PATRIOT ACT – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 10 Nov 2013 18:42:11 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/ https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/#respond Sun, 10 Nov 2013 18:42:11 +0000 https://test.meydan.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/ Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor. Jeremy Bentham gözetim kavramını, Fransız Devrimci Millet Meclisi (1791) tarafından basılan Panoptikon adlı kitabında şöyle tanımlıyor; “bugüne kadar örneği görülmeyen, insan zihni üzerinde zihinsel iktidar elde eden yeni bir yöntem”. Gözetleme ve güvenlik kavramları bizleri tek bir […]

The post Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor.

Jeremy Bentham gözetim kavramını, Fransız Devrimci Millet Meclisi (1791) tarafından basılan Panoptikon adlı kitabında şöyle tanımlıyor; “bugüne kadar örneği görülmeyen, insan zihni üzerinde zihinsel iktidar elde eden yeni bir yöntem”. Gözetleme ve güvenlik kavramları bizleri tek bir toplum yapısına doğru götürürken, özellikle 9/11‘den sonra çıkarılan yasalarla ve kolluk birimlerine tanınan sonsuz haklarla birlikte, Foucault‘nun tasvir ettiği toplumun içinde, iletişimin öznesi değil bilginin nesnesi olarak var oluyoruz ya da olamıyoruz. İşkence, soruşturma, fişlenme, yargısız infaz, hukuksuzluk vb. gibi kavramların içinde var olmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Sakin miyiz, pek değil. Üstelik direniş üstadı Stéphane Hessel “Yetti artık! Olup bitenlere duyarsız kalmayın, liberal masallara kanmayın! Sizlere empoze edilen bir dünya bakışından tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana has en basit tepkileri verin! ÖFKELENİN!” derken biz nasıl sakin kalabiliriz ki?

İnternet ve isyan ağlarının toplumsal yapıya olan etkileri, günümüzde toplumların isteklerini karşılamayan klasik anlamdaki iktidar ilişkilerini de değiştiriyor, değişmeye zorluyor. İlişki dediysek, internet gibi karşılıklı, etkileşimli, gayri-merkezi bir ilişki/iletişim değil bu; sermaye ve rant üzerine kurulu bir yasak ilişki. Vatandaşlar mahremiyetlerini gittikçe yitirirken ve yine tüm hayatlarımız çevrimiçi vaziyette devletler, şirketler ve kurumlar tarafından rahatça izlenirken, yöneten iradeler gittikçe daha merkezi ve totaliter bir hale bürünüyor. Griye muhtaç devlet yurttaşlarıyla arasına ördüğü duvarları daha da kalınlaştırırken, bu duvarlardan sızıntılar da akmaya devam ediyor. Hiçbir zaman bilgi akışı üzerinde tam denetim sağlayamayan ama hep bunu arzulayan devlet-i aliyye daha ne bekliyor ve istiyor ki? İnsanlar gittikçe şeffaflaşıp en önemli sırlarını bile sosyal ağlar aracılığıyla ortaya dökerken, karşılığında da bir şey bekliyor; devletten şeffaflık. Karşılığında bunu göremeyince de, devletin aslında gerçek olan gizli bilgilerini/belgelerini ya da devletin o hiç de masum olmayan sırlarını ortaya döküyor!

Wikileaks, Manning, Snowden, Aaron Swartz, Vanunu… Bunlar son yıllarda olanlar, ki “sızıntı” tarihi daha öncelere dayanıyor. Sızıntı ve ihbar kavramları –hatta köstebek vs.- günlük hayatta sıklıkla kullandığımız kelimelerdi fakat günümüz sızıntılarının eskilerinden biraz farkı var. İnternet ağları sayesinde bu belgeler/bilgiler kamuya açılıyor, insanların paylaşımına sunuluyor. “We Open Governments” iddiası ile yola çıkan Wikileaks bu iddiasını yüzbinlerce belgeyi açıklayarak gerçekleştirdi. G8, G20 gibi zirvelerde gülmekten bir hal olan, verdikleri samimi pozlarla aralarına su sızmadığını düşündüğümüz bu takım elbiseliler takımı, meğer birbirlerinin kuyusunu kazıyormuş! Sonrasını biliyorsunuz; Wikileaks ve Jullian Assange’a saldırılar, itibarsızlaştırmalar. Edward Snowden’ın durumu Bradley Manning’in durumundan biraz daha farklı. Daha önceki tecrübelerden biliyor, yakalanmaması gerek, hala birtakım belgeler elinde ve bunları paylaşmaya devam ediyor. ABD Milli Güvenlik Ajansı (NSA) sadece vatandaşları değil, herkesi dinlemiş, devlet başkanlarının kişisel e-postalarına kadar girip, o kadar derine ve özele inmiş. Bu dikizleme/izleme kültürü, aslında web 2.0’ın ana karakterini oluşturan, kurumların ve siyasi veri tabanlarının yürütücüsü bir karaktere sahiptir. Aaron Swartz ‘ı intihara sürükleyen sürece baktığımızda, Türkiye’de yaşanan olayla ilgili benzerlikler kurmak mümkündür Sızıntı konusunda Türkiye’de, tam anlamıyla az önce bahsettiğimiz örneklere benzer bir olay yok. Fakat bir olay var ki, tam anlamıyla içler acısı, yaralayıcı, yargısız, hukuksuz ve haksız infaz!

Sızdırdı sızdırmadı, yaptı yapmadı, kanıt yok belge var vesaire, ne fark eder ki? Utku Kalı, tüm ulusal/uluslararası hukuk hiçe sayılarak yargılanıyor. Bildiğimiz üzere, daha yargılama süreci başlamadan önce bizi öfkelendiren bir sürü şey okuduk, gördük ve duyduk.(Tekrara girmeye gerek yok, ablası ve avukatı Ceren Kalı’yı dinlemek, internette ufak bir araştırma yapmak, vahim durumları karşınıza çıkaracaktır.) Reyhanlı olayından sonra konan basın sansürü, şimdi de davada karşımıza çıkıyor; dava artık gizli, dosyalar çok gizli. Neden gizli? Neden bilgi almamız bir kez daha devlet erkanı ve mülkün temelinin temsilcileri tarafından engelleniyor? İktidarın sevdiği(!) davalarda, “yargıya söyledik” konseptiyle oluşturulan operasyonlarda bazı gazetecilere pazarlanması için belgeler giderken ve bu belgeler/bilgiler belli başlı yayın organlarına gönderilirken bu neyin gizliliği şimdi? Reyhanlı patlamasının sorumluları bulunup yargılanmazken neden Utku yargılanıyor? Patlamaların sebebi o mu? Yoksa sizin “savaş” planlarınız mı bozuldu? Muammer Güler belgenin “gizli” olmadığını sadece “bilgi notu” olduğunu söylemişti zamanında. 21 Ekim’deki davaya polislerin yerleştirilmesinden önce de bir sürü dolaplar çevrildi, oyunlar oynandı. Utku olayı dahil Türkiye’deki hukuksuzlukların, adil yargılanma hakkının yok sayılmasının, çifte standartlı adaletsiz davaların ve verilen cezalardaki uyumsuzluğun sebepleri nelerdir? Bunda, merkezi devlet yapısının giderek dağılması, yönetenlerin yurttaşların gözünde giderek “küçülmesi”, insanların bilinçlenmesi/haber alabilmesi ve katkı sunabilmesi, özyönetim haklarının önemi, dünyadaki isyan ağları vb. gibi unsurların da etkisi yok mu?

Hukukçu Günther Jakobs 1985 yılında “Düşman Ceza Hukuku” üzerine çalışırken, acaba gelecekte bunların olabileceğini öngörüyor muydu? Yönetenlerin onun tezlerinden yola çıkarak düşüncelerini daha da somutlaştırıp uygulayacağını? Devletin tüm vatandaşları “düşman/terörist“ olarak sınıflandırabileceğini ya da hukukta var olan “kişilik” haklarının “düşman unsurlar” dahilinde eritilebileceğini? Onun düşüncesine göre, düşmanın iç dünyası da tehlikelidir ve düşmanın iç dünyası bir suç unsuru olarak değerlendirilip, bunun cezai karşılıkları vardır. Şimdi bu cümledeki düşman kelimesi yerine vatandaş kelimesini koyun ve son zamanlarda çokça tartışılan “polis yetkilerini” düşünün. Peki Utku’yu neyle suçluyorlar? Utku bir düşman mı? Daha önce “klavyeli terör örgütü” olarak adlandırılan Redhack mi düşman yoksa kahraman? Yazının başında “9/11’den sonra çıkan yasalar”dan bahsetmiştik ve bu yasaların bizi nereye götürdüğünden. İşte sosyolog Jean-Claude Paye Hukuk Devletinin Sonu adlı çalışmasında 11 Eylül’den 45 gün sonra ABD’de imzalanan “Patriot Act” yasasına vurgu yaparken, insan hakları ihlalleri ve özel hayatın dokunulmazlığı gibi konularda yaşananlara dikkat çekmişti. Bu yasa “düşman ve teröristleri yakalama” kılıfı altında insanları, yönetime karşı girişilen her türlü gösteriyi, grevi, yürüyüşü,barışçıl eylemi terör suçları ile ilişkilendirilebilir kılıyordu. Bu yasanın getirdiği bir başka unsur da, “internet ya da farklı türden bir ağ üzerinden” makul şüphe olmadan devletin tüm iletişim yollarını izleyebilmesi, özel e-postaları bile takip edebilmesi ve gözetimi tüm yaşam/iletişim alanlarına yayabilmesidir. Şimdi lütfen bunları birleştirelim ve Utku Kalı’yı tekrar düşünelim.

Bu belgeyi kimin gönderdiği/sızdırdığı önemli değil, önemli olan, “bilginin özgürlüğü” meselesidir. Bilginin özgürlüğünün savunulması meselesidir. Devletin zaaflarını/suçlarını masum insanların üzerine yüklemesi meselesidir. Utku’nun davasına sahip çıkmak, sonuna kadar davanın takipçisi olmak, gözetim devletlerini gözetlemek, iletişim ve bilgi alma hakkımızı sonuna kadar savunmak dışında ne yapmalıyız? Mücadeleye devam etmeliyiz ama hangi yollarla? Sızıntıları daha güvenli hale getirerek mesela, “sızıntı gazeteciliği” için çabalayarak ve hem devletin hukuk dışı müdahalelerinden korunarak hem de internette kendimizi güvenli bir hale getirerek, şifrelemeyi önemseyerek… İhbar ya da belge sızdıracak kişileri anonimleştiren, güvenli iletişimi ve transferi sağlayan, standart mail sistemleri dışında başka türlü güvenli alanlar üretilerek ve gelen bilgileri/belgeleri editoryal süreçlerden geçirerek… Utku’nun ertelenen davası 11 Kasım’da, unutmayalım! Tüm bunları düşünerek, sorgulayarak ve iletişim halinde olarak izleyelim.

Şevket Uyanık

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.

The post Devleti Gözetlemek ve Utku Kalı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/11/10/devleti-gozetlemek-ve-utku-kali/feed/ 0
SAVAŞIN FIRSATÇILARI https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/ https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/#respond Sun, 05 May 2013 18:21:50 +0000 https://test.meydan.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/ Savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının sebebi, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur. 2003 ’ün Mart ayında, dünya televizyonlarından canlı yayınlanan bir savaş izledik. Öncesi ve sonrasıyla yüksek bütçeyle oluşturulmuş bir film gibiydi. Yüksek bütçeli olduğu doğruydu, ancak 40 bine yakın insanın ölümü, yaşananın gerçekliği açısından vurucuydu.ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde oluşturulmuş askeri güçler […]

The post SAVAŞIN FIRSATÇILARI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının sebebi, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur.

2003 ’ün Mart ayında, dünya televizyonlarından canlı yayınlanan bir savaş izledik. Öncesi ve sonrasıyla yüksek bütçeyle oluşturulmuş bir film gibiydi. Yüksek bütçeli olduğu doğruydu, ancak 40 bine yakın insanın ölümü, yaşananın gerçekliği açısından vurucuydu.ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde oluşturulmuş askeri güçler Özgürleştirme Operasyonu adı altında Irak’ı işgal etmişti.
İşgalin nedeni kitle imha silahlarıydı. Birleşmiş Milletler Doğrulama ve Teftiş Komisyonu kimyasal silahların varlığı konusunda kanıtın olmadığını belirtmesine rağmen işgal gerçekleşmişti. Saddam Hüseyin’in otoriter rejimi, El Kaide ile olan ilişkileri diğer nedenler arasındaydı. İşgal sonrasında, kimyasal silah meselesine ilişkin herhangi somut kanıt olmadığı anlaşılmasına rağmen, işgal uluslararası meşruiyetinden hiçbir şey kaybetmedi. George W. Bush’un PATRIOT ACT’i, “demokrasi getirmek” olarak adlandırıldı ve meşru sayıldı.
Mary Kaldor, uluslararası sistemde var olan yeni savaşları eski savaşlardan ayırıyor. Devletlerarası egemenlik çekişmelerinden kaynaklanan savaşların yerine, devletlerin ve devlet olmayan birimlerin siyasi ve ekonomik çıkarları çerçevesinde gerçekleşen yeni savaşların belirdiğini vurguluyor. Şirketler, paralı askerler, sivil toplum kuruluşları, uluslararası örgütler de yaşanmakta olan savaşlarda bir taraf. Bir taraf çünkü küresel yapıyı oluşturan siyasi, ekonomik iktidarların bir kısmı konumunda bu kurumlar. Kaldor, güncel savaşların “küresel değişime ayak uyduramayan, meşruiyeti yara almış ülkelerde” göründüğünü belirtiyor.
Uzun bir süredir Suriye’de devam etmekte olan durum bunun en güncel örneği konumunda. Suriyeli muhaliflerin Türkiye kampları, Patriotlar, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin muhaliflerin ordularını nasıl eğittiklerine ilişkin açıklamaları, politik ve ekonomik ambargolar, uluslararası toplantılarda muhaliflerin liderlerinin artık Suriye’yi temsil ediyor olma durumu… Suriye, devlet ve devlet olmayan birimlerin öznesi oldukları savaşları anlamak açısından çok önemli bir konumda bulunuyor.
Mevcut “küresel değişimi” oluşturan iktidar odaklarının karşısında meşruiyetini kaybeden sadece Suriye değil. Özellikle Soğuk Savaş sonrası oluşan, küresel kapitalizmle iç içe konumda bulunan devletler sisteminde, “güvenlik” kavramı olabildiğince önem kazandı. Uluslararası güvenlik, bu küresel değişimin vazgeçilmez değerlerinden biri. Afganistan’ın işgali de, Irak’ın işgali de aynı güvenlik değerleri neden gösterilerek gerçekleşti.
Güvenlik vurgusunun yapıldığı bir başka mesele, İsrail’in İran’a müdahale konusundaki ısrarcılığıydı. Suriye’deki hareketliliğin başlamasından hemen önce, başbakan Netanyahu’nun İran’ın elinde nükleer silahlar olduğunu ve her geçen gün bu silahların daha büyük tehlike arz ettiğini belirten konuşması, 2003’teki işgalin öncesinden ne kadar farklı? Mavi Marmara’ya ilişkin Obama telkinli özrün altında farklı siyasi-ekonomik hesapların olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Golan Tepeleri stratejisi, Gazze ve Batı Şeria’da değişen politikalar, bir yandan devam eden bombardıman öte yandan dillendirilen iki devletli çözümler “güvenlik” temelli uluslar arası sistemden bağımsız okunamaz.
Kaldor, yeni savaşlarda kesin galibiyet ve kesin mağlubiyetin olamayacağını vurguluyor. Bunun bir sebebi, “güvenliksiz” durumun ortadan kaldırılmasının bir galibiyet olarak nitelendirilmediğidir. Geçtiğimiz Ocak ayında, Mali’nin kuzey bölgesini elinde tutan, Mağrip El-Kaidesi ile bağlantılı örgüt Ansar Dine’yi buradan çıkartma bahanesiyle Fransa’nın Mali işgali bu duruma örnek olabilir. Afrika ve dolayısıyla dünyanın geri kalanının “güveliğini sağlamak” adına Mali’yi işgal eden Fransa, bölgenin güvenliğini sağladıktan sonra, bu durumu bir savaş galibiyeti olarak uluslararası medyaya yansıtmadı.
Bu savaşların galip ve mağlubunun olamayacağının bir başka sebebi de, savaşların küreselleşmiş kapitalist sistem içinde finanse ediliyor oluşudur. Yaratılan savaş durumu, siyasi ve ekonomik iktidarlar açısından bir fırsat niteliği taşıyor. Fırsatı değerlendirip savaşa herhangi bir şekilde müdahil olan (bu müdahillik her nasıl olursa olsun), küresel değişimin ya da siyasi meşruiyetin sağlanmasında bir aktör oluyor.
Örneğin, Mali işgalinde Fransa’nın Afrika’da yeni-kolonici arayışlar içinde olduğu konuşulurken, Mali’nin kuzeyine ilişkin hesapları olan enerji şirketi Avera’nın fırsatçılığı hiç gündem olmadı. Ya da Irak işgaliyle bölgeden bir hayli “geri dönüş” elde eden ABD gündem olabilirken, savaşı fırsat bilen emlak zenginleri ya da enerji şirketleri gündem olmadı. Aynı Suriye hesapları yapan yerel ve küresel şirketler gibi (hatta “Arap Baharı”nın etkili olduğu coğrafyada hangi devletlerin, hangi küresel ve yerel sermaye gruplarının “fırsattan istifade ettiğinin” konuşulmaması gibi).
Görsel-işitsel medyada savaş, iki farklı siyasi gücün, devletler sistemi dahilinde karşı karşıya gelmesi gibi yansıtılıp, bir tarafın savaş sonrası galip gelerek mevzubahis sistemdeki konumunu güçlendirdiği üzerinde durulurken; savaş durumunda küresel değerlerin bekçisi konumundaki örgütlerin (BM, AİHM vb.) meşruiyetinin artması ve bu örgütler temelli sistemin kendini daimi üretiyor olma durumu sorgulanmadı. Savaş durumunda sivil toplum kuruluşlarının (Kızıl Haç, Dünya Sağlık Örgütü vb.) yardım adı altında nasıl bir ideolojiyi değerli kılıyor olduğu sorgulanmadı. Sermayenin savaşın hüküm sürdüğü coğrafyalardaki “daha kolay mobilize” oluyor konumu, devletlerin siyasi kazanım rekabetlerinin gölgesinde görünmez kılındı.
Birçok siyasi ve ekonomik odağın, meşruluğunda hemfikir olduğu “uluslararası sistem” ve bu sistemin güvenliği korunmak adına savaşlar yaşanırken, “savaşın fırsatçıları” kendi kısa ve uzun dönemli hesaplarını gerçekleştirmeye devam ediyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.

The post SAVAŞIN FIRSATÇILARI appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/05/05/savasin-firsatcilari/feed/ 0