ile zirveye vardı. Bu yasayla erkekler arasında cinsel ilişki yasaklandı ve beş yıl ağır çalışma cezası getirildi. Stalin döneminin Sovyet hukuku eşcinselliği kamu ahlakına karşı bir suç haline getirdi ancak bununla yetinmedi. On çocuk doğuran kadınlara madalya veren Stalin’in cinsel çeşitliliğin tamamen karşısında olması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Eşkiyalık, karşı devrimci çalışmalar, sabotaj ve casusluk gibi devlete karşı işlenen suçlardan biri ilan etti.

Maocu Çin’in uygulamaları da oldukça katıydı. 1949 Devrimi’nden sonra Çinli geyler toplanıp vuruldular. Lezbiyenler göç etmek zorunda bırakıldılar. Eşcinselliğin “var olmadığı” resmi olarak ilan edildi.

Küba Devrimi’nin ilk yıllarında Sosyalist Küba Devrimi Birleşik Partisi, toplumsal cinsiyet rolleriyle kalıplaşmış heteroseksüel kadın ve heteroseksüel erkeğin dışındaki bütün cinsel kimlik ve yönelimlere karşı ön yargıları besledi. Castro, bunları “yozlaşmış Batista döneminin bir kalıntısı” olarak kınıyordu, yok edilmeleri gerekiyordu. Birinci Ulusal Eğitim ve Kültür Kongresi’nde “eşcinsel sapıkların sosyal patolojik karakteri” ele alındı ve “eşcinsel sapıkların tüm dışavurumlarının kesin bir şekilde reddedilmesi ve yayılmalarının önlenmesi”ne kadar verildi, geyler rehabilitasyon kamplarına kapatıldı. 1983’te ise “toplumda istenmeyen unsurlar”ın Küba’dan ABD’ye gönderildiği Mariel sürgünüyle uzaklaştırıldılar.

Sayılabilecek örneklerin bir kısmını sıraladıktan sonra vurgulamamız gereken bir nokta var. Marksistlerin de dediği gibi, bir ideoloji yalnızca pratikteki “yanlış uygulamalar” üzerinden eleştirilemez.

Marksizmin Temelinde LGBTİ’lere Bakış

Öncelikle belirtilmelidir ki, iddia edilenin aksine, Marks ve Engels’in kitaplarında, mektuplarında ya da başka metinlerinde LGBTİ “mücadelesi”nin esamesi okunmaz. İki yüzyıllık bu ideolojide, bu konuda farklı kesimlerin farklı görüşleri olmuştur, fikir birliği yoktur.

Marksizmin kuramsal kurucularından Karl Marks ve Friedrich Engels yayınlanmış çalışmalarında LGBTİ konusuna dair çok az şey söylediler ve genel olarak cins, cinsiyet, cinsel kimlik ve yönelim ya da cinselliğe nadiren yorum yaptılar; yaptıklarında da çoğunlukla ekonomiyle ilişkilendirerek. Örneğin Marks, “özgür kişilikten kastın, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vararak, onları ‘dengeli’ bir tarzda kullanması” demek olduğunu söyler. Marks’a göre kapitalist ilişkilerin özgür ve özgün kişiliği engellediği ortadadır. Hatta gelişmiş meta ekonomisinde, ancak bazı insanlar, o da özel ve uygun koşullarda, kişilik kazanabilir.

Engels ise Anti Dühring’de şunu söyler: “Kapitalizm, insanların arasındaki her türden doğal ve insani ilişki yanında, cinsler arası ilişkileri de yıkıma uğratmaktadır.” Çoğu metninde -o dönemde bu şekilde adlandırılmasa dahi- heteronormativitenin de keskin bir savunucusudur. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında, “İlk iş bölümü, erkekle kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür.” der ve ekler “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Bununla birlikte Engels’in erkek eşcinselliğini eleştirdiği ve bu durumu “antik Yunan oğlancılığı” ile ilişkilendirdiği yazıları, mektupları da mevcuttur.

İçinde bulundukları dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ndeki Alman Komünist Partisi, Magnus Hirschfeld’in önerdiği yetişkinler arasındaki özel ve rızalı eşcinsel ilişkileri yasallaştırma çabalarını desteklemek amacıyla sosyal demokrat gruplarla bir araya gelmiştir. Engels, Marks’a yazdığı 22 Haziran 1869 tarihli mektubunda bu olaydan şöyle bahseder: “Doğu Avrupa’da Ulrichs ve Hirschfeld önderliğindeki eşcinsel hakları hareketleri midemi bulandırıyor. Eşcinseller doğaya karşı çıkan sapkın asalaklardır ve yok edilmeleri gerekir. Çünkü komünal hayatın devamı için gereken yeni bireylerin üretimini gerçekleştiremezler. Komünistler ve bu sapıklar asla bir ittifak yapamaz.” Bu ve benzeri örneklerle Engels’in metinlerinde sıklıkla karşılaşılabilir ancak bütün örnekleri sıralamak gibi bir niyetimiz yoktur.

“Marks ve LGBTİ” başlığında bulunabilecek olanın, bu konu üzerinde düşünüp taşınmayı reddediş, “Engels ve LGBTİ”de karşılaşılanın ise dahil olan bireylere açıkça düşmanlık olduğu açıktır.

Gökkuşağının Kızılı mı, Kızıla Gökkuşağı Update’i mi?

“Aşkta özgürlük, sekste özgürlük demek değildir.”

Lenin

Marksist geleneğin devamcılarının neredeyse tümü, 1960’lara dek eşcinselliği ve heteronormatif ailenin sınırlarına girmeyen bütün cinsel yönelimleri “ahlaksızlık” ya da “hastalık” olarak görmeyi sürdürdü. 68’in ardından bu durumun yüzde yüz değişip değişmediğiyse başka bir tartışmanın konusudur.

LGBTİ ve Queer hareketlerinin öncülü diyebileceğimiz eşcinsel hareketi, 1960’lara gelindiğinde radikal ve yüzünü toplumsallaşmaya dönen bir hareket haline geldi. 1969 Haziranı’nda New York’taki Stonewall Barı’nın polis tarafından basılması olayında, eşcinseller saatlerce polisle çatıştı. Literatürümüze “Stonewall İsyanı” olarak giren bu olay, yüzlerce-binlerce örgütlenmenin doğmasında ve cinsel özgürlüğün toplumsal değişimin maddelerinden biri haline gelmesinde oldukça etkili oldu.

Güncel duruma bakıldığındaysa gökkuşağının kızılı benzetmesinden marksizm ve LGBTİ mücadelesi başlıklarına, ve hatta queer marksizm denilen bir kurama dair pek çok şey yazıp çiziliyor. LGBTİ ve queer mücadeleleri, sınıf gibi çok daha büyük(!) temelleri ve amaçları olduğu iddia edilen marksizme eklemlenmeye çalışılıyor; bu update’lerin teorisyenleri, “Marks ve Engels’in … [LGBT’nin] ezilmesinin analizi ve buna karşı verilecek başarılı bir savaş için gerekli kavramsal araçları sağladığı”nı bile iddia edebiliyor.

Marksizmin eşcinsellik kavrayışının “burjuva toplumundaki bozulmanın ve çöküşün ifadesi” olarak işaretlenmekten çoğu zaman öteye gidememişken yükselen ve toplumsallaşan hareketlerin etkisiyle, yükselme ve toplumsallaşma kaygısının getirdiği bir popülizmle LGBTİ+ ve queer update’lerine ihtiyac duyduğunu söyleyebiliriz.

LGBTİ hareketin Marksizme yönelttiği belki de en temel eleştirilerden biri, her türden çatışmanın ancak sınıf çatışmasıyla ilişkilendirilmesi üzerineydi. Son derece yeni diyebileceğimiz yukarıda sayılan update’lerin en büyük çelişkisi ise, yıllardır yapılan eleştirileri hala karşılayamıyor oluşunun yanında sorulması gereken soru şu: “İki yüzyıllık teorinin üzerine teorinin temeliyle tamamen çelişen update’ler getirilerek bu çelişkinin aşılması mümkün müdür acaba?”

MARKSİZMİN EKOLOJİ UPDATE’İ

Son yarım yüzyılda ekolojiyi gündemleştirenler, marksizmin ekoloji mücadelesini kapsadığını iddia edenler ve marksizmin ekolojiyle ilişkisini genişletme eğiliminde olup ekososyalizm ya da ekolojist marksizm savlarını ortaya atanlar, bir bütün olarak marksizmin ekoloji update’ini gerçekleştirmişlerdir. Savlarını dayandırdıkları nokta, doğrudan Marks’ın yazdıkları olduğu için, biz de bu yazımızın merkezine Marks’ı, onun savunucularını ve eleştirisini aldık. Bu update’in güncel toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketliliğe yeniden ulaşmak, yeni ve yerel örgütlenmeler başlatarak toplumsallaşmaktan başka bir amacının olabileceğini iddia etmek pek mümkün değildir.

Marksizmi Yeşile Boyamak

“…Özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir…”

Marks

Kapital III. Cilt

Marks’tan alıntılanan sözdeki “kör” ve “bilinmeyen doğa” imgelerinin, doğayı kötüleyen-küçümseyen bir ima taşıdığı ortadadır ve böyle bir doğa tarafından yönetilmenin kabul edilemezliği, onun egemenlik altına alınması gerektiğine işaret eder.

Marks’ın doğayı egemenlik altına alma öngörüsünün temel düşünce kaynaklarından birisi, onun “ilerlemeci” oluşudur. “Hindistan’da Britanya Yönetiminin Gelecekteki Sonuçları” adlı makalesinde ilerlemecilik oldukça açıktır: “Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır… Bir yanda insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçların bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini…” Marks, yine doğayı fetihin gerekliliğini vurgumakta, uygarlık için gerekli gördüğü sermayeyi yükseltmektedir ve en önemlisi, bu süreci “doğal ve zorunlu” karşılamaktadır. Bu yaklaşımın ekolojik düşünceye yakınlığından değil, olsa olsa karşıtlığından söz edilmesi gereklidir.

Karşıtlığı görmezden gelenlerden ve ekososyalizmin büyük isimlerinden olan John Bellamy Foster, “Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, ‘Marks… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” demiş ve marksizme ilk ekolojik teorik temel olma durumunu atfetmiştir.

Marks’ın doğa anlayışının, onun ekolojik görüşünün kanıtı olduğu iddia edilir. Bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık olduğunu düşünen “üretimci” ya da “Prometheusçu” bir görüşü savunan düşünceleri görmezden gelirler.

Foster gibi düşünürler, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiyi güncele uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu tarz çabalar, marksizmin ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir. Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır. Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur. Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.

Enrique Leff “gerek geleneksel iktisadın, gerekse tarihsel materyalizmin doğayı bir kenara ittiğini, bu yüzden iş ekolojik tahribata geldiğinde her iki yaklaşımın da kuramsal sorunlarla sorunlarla yüz yüze geldiğini” söyleyerek güncellenmeleri gerektiğini vurgular. Bunun, marksizmin materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının mantıksal sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte Marks taraftarları, bir “olgu” olarak ekolojik sorunları bilmese de Marks’ın çözümlemelerinde bugün ekolojik sorunlar altında dile getirilen bazı sorunları vurguladığını ileri sürerler. Marksizm ve Ekoloji isimli kitabında Gunnar Skirberkk, “…bugün ekolojik olarak tanımlanan yetersiz beslenme, hava ve su kirliliği, gürültü, çevrenin bozulması ve nüfus artışı Marks döneminde proletaryanın sorunlarıydı ve Marks bunları çok iyi analiz etti.” demiştir. Bir kuramın ekoloji tabanlı olup olmadığı sorusu, -başkaca belirleyiciler olsa da- en çok doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Çevrecilerin dert edindiği mesele de “çevre sorunu”dur. Marks’ın bahsettiği sorunların “ekolojik sorunlar”ı değil, en fazla “çevre sorunu”nu ifade ettiğini unutmamak gerekir; salt ekonomik anlamda kapitalizmle ilişkilendirilen “çevre sorunu”…

Marksistlerin Marks’a Yaptıkları Eleştiriler de Eleştirilmelidir

Marks’a ekoloji konusunda eleştiri yapan marksistlerin bu eleştirilerini yaparken kullandıkları düşünme biçiminin, Marks’ınkinden ne kadar farklı olduğu sorusu, bu noktada oldukça önemlidir.

Örneğin, Marks’ın doğa anlayışına yapılan eleştirileri çürütmeye yönelik tezlerini sıraladığı Marks ve Doğa: Al Yeşil Bir Perspektif kitabında Paul Burkett, en yaygın eleştirilerden birinin şu olduğunu söyler: “Marks’ın kapitalizm tahlili, doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser; bu durum, özellikle de onun emek değer kuramı için geçerlidir.” Burkett bu eleştiriyi “Marks’ın doğanın üretime olan katkısını elbette önemsediği”ne dair kanıtlarla çürütür. Ancak asıl meseleye yani doğanın sadece üretime olan katkısına değer atfedilmesine dair herhangi bir eleştirisi yoktur, olması da beklenmemelidir.

Engels, Aralık 1882’de Marks’a yazdığı, Podolinsky’nin tarımdaki enerji kullanımının ölçülebilirliğiyle ilgili önerisine dair mektubunda şunları söylemişti: “Enerji rezervlerini, kömürü, mineralleri ve ormanları nasıl kötü bir biçimde tükettiğimizi sen benden daha iyi bilirsin.” John Bellamy Foster, bu mektupla ilgili Ekoloji ve Ekonomi isimli kitabında “…Marks ve Engels’i, üretici güçlerin geliştirilmesi dedikleri meseleye gereğinden fazla heves duymaları sebebiyle eleştirmek mümkün.” der. Marks ve Engels enerji rezervleri, kömür, mineraller ve ormanların kaynak olarak görülüp tüketilmesinden değil “kötü bir biçimde” yani sürdürülemez biçimde tüketilmesinden rahatsızlardır; asıl eleştirilmesi gereken de budur.

Ekolojik hareketin felsefi temeli olma iddiasında olan marksistler, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Doğa, kapitalizm için olduğu kadar onlar için de “üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo” yani “kaynak”tır. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, ekososyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır. Her şekilde “mülk edinilecek” bir kaynak olan doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.

Bu noktada yapılması gereken, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Marksist bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmekte ısrarcıdır. Bu, faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı ise iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.

The post Marksizmin UPDATE’i – Basit Bir Marksizm Eleştirisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/04/26/marksizmin-updatei-basit-bir-marksizm-elestirisi/feed/ 0
Ben Neden mi Hırsızım? – Furkan Çelik https://meydan1.org/2017/12/20/ben-neden-mi-hirsizim-furkan-celik/ https://meydan1.org/2017/12/20/ben-neden-mi-hirsizim-furkan-celik/#respond Wed, 20 Dec 2017 12:50:46 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/20/ben-neden-mi-hirsizim-furkan-celik/ Eğer ortada bir hırsızlık varsa, her şey yalnızca bazı insanlara ait olduğu içindir; bir tarafta bolluk, diğer tarafta yokluk vardır. Anarşist Marius Jacob   Marius Jacob, Eylül 1879 yılında bir liman kenti olan Marsilya’da dünya gelmişti. Henüz 11 yaşındayken çalışma sertifikasını almış, yaşadığı kentin koşulları nedeniyle gemilerde çalışmaya başlamıştı. 16 yaşında denizde geçirdiği kaza ve […]

The post Ben Neden mi Hırsızım? – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Eğer ortada bir hırsızlık varsa, her şey yalnızca bazı insanlara ait olduğu içindir; bir tarafta bolluk, diğer tarafta yokluk vardır.

Anarşist Marius Jacob

 

Marius Jacob, Eylül 1879 yılında bir liman kenti olan Marsilya’da dünya gelmişti. Henüz 11 yaşındayken çalışma sertifikasını almış, yaşadığı kentin koşulları nedeniyle gemilerde çalışmaya başlamıştı. 16 yaşında denizde geçirdiği kaza ve fırtınalı okyanusların onu sürekli hasta etmesi sebebiyle “ayağının toprağa basması gerektiği”ni düşünerek gemilerdeki işini bırakmıştı.

1896’da Fransa’ya dönen Jacob, matbaada dizgicilik işine başladığı sırada Kropotkin’in anarşist fikirleriyle tanıştı. Anarşistlerin düzenlediği toplantılara katılarak onlarla iletişim kurdu. Paris Komünü’nden beri toplumsal bir ayaklanmanın olmadığı Fransa’da, devletin anarşistlere yönelik baskıları oldukça yoğundu. Anarşistlerse bu baskılı dönemde bir yandan bireysel eylemlere yönelirken diğer yandan gizli toplantılarla örgütlenme çalışmaları içerisindeydiler. Ravachol gibi birçok anarşistin eylemleri, aynı tarihlerde anarşistlerle tanışık olan Jacob’u da etkilemişti.

Aynı dönemdeki sosyalistlerin hedefi ise, yasal yollarla seçilip parlamentoya girmekti. Jacob bu durumu görmesinin ardından ilk eylemini, seçim sandıklarının muhafaza edildiği binada, sandıklara bomba yerleştirip patlatarak gerçekleştirmişti. Komünü unutanlara çok sert bir mesajdı bu… Bu eylemi sebebiyle 6 ay tutsak edilen Jacob, hapishaneden çıktığında fikirleri daha da netleşmişti. Çıkar çıkmaz zenginlerin evlerine girerek soygunlar yapmaya başladı. Çaldıklarını anarşistlerin sendikalarına, dergilerine ve matbaalarına dayanışma olarak veriyordu. Bir hırsızlık sırasında yakalanmasının ardından deli taklidi yapmış ve hapishane yerine deliler hastanesine gönderilmişti. Buradan kaçmaksa Jacob için çocuk oyuncağıydı.

Gece İşe Çıkan İşçiler

1900-1903 yılları arasında Jacob, 2-3 kişilik gruplar oluşturup birçok eve girerek hırsızlık yapmaya başladı. Seçtikleri evlerin hepsinin ortak bir özelliği vardı. Hepsi patronlar, hâkimler, askerler ve din adamları gibi toplumu yöneterek zengin olanların; kendi tabiriyle “sosyal paratistlerin” evleriydi. Bu evleri soymayı bir eylem olarak görüyordu. Soyduğu evlerin duvarlarına mesajlar bırakıyorlardı, mesajların altına “Gece İşçileri Çetesi” imzası atmayı da hiçbir zaman ihmal etmezlerdi. 3 senede 160’a yakın ev ve kilise soygunu gerçekleştirdikleri halde -polis dahil- hiç kimse bu çeteyi deşifre edememişti. Kimseler bu çetede kimlerin olduğunu bilmiyordu, tek bilinen işçi oldukları ve gündüz onlardan çalınanları akşam geri aldıklarıydı.

Gece İşçileri Çetesi’nde kimse zenginleşmemişti. Çete üyeleri gündüz emeklerini satarak çalışıyor, emeklerinin karşılığını alamadıkları için akşamları patronlarının evlerini soyuyorlardı. Hiçbir zaman zanaatkar, doktor ya da yoksul olan birinin evine girmemişlerdi. Patronlarsa her gün milyonlarca yoksulun evlerine girip onların lokmalarını çalıyordu. Bu, Gece İşçileri’nin eylemlerinin meşruluk kaynağıydı.

Pierre Loti ile Jacob’un Hikayesi

Bir keresinde bir eve giren Jacob hiçbir şey almadan evden çıkmıştır. Jacob ilk defa bir soygunu yarım bırakmıştır. Sonradan olayı anlattığında, evin roman yazarı Pierre Loti’ye ait olduğunu anlayınca evi soymaktan vazgeçtiğini ifade etmiştir.

Jacob ve Gece İşçileri, 21 Nisan 1903’te Abbeville’de soygun yaparken tuzağa düşürüldü. Çetenin yakalanması sırasında bir polisin vurulması dahil birçok şeyle suçlanan Jacob, 18 ay sonra çıkarıldığı mahkemede yaptığı tüm eylemleri savundu. Savunmasının son kısmında şöyle demişti;

“Tabi ki, ben de zor kullanarak ya da kurnazlıklarla bir başkasının emeğinin meyvelerine sahip olunması eylemini kınıyorum/onaylamıyorum. Fakirlerin mal varlığının hırsızı olan zenginlere karşı savaş açmamın sebebi de kesinlikle budur. Ben de hırsızlığın yasaklandığı bir toplumda yaşamak istiyorum. Ben hırsızlığı sadece -hırsızlıkların en kötüsü olan- bireysel mülkiyete karşı en uygun başkaldırı yöntemi olduğu için onayladım ve kullandım.

‘Sonucu’ ortadan kaldırmak için öncelikle ‘sebep’i ortadan kaldırmalısın. Eğer ortada bir hırsızlık varsa, her şey yalnızca bazı insanlara ait olduğu içindir; bir tarafta bolluk, diğer tarafta yokluk vardır. Mücadele yalnızca insanlar acı ve kederlerini, emek ve zenginliklerini ortaklaştırdıklarında, her şey herkesin olduğunda son bulacaktır.
Ben Devrimci Anarşistim. Ben devrimimi yaptım. Yaşasın anarşi!”

Mahkemede patronların ve özel mülkiyet sahiplerinin baskısıyla Jacob 20 yıl hapse mahkum edilerek Şeytan Adası’na sürgün edilir. Defalarca adadan kaçma girişiminde bulunduğu için 9 yılını tek kişilik hücrede geçirir. 1927 yılında serbest bırakıldıktan sonra Fransa’ya geri döner. Libertaire Gazetesi çevresinde faaliyet göstermeye başlayan Jacob, Sacco ve Vanzetti’nin idamına karşı yapılan kampanyalara katılır. Durruti’nin sürgündeyken İspanya’da ölüm cezasına çarptırılmasına karşı Durruti ve arkadaşlarıyla dayanışma içerisine girer. 1936’da toplumsal devrim sırasında İberya’ya giderek CNT’ye destek olur. Şeytan Adası’nda yıllarını geçirdikten sonra hırsızlıktan emekli olsa da, 1954’deki ölümüne dek fikirlerinden vazgeçmemiş; yasaklı, aranan anarşistleri evinde saklamış ve anarşist dergilerin çıkarılması için çaba harcamıştır.

 

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Ben Neden mi Hırsızım? – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/20/ben-neden-mi-hirsizim-furkan-celik/feed/ 0
26A Atölye’de Mart Ayı https://meydan1.org/2017/02/28/26a-atolyede-mart-ayi/ https://meydan1.org/2017/02/28/26a-atolyede-mart-ayi/#respond Tue, 28 Feb 2017 18:34:34 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/28/26a-atolyede-mart-ayi/ 26A Atölye, Şubat ayını, gerçekleştirilen 50 dakikalık birçok aktarımla geride bıraktı. Mart ayının etkinlikleri ise, kadınların gerçekleştirecekleri KaraMor Hafta aktarımlarıyla başlıyor. KaraMor Hafta boyunca gerçekleşecek olan kadın etkinliklerinden ilki; yaşamın her alanında var olan kadın düşmanlığına edebiyattan bakacağımız “Edebiyatta Mizojin” aktarımı, 3 Mart’ta Kara Tahta’da gerçekleşecek. Ardından Anarşist Kadınlar’ın, 4 Mart’ta gerçekleştireceği aktarım; “Kadınları Mücadele […]

The post 26A Atölye’de Mart Ayı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

26A Atölye, Şubat ayını, gerçekleştirilen 50 dakikalık birçok aktarımla geride bıraktı. Mart ayının etkinlikleri ise, kadınların gerçekleştirecekleri KaraMor Hafta aktarımlarıyla başlıyor.

KaraMor Hafta boyunca gerçekleşecek olan kadın etkinliklerinden ilki; yaşamın her alanında var olan kadın düşmanlığına edebiyattan bakacağımız “Edebiyatta Mizojin” aktarımı, 3 Mart’ta Kara Tahta’da gerçekleşecek. Ardından Anarşist Kadınlar’ın, 4 Mart’ta gerçekleştireceği aktarım; “Kadınları Mücadele Özgürleştirir”. 8 Mart’taki aktarım ise, “Tarihteki Anarşist Kadınlar(1): Mujeres Libres” konulu olacak. Mujeres Libres aktarımında tarihte ataerkiye, devlete ve iktidara karşı özgürlük mücadelesi veren Anarşist Kadınlar’dan bahsedilecek.

Mart ayı etkinlikleri, Kara Tahta’da gerçekleşecek olan Dil ve Kültür aktarımlarıyla devam edecek. Lazlar ve Dilleri, Hemşinliler ve Dilleri, Çerkesler ve Kültürleri ve Zazalar ve Dilleri başlıklarında, farklı coğrafyalardan halkların, devletin asimilasyon politikalarına karşı direnişlerinden, dillerini ve kültürlerini yaşatma mücadelelerinden bahsedilecek.

Atölyede ayrıca Zincirlenen Notalar aktarımıyla müzikteki yasaklara, Biraz Dario Fo aktarımı ile tiyatronun yaşamdaki adaletsizliklerine nasıl ayna tutabildiğine ve Sinemada Öteki Oyuncu Olmak aktarımıyla sinemanın ötekilerine değinilecek.

Beşeri Coğrafyanın Anarşist Kökeni: Reclus ve Kropotkin, geçen ay gerçekleştirilen Taoizm ve Anarşizm aktarımının ikincisi, Bağımsız Medya Mücadelesi, Ablukada Sanat konusunun ikinci başlığı olan Paris Komünü, küçük yalanlardan büyük yalanlara Yalanın Tarihi, yaşadığımız distopyanın meşrulaştırılması; Hipernormalizasyon gibi birçok aktarım ve Patagonya İsyanı filminin gösterimi, Mart ayında 26A Atölye’de!

 

The post 26A Atölye’de Mart Ayı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/28/26a-atolyede-mart-ayi/feed/ 0
Barikattaki Kadınlar – Zeynep Kocaman https://meydan1.org/2016/03/03/barikattaki-kadinlar-zeynep-kocaman/ https://meydan1.org/2016/03/03/barikattaki-kadinlar-zeynep-kocaman/#respond Thu, 03 Mar 2016 13:45:12 +0000 https://test.meydan.org/2016/03/03/barikattaki-kadinlar-zeynep-kocaman/ Dünyanın dört bir yanında, iktidarların var olduğu tüm ilişki biçimlerinde her zaman ezilen konumunda olan kadınlar, tarih boyunca iktidarlarla olan kavgalarını sürdürmüşlerdir. Toplumsal hareketlerde aktif rol oynayan kadınların kavgası hem iktidarlarla hem de “erk”ekle olmuştur. Geçmişten günümüze iktidarlara karşı oluşturulan barikatlarda, barikatın savunucusu olan kadın, barikatların ardında yaşamın savunucusu olmuş, yeni bir yaşam yaratmaya başlamıştır. […]

The post Barikattaki Kadınlar – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
kadınlar barikatta

Dünyanın dört bir yanında, iktidarların var olduğu tüm ilişki biçimlerinde her zaman ezilen konumunda olan kadınlar, tarih boyunca iktidarlarla olan kavgalarını sürdürmüşlerdir. Toplumsal hareketlerde aktif rol oynayan kadınların kavgası hem iktidarlarla hem de “erk”ekle olmuştur. Geçmişten günümüze iktidarlara karşı oluşturulan barikatlarda, barikatın savunucusu olan kadın, barikatların ardında yaşamın savunucusu olmuş, yeni bir yaşam yaratmaya başlamıştır. Belleğimizde izler bırakan ve halen sürmekte olan barikatlardaki kadınların direniş ruhunu, bugün barikatlara taşıyor, özgürlük mücadelesine devam ediyoruz.

Kürdistan’ın Mücadeleci Kadınları

Kürdistan’da yıllardır süren bir savaş var. Devlet, savaş açtığı bir coğrafyada, bir halkı sindirmek, dilini ve kültürünü unutturmak istiyor. Ekonomik çıkarları uğruna sömürgeleştirmek istediği halkı topraklarından sürüyor, katlediyor. Devlet için Kürdistan’ın geleceğini yok etmek, kadını iradesini yok etmekten geçiyor. Bu yüzdendir ki Kürt kadını sadece erkeğe karşı değil, erkeğin düşünce sistematiğini oluşturan devlete karşı da mücadele ediyor.

Kürdistan’da mücadele eden kadınlar barikatın kendisidir, kendini yağan mermilerin üzerine siper eder. Yaşanan onca acıya rağmen, kaybettikleri eşleri, çocukları için, özgürlük için direnmeyi sürdürür. Devletin yerinden ettirme çabalarına, askerin ve polisin saldırılarına, medyanın “terörist” yaftalamalarına karşılık cevabı hep direniş olur. Hem Kürt hem de kadın oldukları için devletin saldırısı daha da çirkinleşirken; katledilmiş bedenleri sokak ortalarında sürüklenirken; annesinin, çocuğunun cenazesi günlerce kapının önünde dururken adı gibi, gücünü yaşamdan alır.

Yıllardır mücadele eden kadınlar, 2012’den beri süregelen bir devrimin yaratıcısı oluyorlar bugün. Devlete karşı kurdukları barikatların ardında, yeni bir yaşamı inşa edebileceklerinin farkına varıp; kadınların adını, erkek egemenliği de ortadan kaldıracaklarını söyleyerek yazıyorlar Rojava Devrimi’ne. Kurdukları “Kadın Evleri”yle, kadına dair kararlar alırken; her kararla kadının özgürlüğünü yaratmayı amaçlıyorlar.

Bugün, Kürt kadını özgürleşirken, kendi halkını da özgürleştiriyor. Kadın, özgürlüğünü devrim sonrasına ertelemeden, bugünden inşa ediyor. Kadınların özgürlük mücadelesinde, kadının yaşamı bugünden dönüştürmesine dair bir pratik olan Rojava Devrimi’nin yaratıcısı olan kadınlar; bugün, coğrafyanın dört bir yanında erkek devlete ve onun baskısına karşı kurduğumuz barikatlarımızda sesimiz oluyor, barikatların ardındaki yaşamı görmemizi sağlıyor. Kürdistan’da işgale, soykırıma ve savaşa karşı direnen kadınlar, kendi ellerimizle inşa edeceğimiz özgür yaşama olan inancımızı artırıyor.

karadenizkadın

Karadeniz’in Öfkeli Kadınları

Karadeniz gibidir Karadeniz kadını; coşkundur, hırçındır, inatçıdır. Deresinden ağıt yakar, türkü söyler; toprağından çayını alır, vadisinden yeşile bakar. Karadeniz iklimi işlenmiştir bedenine, doğası elinden alındığında üzgün değil öfkeli olur her defasında. Hayatları isyankar, hayalleri büyüktür. Toprağına, suyuna, diline, kültürüne, kadınlığına, yani yaşamına sahip çıkmak için isyan eder ve direnir. Çünkü bilir ki doğasını ve yaşamını sömüren elle, kadınları sömüren aynıdır. Aynı olan bu sömüren, bazen erkekte, bazen devlette ama hep iktidarda somutlaşır.

Devletin ve şirketlerin HES’lerle, termik santrallerle, “yeşil yol”larla talan ettiği Karadeniz kadınının yaşamıdır verdiği direniş. Yaşamını çalmak isteyenedir direnişi.

Şantiye taşlayan Senozlu nineler, Cerrattepe’de gaz kapsüllerini uçurumdan aşağı atan kadınlar, termik santrallere karşı vadi vadi dolaşan Amasralı kadınlar, HES’leri vadilerine sokturmayan Loçlu kadınlar, nükleer santrallere karşı Sinoplu kadınlar… Her biri, yaşamın sesi olup dururlar barikatların önünde.

“Karadeniz kadını, Karadeniz’in dalgası gibidir. Kızınca kabarır, kabarınca da elinden gelmeyecek olan yoktur. Hele ki HESçilere karşı” diyen 70 yaşındaki Hatice anneyle, “Suyumuzu, toprağımızı, şirketlere vermeyeceğiz, burası bizim oyun bahçemiz, evimiz, yuvamız” diyen Ayşe’yle sürer horonları da kavgaları da.

Karadeniz kadını, gücünü direnişinden alır. Şirketlerin doğayı talanı, iktidarın kadına olan savaşıdır. Bu savaşta kadın yaşamını savunur. Savunduğu toprağında çay eker, fındık eker; diğer kadınlarla bir araya gelir, geniş yaylalarda horon çeker. Artvin’de, Rize’de havasını, suyunu, taşını toprağını çalana direnir; “Burası benim” derken, “Bizim” der aslında. O “biz”in içinde, vadisi, deresi, köyü, yaşamı vardır; yaşamı yaratanlar vardır.

Paris Komünü’nün Direnişçi Kadınları

1870 yılında, Fransa Devleti Prusya’yla süren savaştan mağlubiyetle ayrılırken bu mağlubiyetin ardından Prusya, Fransa’yı kuşatmaya başlıyordu. Öte yandan 1800’lerin başından beri Avrupa’nın genelinde süren ve en büyük yansımasının Fransa’da görüldüğü toplumsal hareketlenmeler de hız kazanıyor, 1848 Devrimi’yle birlikte siyasal, ekonomik ve sosyal adaletsizliklere karşı ezilenlerin isyanı, savaş boyunca süren ekonomik yetersizliklerle en üst seviyeye ulaşıyordu.

Bu isyanla birlikte Paris Komünü, salt bir komün olmaktan öte, bir halk hareketine dönüşüyordu. Anarşist, sosyalist, örgütlü veya örgütsüz insanların, yalnızca Paris’e dair kararları kendi başlarına verme isteklerinden hareketle gelişen Paris Komünü sürecinde kadınların rolü önemli bir noktada duruyordu.

Prusya’nın Paris’teki Montmartre Tepesi’ne topları yerleştirmesine karşılık halkın sokaklara çıkıp barikatlar kurmasıyla, 18 Mart 1871’de başlayan Paris Komünü, tarihe adını farklı bir şekilde daha yazıyordu: Barikattaki kadınların öyküleriyle.

Askerler şehri kuşattığında beklemedikleri bir manzarayla karşılaştılar. Topların önünde siper olan kadınlar, en gür sesleriyle bağırıyorlardı: “Halkın üzerine ateş etmeyeceksiniz!” Paris’in dört bir yanından gelen kadınlar, işçi kadınlar, işsiz kadınlar, mücadele eden kadınlar, olmaları gereken yerde, Komün’deydi. Yaşam alanlarını savunmak için, ne Fransız Devleti’ne ne de Prusya Devleti’ne Paris’i vermemek için Montmartre Tepesi’ndeki topların peşine düşmüşlerdi. Prusya Devleti Paris’i kuşattığında karşısında gördüğü büyük direniş sonucu çatışmaya girememiş, Paris’in ara sokaklarında konumlanmıştı. Tepeye bıraktıkları toplara şimdi Fransız Devleti gözünü dikmişti. Ancak Fransız askerleri de bu manzarayı beklemiyorlardı. Karşılarında on binlerce insan vardı. Kucaklarında çocuklarıyla, sırtlarında silahlarıyla kadınlar haykırıyordu: “Toplar bizim!”

Barikatta hem sırtında silahıyla askerlerle çatışan hem de yaralıların tedavisiyle ilgilenen bir kadın vardı. Anarşist tarihte oldukça yer etmiş o anarşist kadın Louise Michel’di ve “Artık yeter” diyordu. “Kadınların ‘Artık yeter!’ dediği gün, eski dünyaya iyi bakın. Bu kadınlar asla gevşemeyecek. Kuvvet içlerinde barınıyor, daha yorgun düşmediler. Kadınlara, kadınlara iyi bakın. Özgürlük bayrağını sallayarak Avrupa’yı dolaşan Paule Minck’ten, kırların sonsuz dinginliğinde uyuyan Galya’nın en barışçıl kızlarına bakın. Evet, şimdiye kadar olanlardan bıkmış kadınlar ayağa kalktıklarında onlara iyi bakın. O gün, bu dünya sona erecek ve yenisi başlayacak.”

Komündeki tek kadın gazeteci olan Andre Leo (Léodile Bréa Champseix); barikatta, savaş sürerken, iktidarın basınının tüm çarpıtmalarına rağmen yaşananları anlatmaya devam ediyor, Komün’ün haklılığını savunuyordu.

Komün’e son veren saldırı, 21-28 Mayıs haftası yani Kanlı Hafta, Fransız Devleti’nin Komün’e yönelik büyük katliamı oluyordu. Kanlı Hafta olarak adlandırılan son haftadan hemen sonra katliamı protesto için gerçekleşen “kundaklama olaylarının” sorumluları olarak kadınlar gösteriliyordu. Ve gazetelerde, dergilerde anlatılan, resimlenen “pétroleuse”ler (kundakçılar) her yeri kapalı, bazen tek başına, bazen yanlarında çocuklarıyla evleri, dükkanları yakan kadınlardı. “Kana susamış, gulyabani gibi bu kadınlar…” diye başlayan kundaklama hikayeleri Fransa’nın dört bir yanında konuşulur, yazılır hale gelmişti. Komün’de yer alan kadınların erkek gibi olduğundan, toplumsal rollerini yerine getiremeyeceğinden dem vuranlar, hatta New York Times, Daily News gibi çok bilindik gazetelerin erkek yazarları Komün’den çok Komün’deki kadınlardan rahatsızlığını dillendiriyordu. Çoğu, sözleri ve eylemleri ataerkil kültüre meydan okuyan bu kadınlarla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Komün savunucusu erkek yazarlar arasında bile Komün kadınlarını eleştirenler vardı. Onlar da ellerinden geldiğince kadınları göz ardı ettiler.

Komün dışındakiler kadınlardan olumsuz bahsederken, Komün’de yer alanların da kadınlardan çok hoşnut olduğu söylenemezdi. Çoğu kez kadınları çocuklarıyla birlikte “geri durmaya” çağırsalar da, onları ikna edemiyorlardı. Zaten Louise Michel gibi hem Komün’ün karar alma süreçlerinde aktif yer alan, hem cephede çarpışan hem de yaralıların tedavisinde önemli bir rol oynayan kadınlar oldukça fazla olduğundan; saygı duymak zorunda kalıyorlardı.

Paris Komünü, kadınlara toplumsal rollerini bir kenara bırakıp iktidarı sorgulama ve iktidara karşı koyma reflekslerini gösteriyordu. Erkek egemenliğin, iktidarın, devletin, sömürünün baskısına tıpkı Michel’in dediği gibi “Artık Yeter” diyen kadınların, barikatta dururken barikatın ardında yaşamı yaratanların isyanıdır Komün.

Zeynep Kocaman 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.

The post Barikattaki Kadınlar – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2016/03/03/barikattaki-kadinlar-zeynep-kocaman/feed/ 0
Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/#respond Tue, 15 Sep 2015 14:59:08 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/ Bence devrimci bir gazetenin asıl yapması gereken şey, her alanda yeni toplumsal ilişkilerin doğmakta olduğunu, eski kurumlara karşı giderek bir öfkenin büyümekte olduğunu haber veren belirtileri toplamak ve sayfalarında bunlara yer vermektir. (…) İnsanlara, arkalarında tüm insanlığın güm güm atan yüreğinin bulunduğunu, yüzyıllar süren haksızlıklara karşı bir isyan ve yepyeni bir yaşam biçimi oluşturma girişimlerinin […]

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

FransadaAnarşistYayınlar

Bence devrimci bir gazetenin asıl yapması gereken şey, her alanda yeni toplumsal ilişkilerin doğmakta olduğunu, eski kurumlara karşı giderek bir öfkenin büyümekte olduğunu haber veren belirtileri toplamak ve sayfalarında bunlara yer vermektir. (…)

İnsanlara, arkalarında tüm insanlığın güm güm atan yüreğinin bulunduğunu, yüzyıllar süren haksızlıklara karşı bir isyan ve yepyeni bir yaşam biçimi oluşturma girişimlerinin başlatıldığını hissettirmek gerekir; budur devrimci bir gazeteye düşen iş.

Pyotr Kropotkin

Anarşist Yayınlar isimli yazı dizimizin üçüncü bölümünde Paris Komünü’nün beşiği, anarşist devrim mücadelesinde sembol isimlerin mücadele ettiği Fransa topraklarında yayınlanmış anarşist yayınları inceleyeceğiz.

Fransız İhtilali sırasında işçiler arasında yayılmaya başlayan anarşizm, Fransa’daki tarihinde ülkenin hemen her dönemine derin etkileri olan bir düşünce ve hareket haline geldi.

1840’larda yoldaş Pierre Joseph Proudhon’un yazılarıyla ve temelini attığı projelerle kendini yaratan hareket Komün’ün örgütlenmesinden Enternasyonal’e, oradan sendikal harekete dek birçok alanda etkisini artırdı. Sadece bu kadarla sınırlı değildi elbet. Anarşist devrim mücadelesinde adeta sönmeyen birer meşale olmuş sayısız yoldaş geldi geçti Fransa tarihinden. Alevler içinde yanan barikatların ardında bir militan, Yaralıların Bakımı İçin Kadınlar Birliği’ni kurduğunda bir şifacı olan Louise Michel’den, Bakunin’in yoldaşı, Birinci Enternasyonal’in başarılı propagandisti James Guillaume’e, Eylemle Propaganda Kuşağı’nın cesur temsilcileri Emile Henry ve Jules Bonnot Çetesi’nden Fransa zindanlarında beş yıl tutuklu kalan Kropotkin’e kadar sayısız anarşistin mücadelesine ev sahipliği yaptı bu topraklar.

Yazı dizimizin bu ayki bölümünde işte bu devrimci tarihin yazılı belgelerinin üzerine incelemeler yaptık.

L’Anarchie

L'anarchie_(1907)

Bu isimle yayınlanan ilk yayın 1850 yılında Anselme Bellegamigue tarafından yayınlandı. Gazete formatındaki L’Anarchie, “anarşist” adını benimseyen ilk yayın organıydı. Sadece iki sayı çıktı. Daha sonra 1905’in Nisan ayında, bireyci çizgideki Albert Libertad isimli bir anarşist tarafından yeni bir versiyonu yayınlanan Paris merkezli gazetenin destekçileri arasında Emile Armand, Andre Lorulot, Emilie Lamotta, Raymond Callemin ve Victor Serge gibi isimler bulunuyordu. 13 Nisan 1905’ten 22 Temmuz 1914’e kadar 484 sayısı yayınlandı. Sonra 1926 yılında Louis Couvet gazetenin üçüncü neslini yayınlanmaya başladı. Bu versiyonu ise 3 yıl sürdü. İlk kez yayınlandığı 1800’lü yıllardan beri bazen kısa, bazen uzun periyotlarda yayınlanan gazetenin etkisi sınırlı oldu.

Le Revolte

le_revolte

Pyotr Kropotkin’in İsviçre’ye sürüldüğü yıllarda, François Dumartheray ve Georges Herzig ile birlikte çıkardığı anarsişt-komünist çizgideki Le Revolte (İsyan) gazetesinin ilk sayısı, 1879 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde yayınlanmaya başladı. İlk sayısı 2000 adet basılan gazete, Kropotkin’in yoldaşı olan, aynı zamanda yayın ekibine de katılan Élisée Reclus tarafından finanse ediliyordu. Gazetenin çıkarıldığı sıralarda Reclus ve Kropotkin, Cenevre gölü yakınlarındaki Clarens köyünde yaşıyorlardı. Daha sonra, Kropotkin İsviçre’den sınır dışı edilip Fransız Lyon mahkemesince mahkum edildiğinde, Le Revolte gazetesinde yeni bir editöre ihtiyaç duyuldu. Reclus bu iş için başta tereddüt etmesine rağmen yoldaşı Jean Grave’i önerdi. Grave, Reclus’un önerisini kabul etti ve 1883 yılında bu vesileyle Cenevre’ye taşındı. İki yıl sonra Grave gazete için Fransa’ya geri döndü. 1887 yılında gazetenin adı artık La Revolte olmuştu. La Revolte’nin son sayısı 14 Mart 1885 tarihinde yayınlandı. La Revolte Mayıs 1886’ya kadar ayda iki kez, sonrasında ise haftalık 4 sayfa olarak yayınlandı. Gazetenin 1886’da 4000 olan tirajı 1889’da 6000’e kadar yükseldi. İlk çıktığı İsviçre ve yayınlandığı Fransa topraklarında büyük toplumsal etkileri olan La Revolte, işçi hareketlerini doğrudan etkiledi. Paris Komünü’nün ardından büyük bir darbe alan anarşizmi, güçlü bir şekilde ayağa kaldıran sürecin temellerini atan bir yayın organı olarak hafızalara kazındı.

L’En Dehors

VanderLubbe-15oct33-EnDehors-Archyves00

Fransızca yayınlanan gazete, 1891 yılında Zo d’Axa tarafından yayınlanmaya başladı. Yayın ekibinde sayısız anarşist eylemcinin yer aldığı gazeteye Zo d’Axa ile yakın ilişkideki Albert Libertad ve eylemle propaganda kuşağının öne çıkan isimlerinden Emile Henry gibi isimlerin yanı sıra Jean Grave, Bernard Lazare, Octave Mirbaeu, Saint-Pol Roux, Tristan Bernard, Georges Darien, Lucien Descaves, Sebastian Faure, Felux Feneon, Camille Mauclair, Emile Verhaeren, Adolphe Tabarama gibi çok sayıda anarşist katkıda bulundu. Anarşist basını susturmak için açılan Trinity davasında Zo d’Axa ve birçok arkadaşı tutuklandı ve L’En Dehors projesi bir süreliğine sona erdi.

1922 yılında bir başka L’en Dehors, Emile Armand takma ismini kullanan Ernest Juin Armand tarafından yayınlanmaya başlandı. Armand, bireysel özgürleşme, kadın özgürlüğü ve anarşizmin savunulduğu metinler yayınlıyordu. Gazetenin bu versiyonu İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Ekim 1939’da ise yayını durdu. Bu versiyonundan yıllar sonra 2002 yılında L’en Dehors projesi tekrar başladı. Gazetenin yeni versiyonu Amerika’da yayımlanan Green Anarchy ile yapılan işbirliği ve birkaç destekçinin (Lawrence Jarach, Patrick Mignard, Thierry Lode, Ron Sakolsky, Thomas Slut) katkısıyla yayına tekrar başladı. Kapitalizm, özgür aşk, insan hakları ve sosyal mücadeleler gibi konu başlıklarındaki istikrarını korudu. L’En Dehors şimdilerde internet sitesiyle olarak sanal ortamda yayınına devam ediyor.

L’Unique

lunique1956

Zo d’Axa’nın tutuklanmasına karşı gösterdiği dayanışmayla adı öne çıkan Fransız anarşist Emile Armand’ın gazetesi L’Unique, 1945 ve 1956 yılları arasında toplam 110 sayı yayınlandı. Diğer yazarlar arasında Gerard de Lacaze-Duthiers Manuel Devaldes, Lucy Sterne, Teheresa Gaveher gibi isimler yer alıyordu. Gazetenin illüstrasyonlarını ise Armand’ın yakın dostu Louis Moresu yapıyordu.

Xin Shiji

Çin anarşizminin iki kanadından biri olan Paris grubu tarafından yayınlanan Xin Shiji, Fransa’da yaşayan Çinli anarşistlerin yayın organıydı. İlk sayısı Haziran 1907’de yayınlanmaya başladı. Yazar ve destekçileri arasında Wu Zhihui, Chu Minyi, Li Shizeng, Zhang Renjie yer alıyordu. Kendilerine göre farklı bir çizgide yer alan Tokyo grubu ise, o sıralarda yerli özelliklere ve Asya geleneklerine daha çok vurgu yapıyordu. Xin Shiji’de yapma bir dil olan Esperanto kullanıyordu. Gazetenin yazarları, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin’in düşüncelerinden ilham aldılar. 1920 yılının Mayıs ayına kadar yayınlanan Xin Shiji, finansman sorunları nedeniyle dağılana dek 121 sayı yayınlandı ve Avrupa coğrafyasında sürdürülen anarşist mücadeleye farklı bir bakış açısı getirdi. Dergi yayınlandığı onca yıl boyunca Çince’ye çevrilmiş pek çok kaynak bıraktı. Bakunin, Kropotkin, Proudhon ve Malatesta’nın temel eserlerinin Çince’ye kazandırılmasında ve mücadelenin toplumsallaştırılmasında büyük etkileri oldu.

Le Monde Libertaire

Tarama_20150806 (2)

Anarşist Federasyon’un 1858 yılında kurulan yayın organı Le Monde Libertaire’in temelleri, Joseph Dejacque tarafından atıldı. İlk yayınlandığında adı Le Libertaire olan gazetenin yayın ekibinde Louise Michel’den Sebastian Faure’ye birçok yoldaş yer aldı ve 100.000 tiraja kadar ulaştı. 1953 yılında federasyonda yaşanan ayrışma sonucunda, Le Libertaire ismini Liberter Komünist Federasyon kullanmaya başladı.

Le Monde Libertaire, 2004 yılının Ekim ayında ellinci yıldönümünü kutladı ve bunun şerefine 400 sayfalık bir koleksiyon sayısı hazırladı. 2002 yılında gazete formatından dergi formatına geçen Le Monde Libertaire, şimdilerde haftalık periyotta yayınlanmaya devam ediyor.

Ejemplar del periódico anarquista Le Revolté, fundado por Reclús y Kropotkin, que Moises S. Bertoni atesoraba en su casa del Alto Paraná.

…………….

Zeynel Çuhadar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/15/anarsist-yayinlar-dizisi-3-fransada-anarsist-yayinlar-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Tarihteki Anarşist Kadınlar https://meydan1.org/2015/03/07/tarihteki-anarsist-kadinlar-3/ https://meydan1.org/2015/03/07/tarihteki-anarsist-kadinlar-3/#respond Sat, 07 Mar 2015 19:17:02 +0000 https://test.meydan.org/2015/03/07/tarihteki-anarsist-kadinlar-3/ Tarih boyunca, anarşizm fikrinin toplumsallaşmaya ve örgütlenmeye başladığı ilk andan itibaren kadınlar; ezilenlerin mücadelesinde ön saflarda yer almışlardır. Yaktıkları isyan ateşi fabrikalarda, sokaklarda, kadın ezilmişliğinin olduğu her alanda büyümüş, kadın özgürlük mücadelesinin temellerini atmıştır. Paris Komünü’nde, İspanya Devrimi’nde kadınların tuttukları direnişin meşalesi yaşam olmuş, özgürlük olmuş, devrim olmuştur. Anarşist kadınlar, Emma Goldman’dan Lucy Parsons’a, Voltairine […]

The post Tarihteki Anarşist Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
mujereslibres

Tarih boyunca, anarşizm fikrinin toplumsallaşmaya ve örgütlenmeye başladığı ilk andan itibaren kadınlar; ezilenlerin mücadelesinde ön saflarda yer almışlardır. Yaktıkları isyan ateşi fabrikalarda, sokaklarda, kadın ezilmişliğinin olduğu her alanda büyümüş, kadın özgürlük mücadelesinin temellerini atmıştır.

Paris Komünü’nde, İspanya Devrimi’nde kadınların tuttukları direnişin meşalesi yaşam olmuş, özgürlük olmuş, devrim olmuştur. Anarşist kadınlar, Emma Goldman’dan Lucy Parsons’a, Voltairine de Cleyre’dan Virgilia D’andre’ya, Lucía Sánchez Saornil’den Mujeres Libres’li kadınlara, anarşizm mücadelesinin tohumlarını coğrafyanın dört bir yanında yeşertmişlerdir.

Anarşizmin iki yüzyılı aşkın örgütlü tarihinde yer alan anarşist kadınların, yaşadığımız coğrafyada pek bilinmeyen yaşamlarının ve mücadelelerine adanmış hikayelerinin tekrar tekrar incelenmesi gerekir.

Kadınlar tarafından çıkarılan gazetemizin bu sayısında, sizlerle, kadın mücadelesine büyük ihtiyaç duyulan şu günlerde, tarih boyunca tüm coğrafyada anarşist mücadeleyi yükselten kadınların hayat hikayelerini paylaşıyoruz.

Virgilia D’Andrea

virgiliad'andrea

Malatesta’nın İtalya’da yarattığı geleneğin sürdürücülerinden olan Virgilia D’Andrea Güney İtalya’da, Sulmona’da dünyaya geldi. Genç yaşta ailesini kaybetti ve Katolik bir kurumda öğretmen olmak için eğitim almaya başladı. Ancak kariyerine öğretmen olarak devam etmek istemiyordu. Ve kendine yepyeni bir kariyer yarattı. Toplumsal mücadelede kendini güçlü bir şair, kararlı bir öğretmen ve pes etmez bir savaşçı olarak buldu.

Kapitalizmin köleliğinden sıyrılmak isteyen insanların mücadelesini yazdı şiirlerinde. Devlete, dine, eğitime karşı söyledi sözlerini; alanlarda, meydanlarda.

1910’lu yıllarda, Dünya Savaşının sürdüğü esnada toplumsal muhalefette meydana gelen yükselmeyle birlikte pek çok arazi, tarla işçiler ve köylüler tarafından ele geçirildi. Fabrika ve atölyelerin tamamına halk el koymuştu bile. Herkes toplumsal devrime yürüdüklerini düşünürken İtalya’da faşizm yükselmeye başladı. Virgilia için sonuç ise tecrit, hapis ve sürgün oldu. İtalya ve Almanya devletinin yakınlaştığı dönemde Paris’e gitti ve orada Veglia adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Sacco ve Vanzetti için büyük kampanyalar örgütledi. Ancak Mussolini, burada da Virgilia’dan rahatsızdı. Böylelikle Fransız Hükumetini kışkırttı ve sınırdışı edilmesine yol açtı. Tam da o esnada yoldaşları onu Birleşik Devletlere davet etti. Kalemini kılıç gibi kullanan Virgilia D’Andrea, şiirlerini “Torento” adlı koleksiyonunda topladı. İktidarlara meydan okuyan ve tüm hayatını anarşist mücadeleye adayan D’Andrea yaşamını yitirdiğinde, hem kendi yapıtları hem de ardından yayımlanan onlarca metinle anıldı.

Kate Sharpley

katesharpley

1. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği esnada, savaş karşıtı mücadeleyle ön plana çıkmıştır Kate Sharpley. Deptford’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, bir fırıncı ile evlenmiştir. Woolwich mühimmat fabrikasında çalıştığı esnada işyeri temsilcisi hareketinde aktif rol oynadı.

Anarko-sendikalist At Taşıyıcıları Birliği’nde aktif olan kardeşi ve babası, bir eylemde polis tarafından katledildi. Eşi de bu eylemlerde öldürüldü ancak Kate polisin onu kaçırdığını düşünüyordu. 1921’de Kronştand isyanı sırasında Troçkist Parti Sharpley’in yayınlarını sansürledi, grevler düzenlemesini engelledi. Tüm bu yaşadığı baskı ve yasaklara rağmen kararlılığıyla mücadelesine devam etti. Hatta bu yasaklar ona ilham verdi ve büyük bir arşiv oluşturmaya başladı. Bugün Kate Sharpley’in anısına orjinal anarşist belgelerden oluşan büyük bir kütüphane bulunmaktadır.

Anna Mendleson

anna mendleson
1948’de Stockport’ta doğan Anna Mendelson anarşizmle oldukça genç yaşlarda tanıştı. İspanya Devriminde aktif rol almış ve hayatını kaybetmiş babasının izinden yürümüş, 19. yüzyılın ikinci yarısına eylemlikleri ile damga vurmuştu. 1967-69 yılları arasında Essex Üniversitesinde okuduğu esnada radikal öğrenci hareketlerinde büyük rol oynamasıyla tanındı.1971’de İçişleri Bakanına karşı yürüttükleri kampanyadan dolayı devlet tarafından terörist ilan edildi. 1972’de gerçekleşen büyük Stoke Newington Eight patlamasında ismi geçti. Sonrasında, silah ve patlayıcı bulundurmaktan devlet Mendelson’u ve beraberindeki üç yoldaşını suçlu ilan etti.

Şairliğiyle tanınan ve mücadelesini kalemiyle de yükselten Mendleson, 2009’da beyninde bulunan tümor nedeniyle yaşamını yitirdi. Ardında onlarca yazı, makale ve mücadelesine dair anılar bıraktı. Implacable Art (Bastırılamaz Sanat) adlı şiir kitabı, bugün halen raflarda yerini korumaktadır.

Luce Fabbri

lucefabbri
2000 yılında, 92 yaşında yaşamını yitirdiğinde 20. yüzyıl anarşizmine büyük harflerle kazımıştı ismini. Hem militanlığı hem de ahlaki ve siyasi düşünce ve kavrayış tekniğiyle La Protesta’ya yazdığı yazılarla, Rivoluziona Libertoria dergisindeki makaleleriyle anarşist külliyata büyük bir miras bıraktı.

Yaşamı çoğunlukla 20li yaşlarında terk ettiği İtalya’nın dışında geçti. Ailesiyle birlikte faşizmden kaçtığı bir sürgündü bu. Uruguay kendi toprakları gibi olmuştu. Ve bunu yazdıklarında ve yürüttüğü siyasi faaliyetlerde hissettirdi çoğunlukla.

Ünlü anarşist militan ve teorisyen Luigi Fabbri ve Bianca Sbriccoli’nin ilk çocuğu olarak 1908’de dünyaya geldi. Ailesinden dolayı kültürel ve sosyal anlamda oldukça özgürlükçü bir ortamda yetişti. Öyleki evlerinde düzenlenen toplantılara Errico Malatesta da geliyordu ve onu büyükbabası gibi görüyordu- anılarında bu şekilde anlatıyor-. Büyüdükçe fikirleri gelişmeye başladı. Dayanışma, insancıllık, özgür aşk ve toplumsal ilişkilerde adalet üzerinden şekillendirdiği fikirleriyle doğal bir şekilde, kendiliğinde anarşist oldu. Böylelikle annesinin, babasının ve büyükbabasının -Errico Malatesta- izinden gitmiş oldu.

Soledad Estorach

soledadestorach
15inde CNT’nin gece okullarında ders almaya başlamasıyla tanışır anarşizmle. Böylelikle 1931 yılında üniversiteyi kazandı ve üniversitede bir gençlik hareketine katıldı. 1934’te Pilar Grangel, Aurea Coudrado ve Conchiata Liano’nun da içerisinde bulunduğu İnşaat İşçileri sendikasında bir kadın grubuyla tanıştı ve CNT’nin GCF(Kadınların Kültürel Kulübü)’ye katıldı. 1936 yılında, İspanya Devrimi sırasında, anarşizmi toplumsallaştırma amacıyla kardeşiyle birlikte örgütlü mücadeleye başladı. 1936 temmuzunda, FIJL’nin ön saflarda mücadele eden delegelerinden biri oldu.

18 Temmuz’da Casa Cambo’da isyan ateşini yakan, barikatları kuran ve tüm gücüyle, inancıyla iktidarlara meydan okuyan anarşistlerden biriydi. Kadın özgürlük mücadelesinde Pilar Grangel’le, Conchista Liano’yla birlikte en ön saflarda savaştı Mujeres Libres için.

Hem Mujeres Libres’in yayınlarına hem de FAI’nın yayınlarına büyük katkılarda bulunan Soledad Estorach, Franco’nun işgaliyle İspanya’yı terk etmek zorunda kaldı. 26 Ocak 1939’da, Fransa’ya gitmeye hazırlandığı sırada Mujeres Libres’li iki yoldaşının -biri Pepita Carpena- faşistler tarafından köşeye sıkıştırıldığını öğrendi. Kendi canı pahasına geri döndü ve yoldaşlarını kurtardı.

1945’te gizlice Fransa’dan İspanya’ya geldi. Fakat devletin baskısından dolayı uzun süre İspanya’da gizlenemedi, Fransa’ya geri dönmek zorunda kaldı.

Mujeres Libres’in ortak yazdığı Liberter Savaşçılar (Luchadoras Libertarias) kitabının yazarlarından biri oldu.

14 Mart 1993’te yaşamını yitirdi. Ancak ardında büyük bir mücadele ve tarih kitaplarına eklenen güçlü bir anarşist kadın bıraktı.

 

Rose Pesotta

rosepesotta
Ukraynalı yoksul bir çiftçi ailesinin sekiz çocuğundan ikinci olarak dünyaya gelen Pesotta, henüz 17 yaşındayken Yahudi ve Latin Amerikalı kadınların yoğunlukta olduğu kadın giysi işçilerini temsil eden ILGWU (Uluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Birliği) sendikasına dahil oldu. 1920’lerde yayımlanan Der Yunyon Arbeter’de önemli yazarlardan biri haline geldi. 1933 yılında, örgütlenme yapmak için Los Angelas’a gitti. 1934’te örgütlenmenin neredeyse mümkün olmadığı zamanlarda büyük grevler örgütledi. Freedom Road gazetesinde yayımlanan makaleleri anarşistler arasında tartışmalara yol açsa da mücadelesi her daim takdir edildi ve saygı uyandırdı.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Tarihteki Anarşist Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/03/07/tarihteki-anarsist-kadinlar-3/feed/ 0
Kitap: Sinema ve Anarşizm https://meydan1.org/2015/02/21/kitap-sinema-ve-anarsizm/ https://meydan1.org/2015/02/21/kitap-sinema-ve-anarsizm/#respond Sat, 21 Feb 2015 14:21:13 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/21/kitap-sinema-ve-anarsizm/ “Ey şairler, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler bize katılın! Kalemini, fırçanı ve fikirlerini devrimin hizmetine sun! Halkın ona zulmedenlere karşı onurlu mücadelesinde emeğinle gençliğimizin yüreğinde bir ateş yak.” P. A. Kropotkin Ocak 2015’te Agora Kitaplığı, Amerika’da College of Staten Island adlı okulda sinema dersleri veren akademisyen Richard Porton’un “Sinema ve Anarşizm” adlı kitabını, Osman Akınhay’ın türkçesiyle bastı. […]

The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Ey şairler, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler bize katılın! Kalemini, fırçanı ve fikirlerini devrimin hizmetine sun! Halkın ona zulmedenlere karşı onurlu mücadelesinde emeğinle gençliğimizin yüreğinde bir ateş yak.”
P. A. Kropotkin

Ocak 2015’te Agora Kitaplığı, Amerika’da College of Staten Island adlı okulda sinema dersleri veren akademisyen Richard Porton’un “Sinema ve Anarşizm” adlı kitabını, Osman Akınhay’ın türkçesiyle bastı.

“Anarşizm ve Sinema: Temsil ve Kendini Temsil Etme”, “Sinema, Anarşizm ve Devrim: Kahramanlar, Şehirler ve Ütopyacı Anlar”, “‘Çalışmaya İsyan Etme’ye Karşı Anarko-Sendikalizm”, “Sinema ve Anarşist Pedagoji”, “Yakalanması Zor Anarşist Estetik”. olmak üzere beş bölümden oluşan kitaptaki bölümler iç bütünlüğe sahip oldukları için, ayrı ayrı da okunabilir.

Sinema ve Anarşizm; anarşist felsefenin, anarşizm tarihinin ve bir düşünce olarak gündemleştirdiği bazı tartışma konularının, sinema sanatıyla gerçekleştirdiği etkileşim ile anarşist düşüncenin pratiğinin işlendiği belli başlı filmleri inceliyor. Griffith ile René Clair’in erken dönem sinemalarından Godard, Lina Wertmüller, Lizzie Borden ve Ken Loach’ın filmlerine kadar sinemada çizilen anarşizm portrelerini irdelerken; “Aşk ve Anarşi Üzerine Bir Film”, “Hal ve Gidiş Sıfır”, “Her Şey Yolunda”, “Ülke ve Özgürlük” gibi klasik filmlere dair yorumları ve eleştirileri ele alıyor.

Ayrıca Bakunin, Kropotkin ve Emma Goldman’dan Murray Bookchin’e, Paris Komünü’nü saran tarihsel mirastan İspanya Devrimi’nin anarko-sendikalistlerine ve 1968’in öfkelilerine kadar farklı anarşist geleneklere dair, sinema üzerinden bütünlüklü bir panorama çiziyor.

sinemaveanarşizm

Kitap, anarşist sinemacıların, yönetmenlerin çektiği filmlerin konusunun yanında; deyim yerindeyse kamera kullanımından diyaloglarına, karakter seçimlerinden çekildiği mekanlara kadar anarşist bir süreç pratiklermişçesine üretilmesini, bunun deneyimlenmesini de aktarıyor.

Anarşizmi toplumsallaştırma sürecinde bu yolu aydınlatacak sinema dahil sanat yaratımlarının oluşması, bu toplumsallaşmadan sonra yaratılacak ürünlerle ilgili tartışmaları da beraberinde getirecektir. Tabi ki burada ortaya çıkarılan beyin fırtınası bir tanımı kavramlaştıracak güce sahip değildir, zaman geçtikçe izleyeceğimiz filmler, geliştirilecek yeni perspektifler alanın kendini gerçeklerken karakterize etmesini sağlayacak ve aslında kendi sürecini kendi dinamiklerine uygun bir şekilde kuracaktır.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/21/kitap-sinema-ve-anarsizm/feed/ 0
Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir https://meydan1.org/2013/10/11/anarsizmin-tarihi-anarsizmin-orgutlu-tarihidir/ https://meydan1.org/2013/10/11/anarsizmin-tarihi-anarsizmin-orgutlu-tarihidir/#respond Fri, 11 Oct 2013 18:26:55 +0000 https://test.meydan.org/2013/10/11/anarsizmin-tarihi-anarsizmin-orgutlu-tarihidir/   “Şimdi düşüncelerden bahsetmenin vakti değil, şimdi eylem vakti. Bugün her şeyden önce, proleter güçlerin örgütlenmesi gerek. Ancak bu örgütlenmeyi, proletaryanın kendisinin gerçekleştirmesi gerekiyor.” Mikhail Bakunin, Jura Federasyonu’ndaki Yoldaşlara Mektuplar, 1873 Küba Anarşizmin Avrupa dışında örgütlendiği yerler önemlidir. Çünkü anarşizm, farklı coğrafyalarda deneyimlenenlerle beraber olgunlaşabilmiştir. Bu coğrafyalardan biri Güney Amerika’dır. Anarşizmin Küba ile tanışması, özellikle anarko-kolektivizmin […]

The post Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

“Şimdi düşüncelerden bahsetmenin vakti değil, şimdi eylem vakti. Bugün her şeyden önce, proleter güçlerin örgütlenmesi gerek. Ancak bu örgütlenmeyi, proletaryanın kendisinin gerçekleştirmesi gerekiyor.”

Mikhail Bakunin,

Jura Federasyonu’ndaki Yoldaşlara Mektuplar, 1873

 

1860’ların sonu, 70’lerin başı… Bakunin’in yazınsal anlamda en verimli olduğu dönem. Birinci Enternasyonal’deki tartışmalardan yola çıkıp yazdığı yazıların büyük bir çoğunluğu iyi bir öngörü, iyi bir analiz ve anarşizmi olgunlaştıracağı düşünsel bir süreçten çıkmıştır. Tam da böyle bir dönemde, Bakunin’in düşünceleri, teori vs.ye ilişkin kaygısını bu kadar açık dile getirmesinin altında yatan nedeni iyi anlamak, anarşist felsefenin, hareketin, ideolojinin iyi anlaşılmasında önem taşır.

Bakunin’in önem sırasında ilk yere örgütlenmenin verilmesinin nedenini kavramak, anarşizmin örgüt ve örgütlenmeyle ilişkisinin açık bir şekilde ortaya konmasında önem taşımaktadır. Bu kaygıyı iyi görmek gerek.

Farklı coğrafyalarda anarşizm denildiğinde, o coğrafyada yaşayan insanların akıllarından oluşan şeyler, hatta sözcüğün kullanılabilir olması, kendine “anarşistim” diyenlerin çıkması, her şeyden önce düşünsel bir çabanın ürünü olmaktan önce, anarşizmin bir hareket olma özelliği ile açıklanabilir. Anarşizm, elde teorik bir kılavuzla çıkmaz yola. Yaşamsal pratiklerden geliştirdiği deneyimlerini sonrasında kullanmayı bilse de, eyler; eylediğini örgütler.

Hareket olabilme toplumsallığının yakalanması, birbirinden bağımsız, kısmen ilgisiz kimselerin kendiliğinden, rastlantı eseri bir araya gelmesiyle ilintili değildir. Yeni bir toplumsallıkta oluşmuş bir hareket, birbirleriyle iktidarsız bir ilişki içerisinde olan bireylerin bir aradalıklarıyla oluşur.

Bu bir aradalığın ismi ne kadar çok öyle ifade edilmekten kaçınılırsa kaçınılsın, bu örgüttür, örgütlülüktür. Bireyler, belli bir duygudaşlıkla yani yoldaşlıkla belli niyetleri gerçekleştirmek için beraberce eylemeye niyetlendikleri andan itibaren, örgütlü hareket ediyorlar demektir.

Örgütlü hareket, topluluk halinde yaşayan canlıların doğasında vardır. İhtiyaçların karşılanması, bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmelerindeki bu dayanışma hali, sadece insana has bir durum değildir.

Topluluk halinde yaşayan bireyler, birbirleriyle ilişki kurmaktan imtina edemezlerse eğer, birbirleriyle kurdukları ilişki biçimini her halükarda tanımlamaları gerekecektir. Bu tanımın iktidarsız bir temelde yapılması, anarşizm için kaçınılmazdır; özgür bir insanın düşündüklerini eyleyebilmesi için kaçınılmazdır.

Öyleyse, örgüt ve örgütlülüğün durduğu yer, bireyin toplumsal ilişkiler içerisinde özgür olabilmesiyle yakından ilişkilidir.

Bu özgürleşme çabasına, anarşist hareketin vuku bulduğu tüm coğrafyalarda rastlanır. İktidar ilişkilerinden kurtulma mücadelesi veren bireyler, devlet gibi, din gibi, şirketler gibi varoluşsal olarak iktidarlı olan kurumlara karşı güçlü olabilmek adına bir araya gelmemişlerdir sadece. Aynı zamanda bu dayanışma hali, iktidarsız bir toplumun var olabilmesindeki koşuldur.

Bireyler arasındaki ilişkilerin iktidarsız bir şekilde örgütlenmesiyse anarşist bir toplumda olması gereken bu dayanışma hali, bireylerin birbirleriyle aynı anda varlıklarını gerçekleştirebilmelerinin gereğidir.

Anarşizm tarihi her şeyden önce, iktidara karşı verilen mücadelenin ve dayanışmayla bir arada yaşayabilmenin tarihidir. Farklı coğrafyalarda eşzamanlı bir şekilde yeşeren anarşizmin, o coğrafyalarda taşıdığı özgünlüğün kaynağı da budur. Farklı bireylerin oluşturdukları örgütlü çabalar, o yerelliğin özelliklerini de barındıracaktır.

Bugün anarşizmden bahsedenler fark edeceklerdir ki, anarşizmin farklı coğrafyalarda deneyimlenen tarihi, anarşizmi o coğrafyalarda örgütlemişlerin tarihidir. Bir düşüncenin, hareketin ayakta kalmasının tek koşulu, o düşünceyi yaşatacak, o hareketi devam ettirecek bir örgütlülüğün olmasıdır.

Küba

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - Küba

Anarşizmin Avrupa dışında örgütlendiği yerler önemlidir. Çünkü anarşizm, farklı coğrafyalarda deneyimlenenlerle beraber olgunlaşabilmiştir. Bu coğrafyalardan biri Güney Amerika’dır.

Anarşizmin Küba ile tanışması, özellikle anarko-kolektivizmin ve anarko-sendikalizmin bu coğrafyada ezilen köylü ve işçileri etkilemesiyle oldu. Küba’nın İspanya Krallığı’nın bir kolonisi olmasının ve İspanya’dan göçen işçilerin burada diğer işçilerle beraber örgütlenmesinin, Küba’da anarşizmin ortaya çıkmasından etkisi vardır.1865’te bu ortak çabayla yayınlanan La Aurora, bunun en önemli örneğidir.

Tütün fabrikasında çalışan işçilerin, özellikle Barselona’dan göç eden işçilerle örgütlenmeye başlaması, 1885’te Circulo de Trabajadores’i ortaya çıkardı. Bu işçilerin ilk eylemi, Chicagolu anarşist işçiler için Havana’da yaptıkları destek mitingiydi. Çıkardıkları El Productor gazetesiyle, bu mitingi Küba çapında büyük bir kampanyaya dönüştürdüler. 1887’de Alianza Obrera’ya dönüşen bu işçi örgütü, Küba’da ilk 1 Mayıs’ı kutladı.

Küba halkının karşılaştığı ekonomik sorun kapitalizmin dayattığı koşullarsa, siyasi anlamda da en büyük problem İspanya Krallığı’na karşı verilen özgürlük mücadelesiydi. İspanyol yoldaşları, Kübalıların bu özgürlük mücadelesine en çok destek verenlerdi. Var olan sorunlara karşı verilecek en büyük cevap, toplumun örgütlü hareketiydi. Küba halkının bu örgütlü hareketle tanışmasında anarşizmin rolü büyüktür. 1900’lerin başına gelindiğinde tütün işçileri, şeker işçileri, fırıncılar ve şoförler, örgütlü bir şekilde anarşist işçi sendikalarındaydı. Aynı tarihlerde kendisi için tehlikenin farkına varan devlet, İspanyol anarşistleri sınır dışı etmeye başladı. 1915’e kadar anarşistlerin baskın olduğu işçi hareketi, devletin yoğun baskısıyla bu baskınlığı yitirmeye başladı. Küba Komünist Partisi kurulduğunda, sene 1925’ti. 1930’lara gelindiğinde sosyalistler Ulusal İşçi Konfederasyon’unda daha etkinleşti. Ancak 1936’da kurulan “Özgürlükçü Gençlik”anarşizmin Küba’da tekrar güçlenmesini sağladı. Sonrasında Solidaridad Internacional Antifascista’yı (SIA) kuran gençlik, CNT-FAI’ye yardıma gitti.

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir- küba

1940’larda anarşizmin toplumda yine belirginleşmesiyle, baskı furyası devam eder. Kurulan Küba Anarşist Grupları Federasyonu örgütü ve sonraki adıyla Küba Özgürlükçü Birliği (ALC), Castro kapatana dek mücadelesine devam edecektir. 1950’de Batista hükümetine karşı sosyalistlerle beraber gerilla gruplarında geliştirilen birliktelik, Castro hükümetinin 1960’larda ALC’yi kapatmasıyla sona erdi. Bu tarihten sonra anarşistlerin büyük bir çoğunluğu, ülke dışına sürgün edildi.

Arjantin

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - Fora

Güney Amerika’da anarşizmin toplumsallaşabildiği bir başka yer de Arjantin. 1870’lerle beraber ilk anarşist örgütler oluşmaya başlamıştı. Hatta 1871’de Birinci Enternasyonel’de Buenos Aires’ten temsilciler göndermişti.

1876 yılında Bakunin’in düşüncelerinin etkisiyle İşçilerin Propaganda Merkezi isimli bir örgüt kuruldu. 1885’te Errico Malatesta, kısa bir süreliğine Arjantin’de yaşar. Malatesta’nın da etkisiyle, ilk anarşist işçi sendikası kuruldu. El Perseguido da aynı tarihlerde yayınlanan ilk anarşist gazeteydi.

Anarşistler bu dönemde yoğunluklu olarak işçi örgütlenmelerindeydi. 1891’de İspanya’dan ve İtalya’dan gelen göçmen işçiler arasında Pellicer Paraire ve Pietro Gori de vardı. Paraire’nin öncülüğünde La Protesta Humana gazetesi çıktı. Gazetenin savunduğu çizgi, ekonomi için militan işçi federasyonu, siyaset için de anarşist örgüttü.

1901’de kurulan ilk ulusal emek konfederasyonu “Arjantin İşçi Federasyonu”ydu (FOA). Örgütün temel prensiplerinin belirlenmesinde Paraire ve Gori’nin etkisi olsa da, örgüt sosyalistlerin de dahil olduğu ortak bir projeydi.

1902 tarihinde genel grev ilan eden ve Arjantin’in büyük bir kesiminde başarılı da olan FOA’ydı. Küba örneğinde olduğu gibi hemen “yabancılar yasası” çıktı. Hedeflenen etkili olan federasyon üyelerini ülkeden göndermekti. Ancak birçoğu Arjantin’e geri dönmek üzere Uruguay’a geçti.

1903’te La Protesta Humana isim değiştirdi, La Protesta oldu. FOA’daki anarşistlerin daha da güç kazanmasıyla, örgütün anarşist çizgisi daha belirgin hale geldi ve o da isim değiştirdi; FOAArjantin Bölgesi İşçi Federasyonu oldu (FORA). Zaten bunu izleyen süreçteki kongrede FORA, anarşist-komünizme bağlı olduğunu açıkladı.

1 Mayıs 1904’te, 70.000 işçinin Buenos Aires sokaklarında yürümesiyle anarşizmin etkisi yoğunlaştı. Ve dolayısıyla anarşistlere yönelik baskı da. 1920’li yıllarda gerçekleşen birçok isyanda FORA’nın etkisi büyüktü. 1935’te kurulan Arjantin Anarşist-Komünist Federasyonu, İspanya Devrimi’ne katıldı. 1940’ların ortalarında, Peron başkan olduğunda sadece iktidarı değil toplumun önemli bir kısmını da etkiledi. İşçi sendikalarının büyük bir bölümü Peronizmin etkisinde kalınca 1955’e kadar ( Arjantin Özgürlükçü Federasyonu-FLA kuruluncaya kadar) anarşist bir örgüt topluma etki edemedi. FLA ve FORA şu an hareket halindeki iki anarşist örgüt.

Güney Afrika

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir- zabalaza

Anarşizmin farklı coğrafyalarda köklü bir geçmişi olduğunun bilinmesi, hareketin köklerini ve etkilediği mücadele biçimlerini anlamak açısından çok önemli. Güney Afrika’da son dönemde oluşan anarşizan toplumsal hareketlenmelerinin kökenini burada aramak gerek.

1904’te Cape Town’da Sosyal Demokrasi Federasyonu’ndaki etkin anarşist kanattan önce, 1880’lerde Henry Glasse’nin çıkardığı gazeteler ve Kropotkin çevirileri, Güney Afrika’da anarşizmin kısmen bilinmesine yol açmıştı.

1915’te bu anarşist kanat Uluslararası Sosyalist Birlik’i (ISL) kursa da, süreç içerisinde etkisini yitirip 1921’de ISL, Güney Afrika Komünist Partisi’ne dönüşüyordu. Ancak, Dünya Sanayi İşçileri’nden (IWW) etkilenen bir kanat Afrika Sanayi İşçileri’ni (IWA) kurdu.

Güney Afrika’daki toplumsal hareketler, Afrika özgürlük mücadelesiyle çok ilişkili olduğundan; neredeyse tüm örgütlenmeler bu mücadelenin içinde yer almışlardır. Anarşistler de bu örgütlerin içinde yer alarak 1980’lere kadar anti-apartheid mücadelesi vermişlerdir. 1990’larla beraber Durban ve Johannesburg’da Anarşist Devrimci Hareket (ARM) kuruldu. ARM’ı kuranların çoğunluğunu öğrenciler ve anti-apartheid mücadelesi veren militanlar oluşturuyordu.

1995’te ARM, İşçi Dayanışma Federasyonu’na (WSF) dönüştü ve platformizmi benimsedi. Siyah işçi hareketi ve öğrenci hareketini birleştiren WSF, anarşizmi Zimbabwe, Tanzanya, Zambiya’da da örgütlemeye başladı. 1999’da WSF kapandı ve Bikisha Medya Kolektifi ve Zabalaza Kitap Kolektifi’ne dönüştü. İki grubun çıkardığı ve 2000’lere damgasını vuran Zabalazagazetesi, özelleştirmeye ve evlerden tahliyelere karşı toplumsal bir hareket örgütledi.

2003’te Zabalaza Anarşist Komünist Federasyonu ve 2007’de Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF) kuruldu. ZACF, sonraki süreçlerde yeni toplumsal hareketlere odaklandı, topraksız halk hareketini destekledi. Bunun bir parçası olan Abahlali baseMjondolo hareketi ile dayanışma halindeler.

ABD

 

ABD, anarşizmin birçok farklı ekolünün oluştuğu bir coğrafya. Bunda anarşizmin bu kadar çok toplumsallaşmasının rolü çok büyük. Öte yandan, halkın içinde bulunduğu olumsuz durumlardan kurtulmak için giriştikleri mücadelede de anarşizmin etkisi ve rolü büyük.

1800’lerin ortalarında ekonomisi ağırlıklı olarak köylü üretimine dayanan ABD’nin Proudhon’un fikirlerinden etkilenmesi bu yüzden kaçınılmazdı. Yüzyılın sonuna doğru gelindiğinde anarşist-komünizmin etkisi Freedom gibi aylık Devrimci Anarşist-Komünist gazetelerle iyice belirginleşir. Bunda toplumu da aynı ideallerle örgütleme faaliyetinin içerisinde olan Lucy Parsons ve Lizzy Holmes gibi isimlerin etkisi vardır. Bu örgütlenme faaliyetinin nereye gittiğini The Alarm’ın etkisiyle büyüyen işçi sınıfı mücadelesinde, 8 saatlik iş günü eylemlerinde ve Haymarket’te katledilen anarşist işçilerde görmek mümkün.

ABD’de işçi mücadelesi tarihi, örgütlü anarşizmin tarihiyle kol kola gider. Johann Most’ların, Emma Goldman’ların, Alexander Berkman’ların işçi hareketindeki önemli isimler olması bu biraradalıkla açıklanabilir. 8 saatlik iş günü eylemleriyle yükselen işçi hareketine ruhunu veren işçi grevlerini yaratanlar yoğunluklu olarak anarşistlerdi.

1 Mayıs 1886’da 340.000 işçiyi sokağa döken, genel greve iten aynı örgütlü anarşist çabaydı. Sacco ve Vanzetti gibi işçi mücadelesiyle özdeşleşmiş isimlerin anarşist olması bu yüzden rastlantı değildi. 1905’te Dünya Sanayi İşçileri (IWW) kurulduğunda bu kol kola giden mücadele bütünleşmiş oldu.

Örgütlü anarşizm, ABD’de sadece işçi hareketinin güçlenmesine değil, toplumsallaşmasına bağlı olarak toplumda rahatsızlık hissedilen Dünya Savaşı gibi konulara da söz üretebildi. Savaş karşıtlığını örgütleyebildi.

1960’larda Goodman, Bookchin, Dolgoff, Chomsky, Perlman gibi isimlerin ABD’den çıkması da, anarşizmin bu kadar farklı ekolleri yaratabilmesi de buradan bakıldığında şaşırtıcı değildir. ABD’de bu kadar toplumsallaşabilmiş bir hareket, ebetteki kendi özgün deneyimlerini oluşturacaktır. Anarşizmin örgütlü gücüne buradan bakabilmek önemlidir. Keza hareketin toplumsallaşması, düşünsel zenginliğe yol açacaktır; anarşizmin toplumdaki bireylerin algısındaki yansımaları bu şekilde açığa çıkacaktır.

1980’lerle beraber hareketsizleşen anarşizm, 1990’larla beraber önemli bir örgütlenme oluşturacaktır. Kuzeydoğu Anarşist Komünistlerin Federasyonu (NEFAC), platformist eğilimiyle anarşizmi, bu coğrafyada örgütlemeye devam etmektedir.

İspanya

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - ABD

Anarşizm tarihinde İberya’nın rolü büyüktür. Bu topraklar, anarşist düşüncenin gerçekle buluştuğu, gerçeğin anarşist düşünceyi şekillendirdiği topraklardır. Yaratılan deneyimler, anarşizmin ne olduğunu, nasıl yaşanıldığını gösteren deneyimler olması açısından; neden anarşizmin örgütlü bir şekilde yaratılması gerekliliğinin anlaşılması için tekrar tekrar düşünülmesi gereken deneyimlerdir.

Buradan düşünüldüğünde ilk anarşist yayın El Porvenir’in, Ramon de la Sagna tarafından burada çıkartılması çok da şaşırtıcı değildir. Anarşizm örgütlenmeye ve toplumsallaşmaya erken tarihlerde başlar. 1868’de Fanelli öncülüğünde Birinci Enternasyonal’deki İspanya delegelerinin savundukları anarşizm bunun en büyük örneğidir.

Zengin ve fakir arasındaki ayrım açıldıkça, din ve devlet baskısı insanlar üzerinde arttıkça anarşizm de toplumsallaştı. İşçiler isyan etti, Luddist eylemler başladı, sendikalar ortaya çıktı. Anarşist düşünceler, konuşmalarla, tartışmalarla ve La Solidaridas gazetesiyle yayıldı.

20. yüzyılda sendikalizm fikri toplumda iyice yerleşiyor. Çünkü istenilen bir yaşamın somutlaşması için sendikanın önemli bir araç olduğu fark ediliyor. Patronsuz, devletsiz ve ruhban sınıfından uzak bir yaşamın gerçekleştirilmesinde önemli bir araç.

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - İspanya

1900’lerde İspanya Bölgesi İşçi Toplulukları Federasyonu kuruldu. Ülke genelinde grev ilan edilmesi, kapitalizmin ne olduğunun anlaşılmasına olanak verdi. Federasyon sonrasında, İspanya Bölgesi Anarşist Örgütü’ne dönüştü. 1907’de Solidarida Obrera çıktı ve Solidaridad Obrera gazetesi, aynı zamanda CNT’nin kurulmasını sağlayacak ekip oldu. 1910’da CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu) kuruldu. 1917’ye gelindiğinde CNT’nin üye sayısı bir milyonu aşmıştı, devlet anarşistler üzerindeki baskısını arttırdı. CNT ise her seferinde genel grevle karşılık verdi.

1927’ye gelindiğinde, halk toplumsal işleyişin kontrolündeki devlet etkisini olabildiğince azaltmış ve CNT ile üretim ve tüketim süreçlerindeki kontrolü eline aldı. Böyle bir ortamda beliren siyasal bir ihtiyaçtan dolayı İberya Anarşist Federasyonu (FAI) oluşturuldu. FAI, bu yaşamsal örgütlenmenin sürekliliği için bir teminattır. Siyasal farkındalıklar FAI aracılığıyla arttırılıp, henüz yok olmayan devlet ve diğer iktidar mekanizmalarına karşı bir öz örgütlülük yaratılmıştır.

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - İspanya1

1930’ların ortalarında başlayan devrim sürecinde FAI üye sayısını, 5000’den 30000’e çıkarmıştır. Toplumsal devrimin ne demek olduğu, ’36 ile başlayan süreçte anlaşılmıştır. Franco’nun ordularına karşı bir yanda cephede olan halk, diğer yanda yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacakları üretim-tüketim-dağıtım problemini CNT aracılığı ile çözmüştü. Bu süreç Juan Garcia Oliver’ların, Buenaventura Durruti’lerin ortaya çıktığı bir süreç olmuştur.

Yeni nesillerin, yeni değerlerle yetişmesi sorununa çözüm de bu toplumsal örgütlülükten gelmiş, Francesc Ferrer’in geliştirdiği tarzda özgürlükçü eğitim modelleri denenmiştir.

Anarşizmin, yarattığı örgütlenme algısı sadece toplumda ekonomik anlamda ezilen kesimlerde değil, erkek egemenliğinden kaynaklı ezilmişliğe karşı kadınların örgütlenmesinde de yer bulmuştur. Mujeres Libres, yarattığı bu örgütlülükle 38000 üyeye ulaşmıştır. Tabi ki etkisi, anarşist bir dünyanın deneyimlendiği tüm İberya toprakları olmuştur.

1939’da Franco faşizminin hedef aldığı şey de bu yüzden bu toplumsal örgütlenme olmuş, bu örgütlenmeyi kırmaya çalışmıştır. Dünya üzerindeki diğer faşist devletlerin desteğiyle, Katalonya’ya kadar anarşistlerin geri çekilmesine neden olsa da, mücadeleye devam eden Maqui’ler Katalonya’nın özgürlük mücadelesine yardımcı olmakla kalmamışlar, anarşizmin bu coğrafyadan kopartılamayacağının kanıtı olmuşlardır.

Ukrayna

Meydan Gazetesi- Anarşizmin Tarihi Anarşizmin Örgütlü Tarihidir - ukrayna

Anarşizmin yaşandığı, toplumsallaştığı bir başka coğrafya da güneydoğu Ukrayna’dır. “Özgür Topraklar”, anarşist komünist ilkelerle yaşamın örgütlendiği bir coğrafyadır.

Bunda, 19 yüzyıldan itibaren başlayan anarşist örgütlenme çalışmalarının rolü çok büyük. Mykhailo Drahomanov’un Proudhon ve Bakunin etkisiyle yazdığı ve yaşama geçirmeye çalıştığı fikirler önemli yer tutuyor.

Özgür Topraklar’ın inşasında Nestor Makhno ve Devrimci İsyan Ordusu’nun rolü ne kadar önemliyse, bu topraklarda anarşizmin yaşamasında Nabat’ın (Anarşist Örgütlerin Konfederasyonu)rolü o kadar büyüktür. Nabat sadece Özgür Topraklar’da üretim, tüketim ve federalizm ilkesinin işlemesini sağlamaya çalışmıyor, aynı zamanda Güney Ukrayna’nın tüm şehirlerinde anarşizmi toplumsallaştırmaya çalışıyordu.

1920 ve 21’de önce Menşeviklere sonra Bolşeviklere karşı girişilen bir dizi savaş, Özgür Topraklar’ın korunmasına yardımcı olsa da; sonrasında Kızıl Ordu’nun buraya girmesi ve birçok anarşisti katletmesiyle son buldu.

Çin

19. yüzyılda Rusya’daki örgütlü anarşizm, Çin’i de etkiledi. Ancak bu etkilenme Çin anarşizminin doğmasına yol açmadı. Özellikle Paris ve Tokyo’daki öğrencilerin, anarşist düşüncelerle uğraşmaya başlamasıyla anarşizm, Çin’de daha görünü bir hal aldı.

1906’da Li Shih-tsen gibi, Çin felsefesiyle anarşizmi ilişkilendiren düşünceler ortaya çıktı. Taoism ve Budizm’le karşılıkçılık ve federalizm fikrini birleştiren Çin düşünürleri ortaya çıktı. Bu süreçte, anarşizmin sadece Çin’deki düşünceleri etkilediği değil; aynı zamanda Çin felsefesinin de anarşizmin üzerinde etkisi olduğu sık konuşulanlar arasındadır. Özellikle anarşizmin birey vurgusuyla, Çin felsefesindeki birey vurgusu arasındaki ilişkinin bu etkilenme sonucu ortaya çıktığı söylenir.

Anarşizm’in Çin’de toplumsal bir hareket haline gelmesinde ABD’deki anarşistlerin etkisi var. 1911’de anarşizmin Çin’de geldiği konum, ABD’ye çalışmaya giden Çinli işçilerin etkisiyle oluşuyor. O dönem, Meksikalı ve Çinli işçilerin oluşturdukları işçi birlikleri anarşisttir. Bunda anarşistlerin, o dönemde siyah, Latin ya da Asyalı tüm işçileri kapsayan söylemlerinin etkisi var. 1890’larda Emma Goldman’ın, San Francisco’da yaptığı konuşmaya binlerce Çinli işçi katılır.

1908’de Çinli işçiler, IWW’de örgütlenir. IWW, aynı zamanda beyazların üstünlüğüne karşı çıkan, farklı ırklardan işçilerin örgütlendiği tek işçi birliğidir. Burada IWW’de örgütlenen işçiler, Çine geri döndüğünde, anarşizmin gelişmesine katkıda bulunurlar. 1914’te birçok işçi ve köylü anarşizme örgütlenir.

1919’dan sonra başlayan süreçte, özellikle 4 Mayıs Hareketi ile başlayan süreçte, Bolşeviklerle yakınlaşan anarşistler, Çin Komünist Partisi’yle etkilerini kısmen yitirseler de; Guangzhougrubu örgütlenme ve propaganda ilkelerini benimser ve anarşizmi ayakta tutar. Halkın Sesi isimli gazete çıkarırlar.

Komünist Parti’nin iktidarı sırasında etkilerini büyük ölçüde yitirirler. Çünkü örgütlenmenin önünde büyük bir engel vardır.

Anarşizmin Örgütlü Olduğu Coğrafyaları Düşünmek

Anarşizmin 19.yüzyıl itibarıyla, birçok farklı coğrafyada toplumsallaştığı bilinen bir gerçektir. Elbette anarşizmin örgütlenme alanı, farklı kıtalarda yer alan bu coğrafyalarla sınırlı değildir. Avustralya’dan Kanada’ya, Vietnam’dan Yunanistan’a kadar uzanmıştır anarşizmin örgütlenme alanı.

Anarşizmin örgütlenme tarihi, Birinci Enternasyonalleri, Paris Komünleri’ni, Haymarketleri, Özgür Toprakları, ’36 Devrimini, Kronştadları oluşturmamıştır sadece. Endonezya’da bir ulusal kurtuluş mücadelesinde çıkmıştır bu örgütlü tarih kimi zaman karşımıza, kimi zaman Meksika’da 1911’de Magonların özgürlük mücadelesinde. Kore’nin Japonya tarafından istilasına karşı giriştikleri bir çaba olmuştur anarşizm, kimi zaman Filistin’e saldırının bir parçası olmak istemeyen İsraillilerin vicdani retlerinde belirginleşmiştir.

Yazıda geçen örgüt isimleri, örgütlerdeki insan sayıları, çıkan gazeteler ve dergiler bir şeyi ispatlama çabasından çok, anarşizmin etkisini ve bu etkinin örgütlü olma nedenselliğini açıklamaya yöneliktir. Toplumsal bir düşünce ve hareket olarak anarşizm, toplumsallaşma kaygısı ve çabasının dışında düşünülemez. Bu durum anarşizmin, örgütlenme karşıtı, toplumsallaşma karşıtı, sistemin bireyci anlayışının bir uzantısı olarak göstermek isteyen tüm düşüncelere karşı verilmiş bir yanıttır.

Düşünceler toplumsallaştığı bir ortamda, hareket halindeyken özgünlük kazanır. Farklı anarşist ekollerin doğmasına yol açan da bu örgütlülük halidir. Anarşizmin iktidarsız bir ilişki bütünü olarak tanımlandığı düşüncelerin, tarihte deneyimlenebildiği coğrafyalar, yani toplumsal devrimlerin yaşandığı coğrafyalar, bu örgütlülük halinin ortaya çıktığı durumlardır. Örgüt ve örgütlenmenin farklı şeyler olduğunu söyleyecek olanlara verilecek en güzel cevap da, ezene karşı ezilenlerin oluşturduğu bu örgütlenmelerin birden çok anarşist örgütün varlığıyla oluştuğu gerçeğidir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/10/11/anarsizmin-tarihi-anarsizmin-orgutlu-tarihidir/feed/ 0
Kitap Tanıtımı: Anarşist Portreler https://meydan1.org/2012/11/09/kitap-tanitimi-anarsist-portreler-2/ https://meydan1.org/2012/11/09/kitap-tanitimi-anarsist-portreler-2/#respond Fri, 09 Nov 2012 11:29:18 +0000 https://test.meydan.org/2012/11/09/kitap-tanitimi-anarsist-portreler-2/ Son zamanlarda basılan anarşizmle ilgili kitaplardan biri olan “Anarşist Portreler”, ilk olarak 1991 yılında Sarmal Yayınevi tarafından iki cilt halinde basılmıştır. 2012 yılında Agora Kitaplığı’nın tek ciltte toplayarak bastığı kitabı, “Rus Devriminde Anarşistler” kitabının yazarı olarak da tanıdığımız Paul Avrich yazmış. Kronstadt, Sacco ve Vanzetti, Haymarket olayı gibi birçok konu üzerine kitaplar kaleme alan Avrich, […]

The post Kitap Tanıtımı: Anarşist Portreler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Son zamanlarda basılan anarşizmle ilgili kitaplardan biri olan “Anarşist Portreler”, ilk olarak 1991 yılında Sarmal Yayınevi tarafından iki cilt halinde basılmıştır. 2012 yılında Agora Kitaplığı’nın tek ciltte toplayarak bastığı kitabı, “Rus Devriminde Anarşistler” kitabının yazarı olarak da tanıdığımız Paul Avrich yazmış. Kronstadt, Sacco ve Vanzetti, Haymarket olayı gibi birçok konu üzerine kitaplar kaleme alan Avrich, bu kitabında, anarşizmin bilinen isimlerinin yanı sıra anarşist tarihte adı çok fazla duyulmamış anarşistlerin hayat hikayelerini, düşüncelerini ve faaliyetlerini ele alıyor.

Hayatı boyunca verdiği anarşist mücadeleyle tüm Avrupa’ya nam salmış, teorisi kadar pratikleriyle de ünlenmiş Bakunin’den, anarşist hareketin şekillenmesinde belirleyici rol oynamış Kropotkin’e, Ukrayna köylü hareketiyle, devletin giremediği topraklarda özyönetim deneyimleri yaşayan Mahno’dan, yazdığı yazılarla idamlık olup yaptığı propogandalarla binlerce insanı etkileyen Mahno’nun yoldaşı Volin’e, işlemedikleri bir cinayetin suçuyla sadece anarşist oldukları için idam edilen İtalyan anarşistler Sacco ve Vanzetti’den, Meksikalıları “Toprak ve Özgürlük” bayrağı altında toplayan, devrimin taşıyıcılarından olan Ricardo Flores Magon’a… dünyanın farklı yerlerinden anarşizm için mücadele etmiş birçok anarşisti tanıtan bu kitap tarihi anlamak adına önemli bir kaynak oluşturuyor. Ayrıca kitap isimleri diğerlerine nazaran daha az duyulmuş olan, Kronstadt’lı cesur denizci Jelezniyakov’u, Mollie Steirmer’i, Paris Komünü’nden Gustav Landauer’i ve Brezilyalı anarşistleri de tanımamızı sağlıyor.

Avrich, kitapta geçmişteki olayları ve düşünceleri anlatırken, bunların günümüzde de ne kadar geçerli olduğunu, kitabın farklı bölümlerinde bize gösteriyor. İlk bölümün sonunda, Bakunin’in “bilimin egemenliğine karşı hayatın başkaldırısını” koyarak, bilimin hayatın bilgisi üzerine kurduğu egemenliği hakkında duyduğu kaygının, bugün nükleer ve biyolojik silahların gölgesinde yaşadığımızı düşünürsek, ne kadar yerinde olduğunu görürüz. Sadece bu teze bakılarak bile, tıpkı anarşist tarihçi Max Nettlau’nun dediği gibi Bakunin’in fikirleri “hala tazedir ve ebediyen yaşayacaktır.”

Kitabın Amerika’da idam edilen iki İtalyan anarşisti anlattığı Sacco ve Vanzetti ile ilgili bölümünde ise; Sacco ve Vanzetti’nin siyasal çalışmalarını hapishanede bile sürdürerek, son nefeslerine kadar kararlı birer anarşist olarak kaldıklarını belirten Avrich, tıpkı Sacco ve Vanzetti gibi özgürlüğün fethedilmesinin amansız bir mücadeleyi gerektirdiğini düşünen Malatesta’nın şu sözleriyle bölümü bitiriyor: “Önemli olan bugün, yarın ya da on asır içinde anarşizme ulaşıp ulaşılmaması değil, bugün, yarın ve daima anarşizme doğru yürümemiz.”

Yazar bir diğer bölümde ise, anarşist tarihte adı pek fazla duyulmamış olan, Kronstadt’ta devlet otoritesine karşı çıkan denizcilerden biri olan Jelezniyakov’dan bahsediyor. Özellikle Rusya’da anarşist harekette çok belirgin bir karakter olan Jelezniyakov’un, kendini mücadeleye nasıl adadığını, yoldaşı Volin’e söylediği şu sözler açıklamaya yetiyor: ”Başıma ne gelirse gelsin ve benim hakkımda ne söylerse söylesinler, bir anarşist olduğumu, bir anarşist olarak savaştığımı ve yazgım nasıl biterse bitsin bir anarşist olarak öleceğimi iyi bilmelisin.”

Geçmişten bugüne anarşizm; dünyanın çok farklı noktalarında yükselmiş ve her yerde adaletsizliğe, zorbalığa, tahakküme boyun eğmeyerek bugünlere kadar bizlere değerli bir miras bırakmıştır. Anarşist Portreler isimli kitap bu mirası anlayabilmemiz adına başvurulacak önemli bir kaynaktır.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.

The post Kitap Tanıtımı: Anarşist Portreler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/11/09/kitap-tanitimi-anarsist-portreler-2/feed/ 0