The post 1 Mayıs’ta Genç İşçi Derneği ve Anarşist Gençlik Meydanlardaydı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1886’dan Bugüne “Günde 8 Saat” Mücadelesi
1 Mayıs 1886’da 350 bin işçi Chicago’daki Haymarket Meydanı’nda direnişteydi. Bu dönemde işçiler için çalışma saatleri uzuyor; yoksulluk içinde yaşam mücadelesi veren işçiler, açlıkla karşı karşıya bırakılıyordu. 1 Mayıs 1886’da “Günde 8 saat” sloganıyla dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi greve çıkmıştı. O gün, Chicago’da, işçilere saldıran polis kalabalığının içinde bir bomba patladı.
Bombayı patlatanın kim olduğu bilinmiyordu. Ancak devlet, grevi en başından beri aktif biçimde örgütleyen anarşist işçileri patlayan bombadan sorumlu tuttu. Gerçekleştirilen yargılamanın sonucunda 8 anarşist işçi, suçları kanıtlanmadan idam edildi.
“Ekmek, Adalet, Özgürlük”
O gün bugündür 1 Mayıs ezenler ile ezilenler arasındaki kavganın, mücadelenin günüdür. 1886’da ezilenler ekmek istiyordu. Patronlar ise ekmekten tüm payı kendilerine almak. Patronların işçileri sömürüsü en yalın ifadesiyle adaletsizliktir. Ve adaletsizliğin olduğu yerde özgürlük için kavga kaçınılmazdır.
Haymarket’te 8 anarşistin idam edilmesinin yaşamında bir dönüm noktası olduğunu belirten Emma Goldman ise direnen işçilere şöyle sesleniyordu: “İş isteyin. İş vermezlerse ekmek isteyin. Ekmek vermezlerse ekmeğinizi alın!”
Dünyanın her tarafında olduğu gibi bu 1 Mayıs’ta da işçiler patronların vermediği ekmeği almak, adil ve özgür bir yaşamı yaratmak için sokakları, meydanları doldurdu.
Tek Damla Yağmurla Başlar HER FIRTINA
Genç İşçi Derneği ve Anarşist Gençlik, anarşist Lorenzo Orsetti’yi selamlayarak onun “Tek Damla Yağmurla Başlar Her Fırtına” sözünün yazılı olduğu pankartla yürüdü. İşçi patron kavgasını sürdürerek bir fırtınayı bugünden yaratabilmek için, 1 Mayıs’tan önce afişleriyle İstanbul’un tüm sokaklarında, 1 Mayıs’ta ise Bakırköy’deydi. Hizmet sektörünün görünmez kılınan sömürüsünü görünür hale getiren, farklı sektörlerde yaşadıkları sömürüye karşı beraber mücadele eden genç işçiler ve gençliğin olduğu her yerde anarşizmin kara bayrağını yükselten gençlik, karakızıl bayraklarıyla, pankartları ve sloganlarıyla tüm dünyada kapitalizme karşı mücadele edenleri direniş ve mücadelenin ateşiyle selamladı.
“Patronlar Sarayda Genç İşçiler Sokakta”
Dikilitaş’tan başlayan yürüyüşte, “Patronlar Sarayda Genç İşçiler Sokakta“, “Genç İşçiler Örgütlü, Örgütlü Güçlü“, “Şef, Müdür, Patronlar Genç İşçiden Korksunlar“, “Ekmek, Adalet, Özgürlük”, “İsyan, Devrim, Anarşi”, “Yaşasın Özgürlük, Yaşasın Anarşizm”, “Bütün Devletler Katildir”, “Bîjî Azadî, Bîjî Anarşî”, “Serhildan Şoreş Anarşi” sloganları atıldı. Farklı sektörlerden genç işçilerin dövizleriyle katıldığı yürüyüşte, tüm dünyadaki işçilerin 1 Mayıs mücadelesini anlatan ajitasyonlar atıldı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1 Mayıs’ta Genç İşçi Derneği ve Anarşist Gençlik Meydanlardaydı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sektörde Hizmet Sınırsız, İş Tanımsız – Genç İşçi Derneği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Beş buçuk milyonumuz kayıtlı ama kayıtsız milyonlarcasıyız. Bir işten diğerine, olmadı öbürüne koşuşturanlarız. Bir çoğumuz güvencesiz, geçici, tanımsız, vasıfsız çalışan işçileriz. Günümüzde ihtiyaçların sınırsızlaştırıldığı, her geçen gün fazlalaştırıldığı bu sistemin içerisinde ihtiyaçların giderilmesini sağlayan yegane şey hizmettir ve bizim sektörde “Hizmette Sınır Yoktur”.
Hizmet sektöründe sadece müşterinin taleplerine odaklanırız. Müşterinin aradığı bir ürün tezgahlarımızda yok mu? Depoya bakarız. Orada da mı yok? Diğer mağazalarımızı arar, bakarız. Müşteri diğer mağazaya gitmeden biz hızlıca diğer mağazalardan getirtmenin bir yolunu buluruz. Çünkü hizmette müşteri memnuniyeti önemlidir. Mesela hamburger isteyen müşteri yanına bir de mayonez sosu istedi mi? “Tabi efendim hemen getirelim”. İçine sıkmamızı mı istedi? “Tabi ki hemen sıkalım”. Tadını beğenmedi mi? Yenisi ile değiştirelim. Çünkü şirketin hizmet vizyonu her şeyden daha önemli. Şirketin imajının yükselmesi hizmetin derecesiyle orantılı. Bunu sağlamak adına bütün işleri şirketin hizmet konusunda sahada koşturarak çalıştırdığı genç işçiler yapmak zorunda. Yapmadığında patronların cevabı net; “işine gelirse…”
Çoğumuz vasıfsız bir “eleman” olarak çalışmaya başladığımız iş yerinde, yapılan işlere göre komi, garson, lobici, kasiyer, depocu, tezgahtar… oluyoruz. Satış danışmanı oluyoruz mesela. Satış yapmak üzere önce ürünü müşteriye tanıtıyoruz. Müşteri dilerse alıyor. Tanıtım işini promotör olarak yapıyoruz. Şirketin kendi bünyesinde değil de ajansa bağlı çalışıyoruz. Ajanstan yola çıkıp mağazada veya markette satılacak bir ürünün tanıtımını yapıyoruz. Hem ajansın işçisiyiz, hem mağaza veya marketin, hem de tanıttığımız ürünü üreten şirketin. Yani hepsinin işçisiyiz. Bu pozisyonda olunca üç farklı patronumuz var. Ama bir sorun çıktığında hiçbiri bizim muhatabımız değil!
Geçtiğimiz günlerde Genç İşçi Derneği’ne promotör bir arkadaşımız başvurdu. İşten çıkarıldığını, bu durumda ne yapılabileceğini sordu. Anlattıklarına göre işten çıkarılma süreci ve işten çıkarılma nedeni ise tam bir hizmet sektörü sorunsalı. Promotör olarak çalışıyorsak eğer bütün gün tanıtmamız gereken ürünün başında beklememiz gerek. Gelen geçen müşterilerin üründen -eğer deneyebileceği bir şey ise- denetip memnun kalmalarını sağlamamız gerek. Bir Promotör’ün -yani arkadaşımıza da sözlü olarak anlatılan- iş tanımı bu. Ancak çoğu zaman iş böyle olmuyor! Patronlardan birinin iş tanımı belirleyici oluyor. Derneği arayan arkadaşımız da bu sorunsalı yaşamış bir arkadaşımızdı. Hangi şirket ya da hangi patron mağazasında ya da marketinde sadece bir ürün tanıtan işçiyi ister? Onlar ister ki, biz ürünleri tanıtmaktan öte satalım ve hatta ürünün satışını arttıralım.
En çok promotör çalıştıran şirketler, pek çok kişinin de tahmin edebileceği gibi, özellikleri her geçen gün saymakla bitmeyen ve bu özelliklerin bilgisini müşteriye en yetkin şekilde tanıtabilecek kişilere ihtiyaç duyan bilgisayar şirketleridir. Derneği arayan arkadaşımız da bilgisayar satan bir şirkette ürün tanıtımı yapmak üzere işe alınmış bir promotör olarak çalışıyordu. Burada promotör olarak çalıştırılan genç işçilere ürünün tanıtımı dışında aynı zamanda satış da yaptırılıyordu. Bu satış, prim vs. denerek kotalar halinde işçilere sunulurken işçiler de artık bu gidişata dur demeye niyetleniyorlar. O süreçte Çalışma Bakanlığı müfettişleri, şirkette denetleme yapıp promotörlerin artık mağazanın kendi işçisi olması ya da işten çıkarılması yönünde tutanak tutuyor. Böylece belli teknoloji mağazalarında promotörleri işten çıkarma süreci başlıyor. Öncelikle promotörün ne iş yapacağı, 3 farklı patron muhatap olduğu için, oldukça karışık ve bir tartışma konusu. Tanıtımını yaptığı ürünü müşteri satın almak istediğinde, yine satışı promotör yapıyor. Bu durumda da promotörlerin mağazadaki satış danışmanlarından hangi yönden ayrıldığı belli bile değil. Ve aynı durum sektörün hemen her alanında geçerli. Kocaman bir belirsizlik ve iş tanımsızlığı var. Hal böyle olunca arkadaşımıza bir yandan durumu anlattık diğer yandan hukuksal anlamda bilgilendirmeler yaptık.
Belirsizliğe Karşı Örgütlenelim!
Bir mağazada, markette, fast food biriminde ya da hizmet sektörünün başka alanlarında çalışmaya başlarken sözlü veya yazılı bir sözleşme yapılması gerekiyor. Bu sözleşme, elbette kaba, yüzeysel bir okuma ile işçilere sunuluyor veya işe girmenin heyecanında olan genç işçiye okutulmuyor bile. Sözleşmeler belirli süreli iş sözleşmesi, belirsiz süreli iş sözleşmesi diye ayrılıyor. Ancak çoğunlukla belirsiz süreli iş sözleşmesi ile işe başlıyoruz. Bu sözleşmeler içerisinde esnek çalışmaya ayrılmış bölümler, fazla mesaiye ayrılmış bölümler var. Bu bölümler yapacağımız işi hangi zaman dilimlerinde yapacağımızı belirsizleştiriliyor. Ayrıca “Sözleşmede yazılı olmayan hususlarda şirketimiz genel kuralları geçerlidir.” gibi ibareler, yapılacak işi daha da belirsizleştiriyor. Reyoncu olarak işe başvurup depoda çalışıp akşam geç saatlerde depoya gelecek malların sevkiyatını da yapabiliriz. Market reyonunda çalışırken aynı zamanda hem kasaya hem reyona hem depoya bakabiliriz. Yani belirsiz süreli iş sözleşmesinde belirsiz olan sadece işin sona ereceği zaman değil. İşin kendisi de iyice belirsiz hale getiriliyor.
Hukuki Durum Nasıl?
İş sözleşmesi, kanuni tanımında bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (patron) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. İş sözleşmesinde işçinin hangi işleri yerine getirmeyi kabul ettiği de yazılı olmalıdır. Bu nedenle işçinin, bu tanımlar dışında iş yapmak gibi bir zorunluluğu da bulunmamaktadır. İşçi, iş sözleşmesi dışında kendisinden yapılmasını istenen işleri yapmadığı için işten çıkartılamaz, çıkartılırsa çeşitli tazminat hakları gündeme gelecektir.
Yazılı sözleşme yapılmayan hallerde de işçi kendisine söylenen her şeyi yapmak zorunda değildir. Patron, işçiye en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret ekleri gibi hususları gösteren yazılı bir belge vermekle yükümlüdür. Bu belgenin verilmediği durumda da işçi işiyle bağdaşmayan işleri yapmak zorunda değildir.
Sorunları Çözmek İçin Örgütlenelim!
Geleceğimizi artık patronların belirli-belirsiz sömürü sözleşmelerine bırakmama zamanı geldi de geçiyor bile. Genç İşçi Derneği olarak, gençlerin geleceğini çalan patronların karşısında “Genç İşçiler Örgütlü Güçlü” sloganıyla yol alıyoruz, sorunlarımızı birlikte çözmek için işçi arkadaşlarımızı örgütlenmeye çağırıyoruz.
Genç İşçi Derneği
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sektörde Hizmet Sınırsız, İş Tanımsız – Genç İşçi Derneği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Bir örgüte üye yazıldım, hatta kurucusuyum; yardım ve yataklık da edeceğim. Bu örgüt, 40 erkek ve 1 ‘elebaşı’ kadından oluşuyor. Bu 40 erkek, 1 kadının arkasına saklanmış da değil. Yanındalar. 40 erkeğin derdi şu: Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliğini azaltmak. Örgüt: YANINDAYIZ Derneği”
Kurucu üyelerinden gazeteci Uğur Gürses bu sözlerle anlatıyor Yanındayız Derneği’ni; “toplumsal cinsiyet eşitliği” savunusu yapmak üzere yola çıkan ve neredeyse sadece erkeklerden oluşan ilk STK’yı. Kurucu başkanı kadın, kurucu üyelerinin tamamı erkek olan dernek, Türkiye’de “tam eşitlik” sağlanması için erkekleri hedef alan çalışmalar yaparak toplumsal cinsiyet eşitliğindeki dönüşümü hızlandırmayı amaçlıyormuş.
Kim O Kadın?
Gazetemizin 6. sayısında “21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri” bölümünde deşifre ettiğimiz TESEV’in (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), girişimcilik yoluyla kadının iktidara ortak olmasını hedefleyen KAGİDER’in (Kadın Girişimcileri Derneği), seçimle ve atamayla belirlenen tüm karar organlarındaki kadın temsil oranlarını yükselterek kadınların özgürleşebileceğini sanan KADER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) kurucu üyesi olan Nur Ger, Yanındayız Derneği’nin de kurucu başkanı. Nur Ger, aynı zamanda TÜSİAD’da Kadın-Erkek Eşitliği Çalışma Grubu’na da başkanlık ediyor. TÜSİAD’ın açılımı “Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği” iken Ocak 2018’de “Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği” olarak değiştirilmişti; bu kararda Nur Ger’in ve çalışma grubunun büyük etkisi vardı. Ancak şunu da hatırlatalım; marka değerini korumak için TÜSİAD kısaltması değiştirilmedi. Adamın A’sı, TÜSİAD’ın adam egemen yapısı gibi, aynı kalmıştı. Liberalizmin ekonomik serbestliği özgürlüğün yerini tutar mı, erkek dünyasına kadın eli değdirmek ne kadar özgürleştirir kadınları? Asıl sorular bunlar.
O Erkekler Kimler?
Hepsi alanının ünlü ve önemli isimlerinden oluşan kurucu üyeler, yönetim kurulu, tanıdık isimler ve onlar, erkekler: Agah Uğur, Ahmet Dördüncü, Ahmet Ümit, Arda Batu, Ata Selçuk, Bekir Ağırdır, Bernard Arkas, Burhan Karaçam, Bülent Gürcan, Cevdet Mercan, Cüneyt Yavuz, Can Ger, Alper Hasanoğlu, Bahadır Kaleağası, Bülent Atuk, Erkan Tozluyurt, Güven Sak, Ferhat Boratav, Gökhan Öğüt, Gönenç Gürkaynak, Görgün Taner, Hakan Güldağ, Laki Vingas, Mehmet Nane, Mert Fırat, Murat Yeşildere, Murat Yetkin, Necati Özkan, Okan Yılmazer, Bülent Bayraktar, Sami Kariyo, Selçuk Pehlivanoğlu, Sinan Altun, Soli Özel, Şükrü Ünlütürk, Tamer Saka, Tolga Egemen, Uğur Gürses, Yekta Kopan, Yetik Kadri Mert.
Bu isimlerden Agah Uğur, Borusan Holding İcra Kurulu Başkanı mesela. “İş Yaşamında Ayrımcılık İçeren Söz ve Davranışlardan Kaçınma Rehberi” hazırlayan, kadın-erkek eşitliği için yaptığı projeleri her yıl sonu faaliyet raporuna ekleyerek sosyal sorumluluklu kapitalist karnesine “yıldızlı pekiyi” ekleyen Borusan Holding. Doğanın ve yaşamın talanı konusunda aldığı “yıldızlı pekiyi”yi anlamak için 7 RES, 1 GES projesinde imzası olduğunu da unutmamak gerek. Bir yandan da Erzurum’un İspir ilçesi Aksu Vadisi’ne HES yapmaya çalıştığı için kapısında eylem yaptığımız holding.
Bir diğeri eski CNN TÜRK Haber Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav. CNN Türk’te diğer medya kuruluşlarına göre daha fazla sayıda kadının üst düzey yönetici olduğunu söyleyerek avutuyordu panellerde kimi “kadınlara eşitlik” savunucularını.
Amacımız bu isimleri teker teker anlatmak değil, o kadar yerimiz de yok ama söyleyebileceğimiz bir kaç şey var. Çoğu “patron” bu erkeklerin. İstisnasız hepsi zengin, hepsi ünlü, hepsinin tuzu kuru…
Yine de hepsini bir tutamayız, yıl sonu faaliyet raporunu “sorumluluklu” projelerle doldurmaya çalışan kapitalistlerin yanında, meseleye samimiyetle yaklaştığını düşündüğümüz bir kaç isim de var aralarında. Ama kurunun yanında yaş da yanmaz mı? Yanar. İnsanları evsiz – hayvanları insiz bırakan, işçileri karın tokluğuna kölece koşullarda çalıştıran, derelerimizi kurutup can suyumuzu kesenler de var. Bugün bu erkeklerin hepsi, kadınların yanında olduklarını söylüyor. Yaşamın birçok alanında adaletsizliklerin bizzat faili olan bu isimlerin, kadınların özgürleşmesinde nasıl bir payının olacağına bizim aklımız ermedi pek. Ama asıl soruya dönelim.
Sorunumuz Eşitsizlik mi?
Biz kadınların sorunu, erkeklerle eşit olamamak değildir. Yaşamın her alanında saldırısına maruz kaldığımız, nefesimizi kesen iktidarın kendisidir sorun. Biz kadınların mücadelesini verdiğiyse eşitlik değil özgürlüktür. Kadının özgürlüğünün sadece eşitlikten geçtiğini iddia edenler, özgürlükten korkan kapitalistler ve liberaller ya da onlara kananlardır.
19. yy.’daki oy hakkı tartışmalarından bu yana seçme ve seçilme, temsiliyet gibi alanlarda sağlanacak eşitliğin, kadınları kendi kararlarını alan siyasi özneler haline getireceği iddia edilmiştir. Peki oy hakkı kazanıldı da ne oldu? Kadınlar özgürleşti mi bir anda? Hayır. Kadın için siyasi bir özne olabilmek seçim sandıklarına indirgendi; halbuki siyasi bir özne olabilmek erkeklerden ve erkek egemen kurumlardan siyasi, ekonomik, psikolojik ve cinsel açıdan bağımsız olmakla mümkündür. Kadının özgürlüğü, devletli politikaya dâhil olunup alınacak geçici reformlarla gerçekleşemez.
Peki ya ekonomik özgürlük dedikleri “serbestliği” elde ettik de ne oldu? Eşit işe eşit ücret verdiler de ne oldu? İşine gidip para kazanmak için çalışan, eve dönüp evin işleyişi için çalışan; yani iki kere çalışanlar olmadık mı? Kadının özgürlüğü, liberalizmin serbestlik anlayışıyla ve erkeğin bulunduğu statüye erişerek gerçekleşemez.
Ve kadınların özgürlüğü, erkeklerin onlara “yanındayız” diyerek eşitleşmeyi savunduğu kampanyalarla da değil; ancak kadınların el ele verip özgürlük için beraberce yürümesiyle gerçekleşebilir.
Erkekler Toplumsal Cinsiyet Meselesine Karışmasın mı?
Erkeklerin toplumsal cinsiyet meselesine dair söz söylemesi, bir şeyler yapmaya çalışması elbette olumludur. Ancak belirleyici olan sözün ya da eylemin var olması kadar içeriğidir de. Eleştirimiz içerikteki sıkıntılara dair, anlatalım biraz.
Bir iktidar formu olan ataerki tarafından kurgulanan erkeği tek başına suçlamak, elbette iktidarın yarattığı adaletsizliklerin çözümü olamazdı. Kadın mücadelesi, ataerkinin kadın/ezilen ve erkek/ezen diye iki cinsiyeti sürekli kurduğunu gözler önüne serdi; diğer cinsel yönelimler ise zaten yoktu iktidarın kurguladığı toplumsal cinsiyet rollerinde. “İktidarın vücut bulmuş hali sensin, sen iktidarsın.” denilen erkeğe “Erkek olmanın hakkını ver.” baskısı ve her an sistemin dışına atma tehdidi ile sürekli bir gözdağı verildi. Erkeğe, onun da sistemin mağduru olduğunu söyleyense -duyduğu bütün öfkeye rağmen- kadındı, kadın mücadelesiydi.
Hal böyleyken bir grup erkek bu rolleri yıkmak için yola çıksa anlarız. Bu rollerin yaşamlarında sebep olduğu adaletsizliklere çözüm arasa anlarız. Doğduklarında onlara verilen mavi kimlikle belirlenen karakterlerine ve kurdukları ilişki biçimlerine yoğunlaşsalar anlarız. Mesela sünnet meselesi. Bir araya gelerek sünnetin onlarda ve onların çocukluklarında nasıl bir travma yarattığını konuşabilseler, sünnetin gerekli olup olmadığını tartışsalar anlarız. Bıyıkları sakalları çıkmadı diye nasıl bunalıma girdiklerini, küpe taktıkları için nasıl aşağılandıklarını hatta mahalle baskısı yüzünden 60 yaşına kadar saçlarını uzatmak isteseler de uzatamama hallerini konuşsalar… Mesela asker olmanın erkek olmak sayıldığı, vatanın namusunun da koruyucusu olmanın ağırlığını, bu ağırlığı taşıyamayıp anti-sosyal kişilik saptamasıyla dışlanmayı tartışsalar çok ama çok güzel olurdu. Tüm bu yazdıklarımızın sebep ve sonuçlarına, en önemlisi de bu durumları ortadan kaldırma yöntemlerine yoğunlaşsalar anlarız. Baba-abi-eş rollerinden kurtulmaya kafa yorsalar; gündelik yaşamın işleyişini etraflarındaki kadınların omuzlarına bırakmak yerine birlikte yapmayı öğrenseler… Yemek yapmayı yada bebek bezi değiştirmeyi, vb. öğrenmeye niyetlenseler mesela, anlarız. Anlamakla kalmaz, her türlü dayanışmayı da gösteririz. Bunları yaparken erkekliği reddeden erkeklerin de yani eşcinsellerin de yanında olacaklarını, bu özgürlük mücadelesinde dayanışma ilişkileri kuracaklarını vaat etseler, daha da saygı duyarız.
Ama bu 40 erkek kalkmış diyor ki: Kadınların yanındayız! Olmayın. Bir fark edin önce, yürürken sizin de şakırdıyor zincirleriniz. Belki bizdeki zincirler kadar ağır değil, bükmüyor belinizi ama hareket kabiliyetinizi etkiliyor. Yani kadınları ekonomik alanda kendinizle eşitleyerek kurtarmak illüzyonu yerine siz de zincirlerinizden kurtulmaya bakın. Yanındayız demeyin, yanımızda olmayın. Bir de iktidarın adaletsizliklerinin sürdürücüsü olup sakın karşımıza çıkmayın; bu gerçekten çok önemli.
Pelin Derici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Patrona Sermaye İşçiye Kelepçe – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir düzen
İşçi- işveren,
Kanunlar- yasalar,
Sistemin saplı duran bıçağı karnımızda
Yaşamımızın olmazsa olmazı gibi dayatılan kurallar.
Bir yanda aşina olduğumuz kontroller,
Diğer yanda kıt kanaat geçim derdinden mütevellit kontrolsüzlükler.
Bir de “başaranlar”, zenginliğine zenginlik katanlar, iş adamları, kodamanlar…
Bütün “iş adamları”nın ve şirketlerin başarı öyküleri anlatılır büyük büyük ekonomi dergilerinde, programlarında, haberlerinde. “Limon satarak sermaye topladı, şimdi en zengin iş adamları listesinde!”, “İnşaatlarda amele olarak çalıştı, şimdi gayrimenkul zengini!” ve bunlar gibi onlarca hikaye… Hepsi sıkça rastladığımız, duyduğumuz cümleler. Peki ne var bu zenginliğin perde arkasında? Dokununca birden zenginleştiren sihirli bir değnek mi? Bu patronlar ne yapıyorlar da servetlerine servet katıyorlar? Bu zenginleşme örneklerinden en bilinenini paylaşalım:”1
Bir online alışveriş sitesi olan, AMAZON, 1995 yılında kuruldu. Kitapçı olarak başladı, şimdiyse “dünya devi”!
61 milyar dolar kar ve 97.000 çalışana sahip bu şirket, nasıl oldu da bu kadar devleşti, 1 trilyon dolar değerine ulaşan ilk şirket olabileceği söylenir hale geldi? 2017 yılında hisselerinin değeri %58 oranında yükselen şirket Apple ile yarışıyor.
“Bunlardan bize ne?” mi? “Bize ne?” olur mu hiç? Patronlar bunca “başarı”yı elbette biz işçileri sömürerek sağlıyor. “Müşteriye koşulsuz hizmet”i ilke edinmiş Amazon’un işçilere ilkesi ise koşulsuz sömürü! İşçilerin tuvalet molalarının kısıtlanması, daha fazla çalıştırmak için paketleme konusunda işçilere çok ağır kotalar ve yüksek hedefler konulması gibi uygulamalarla adından söz ettiren şirket, şimdilerde ise elektronik kelepçe uygulaması ile gündemde.
Elektronik kelepçe uygulaması ile tüm işçilerin hareketleri izlenecek, şayet işçi planlanan iş dışında başka bir şeyle meşgul olursa kelepçeye bir titreşim gönderilecek. İşçinin ne kadar mola verdiğini, ne kadar bilgisayar başında çalıştığını gören bu kelepçe, özel yaşamın gizliliğini de ihlal edecek.
Pek çok iş yerinde karşılaştığımız artık rutinleşmiş olan parmak okutma, şifre veya kart ile giriş yapma, göz retinası okutma gibi uygulamalar, hem işçiyi kontrol mekanizması kurarak baskı altına almak, hem de daha fazla çalıştırmak amacıyla kullanılıyor. Olması gereken buymuş gibi, tüm bu uygulamalar çok olağanmış gibi, daha az mola ve daha fazla çalışmayı patronlar için garanti altına alıyor. İşte Amazon’un “başarı” hikayesinde bunlar gizli: “İşçiye kelepçe, patrona sermaye!”
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Patrona Sermaye İşçiye Kelepçe – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hırsız Kim- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Basit bir atölyede bir ayakkabı ustası tarafından üretilen bir ayakkabı, fabrikasyon üretimde en az on ayrı işçinin elinden çıkar. İşçinin ayakkabıyı üretmeye başladığı andan itibaren müşterinin kullanmaya başladığı ana kadar onlarca, belki de yüzlerce işçinin emeği vardır ayakkabıda.
Ayakkabı üretiminde ahşap kalıplardan plastik kalıplara geçiş, atölyelerden fabrikalara geçişin de göstergesidir. Ayakkabının üretim aşamasında maliyet ne kadar düşürülürse, patronlar için kar o kadar artacaktır. Ayrıca bir işçiye maaş ödemektense fabrikasyon bir ayakkabıyı makinelerin başına işçiler koyarak ürettirmek patronlar için çok daha karlıdır. Bir atölyeden fabrikasyon üretime geçiş, işçinin ücretinin de azalmasına neden olmaktadır haliyle.
Kalıpçılar, tabancılar ve sayacılar. Kalıpçılar ayakkabının genel kalıbını oluştururlar. Tabancılar ayakkabının iç ve dış tabanını oluşturup topuğu hazırlarlar. Sayacılar ayakkabının üst yüzeyini oluşturur, ayakkabının astarı ile üst yüzeyini birleştirirler. Ayakkabı tekrar kalıpçılara döner, saya ve iç taban kalıba tutturulur. Tabanlama aşamasına gelen ayakkabı dış tabanla birleştirilir. Son işlem olarak ayakkabı dikilerek, yapıştırılarak ya da çivilenerek kullanıma hazır hale getirilir.
Bu üretim aşamasında önemli bir rol oynayan sayacılar, geçtiğimiz kasım ayında büyük eylemler gerçekleştirdiler. Sayacıların eylemleri ana akım medya tarafından “düşük ücretle çalıştırılan Suriyeli işçilere karşı” olarak maniple edilse de, isyanın gerçek nedeni şuydu: Büyük ayakkabı şirketleri işçileri çok düşük ücretle çalıştırıyor, ayakkabının maliyeti çok düşük olmasına rağmen kat be kat yüksek fiyatta satışa sunuluyordu. Saya işçilerin isyanı, patronlar milyonlar kazanırken, emeklerinin karşılığını biraz da olsun alabilmekti.
Ayakkabının üreticiden tüketiciye geçişinde bizzat ayakkabıyı elleriyle üreten işçilerin ötesinde artık pek çok işçinin emeği var. Ayakkabıları kutulayanlar, kutulanan ayakkabıları mağazalara taşıyanlar, mağazalarda ayakkabıları depolara yükleyenler, ardından raflara dizenler, bir ayakkabıyı satabilmek dil dökenler ve satıldıktan sonra ürünü kasadan geçirenlere kadar her aşamada bir çok işçi emek harcıyor.
Tüm bu aşamalarda yani bir ayakkabının üretiminden tüketimine kadar olan süreçte tüm bu işçilerin kazandığından kat be kat fazla kazanan patronların nasıl kar ettiğini düşünelim. Hiç bir şey yapmadan oturduğu yerden kasalarını doldurarak kazanıyorlar. Şimdi, bir ayakkabı mağazada tüketime hazır sunulurken, heves için yada gerçekten ihtiyacı olduğundan bir gencin o ayakkabıyı “çalma”sı mı hırsızlıktır, yoksa bir çok işçinin emeğini ücretlendirip onlardan çalarak kar sağlayan patron mu? Bizce bu sorunun cevabı açık: Zanaatkarı “işçi” kılarak emeğini ücretlendiren, ürettiği metaya bir ücret biçen, üretimi kapitalizmin tekeline sıkıştıran ve kapitalist üretim dışında her üretimi engellemeye çalışan, üretilen her metanın üretiminin her aşamasında işçilerin emeğini çalandır asıl hırsız olan. Asıl hırsız patronlar!
Bu yazıyı işçilerin emeğini çalan hırsız patronlara karşı “günde 8 saat” diyerek mücadele eden, işçileri -özellikle ayakkabı işçilerini- örgütleyen ve devlet tarafından cinayet ve gaspla suçlanarak 1927 yılında idam edilen devrimci anarşist Sacco ve Vanzetti’ye ithaf ediyoruz.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hırsız Kim- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Genç İşçinin Sorunu: Gerontokrasi – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Okul harçlığı, etüt parası, kişisel ihtiyaçlar, ev geçindirme derdi derken bir bakmışsın bir iş yerinde çalışır bulmuşsun kendini. Çalışacağın işin okuluna engel olmasını istemiyorsan part-time, okulun yoksa full-time çalışmayı tercih edersin.
Genç işçi tercih edilen AVM’ler, süpermarketler, mağazalar, iş sözleşmesinin içinde madde olarak geçirilen esnek çalışma saatleriyle, işçiyi daha fazla sömürmek içindir. Esnek çalışma saati, “çalışanın çalışma zamanını ve süresini dilediği şekilde belirleme olanağının bulunduğu çalışma düzenidir” diye tanımlansa bile aslında işçiyi iş yoğunluğu sürecinde daha fazla çalıştırmak için çıkarılmış bir tanımdır. Fazla Çalışma Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “Günlük çalışma süresi her ne şekilde olursa olsun 11 saati aşamaz.” olarak geçse de bu saat 17 saati bile bulabiliyor. Her şeye kılıf uyduran patronlar, tabi bunun da yöntemini bulmuşlar. İşe başlarken parmak okuma sistemi ile işe giriş yapıyorsun. Mesai saatin bittiğinde ise işten çıktı anlamında tekrar parmak okutuyorsun böylece mesai saatin bitmiş oluyor. Ama mesai saatini bitirmek istemeyen işveren vekili (diğer adı ile şef) parmağını okuttuktan sonra seni tekrar çalıştırmaya devam ediyor, böylelikle sistemde işten çıkış yaptığın görülse bile çalışmaya devam ediyorsun. Yani prosedürler onlar için işlemiyor hiçbir zaman.
Böylesine boğucu bir sosyal ve ekonomik tahakkümün yanında bir de gerontokrasi ile yani “yaşça büyük olanın yaşça küçük olana” uyguladığı tahakkümle uğraşırız biz genç işçiler. Oldukça kadim bir anlayıştır gerontokrasi, feodal anlayıştan hatta belki de daha da eski bir anlayıştan beslenir bu kavram. Çeşitli tahakküm anlayışlarının içerisine sızar, bazen ona dönüşür; bazen kendince davranır. Ama her adaletsizliğin içinde vardır. Küçük susmalı, büyük konuşmalı! Büyük söylemeli ki, küçük yapmalı!
İş yerinde genç işçilerin karşılaşacağı gerontokratik ilişkiler hayatının her alanında olduğu gibi karşımıza çıkıyor. Genç olduğun için tabiri caizse tüm ayak işleri sana yaptırılır. Çünkü onların gözünde hiyerarşik anlamda en alttasındır. Eğer genç iseniz ve hizmet sektöründe çalışıyorsanız, işte karşılaşacağınız bazı durumlar;
Genç olduğun için daha atik, daha güçlü olman beklenir ve senin işin olmayan çoğu iş sana yaptırılır.
Depodan poşet taşınması gerekir, genç olduğun için bunu bile sen yaparsın.
Yemek molasına en son senin çıkman sorun yaratmaz, zaten gençsin ve her şeye dayanabilirsin.
Üstüne vazife olmayan birçok işe koşturursun. Sesin çıkmayana kadar (ki hiç çıkmadığı da olur) bu böyle gider. Çünkü “şef ablalar ve abiler” tatlı dilleriyle yılanı deliğinden çıkaracak kabiliyette olduklarından her zaman düşünceli gibi görünürler. Oysa gerontokratik bir ilişkinin tam içindesindir. Gel gelelim işsizlik oranları her geçen yıl yükselirken, her beş gençten biri işsizken, işin olduğu için şükretmen gerektiği söylenirken nasıl olur da fazla mesaiye, düşük ücrete, yoğun iş saatlerine ve gerontokratik bu tahakküme direnmekten bahsedebilirsin?
Ekonomik kriz onları teğet geçerken bize çarpıyor. Cirosu 14.463.059.000 olan küçük bir süpermarketin, işçisine verdiği aylık maaş 1600’dür. Peki bu adaletsizliğin matematiksel olarak hesaplamasının zorluğu yanında sosyolojik olarak tanımsız olması aslında gerçekle yüzleştiriyor biz genç işçileri. Verdiğim bu rakamsal veri doğruluğu ispatlanabilir bir veri. Bu rakamları her yıl üstüne biraz daha ekleyerek yani daha fazla tükettirip daha fazla çalıştırarak kazanan şirketler; reyonlarda, kasalarda, temizlikte ya da market/ mağazanın herhangi bir bölümünde çalışan bir işçinin aldığı maaşın ona yetip yetmeyeceğini hiç düşünmemesi, kapitalizmin ta kendisidir. Sınıfsal farklılığı toplumda belirginleştiren bu sistemken (kapitalizm) buna karşı koymamak sömürüye baş eğip kabullenmektir. Biz genç işçiler ne gerontokratik ilişkilere ne de aldığımız üç kuruş maaşa razı gelmeliyiz.
Yaşça büyüklerin yaşça küçükler üzerinde uyguladıkları tahakkümün doğal karşılandığı bir düzene hizmet etmemek için, genç işçiler örgütlenin!
Merve Demir
Genç İşçi Derneği
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Genç İşçinin Sorunu: Gerontokrasi – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ancak devletin OHAL’i, işçilerin sömürünün her haline karşı olan direnişlerini engelleyemedi. İşçiler yasaklanan grevlere, fabrika önlerine getirilen TOMA’lara, devlet kapitalizm işbirliğine ve sömürüsüne karşı direnmeye devam etti.
***
Devletin OHAL’i bizleri dışarıda tutsaklaştırırken, içerideki tutsaklar için de ağır tecrit koşullarını getirdi. Devletin OHAL’i tutsaklar için engellenen telefonlar, kısıtlanan mektuplaşmalar, iletişim cezaları oldu. Sayısız hapishanede “kapasitenin üzerine” çıkıldı; tutsaklar tecritin sıkışmışlığında bir de kalabalığa mahkum edildi.
OHAL sonrası başlatılan “terör hükümlüsü” yaka kartı uygulamasıyla tutsaklar ve aileleri fişlenmek istendi. Ama tüm bunlara karşı tutsaklar direnmeye devam etti. Giderek arttırılan baskı ve tecrit politikalarına karşı bedenlerini direniş alanına çevirdi; “çare biziz ve mücadelemiz” diyerek devletin OHAL’ine ve tutsaklığın her haline karşı özgürleşti.
***
İktidar eliyle zaten değiştirilmekte olan toplumsal değerler, kadına ve farklı cinsel kimliklere yönelik yargılar OHAL bahane edilerek doğrudan sözlü ve fiziksel saldırılara dönüştü. Şort giymek, parkta spor yapmak, evde yalnız olan bir göçmen olmak ve her zaman da yalnızca kadın olmak bu saldırıların hedefi olmaya yetti.
Ama kadınlar “Her halinize karşı direniyoruz” diyerek erkek devletin OHAL bahanesine karşı da mücadeleyi seçti. Sokaklarda ve yaşamın her alanında var olma kavgası veren kadınlar, Onur Yürüyüşleri yasaklanan LGBTi’ler, bitmeyen OHAL’de de var olabilmenin ve özgürleşebilmenin kavgasını vermeyi seçti.
***
Yok sayılan, kentleri bombalanan ve katledilen halklar için de OHAL’in anlamı değişmedi. Devlet kendinden olmayana yönelik saldırısını OHAL adıyla meşrulaştırdı.
Evinde uyurken panzerle ezilen çocukların, sokak ortasında askeri araçla ezilerek katledilen kadınların, devlet eliyle yok edilmek istenen bir halkın varlığı bu kez de OHAL ardına gizlendi.
Ancak yıllardan bu yana var olmak ve yalnızca yaşamak için direnen halklar için devletin OHAL’i de fark etmedi. Savaşa, talana ve katliamlara karşı var olabilmek için mücadele OHAL’de de sürdü.
***
OHAL’le birlikte saldırılar bütün bir yaşama yöneldi. Doğaya ve yaşama yönelik saldırılar OHAL KHK’larıyla yasal kılıflara uyduruldu. Rant ve talan meşrulaştırıldı; daha da hoyratlaştı. Kalekollar ve çılgın projeler için gerçekleştirilen ekolojik yıkımlar, ÇED raporlarına verilen jet onaylar, Cerattepe eylemlerinin yasaklanması, hayvan katliamlarının önünü açan yasalar, kentsel dönüşümde Bakanlar Kurulu’na yetki veren KHK, tekrar başlatılan Yeşil Yol Projesi… Hepsi devletin yaşama olan düşmanlığının OHAL’deki yansımasıydı.
Devletin doğaya ve yaşama yönelik düşmanca saldırıları OHAL’de sürdüğü gibi bu saldırılara karşı direniş ve mücadele de sürdü.
***
OHAL’den önce patron-devlet işbirliğiyle işçilerin yoksullaştırılmasına karşı, tutsakların yaşamına yönelik baskı ve şiddete karşı, ataerkinin tacizlerine, tecavüzlerine, cinayetlerine karşı, kendi kimliğiyle özgürce yaşamak için mücadele eden halkların katledilmesine karşı, devletin talan ve rant politikalarıyla yaşam alanlarına dönük saldırılarına karşı ezilenler nasıl direndiyse OHAL’den sonra da direnişler, eylemler devam etti. Mücadeleler sinmedi, devletin yaşam düşmanlığına karşı yaşam her alanda savunuldu.
Birinci yıl dönümünde devletin artık olağanlaştırdığı OHAL’e karşı özgür bir yaşama inanların mücadelesi sürüyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post OHAL Sürüyor, Mücadele de Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Milliyetçi, Muhafazakar, Kapitalist: Amerika Birleşik Şirketleri” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bloomberg’in haberine göre ABD’nin ilk milyarder iş adamı başkanı olan Trump’ın kabinesinin toplam değeri 5,6 milyar dolar. Buna ailelerin serveti de eklendiğinde bu rakam 14 milyar dolara kadar çıkıyor. Make America Great Again! (Amerika’yı yeniden büyül yap!) sloganıyla seçimleri kazanan Trump’ın, Amerika’yı hangi kesim ya da kimler için harika yapacağı da açıkça görülüyor. Zenginliklerinin yanında ırkçı, göçmen karşıtı, doğa düşmanı ve kadın düşmanı söylemlerde de ortaklaşan bu ekibi kısaca tanıyalım:
REX TILLERSON – DIŞ İŞLERİ BAKANI Yağmur ormanlarının katledilmesinden ve Alaska’daki petrol sızıntısından bizzat sorumlu olan, enerji tekeli ve Exxon Mobile CEO’sudur. Putin’le yakın ilişkileri olan Tillerson’ın bu yakınlığının ABD’nin dış ilişkilerine nasıl yansıyacağı ise merak konusu. Ayrıca Tillerson 2011’de Güney Kürdistan’la da bölgedeki petrol alanlarının geliştirilmesi konusunda bir anlaşmaya varmıştı. Tillerson eğer seçilirse, şirketteki hisselerini satmak zorunda ama Amerika’nın en önemli diplomatı olacağından, gücünden pek bir şey kaybetmeyecekmiş gibi gözüküyor.
MICHAEL FLYNN – ULUSAL GÜVENLİK DANIŞMANI Haiti’de 1994-95 yılları arasında Demokrasinin Yeniden Tesisi Operasyonu’nda yer almış, aynı zamanda Irak ve Afganistan’da görev yapmıştır. Ayrıca Emekli Korgeneral Flynn’in “Müslümanlardan korkmak mantıklıdır” ya da “ İslam İdeolojisi hastalıklıdır” gibi tarihe geçmiş Müslüman karşıtı söylemleri bulunmakta. Obama yönetiminde, 2012-2014 yılları arasında Savunma İstihbaratı Teşkilatı’nda başkanlık yapmış fakat radikal islam hakkındaki düşüncelerinden dolayı görevden uzaklaştırılmıştır.
JAMES MATTIS – SAVUNMA BAKANI General Dynamics şirketi yönetim kurulu üyelerinden, 2012 gelirlerine bakıldığında şirket dünyanın en büyük 5. savaş teknolojileri şirketi. Aynı zamanda Mattis, Emekli Donanma Generallerinden. “Amerikan donanmasından daha iyi bir dost, daha kötü bir düşman olmadığını dünyaya gösterelim” diyen Mattis; Afganistan ve Irak işgalinde de yer almıştı. Ayrıca Mattis, Obama’nın Ortadoğu politikasının ve İran’la nükleer anlaşmasının en belirgin eleştirmenlerinden. Pentagon’un başına gelirse IŞİD’le mücadele de ondan sorulacak. Alabama’nın Cumhuriyetçi Parti’den Senatörü. Bilinen en sağcı ve göçmen karşıtı senatörlerden. Alabama’da Başsavcılık yaptığı süreçte Alabama’daki çeşitli üniversitelerdeki gay ve lezbiyen öğrencilerin tanınmasını ve devlet bursundan faydalanmasını engellemeye çalıştı. 1886 yılında Ronald Reagan yönetiminde federal yargıçlığa önerilmiş fakat ırkçı beyanlarından dolayı kongrede reddedilmişti. Çevre Koruma Ajansı Başkanlığına aday gösterilen Scott Pruitt’in geçmişte çeşitli petrol ve gaz şirketlerinden 270.000 dolar bağış aldığı biliniyor. Ayrıca iklim değişikliği karşıtı olan Pruitt’in EPA başkanlığına adaylığı “kurda kuzu emanet etmeye” benzetiliyor. Aday olarak gösterilmesinin ardından Pruitt de bunu doğrulayarak “Bu ajansı yürütürken hem doğanın korunmasını hem de Amerikan şirketlerinin özgürlüğünü sağlamayı hedefliyorum” diyor.
JEFF SESSIONS – ADALET BAKANI
SCOTT PRUITT- ÇEVRE KORUMA AJANSI BAŞKANI
WILBUR ROSS – TİCARET BAKANI
“İflasın Kral’ı” olarak bilinen Ross özellikle kömür- çelik sektöründe batmakta olan şirketleri satın alarak kara geçirmesiyle tanınıyor. Ayrıca son dönemlerde İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs’ta batan bankaları almasıyla da gündeme gelmişti.
Yönetim kurulu üyesi olduğu şirketlerin arasında Kıbrıs Bankası, Diamond S Shipping Group, Exco Resources, Sun Bancorp ve ArcelorMittal’ı sayabiliriz. Ross’un ilk olarak Çin’in uluslararası ticaret yapmasını zorlaştıracağı ve NAFTA’yı yeniden devreye sokacağı düşünülüyor.
ANDREW PUZDER – ÇALIŞMA BAKANI
Elbette Trump’ın çalışma bakanlığına bir sendikacıyı önereceği düşünülemezdi, fakat Andrew Puzder gibi işçi düşmanlığıyla nam salmış bir fast food patronunun önerilmesi Trump’ın işçi politikasının açık bir göstergesi olsa gerek. Ayrıca 1980’lerden, 90’ların başına kadar Missouri’de en bilinen kürtaj karşıtı avukatlardan biriydi.
Amerika Birleşik Devletleri tarihine bakıldığında bu tablo bazılarına çok şaşırtıcı ya da korkunç geliyor olabilir. Oysa ABD başkanları danışmanlarını ya da “dost”larını, çoğu zaman perde arkasından, bankerler, işadamları ve generaller arasından seçmişti. Aslında bugün “korkutucu” görünen; artık bu “dost”luğu perde arkasına saklamaya gerek duyulmamasıdır. Her ne kadar, Trump ve kabinesi de ABD’de geçmiş devlet geleneklerinin süreceğine işaret etse de, kabine seçimindeki, bu titizlik ve pespayelik bu ekibin farklılığını gösteriyor. Öyle görünüyor ki, 20 Ocak’ta Obama’nın yerini devralan Trump, Amerika Birleşik Şirketlerinde yeni bir sayfa açacak.
Çekişmeli bir seçim sürecinin ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı olan Donald Trump, kuracağı kabine ile 20 Ocak’ta Obama’nın yerini devralacak. Forbes dergisine göre dünyanın en zengin 400 insanı arasında yer alan Trump’ın kabinesindeki isimler de kendisinden geri kalmıyor. Kabineye önerilen isimler arasında kimler yok ki… Bankerler, CEO’lar, şirket sahipleri…
Özlem Arkun
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 35. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Milliyetçi, Muhafazakar, Kapitalist: Amerika Birleşik Şirketleri” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir yanda, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, her an bir yerlerden büyük taşların yağdığı, kömür taşıyan asansörlerin halatlarının koptuğu, çamur içinde yüzülen bir madende saatlerce çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan işçiler. Diğer yanda bu sefaletin asıl kaynağı olan ve bundan beslenmeyi sürdüren patronlar.
Gözünüzün önüne Soma ya da Kozlu mu geldi? Evet, oradaki koşullar da buna çok benzer ama bu yazıda asıl olarak, 1800’lü yıllarda Pennsylvania’daki kömür madenlerinde çalışan göçmen işçilerin ve özellikle İrlandalıların mücadelelerinin anlatıldığı, Arthur H. Lewis’in romanından Martin Ritt tarafından filme alınan The Molly Maguires’ten söz etmek istiyoruz.
Vizyona girdiği yıllarda beklediği ilgiyi bulamasa da, yıllar sonra büyük bir festivalin klasik kategorisinde tekrar gösterime girdiğinde dikkatleri üzerine çeken ve Türkçe’ye “İhanet” olarak çevrilen The Molly Maguires filminde, kömür madenlerinde kötü koşullarda çalışmak zorunda bırakılan madencilerin örgütü olan Molly Maguires ve bu örgütü engellemek üzere görevlendirilen gizli bir ajanın hikayesi konu ediliyor.
Ajan McParlan’ın Görevi Buydu: Molly Maguires’i Bitirmek!
Filmlerinde sosyal statülerin insan ilişkilerine olan etkisine değinen, özellikle ırkçılık ve işçi sendikalarını konu edindiği eserleriyle tanınan yönetmenin 1970 yılında çektiği bu film, 14 dakika 51 saniye süren ve sadece müzik ile görüntüden oluşan destansı bir sahneyle açılıyor.
1873-79 yılları arasında patlak veren ekonomik krizle, işçilerin yaşam koşulları “yaşanmaz hale” gelir. İşçiler, giderek kötüleşen bu koşullar sebebiyle, öncesinde İrlandalı toprak ağalarına karşı verdikleri mücadeleyi, bu kez de göç ettikleri bu topraklarda patronlara ve devlete karşı vermeye başlar. Grevlerle başlayan mücadeleden sonuç alamayınca ise başka bir yol denemeye karar verirler: Sabotaj! Adeta bir harabeye dönüşmüş maden ocağını, raylara yerleştirdikleri patlayıcılarla kullanılamaz getirirler.
Örgütledikleri sabotaj eylemine karşı işçiler arasındaki dayanışmayı bozmaya çalışan patronlarsa polise başvurur ve işçilerin arasına sızıp bilgi alacak bir “ajan” görevlendirmeye karar verir. Film boyunca Ajan McParlan’ın çeşitli repliklerinden, onun, sistem içinde yükselme arzusunun yanı sıra göçmen nefretiyle bezenmiş ırkçılığı da sezilir. Ancak birbirleriyle özel iletişim yöntemleri geliştirmiş ve sıkı yoldaşlık ilişkileri kurmuş bu örgütlenmenin bir parçası olmak çok zordur.
Pennsylvania’ya bağlı Lackawanna, Luzerne, Columbia, Schuylkill, Carbon ve Norhumberland gibi kentlerde örgütlü olan Molly Maguires, patronlar için ciddi bir tehlikedir ve İrlanda kökenli örgütlerin çoğunda olduğu gibi çalışmalarını gizli yürütür. Bu sebeple, sendika çalışmalarında açık faaliyet yürüten işçiler hedef haline gelir ve işçilerin katledilmeleriyle sonuçlanan saldırılar söz konusu olur.
Maden ocağında kömür tozundan kapkara olmuş sıkılı bir yumruğun, silahlarını işçilere doğrultmuş polislerin bulunduğu yerin tam ortasından deldiği afişiyle akıllara kazınan filmin belki de en vurucu sahnesi, sonunda yer alıyor. Film, göstermelik bir yargılama sürecinin ardından idama mahkum edilen Jack Kehoe’nin, onun hücresini ziyaret eden McParlan’a söylediği “Asla özgür olamayacaksın!” cümlesiyle sonlanıyor.
Ezen ezilen ilişkisine ve bu ilişkinin iktidarlı tarafındaki çelişkileri üzerine yoğunlaşan bu film, çekilmesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra dahi aynı etkiyi uyandırabilecek güçlü bir mesaja sahip. 1800’lü yılları anlatan filmde gösterilen çalışma koşullarına Soma’da ve Kozlu’da yaşananlardan aşina oluşumuz, kapitalizmin zamandan bağımsız olarak her yere nüfuz ettiğini gösteriyor. Ama ezilenler, Zonguldak’ta gerçekleşen ve yakın zamanda kazanımla sonuçlanan direnişte de olduğu gibi özörgütlülükleriyle, patronların korkulu rüyası olmayı sürdürüyorlar, sürdürecekler.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayınlanmıştır
The post ”Patronların Korkulu Rüyası Molly Maguires”– Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İnşaat İşçileri Doğrudan Eylem ile Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnşaat işçileri sendikası Nurolpark, Köseler Köyü TOKİ ve Dedekorkut İÖO inşaatları olmak üzere farklı şantiyelerde direnerek patronlara geri adım attırıyor.
Nurolpark Güneşli şantiyesinde çalışan ve hakları gasp edilerek işten çıkarılan İnşaat İşçileri Sendikası üyesi taşeron işçiler sendika ile başlattığı direniş sürecinde patronlara geri adım attırdı. Direnişçi işçilerin talep ettikleri ücret ve tazminatları ödendi. 3 gün süren eylemlere Alınteri, DAF, Mücadele Birliği katılarak, 26A Kolektifi ise öğlen yemeklerinde sandviç getirerek direnişçiler ile dayanışma gösterdi.
Kocaeli Dilovası’nda bulunan Köseler Köyü TOKi inşaatında çalışan İnşaat-İş üyesi işçiler, gaspedilen hakları için iş durdurma eylemi başlatarak şantiyeye giden tüm elektriği kesti. TOKİ patronları geri adım atarak işçilerin tüm alacaklarını ödedi.
Eyüp Dedekorkut İlköğretim Okulu inşaatında çalışan taşeron inşaat işçileri sendika ile beraber şantiyedeki çalışma ve barınma koşullarına karşı işgal eylemi başlatı. Şantiye girişine pankart asarak kimseyi şantiyeye sokmayan direnişçi işçiler İlci Holding patronlarına geri adım attırdı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post İnşaat İşçileri Doğrudan Eylem ile Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Emaar İşçisi Bir Örnektir” – Mustafa Adnan Akyol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sendikamızın Emaar pratiği, her yerde olduğu gibi bir direniş ile başladı. Her şantiyede olduğu gibi, Emaar’da da eylemle anlattık kendimizi işçiye. Eylemde anlattık; örgütlendik. İlk eylemler içeride örgütlü bir iş durdurma olarak sürüyordu. Ardından, direnişin tüm şantiyeye yayılması veyahut yayılabilecek durumun oluşması için, dışarıda da eylemler yaptık. Zaten her taşerona ayrı eylem yapmıyoruz. Her birinin asıl muhatabı olan ana firma yetkililerini bulup, daha önce bazen diyalog yoluyla, bazen de fiili doğrudan eylemimiz ile kabul ettirdik kendimizi. Emaar Square şantiyesi gerçekten çok büyük bir proje. İçerisinde sayısız taşeron şirket binlerce işçi çalışıyor. O yüzden ne ortada muhatap var ne de şantiyede düzgün bir çalışma sistemi!
Sendikalı olan ve sendikal mücadeleye katılan arkadaşlarımız ile beraber defalarca Emaar Satış Ofisi’ni kapattık. Bu ve benzeri eylemlerin elbette bir getirisi oldu. Başta Emaar işçilerine olmak üzere, coğrafyamızdaki inşaat işçilerine örnek bir çalışma durumu oluşturmaya başladık. Biraz bunlardan bahsedelim. Emaar da ne durumdayız?
Öncelikle çok önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bugün, Emaar’da sendikamız üyesi işçiler, cumartesi günleri yarım gün çalışıyor. Bunun ne demek olduğunu, hangi inşaat işçisine isterseniz sorun, anlatsın. Bu sektörde gidip hangi şantiyeye bakarsanız bakın, hiç birinde böyle bir durum göremezsiniz. Abartmıyorum 9 saat, 10 saat, 12 saat çalışma var. Ama bu şantiyelerde çıkıp da kalfasına ya da taşeronuna haftada 45 saat çalışacağım diyemez. Kimse uymuyor çünkü buna. Yasal olarak aralarında beyaz yakalıların ve mimar mühendislerin de olduğu 2 buçuk milyon inşaat işçisinin arasında bu durum, yalnızca Emaar’daki üyelerimiz için geçerli. Yani, haftada 45 saat çalışıyor Emaar işçisi.
Ayrıca Emaar’da işçiler kaç saatin yanında nasıl çalışması gerektiğini de öğreniyor. Nasıl bir iskelede çalışması gerektiğini bilmeye başlıyor; “yüksekte çalışma belgem olmadan yüksekte çalıştıramazsınız” demeye başlıyor. İş güvenliği ile ilgili sıkıntı mı oldu, o zaman işe çıkmıyor bizim arkadaşlar.
İnşaat sektörünün en önemli problemlerinden biri de SGK’ları ya hiç yatırmıyorlar ya da gerçek maaş üzerinden değil de asgari ücret üzerinden yatırıyorlar. Hangi şantiyeye giderseniz gidin hiçbirinde SGK’ların gerçek maaştan yatırılması söz konusu değil. Her yerde asgari ücret üzerinden yatırılır SGK’lar. Emaar’da bu durumu da sonlandırdık. Sendikamız üyesi işçilerin SGK’ları, aldıkları gerçek maaş üzerinden yatırılıyor. Bu durumu yaratan, biz sendika yönetimi değiliz. Orada alınan her şey, işçilerin kendi öz örgütlülüğünün sonucu var olmuştur.
Sendikamızın Emaar’da bir de sorumluluğu var artık. Bu topraklarda belki de 30 yıldır olmayan bir şey Emaar’da oluyor; bir şantiyenin denetimini, sendikamızın uzmanları yapıyor. Emaar’da şantiyedeki iş güvenliğini bizim sendikamızın uzmanları da denetliyor, konuyla ilgili raporlar hazırlıyor. Bu durum, biz inşaat işçileri açısından çok önemlidir.
Bu saydıklarım en önemli sorunlar ve en önemli sorunlara kısmi çözümlerdir. Biz kazandık demiyoruz. Kazanım kelimesini de kullanmıyoruz. Çünkü bugün Emaar’da aldıklarımız da sorumluluklarımız da kazanılmış bir şey değil. Biz bunları aldık diye sömürü bitmedi, bitmiyor. Sömürüyü bitirdiğimizde; yani işçilerin yöneten ya da yönetilen değil insanca yaşadığı koşulları hep beraber yarattığımızda, işte o zaman hep beraber kazanmış olacağız.
Mustafa Adnan Akyol
İnşaat İşçileri Sendikası
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33.sayısında yayımlanmıştır.
The post “Emaar İşçisi Bir Örnektir” – Mustafa Adnan Akyol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Birkaç hafta önce, Ahmet Davutoğlu, yasalaşması için meclise gönderilecek olan tasarıda “taşeronlara kadro müjdesi” dedi. Bu açıklama işçiyi sevindirdi, neden mi? Tüm taşeron işçileri devlet güvencesi altında kadrolu olacaktı ve bu, devletin patronluğunda ücretli kölelik de olsa taşeron olmaktan yeğdi.
Devletin işçiye anlatacak masalı çok, dinleyeni oldukça tabi. Davutoğlu’nun meclise gönderdiği bu tasarı da devletin bir başka masalı. Yüzeysel okuduğunuzda masalda patron değişmiş, sanki devlet tüm taşeron(alt işveren) işçilerini sahip olduğu kurumlarda çalıştıracakmış, kadroya alacakmış. Bazı masallar gerçekten uzaktır ve dinleyene yalan söyler. Buna örnek olarak dünya çapında bilinen bir masal vardır; Fareli Köyün Kavalcısı.
Bir köy farelerin istilası altındadır. Günün birinde kaval çalan bir adam, köyü farelerden temizleyebileceğini söyler. Köylüler de adam bunu başarırsa ona yüklü miktarda para vereceklerini söylerler; anlaşma yapılır. Adam, kaval çalarak tüm fareleri etkileyip peşinden sürükleyerek köyün dışına çıkarır. Ama köylüler adama parasını vermeyi reddeder. Bunun üzerine kavalcı, tüm köyün çocuklarını bir nehre sürükleyerek, çocukların boğulmasına sebep olur. Sadece topal bir çocuk, diğerlerinin hızına yetişemediği için kurtulur. Yani aslında bize masallar hep mutlu sonla biter deseler de öyle değildir.
Devletlerin ve politikacıların yaptığı da buna benzer. Yöntem de gaye de aynı: Yanıltmak. Mutlu sonla bitecek bir gerçeklik uydurarak yanıltmak.
Gelgelelim Davutoğlu ve akabinde Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın açıklamalarına; onların masallarına. 720 bin taşeron işçisi alınacakmış kadroya. Kimse dışarıda kalmayacak diyor Davutoğlu; fakat biraz derinleştirerek okuduğunuzda, hepsinin yalan olduğunu açıkça görüyorsunuz. Neden mi yalan? Sıralayalım.
Çünkü kadroya geçmek isteyen işçilerin, öncelikle taşeronda en az 12 ay çalışmış olması, Kasım ayından önce işe başlamış olmaları gerekiyor. Tabi yetmiyor, oyalamanın perdeli hali olan sınava girmeleri gerekiyor. Bu da yetmiyor, sınava girmeleri için de geçmişe dönük hakları için dava açmamaları, hukuki tüm haklarından vazgeçmeleri gerekiyor. Yetmiyor sınavı kazansalar bile, sadece kurumların açtığı kadro kadarı alınabiliyor. İşçiler tüm bu süreçlerden geçseler bile devlet memuru olarak kadroya geçmiş olmuyor, özel sözleşmeli personel oluyorlar. Devletin kadro güvencesi dediği de ömür boyu değil, sadece üç yıl sürüyor. Özel sözleşmeli personelle yalnızca 3 yıllık sözleşme yapılıyor ve devlet, eğer istemezse, üç yıl sonra işçiyi kapı dışarı edebiliyor.
Davutoğlu’nun “taşeronlara kadro” masalında da yalan ve sömürü düşecek dinleyen işçilerin payına. En iyisi mi biz, her masala kanmayalım!
The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>