The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Biz anarşistler için paylaşma ve dayanışma içinden geçtiğimiz küresel salgın sürecinde daha fazla önem taşıyor. Bu yüzden bu yazımızda mücadelenin büyümesi ve toplumsallaşabilmesi noktasında kilit bir önemde olan paylaşma ve dayanışma örnekleri üzerine yoğunlaşacağız. Önce paylaşma ve dayanışmanın bizler için teorik anlamda ne ifade ettiğini açıkladıktan sonra, söz konusu tarihsel kısmı ayrıntılandıracağız.
Anarşistler için Paylaşma ve Dayanışmanın Teorisi
Geçmişten günümüze bütün toplumlarda paylaşma ve dayanışma ilişkileri olmuştur. Bunun da ötesinde aslında toplumsal yaşamın varoluşu için vazgeçilmez bir önemde olduğu da bir gerçekliktir. Sözde “normal” olan zamanlardan, şimdiki “olağanüstü” zamanlara kadar her zaman bencillik, rekabet ve ihtiras iktidarlar tarafından ne kadar hakim ilişki biçimi haline getirilmeye çalışıldıysa da insanın doğal yaşamının bir parçası olan dayanışma ilişkileri tamamen yozlaştırılamamış, ortadan kaldırılamamıştır.
Fransız anarşistleri, “Liberté, égalité, fraternité” yani “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şeklinde formülize edilen sloganı “Liberté, égalité, solidarité” yani “özgürlük, eşitlik ve dayanışma” şeklinde güncelleyip sahiplenmişlerdi. Kelime anlamı olarak “erkek kardeşliği” ifade eden “fraternité” eleyip “solidarité”yi sahiplenmek; kadın özgürlük mücadelesinin en radikal yaklaşımlarından birini içinde barındıran anarşizm için bu yönüyle bir aydınlanma eleştirisini içerirken, “dayanışmanın” eklenmesiyle bu olgunun ne kadar kilit bir önemde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Yalnızca mücadelenin toplumun örgütlenmesine ilişkin siyasi hattı konusunda değil, devrime nasıl bir mücadele şekliyle gidileceğine dair bir anlam da taşıyor yani dayanışma kavramı.
1902 yılında yayınladığı “Evrimin bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” isimli kitabında Pyotr Kropotkin, hayvanlardan modern insan toplumlarına kadar, en basitinden en karmaşık ifadesine kadar toplumsallığın özünün söz konusu ilişkilere dayandığını dönemin bilimsel kavrayışıyla ortaya koymaktadır. Kropotkin, doğada canlıların yaşamak için birbirleriyle dayanışma içinde olmak zorunda olduğunu ve bunu tercih ettiği zaman hayatta kaldığını keşfetmişti. Bu teorinin biz anarşistler için önemi yalnızca bilimsel değil aynı zamanda propagandiftir.
Dayanışma, sadece siyasi bir idealin dışında devrime giden yolda nasıl örgütlenmemiz gerektiğine dair bir anahtardır. Bu yüzden devlet -iktidar, otorite ya da adına her ne dersek diyelim- özü itibariyle dayanışmayı ortadan kaldırmak için çabalar. Devlet olmadığı zaman yaşanılamayacağını düşünenler yalnızca devrimci zamanlarda değil, içinden geçtiğimiz deprem vb. afetler, salgın hastalıklar gibi süreçlerde de devletin aniden ortadan kaybolduğunu ancak toplumsal yaşamın buhar gibi uçuşmadığını görmüşlerdir. İşte dayanışmanın özü, doğduğu ve serpildiği yer tam da burasıdır; devletsiz halkın toplumsal yaşamı.
Tarihten Örneklerle Dayanışmanın Somutlandığı Mücadele Alanları
Birkaç yıl önce İspanya’daki yoldaşlarla yapılan bir söyleşide yoldaşımız şöyle diyordu: “İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız.”
Anarşizm tarihinin en etkili deneyimlerinden biri olan 1936 İberya devrim sürecinin kendisi toplumsal dayanışmanın örgütlenmesiydi. Bunun yanında yüzbinlerce kişinin saflarında örgütlenip paylaşma ve dayanışmayı bütün topluma yaydığı CNT’nin özellikle göçmenlerle dayanışma konusunda uzun yıllar boyu sürdürdüğü büyük bir deneyim vardı. Tıpkı anarşist tarihteki sayısız örneğin tekrar tekrar ortaya çıkardığı gibi, kendisi de çoğunlukla göçmen insanlar tarafından örgütlenen anarşist hareket için göçmenlerle dayanışma organik bir olguydu. Bunun paralelinde göçmenler de yaşamlarının kurtuluşu için anarşizmin ilkelerini toplumsallaştırmanın önemini farkediyordu. Göçmen bir halk olan Romanlar CNT saflarında faşizme karşı savaştılar. Faşistler tarafından İspanya halkına bir tehdit olarak görülen göçmenler, devrimcilerin tarafında diğer ezilen kardeşleriyle beraber dayanışmayı örgütlüyorlardı.
Devrimin bastırılmasıyla beraber anarşist hareket büyük bir göç dalgasıyla İspanya ve Portekiz gibi çevredeki ülkelere dağıldı. Öncesinde diğer savaş mağdurlarıyla dayanışmak için kurdukları göçmen dayanışma örgütleri İspanya’dan anarşistlerin yaşamını devam ettirmesi için sürdürülen dayanışma noktasında dünya anarşistlerine ilham vermiştir.
Ancak tabii ki bu öne çıkan örneklerden yalnızca bir tanesi. Öte yandan devrimler tarihinde başlı başına göçmen krizinin bir devrime dönüştüğü az bilinen bir tarihsel örnek vardır. Tıpkı pek çok başka ülkede olduğu gibi Kore’de de anarşist hareketin gelişimiyle halk özgürlük mücadeleleri arasında organik bir bağ vardır. Japon İmparatorluğu’nun 1910’da Kore’yi işgal etmesi halkın büyük tepkilerine yol açmıştı. 10 yıl boyunca anarşist militanların mücadeleleriyle Japon yönetimine karşı pek çok eylem gerçekleştirildi. 1919 yılında Japon işgaline karşı büyük bir eylem örgütlenecekti. “Bağımsızlık mücadelesi günü” adı verilen bu günde gerçekleşen eylemde 7500 kişi Japon askerlerinin saldırısıyla katledildi, yüzlerce insan da yaralandı.
Katliamın ardından çok sayıda Koreli Mançurya’ya göç ederek orada bağımsız topluluklar oluşturdu. Göçmen kampı da denilebilecek bu yerlerde “Mançurya’daki Kore Halk Derneği” adında anarşist bir dernek faaliyet göstermeye başladı. 1929 ve 1931 yılları arasında Kore dışında yaşayan 2 milyon Koreli göçmenin paylaşma ve dayanışma ilişkileri çerçevesinde yaşadığı özgür bölgede örgütlenen bu dernek, etkisini Kore’de bile hissettiriyordu. Bu kampta işçi kooperatifleri ve özgür okullar kuruldu. Bölgesel konseyler oluşturularak halkın karar alma süreçlerine katılımı sağlanmaya çalışılıyordu. Anarşist komünist bir ekonomi benimsenerek para ortadan kaldırılmıştı.
Yalnızca yıllar öncesinde değil yakın tarihte de anarşistler dayanışmanın örgütlenmesinde kritik pek çok eylemliliğe imza attılar. Ortadoğu’da sürdürülen savaşlar sonucunda dünyanın dört bir yanına dağılan göçmenler konusu hepimizin bildiği gibi günümüzün en yakıcı konularından biri olmayı sürdürmektedir. Avrupa’da göçmenleri hedef alan faşist saldırılara karşı yine en güçlü cevabı anarşistler vermiştir. Son yıllarda anarşistler “Göçmenler Hoşgeldiniz” sloganıyla sınırlarda telleri parçalama eylemleri, işgaller gibi eylemliliklerle Avrupa devletlerinin göçmen düşmanlığına gereken cevabı vermektedir. Bunun yanında işgal evleri/mahalleleri öncelikli olarak devletler kıskacında yaşama mücadelesi veren göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için iyi bir sığınak işlevi görmektedir.
Göçmenler için Avrupa’nın giriş kapılarından biri olan Yunanistan bu mücadelenin güçlü bir şekilde sürdüğü coğrafyalardan biri olmuştur. Yunanistan’daki yoldaşlarımız geçtiğimiz aylarda iktidar olan faşist yönetimin ve ondan önceki Syriza hükümeti döneminde de devletin işgal evlerine ve mahallelerine saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu bağlamda işgal evlerinin ateşe verilmesi gibi, bizlere coğrafyamızın kanlı tarihindeki anları hatırlatan saldırılardan devlet müdahalelerine kadar pek çok saldırı yakın süreçte gerçekleşti. En çok göçmen dayanışma evinin bulunduğu Exarchia mahallesi yoğun bir ablukaya alındı, göçmenler yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edildi. Anarşist yoldaşlarımız mahallelerini ve göçmen dayanışma mücadelesini savunmaya devam ediyor.
Yaşadığımız coğrafyada ise son yıllarda Suriye Savaşı’ndan kaçan, Afrika’dan daha iyi bir dünya umuduyla yola çıkan ve bunun gibi pek çok sebeple yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan göçmenlerin durumu belirsizliğini korumaktadır. TC Devleti, göçmenleri kendi siyasi politikalarına alet ederek düne kadar göçmenlere sahip çıkıyor gibi bir imaj çizerken bugün sınırları açarız tehdidiyle Avrupa devletlerine isteklerini dayatmaya çalışır bir pozisyona çekilmiştir. Bizler her geçen gün devletlerin ikiyüzlülüğüne özellikle göçmen konusunda sürekli şahit olmaktayız.
İşçilerin Kurtuluşu İçin Tek Çare Dayanışma
Anarko-sendikalizm kitabının yazarı anarşist Rudolf Rocker kitabında işçilerin dayanışma pratiği olarak doğrudan eylem ve mücadele deneyiminin önemine değinmekteydi. Onun sözleriyle söylemek gerekirse “Günlük ekonomik mücadelenin en önemli sonuçlarından biri işçiler arasındaki dayanışmanın gelişmesidir.” Bununla birlikte yardımlaşma aslında işçilerin birliği için adeta zorunlu bir koşul gibiydi. “Aynı koşullara tabi olan insanların işbirliği açısından sürekli en olmadık gereksinimleri ortaya çıkaran yaşamsal ihtiyaçlar için verilen mücadeleyle yenilenen karşılıklı yardım hissi, büyük oranda duygusal bir değere sahip soyut parti ilkelerinden çok farklı bir biçimde işler. Bu his, aynı kaderi paylaşan topluluğun temel bilincini geliştirir ve bu da zamanla yeni bir hak anlayışını geliştirerek ezilen sınıfın kurtuluş yolundaki tüm çabalarının ahlaki ön koşulu haline gelir.” Onun yazılarında da belirtildiği gibi anarşistler için işçilerin politik mücadelesi onların dayanışmayı örgütledikleri ekonomik ve sosyal yaşamlarından ayrıştırılamaz.
Bir sendika bürosu, anarşist örgüt toplantısı, komün/kolektif buluşması vb isimler altında bir araya gelen anarşistler, yaşamlarını mücadeleyle birleştirir ve bu alanları kolektif alan haline getirirler. Rocker’ın da yaşadığı ve mücadele ettiği Almanya’da 1910’lu yıllardan beri faaliyet yürüten “Özgür İşçiler Sendikası” FAU, bir mücadele geleneği olarak sendika örgütlerindeki özellikle eğitim/kültür birimlerini işçilerin sosyalliğini güçlendirecek ve dayanışmanın örgütlendiği bir zemin olarak kurgulamışlardır. Bu anarşist mücadele tarihindeki sayısız örnekten yalnızca biridir. Grevlere giden fabrikalardaki işçilerin bir araya geldiği ve yaşamsal ihtiyaçlarını ortaklaştırarak beraber çözüm aradığı birer komün haline gelmiştir. Anarşist tarihteki hemen her örgüt karşılıklı yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma ilkelerini güçlendirecekleri bir örgüt yapısı benimsemişlerdir.
Karantinada Birbirine Yabancılaşmayan, Dikkatlice Dayanışmaya Sarılanlar
Anarşistler toplumsal hayatın merkezinde yer alan örgütlenmeler kurmaya yöneldikleri ve aslında kendini toplumdan soyutlamış aydınlar olarak değil de halkın kendisi olarak örgütlendikleri için afetlerde hızlıca hareket edebilmişlerdir. Devlet ise hem merkezi ve hantal yapısıyla bu gibi durumların üstesinden gelemez hem de aslında özü itibariyle dayanışma kurmak istemez. Çünkü artık normal zamanda sömürülenlerin daha fazla sömürelecek bir şeyi kalmadığı, hayatını kaybetmemeye çalıştığı bir yer haline gelmiştir burası.
Anarşist tarihte bu süreçlere dair pek çok pratik sergilenmiştir ve sergilenmeye devam etmektedir. Buna çok eski tarihli olmayan güçlü bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz aylarda gazetemizde yer verdiğimiz 2005’te kurulan Ortak Taban Kolektifi’nden tekrar bahsetmek faydalı olabilir.
ABD’de Katrina kasırgası gerçekleştiğinde 2000’e yakın insan yaşamını yitirmiş, neredeyse 1 milyon insan evsiz kalmıştı. Devletin -benzeri pek çok örnekte olduğu gibi- insanların yaşamsal ihtiyaçlarının sorumluluğunu almayıp onları yalnız bıraktığı günlerde eski Kara Panterler üyesi Robert Hillary King ve anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’nin çalışmalarına başladılar. Kolektif -özellikle devletin umursamadığı yoksul mahallelere- su, yemek ve ilkyardım gibi öncelikli temel ihtiyaçların götürülmesini sağlamıştı. Devlet kuruluşlarının “ulaşamadıklarını” söylediklere yerlere bisikletle gidip tespitler yaparak harekete geçiyorlardı. Zaman içerisinde onbinlerce gönüllüsüyle kasırgaya karşı yaşamın yeniden yaratılmasını sağlayan Ortak Taban Kolektifi’nin düşünsel arka planında anarşist yöntemlerle örgütlenen bir dayanışma pratiği yatıyordu. Ortak Taban Kolektifi’nin koordinasyonunun yürütüldüğü yerlerde kapıda kocaman bir tabela asılıydı: “Hayırseverlik Değil Dayanışma!”
Bu mücadele deneyimiyle bugün afetlerde dayanışma pratikleri gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Bu cümleleri oluşturduğumuz günlerde örneğin, Yunanistan’ın Kallithea bölgesinde devletin umursamadığı huzurevleri, çocuk bakım evleri gibi yerlere dayanışma kolileri bırakılmaya devam etmekte. Almanya’da Berlin şehrinde evsizler için 3 apartman dairesini işgal eden anarşistler, herkese “evde kal” çağrısı yapan devletin göçmenler ve evsizler için hiç bir çözüm üretmediğini ve asıl felaketin kapitalizm olduğunu belirterek işgallerine devam edeceklerini açıklıyor.
Coğrafyamızda da devrimci anarşistler salgın sürecinde krizi fırsata çevirmeye çalışan kapitalistlere karşı direnişi, hakları bu süreçte her zamankinden de çok gasp edilen işçilerle birlikte mücadeleyi, evlerine yiyecek götürmekte zorlanan yoksullar arasında mecburi olan dayanışma ilişkilerini örgütlemeyi sürdürüyor.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 26A Atölye’de Bu Hafta: “Anarşistler İçin Paylaşma ve Dayanışma” | CANLI YAYIN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>5 Nisan Pazar akşamı saat 20:00’da Meydan Gazetesi Youtube hesabı üzerinden “Anarşistler İçin Paylaşma ve Dayanışma” etkinliğimizi gerçekleştireceğiz.
Aktarım yaklaşık olarak 1 saat sürecek sonrasında YouTube üzerinden giriş yapan izleyiciler yine canlı olarak sorularını sorabilecektir.
Aktarımda paylaşma ve dayanışmanın anarşizm için öneminden bahsedeceğiz ve anarşizm tarihindeki dayanışma eylemlerinden örnekler vereceğiz.
Göçmen dayanışmasından, işçilerin dayanışmasına; içinden geçtiğimiz sürece benzer afet süreçlerindeki dayanışmadan halk mücadeleleriyle dayanışmaya kadar pek çok farklı mücadele alanında devletlerin, kapitalistlerin ve faşistlerin saldırılarına karşı dayanışmayla ayakta duranların hikayelerini anlatacağız.
Meydan Gazetesi Youtube
www.youtube.com/meydanorg
The post 26A Atölye’de Bu Hafta: “Anarşistler İçin Paylaşma ve Dayanışma” | CANLI YAYIN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post DAF: “Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devrimci Anarşist Faaliyet, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada giderek yayılan KoronaVirüs salgınının devletlerin ve kapitalizmin yanlış politikaları sonucu bir kriz haline gelmesine ve salgının etkilerinin giderek artmasına karşı toplumsal dayanışmanın örgütlenmesine yönelik bir çağrı yayınladı. İstanbul’un genelinde afişleme çalışmalarına bugün başlandı.
Çağrının tam metni:
Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!
Bir krizle daha karşı karşıyayız. Krizin adı Korona. Korona salgını bölge bölge, gün gün ilerliyor. Virüs elden ele, nefesten nefese bulaşıyor; camda, kumaşta, metalde, plastikte yaşıyor.
Virüsün belirtileri belli. Kuluçka süresini, hastalığın nasıl başladığını ve nasıl sonlandığını her gün dinliyor ve izliyoruz. Virüsü tanıyoruz, o da bizi tanıyor; yani yeni yeni tanışıyoruz. Yarın ne yapıp ne yapmayacağını bilmiyoruz. Değişecek mi? Değişmiş halleriyle insanlığı yenecek mi? Ya da insanlık virüsü durduracak mı? Virüsü yenecek mi? Bunlar şimdilik bilinmezler.
Aşı, Covid-19, hastalık, pandemik, salgın, tedavi gibi sağlıksal tanımları içeren bir terminoloji bir anda katıldı günlük konuşmalarımıza ve gündelik yaşantımıza. Bu sağlıksal sorun yavaş yavaş aştı kendisini ve yaşamsal bir krize dönüştü. Ekonomik ve sosyal tüm yaşamımız alt üst oldu.
Virüsü durdurmak için geçici uygulamalarla, genelgelerle tüm dünyada yeni bir yaşam yaratılıyor. Bencilliğin, rekabetin ve ihtirasın yani iktidarın dünyası perçinleniyor. Yalnızlık artıyor. Toplumsal dayanışma, bu yalnızlık yüzünden mahallelerde komşudan komşuya yapılamıyor. Toplumda yalnızlaşan birey, devletin-hükümetin kurumlarının ve kapitalizmin şirketlerinin adaletine kalıyor. Yani adaletsizliğe!
Korona artık bir kriz. Bir virüs salgını olarak başlayan bu sağlıksal gündem, ekonomik ve sosyal bir adalet gündemine dönüşmüştür. Tarih, yüzlerce salgının kendini krize dönüştürmesini yazar. Her salgın, ilahi ve ilahi olmayan iktidarı kuvvetlendirir; bireyi hiçleştirir, hasta sayısı ya da yaşamını yitirmiş ölü sayısı olarak istatiksel bir sayıya indirger. Hiçleşen birey hiçleşen toplum demektir. Başta şaşıran ve saçmalayan iktidar da bir iktidarsızlık süreci yaşar. Önce ortadan kaybolurlar çünkü korkarlar. Yavaş yavaş bu süreç atlatılır ve sonra her şey kontrollerindeymiş gibi davranarak iktidarlarını perçinlemek isterler. Şimdi Korona krizinin hangi evresindeyiz bu bilinmez ama hükümet standart salgın sürecindeki iktidar davranışlarını yapıyor.
Korona tehlikeli mi? Tabi ki tehlikeli ve biz kazandığıyla yaşayan, katı yatı olmayanlar için daha da tehlikeli. Çünkü bizim için kriz arttıkça ekonomide olumsuz etkileşimler de artacak. Gündelik yaşamı idame ettirmeye çalışırken ihtiyaçlar karşılanamayacak. Sosyal yalnızlaşma, kaygı ve korkuyla artacak. Paranoyaklık ve umursamazlık paralel bir yükselişteyken toplumsal iletişim azalacak. Bunlar, salgın süreçlerinde örgütsüz toplumların yaşadığı gerçekler. Salgın süreçlerinde her şeyden daha çok ihtiyacımız olan şey örgütlülüktür.
Korona krizine örgütlü bir şekilde karşı koymalıyız. Adaletine inanmadığımız devletin ve kapitalist şirketlerin şefkatinde değil toplumsal paylaşma, dayanışma ilişkilerini kuvvetlendirerek yaşamımızı kazanabiliriz.
Öncelikle ödemediğimiz-ödeyemediğimiz için faturalarımız kesilmeden tüm arkadaş dostları aramak ve hal hatır sormakla başlayabiliriz. Buna ihtiyacımız yok mu? Var. Sonrasında tanıdığımız tanımadığımız tüm komşularımıza selamımızı vermeliyiz. Dikkatli davranarak belli mesafeleri koruyarak komşularımıza bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sormalıyız. Sorunlara beraber cevaplar aramalıyız. Bireysel ekonomimize ve enerjimize paralel paylaşma dayanışma iletişimimizi planlamalıyız. Planlarımıza çevremizdeki arkadaş ve dostlarımızı çağırmalıyız. Korona krizi bilgilerini verileştirerek bireysel yorumlarımızı kuvvetlendirmeliyiz. Paranoyaklık ve umursamazlık hastalıklarına kapılmamalı, çevremizde kapılanları da uyarmalıyız. Bu iki hastalığın, salgını arttıran iki unsur olduğunu unutmamalıyız. Ekonomik sorunları çözemeyeceğimizi düşünmeden, kişiler arası ekonomik olandan olmayana köprüler kurmaya çalışmalıyız. Faturalardan dolayı elektrik, gaz, su gibi ihtiyaçların kapatılmasını veya kesilmesini beraberce engellemeliyiz (Şimdilik Ankara, İstanbul gibi bir kaç belediye gaz ve su kesilmeyeceğini açıkladı).
Bu özörgütlenme çabalarımız çalışmalarımız sonrasında toplumsal muhalefetin örgütlü topluluklarıyla ilişkilenmeliyiz. Biz Devrimci Anarşist Faaliyet olarak bu paylaşma dayanışma sürecinin örgütlenmesinin bir kuvveti olarak davranacağız. Biz birbirimize lazımız.
Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiç birimiz!
Paylaşma Dayanışma için: 05531340334
DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET
https://anarsistfaaliyet.org/sokak/korona-krizine-dikkat-paylasma-ve-dayanismayla-beraberce/
The post DAF: “Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Keşif eylemi her zaman büyüleyicidir. İnsanın kendi özünü inşa etme keşfi ise şüphesiz en cezbedici olandır her zaman. Günlük yaşamda kapitalizmin sıkıştırdığı her alandan bir şekilde sıyrılmak isteyen her insan, karşısına çıkan bir kitapta bulur kim olacağını yahut olduğunu; çıkış yollarından biridir bu. Bir yazarın kurgusuyla her ay başka bir kitabın rehberliğinde yaşamak, o kitapla yoldaş olmaktır.
Hal yetişkin için böyleyken kafasındaki bembeyaz sayfaya binbir türlü rengi yerleştirmeye hemen hazır ve hevesli çocuk için kitap okumanın yaratacağı gücün büyüklüğü tahmin edilemese gerek. Hele -anne karnını saymazsak- bir çocuğun en hızlı ve verimli yaş aldığı dönem ilk yıllarıdır. Dolayısıyla çocuğun ilk oyuncağı olan onu yetiştirenler kadar, kitaplar aracılığıyla kafasında üreyecek öğretiler de oldukça kritiktir.
Doğumumuzdan itibaren gerek aile kurumu gerekse eğitim sürecinde kendini meşrulaştıran; bencil, rekabetçi, hazcı bireyler yetiştirmek isteyen devlet için toplumsal rolleri belirlemek açısından edebiyat, bilhassa çocuk edebiyatı kullanışlı bir kanal görevi görür.
Toplumsal aidiyetlerin nerede, nasıl, kimin tarafından yapılacağı doğduğumuz andan itibaren kafamıza bir şapka doğallığıyla takılıverirken bireyciliğe teşvik edilip her şeyi tek yapmaya özendirilen çocuk, ancak otoritenin izin verdiği alanlar içinde kalıyor, kendine güvenli alanlar oluşturmayı edimliyor. Bir yandan elinde olanı paylaşmaktansa saklayıp karşılıksız hiçbir şey yapmamayı/vermemeyi huy edinirken öteki yandan dışarısının her daim tehlikeli olduğu tembihleniyor, kendi biricik alanına hapsoluyor. Zaten halihazırdaki kapitalizm iştahıyla binaların dışında kendilerine yer bulamayan, dışarısı dediğimiz “kamusal” alana kendi başına çıkamayan çocukların ellerine bir de sorunlu kitaplar verdiğimizde, onları çıkmaza kendimiz itiyoruz. Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Şu an hâlihazırda yayımlanan metinlerin çoğu ince eleyip sık dokunacak cinsten. Öncelikle erkek kitap karakterleri güçlü, kahraman, atik, inşa eden-oluşturan, tamir eden rollerinde çizilirken kadın karakterler tedirgin, korkak, uslu; eve dair her türlü işte uzmanlaşmış yahut buna teşvik edilen; ev dışındaki işlerde yardıma muhtaç olan rollere uygun görülüyor. Aynı sıkıntılı yapı hayvan karakterleri üzerinden yazılan metinlerde de mevcut. Dişi olan hayvanlar daha korkak betimlenirken dişi olmayan hayvanlar daha vahşi, cesur çiziliyor.
Halihazırda kendi anne babasında bu yerleşikleri görüyorsa hele, düşünecek aksi şeyler; üzerine gidilebilecek yeni sorular vermeyen kitaplar okuyan çocuk, bu ‘doğallığa’ inanıyor. Dolayısıyla anne dediğinde gözünde ilk canlananlar bulaşık sesi, baba dediğinde direksiyon çeviren bir çift el.
Bizim kuşak mesela, kardeşi Arda denizde gemi yüzdürürken kurabiye yapıp oyuncak bebek arabası süren “Ayşegül Küçük Anne”yi kafamızdan nasıl atacak? Öğrenirken zorlandığımız, zorlandıkça reddettiğimiz rol bütünlerini kafamızdan atmamak, aksine ayırdına çabuk varıp ayıklayabilmek belki de en doğrusu. Ayıkladıkça da cesaretlenmek, yılmadan her türlü rengin yüz tuttuğu kitapları arayıp bulmak.
Bugün bu rollerin dışında tanımlanan kitap karakterlerini düşündüğümüzde aklımıza gelen en güzel çizilmiş örneklerden biri Özgür. Özgür ormanda doğup büyümüş bir kız çocuğu. Nasıl ormanda olduğunu bilmiyoruz. Kitabı okurken Özgür gibi hissediyoruz; doğadan kopmayı, ehlileşmeyi hiç istemiyoruz. Yaşamsal ihtiyaçlarını hayvanlardan, ormandan öğrenmiş Özgür’ü günün birinde insanlar buluyor ve hemen şehre getiriyorlar. Ona evde yaşamayı, giyinmeyi, temizlenmeyi, yemek yemeyi öğretmeye çalışıyorlar. Özgür’e göre ise bunların hepsi manasız ve saçma işler. O da kısa zamanda bunları reddedip özgür olduğu yere geri dönüyor. Özgür kitabında dikkatimizi en çok çeken şey Özgür’ü büyüten bir yol gösterici olmaması. Yani ailesiz, kendi kendini yetiştiriyor olması.
Biraz eskilere gidersek bize en umut verici karakterlerden biri elbette Pippi Uzunçorap. 1945 yılında yazılmasına karşın halen bizi etkileyebilecek en güzel kitaplardan biri olması, şüphesiz kafamıza çizilen her şeyi çok sağlam bir şekilde yıkabilmesi. Keza Pippi gerçek anlamda da sağlam olan her şeyi yıkabiliyor çünkü dünyanın en güçlü insanı. Yukarda sözünü ettiğimiz kitapların çoğunda çizilen uslu, oturaklı ve güçsüz kız çocuk karakterlerine muazzam bir karşı duruş niteliği sağlayan Pippi, Özgür ile benzer özelliklere sahip olarak ailesiz, her türlü otoriteye kafa tutuyor. Kendine özgü giyimi kuşamı, kendi yaşadığı ama istediği zaman sevdiği insanların girip çıkabildiği bir evi olan Pippi, kitabın içinde bize daima şunu söylüyor: Ben başımın çaresine bakabilirim!
Periler Dayanışmayı Anlatıyor kitabında ise karşılık beklemeden verdiğimiz ve ihtiyacımız kadarını aldığımız kolektif bir yaşama kollarımızı açıyoruz. Her perinin yapabildiği bir işin ucundan tuttuğu ve gün sonunda her şeyin dayanışmayla sürdürüldüğü bir dünya var karşımızda. Bu tür kitapların ayrıca bir öneme sahip olmasının nedeni, yazının başında bahsettiğimiz herkesin ‘görevinin’ baştan belli olduğu bir dünya çerçevesini çocuğun kafasında yıkabilecek olması. Aile dediğimiz şeyin herkesçe aynı insanlardan oluşmayacağına, olmaması ihtimaline; yaşamın kategorize edilemeyeceğine dair bir kitap.
“Papağan dumanı tüten kazana düştü. / Kazana tünemişti, başı döndü düştü. / Meraktan düştü, kazanın içinde boğuldu gitti.” diyor kitabın başlarında Eduardo Galeano. Kitaba ismini veren Papağan, kitabın başında ölüyor, böylece kitap Papağan’ı geri getirme mücadelesine dönüyor. İlk önce ölüm ile baş etmeye çalışan karakterler, daha sonra Papağan’ı diriltmek için kendilerinden bir şeyler feda ediyorlar. Yitip giden Papağan, temsil ettiği birçok şeyle; geri dönerken de etrafındaki her şeyin dayanışmasıyla diriliyor. Galeano’nun kitabını devrimci kılan da budur.
Bugün yarın ve her daim; perilerin dayanışmayı anlattığı, karıncaların bir salyangoz kabuğunu paylaştığı, içinde bulunduğu duvarları yıkan iki karşı kıyıdaki hayvanların yıktığı tuğlaları birbirlerine köprü yaptığı bir dünyayı o bembeyaz sayfaya yerleştirmenin güzelliği değil midir yalnız çocukları değil bizi de büyüleyebilecek olan?
Sıkıştırıldığımız zamanı aşan en keyifli şey değil midir okurken düşlemek, düşlerken eylemek, eylerken özgürleşmek?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Strateji Olarak Seçimler
Özgürlük mücadelesi veren tüm hareketler dönemsel stratejiler kurar ve bu stratejilere göre hamleler yaparlar. Kürt Özgürlük Hareketi de 40 senedir sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, farklı dönemlerde, farklı stratejiler kurmuştur. Hareketin seçimlere girmesi ve halktan oy istemesi, bu stratejilerden sadece bir tanesidir. Bu yazıda, halkın bütünlüklü var olma mücadelesinin içerisinde, hareketin parlamentoda da var olma stratejisi olan “seçimlere katılma ve oy isteme” hamlesinin yanı sıra, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oy istemiyle başlayan siyasi sıkışmayı ve 13 Mart Ankara bombası sonrası başlayan siyasi savrulmayı tartışacağız.
Sokağın Beraberliğinden Sandığın Birleşmesine
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde yaşanan toplumsal patlamaların en genişi ve en uzunu Taksim İsyanı’ydı. Çok özneli bu patlamanın öznesi başta birkaç ağacın kesilmesine karşı koyan çevreciler gibi yansıtılmak istense de, gerçekte olan hükümetle karşı karşıya kalmış tüm öznelerin katılımıyla oluşmuş bir isyan olmasıydı.
Toplum ve bireyler üzerinde her gün artan baskı, isyanı tetiklemişti. Baskının karaktersizliği yani sadece bir kesime değil her kesime, her karaktere değiyor olması, Taksim İsyanı’nın karakterini de zorunlu olarak birleştirici kıldı. İdeolojisi, dili, dini, cinsiyeti, sıkıntıları sorunları birbirinden farklı olan birçok birey ve topluluk, isyanın birer öznesi olabildi. İsyanın bu özne çokluğu hem Taksim işgali süresince hem de sonrasında, isyanın, devlet tarafından kontrolünü zorlaştırdı. Kolluk kuvvetlerinin, Taksim Dayanışması’yla ya da ‘kitle’ örgütleriyle yapmaya çalıştığı anlaşmaların, isyanın başka özneleri tarafından sürekli bozuluyor olması, isyanın çapını genişletiyor ve etkisini büyütüyordu. Taksim’in yaklaşık 15 günlük işgalinin sonlanmasıyla başlayan “Her yer Taksim her yer direniş” sürecinin yayılmasında da, bu çok özneli karakter belirginleşiyordu. Bu çok özneliliğin korunmasını ilkeleştirerek oluşturulan forumlar, -bayraksızlık, flamasızlık, dövizsizlik- “biz”, “barışcıl bir yürüyüş yapacağız”, “barikat yok, taş yok” gibi tutumlarla bir “biz” tanımlayarak, farklılıkları aynılaştırıyordu. Çok öznelilikten tek özneliliğe ve salt AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığına indirgenen forumlarda aslında seçimlere hazırlık yapılıyordu.
Bir meydanda başlayan ve sokaklarda süren isyanı anlamlandırmak önemliydi. Arzulanan bir devrime benzetmenin, ya da teslimiyetçi bir “olmadı”yla atlatmanın ötesinde; belirtmek gerekir ki paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örgütlenmiş bir karşı koyuşla, iktidarın korkarak ve şaşırarak saçmaladığı bir süreç yaşadık. Belki de kazanacağımız en önemli anlamdı bu. Taksim İsyanı’nın çok çok sonrasında bile, sokak yürüyüşlerinde, cadde kapatmalarda, polisin onlarca uyarısına rağmen yapacağını yapan, yürüyüşlerde ya da toplanmalarda izin istemeden doğrudan eylemler örgütleyen bir anlayıştı bu. Böylesi anlamlarla dolu bir sürecin her halde en anlamsız evresi ise bir seçim süreciyle sonlanması oldu. Bu anlamsızlık meydandan, sokaktan gelerek; foruma, seçime, sandığa, adeta açık alandan kapalı alana giden, madden yaşanan bir kapatılmanın manevi etkisiydi. Seçim sürecinin şartlarına uymak için sokağın sakinleşmesini istemek ise, bu sıkışmanın başlangıcı olacaktı.
Seçimlere Girmek ve Herkesten Oy İstemek
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 8. seçim stratejisi olan 7 Haziran seçimlerinin, Taksim İsyanı sürecinin hemen sonrasında şekillenmiş olması, isyan bakımından bir talihsizlikti. Seçimler için bir avantaj olarak kullanılmak istenen isyan süreci, isyanın her öznesinin seçim kampanyasının da bir öznesi olmasını amaçlıyordu. Ulusalcı özneler dışındaki herkes HDP içerisinde kabul ediliyor ve forumlar döneminde AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı zeminleştirilerek oluşturulan birleşik anlayışın çatısı HDP yapılıyordu. Ufak tefek tartışmaların ötesinde herkes, HDP için oy çalışması yapmaya ya da oy atmaya çağrılıyordu. HDP içerisindeki reformist çevrelerin üstlendiği seçim kampanyasının en önemli mottosu, başkanlık rejimi karşısında parlamenter rejimi savunacak tek gücün HDP olduğu mottosuydu. Tabi ki bu motto, böylesi bir sade söylevle değil, üst mesajında allanıp pullanarak seçmene sunuluyordu. Seçmene sunulan alt mesajda ise biraz tehditkar bir taraflaşma tarifleniyordu: “HDP’ye oy atmayan AKP’den taraftır”. Bu mottolarla oluşturulan kampanyanın sorunu; yeni çıkılmış “hak istenmez alınır” sürecinden “başkanlık sistemi diktatörlüktür, parlamenter sistemde hakkımızı istemeliyiz”- sürecine çekilen bireyler ve topluluklar olmuştur. Hem de, bu seçimin asıl öznesi olan Kürt halkının -dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin- stratejilerinden bir tanesi olan “parlamentoda var olma” stratejisinin, HDP ve içerisindeki reformistler tarafından herkese, bir “kurtuluş planı” olarak sunulmasıdır.
Bu yanılgı bile çelişiktir. Kurtuluş, devletten-kapitalizmden yani sistemin kendisinden olmalıyken, sistemi bir hükümete indirgemek, bu kurtuluş planının çelişkisini göstermiyor mu? Başkanlık rejimine karşın parlamenter rejimi savunmamızı istemek alaycı değil mi? Seçime kadar sokakta iktidarı şaşırtan-saçmalatan bu isyan sürecinin öznelerine, seçimler için “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek alaycı değil mi?
Herkes için sorduğumuz bu soruların cevapları illa ki verilecektir. Şöyle ya da böyle, seçimler ve oylar savunulacaktır. Biz anarşistler için ise, sorulan bu soruların cevabı bile yok. Anarşistlerden parlamenter rejimin savunucusu olmasını istemek sadece sığlıkla tanımlanamaz. Bu istek, sığlığın saflığının ötesinde en derininden densizlikle tanımlanmalıdır.
Seçimlerde muhalefet de hükümet de meşrudur.
Parlamenter sistemde azınlığın çoğunluğu yönettiğini anlamak için toplama çıkarma yapmak yeterli olacaktır. Birçok seçimde en yüksek oy oranını alarak hükümet olan AKP’nin bile toplam 80 milyonluk nüfusun sadece 22 milyonundan oy alarak seçilmesi, bunu anlamamız için oldukça yeteridir.
Parlamenter sistem gibi başkanlık sistemi de çoğunlukçu demokrasinin benzer paradoksudur. Bu paradoksun en önemli dinamiği olan seçimlerin, adalet ve özgürlük için uygulanabilecek bir sistemi oluşturması beklenemez. Seçimlere katılmak ve oy istemek bütünlüklü bir stratejinin parçası bile olsa, bu, seçimleri ve dolayısıyla seçim sonucunda seçilenlerin tümünü meşrulaştıracaktır. Seçimlerde kazananın kazancı da kaybedenin kaybı da meşrudur.
Son süreçteki 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oluşan tüm meşruluk tartışmalarını, bu kaçınılmaz birincil ilke ile algılamamız gerekmektedir. Yalnız, iktidarların ilkelerinin olmayacağını, seçimi kazanan partinin 7 Haziran seçimlerinden sonra meclisi işletmeyerek hükümet kurma krizi içerisinde oluşturduğu karmaşayla deneyimledik. Karmaşa, seçimlerin yenilenmesiyle sürdü. Bu süreç bize, sistemin kendi kendine ihanetini ve bu ihanetin olağanlığını deneyimletti. Olağandışı bir seçim süreci değil, seçimin ta kendisiydi 7 Haziran. 1 Kasım seçimlerindeyse hükümet, halktan aldığı oyların “meşruluğu”yla Kürdistan’da sürdürdüğü savaşı sertleştirdi, rejim tartışmaları içerisinde parlamenter sistemden başkanlık sistemine belirsiz fiili bir geçiş başlattı. Mahalle mahalle süren savaşın bir saldırısı da Ankara’nın Çankaya Mahallesi’nde sürmekteydi. Bu günlerdeyse, sistemin bir başka olağan ihaneti tartışılmaya başlandı: Dokunulmazlıklar. Fezlekelerle parlamenter sistemin seçimlerinin meşruluğu tartışılıyor. Dokunulmazlığa da dokunulacak ve seçimlerin meşruluğu bir kez daha sistemin içinden ihlal edilecek. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a değişen bir şey yok. Parlamenter sistemin olağan ilkesizliği sürüyor.
Kendi kendine sürekli ihanet içerisinde ilkesizlik timsali olan bu sistem, yakında, bir başka benzer ilkesiz sistemle, başkanlık sistemiyle değiştirilecek. Değişim için anayasa değişikliği şart, bunun için de referandum. Referandumlar sanki partilerden bağımsız bir seçim atmosferinde başlar ve biter. Bir önceki seçimlerde HDP rejim değişikliğinin önündeki tek güçtü ve bu güce dahil olup olmamak bir “ak’la kara” meselesiydi. Reformistler böyle bir algı örgütleyip seçimleri bir kurtuluş planı olarak savunuyorlardı. Şimdi, referandumla beraber aynı algı örgütlenmek istenecek hatta “kendin için oy at”, “kendine oy at” diyerek bizden yine oy atmamızı isteyecekler. Dolayısıyla; attığımız taraf kazansa da kaybetse de yine seçimleri, dolayısıyla çoğunlukçu demokrasiyi meşrulaştırmamızı isteyecekler.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden sonra oluşan bu sıkışmış sürecin Rojava Devrimi’nin tüm olumlu rüzgarına rağmen esintisiz kalması, durağanlığı; Fırat Nehri’ne konmuş bir terazinin hafifliğinden havada kalan kefesi gibi havada duruyordu. Terazinin Bakur kefesindeki tek ağır şeyse, Fırat’ın bu tarafında hendek ve barikatların ardında halkın mahallelerini savunmasıydı. Bölgenin tamamını sadece coğrafik değil sosyolojik ve psikolojik olarak da bölen Fırat, TC için de adeta geçilemez bir sınır. Terazinin dengesizliği Rojava’dakilerin ağırlığının ötesinde savaşın “bu kadar alçaklaşacağı ve vahşileceği” düşünülememişti. Düşünülemeyen bir başka şeyse, parlamentoda var olma stratejisinin son hamleleriydi. HDP’nin 7 Haziran’daki seçimlerde yükselişinin ardından 1 Kasım seçimlerindeki düşüşün yarattığı olumsuzluktu. Bu olumsuzluk Bakur’da çok hissedilmezken, Ankara ve batısındaki HDP’li seçmeni oldukça olumsuz etkilemişti. Meşru mücadelesiyle, seçimlere ve seçim kampanyalarına yüklenen seçmene, tüm savaş karşıtı barışcıl söyleve rağmen, seçimleri savaş isteyenler kazanmıştı. HDP içerisinde bu kampanyalara kapılarak tüm motivasyonunu buraya yoğunlaştıranların yaşadıkları demotivasyonu batıda yaşayan Kürtler aracılığıyla Bakur’a aktarmış olmaları, sürecin en olumsuz etkiydi.
İstanbul, İzmir ve Ankara’dan başlayarak Amed’e, Wan’a taşınan bu etki, aşırı motivasyonun ve demotivasyonun yarattığı algı göçleriyle ve çözüm sürecinin çözümsüzlükle sonuçlanmasıyla bir hareketsizlik başlattı.
Burası Bakur’dur. Hendeklerin barikatların ardındaki çocukların gençlerin ve kadınların yarattıkları öz yönetim ve öz savunmalarla Farqin’den Nusaybin’e hareket, sokak sokak mahalle mahalle yine yeniden örgütlendi. Hareketsizlik Bakur’da uzun sürmedi ve hendeklerin, barikatların arkasındakiler tarafından yeni bir hareketlilik örgütlendi.
Ankara ve batısı içinse benzer bir olumlu yorum yapılamaz. Taksim İsyanı’nın sokaktan sandığa sıkışmasının olumsuzluğunu yaşayan batıda bu hareketsizlik, aşılamayacak bir engelle karşı karşıya. Batının doğusunda taş üstünde taş kalmıyorken, savaş tüm alçaklık ve vahşiliğiyle sürerken; mücadelelerin yarattığı hareketler, savaşın etkisiyle azalmakta. Sokaktan uzaklaşanlar artık sokağa yakınlaşmamaktadırlar. “Taksim İsyanı’nda yaptık olmadı” düşüncesiyle çözümlemelerden kaçınarak, eleştiri özeleştiri süreci işletmeden savaşı duymaz ve görmez hale gelmeyi tercih etmektedirler.
Bir oyla birleşenlerin bir bombayla ayrışması kaçınılmazdı. Bir “yardımlaşma” ilişkisinin ötesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak paylaşma ve dayanışma mücadelesinde olanlar için, Kürt halkıyla seçimler üstünden yardımlaşma bir gereklilik değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamentoda var olma, seçimler ve oy isteme stratejisinin yanlışlığını eleştiriyorsak, savaşın etkisini batıya taşıma stratejisiyle halk içinde patlatılan bombaları da tabii ki eleştireceğiz. Ve herkes eleştirilmelidir, ama sonuç olan bu bomba, Kürt halkının meşru mücadelesinden ayrışma için bir sebebe dönüşmemelidir. Aksi halde böylesi bir dönüşüm, siyasi savrulmanın başlangıcı olabilir.
Bir seçmen için, HDP’nin tarafında olmak, Kürt halkının asimilasyona karşı koymak için başlattığı mücadelenin de tarafında olmaktır. Taraflık algısını bir çizginin herhangi bir tarafında olmaya indirgememiş olsak bile bazı olayların yorumlanmasında adeta bir çizgi gibi taraflar ayrışırlar. HDP öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki adayları ya da partilerinin seçmenleriyle, HDP’nin bugünkü aday profillerinin ve seçmenlerinin tam tamına örtüştüğünü söyleyemeyiz. Zaten HDP’nin önemli amaçlarından biri de buydu. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketi’ne oy vermemiş olan seçmenin oyunu alabilmekti. Bunun sonucu olarak artık HDP’nin bir değil iki seçmeni var. İkinci seçmen de HDP’nin tarafını bilmekte ve bu tarafın tarifini de yapabilmektedir. Yalnız HDP’nin seçim kampanyalarının renkli atmosferinde bu taraflaşmanın bilgisinde bulanıklaşmalar yaşanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki ‘özgürlükçü’ sosyalist partilere benzetilen ve sanki Kürt Özgürlük Hareketi’nden tamamen ayrık bir parti çalışması gibi görünümler oluşmuştur. Bu oluşan görüntünün çevresinde toplananlar, Ankara Kızılay bombası sonrasında bulundukları taraf konusunda endişelenmişlerdir. Artık HDP’nin tarafında olmayacakları kesin gibi olan bu ‘özgürlükçü’ reformistlerin cevaplaması gereken bir soru vardır: Şimdi kime oy vereceksiniz? Yoksa oy atmayarak parlamenter sistemin ya da başkanlık sisteminin bir parçası olmayacak mısınız? Size, sizin sözünüzle cevap vermek isteriz: “HDP’den taraf olmayan AKP’den taraftır”.
Bizim tarafımız başından beri belli, biz anarşistiz. Size sözümüz, bizim tarafımızdan olmayın da sizden başka bir şey istemeyiz.
Baştan beri HDP içerisinde pozisyon alan reformist bireylerin yanı sıra STK’lar, güruhlar ve gruplar 13 Mart’la beraber savrulmalar yaşayacaktır. Savrulmaların sadece HDP’den olması bizi hiçbir şekilde kaygılandırmasa da HDP’den başlayan bu kaçış, Kürt Özgürlük Hareketi’nden ve Kürt halkının meşru mücadelesinden kaçışa dönüşecektir. Bir oyla adaletsizliğe karşı koymak ve özgürlük için bir araya gelme romantizmi, bir bombanın ardından bir gerçekle karşılaştı ve bu gerçek herkesi savuracaktır.
Sıkışmalar sonrasında oluşabilecek savrulmaların tümü otoriteyle, devletle, kapitalizmle yüzleşemeyenler için bir muammayken; biz devrimci anarşistler için tüm sıkışmışlıklara rağmen savrulmamanın berraklığı örgütlülüğümüzde, teorimizde ve eylemimizdedir. Mücadelemizin berraklığı geleneğimizdedir.
The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Kadınlar Ne İstiyor? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsanlık tarihinde erkek, iktidarlı ve devletli toplumlara geçiş ile birlikte, iktidara sahip olan oldu ve iktidarı eline her aldığında, bunu kadın üzerinde kullanmaya başladı. Erkek egemen toplumlarda kadın, yüzyıllar boyunca erkek egemenliği tarafından teslim alındı, kendisine dayatılan toplumsal rollerle bu egemenlik altında baskılandı. Devlet, erk şiddeti üretti; bu şiddet her daim kadın bedeninde somutlaştı.
Bugün içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalizm, insan ilişkilerinin sonsuz yıkımından ve en çok da kadın-erkek ilişkileri arasında kurguladığı tahakkümcü sömürüden beslenmektedir. Erkek egemen iktidarlar, cinsiyetçi tahakküm biçimleriyle; yaşamın militarizasyonuyla; emeği, bedeni ve özlüğü alınıp satılabilen bir metaya dönüştüren kapitalizmle; kadını, var olan bu krizin “ezilmekte olan nesneleri” haline getirmektedir.
Devlet, toplumun temelini aileye sıkıştırırken; kadını da aileye kapattı. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği normalleştirdi. Bugün, biyolojik cinsiyetten çok farklı olarak tartıştığımız “toplumsal cinsiyet”, cinsler arasındaki iktidarı belirledikçe, kadının konumunu ev içinde belirledi, bedenini cinselliği üzerinden tahakkümü altına aldı ve cinsiyetler arası eşitsizliği besleyen, koruyan ve sürekli olarak üreten durumlar yarattı.
Kadınlar, erkek egemen bir sistemde, farklı tahakküm biçimleriyle sömürüye maruz kalırken; bu durum her zaman bir iktidarın var olmasından kaynaklandı.
Anarşizm sadece siyasal ya da ekonomik iktidarın değil hepsinden öte, insanın insan üzerinde kurduğu iktidarın ortadan kaldırılması gerekliliğinden hareket eder. Cinsiyetler arası ezilmeyi sınıflı toplumdan öncesine dayandıran Kropotkin, bu ezilme durumunun insan ile insan arasındaki hiyerarşik yapının ortaya çıkması ile açıklar. Kropotkin hiyerarşinin başlangıcını, patriyarkal ailenin ortaya çıkışına dayandırırken; bireysel servet ve güç toplamayla, bunların babadan oğula aktarılmasını da cinsiyetler arası hiyerarşinin kaynağı olarak ele alır.
İktidarın şiddeti kimi zaman devlet şiddeti olarak karşımıza çıkarken; biz kadınlar içinse bu şiddet yoğunluklu olarak erkekte vücut buluyor. Kadınların, taciz ve tecavüze uğradığı, bu tecavüzlerin devlet eliyle meşrulaştırıldığı; “erk”ek terörüyle sistematik olarak katledildiği; eve, aileye kapatıldığı ve her zaman erkeğe biat etmek zorunda bırakıldığı bugünlerde, kadınlar olarak bir kez daha soruyoruz. Kapatıldığımız hücrelerden; sıkıştırıldığımız sömürüden ve tutsaklıktan nasıl kurtulacağız? Yaşamlarımızın kontrolünü kendi elimize almak için; erkek egemenliğinin baskısından ve şiddetinden kurtulmak için; yaşamlarımız ve özgürlüğümüz için ne istiyoruz?
MÜCADELE
İktidar, var olan cinsler arasında ezen erkek ya da ezilen kadın ayrımı yapmaksızın, tüm cinsleri baskılamayı ve tahakkümü altında sindirmeyi ister. Söz konusu bu iktidar kimi zaman yer değiştirse de, yoğunluklu olarak erkekte vücut bulur. Ancak bu durum, sorunun esas kaynağının “iktidarın varlığı” olduğunu ortadan kaldırmaz.
Kapitalizmin gelişimiyle kendini var eden ve geliştiren ataerkil kültür, kadını, hem bedeni, hem kimliği, hem de emeği ile sömürür. İçinde yaşadığımız bu baskıcı kültürün yansıması olarak kadın, her daim korunması gereken bir “nesne” olarak görülür.
Bizlere dayatılan bu yok oluşu yıkmak ve kendimizi, kendi ellerimizle var edebilmek için, mücadele etmekten başka bir yolumuz yok. Kapitalizme, erkek egemenliğine ve her ikisinin de temelinde yatan iktidara karşı yaşamlarımızı geri almak; tüm insanlığın dönüşümünü sağlamak için, bütünlüklü bir mücadele kaçınılmazdır.
ÖZGÜRLÜK
İktidarın varlığı demek, özgürlüğün yok oluşu demektir. İktidarın babada, sevgilide, abide ya da herhangi bir erkekte somutlaştığı bir yerde ise kadının özgürlüğü asla mümkün değildir.
Kadının kapatıldığı hücresinde (ev, işyeri, aile…) mutlu, özgür ya da “eşit” olduğu yanılgısına kapılanlar, kadının kurtuluşunu “onu baskılayan iktidarı ele geçirmesinde” ararlar. Ancak kadının özgürleşmesi ne “erkeğe eşitlenmekle” ne de varlığını baskıdan ve yok saymadan alan iktidarı ele geçirmekle mümkündür. Kadın, özgürlüğü düşledikçe, düşlediğini eyledikçe ve ancak kapatıldığı hücrelerin her birini parçaladıkça özgürleşecektir.
Kadının ya da bireyin özgürleşmesiyle toplumun özgürleşmesi arasında bir öncelik ya da sonralık ilişkisi kuranlara karşı, biz kadınlar özgürleşirken, bütün bir yaşamı da özgürleştireceğiz. “Birimiz bile özgür değilsek hepimiz tutsağız.”
PAYLAŞMA ve DAYANIŞMA
İçinde bulunduğumuz kapitalist işleyiş, bireyi “tekleştirir” ve yalnızlaştırırken; erkek egemenliğinin baskısı da kadını yalnızlaştırarak bitmeyen bir tecrite sürükler. İktidar, bu tecritten kurtuluşunun mümkün olmadığını her vurguladığında; buna alışmayı ya da biat etmeyi salık verir.
Ekonomik olarak da, kültürel olarak da, bireyi bir yalnızlığa sürükleyen iktidar, bu yalnızlığın, kadınların tüm yaşamına yansımasına ve tekrar tekrar kadını hiçleştirmesine zemin sağlar. Kurtuluşunu “daha iyi”, “daha mutlu”, “daha zengin”, “daha güzel” olmakta aramak zorunda bırakılan kadın, tüm yaşamı boyunca asla ulaşamayacağı bir “daha” için sürüklenip durur.
Kapitalist ekonomik düşünceye yabancı ve ona düşman olan paylaşma ve dayanışma ruhuysa; tüm dayatmalara karşı kadının özgürleşmesine yardımcı olacak temel unsurlardır. Tüketim nesnesi ya da erkeğin baskının sindirdiği nesne olmayı reddeden her bir kadın; bir arada durdukça ve yaşamı paylaştıkça özgürleşebilecektir. Kadın, paylaşmayla ve dayanışmayla, özgürlüğün ve adaletin gerçekleştiği toplumsal düzen olan anarşizmle bunu gerçekleştirebilecektir. Ancak duygudaşlıkla, karşılıklı yardımlaşmayla ve yoldaşlıkla paylaşılan, pratikle yoğrulmuş bir yaşam kadını özgürleştirecek; dayanışmayla özgür bir yaşam inşa edilecektir.
BEN OLMADAN BİZ OLAMAYIZ
İktidarın mutlaklaşmasının ölçüsü, iktidar olanın da ona tabi olanın da bu güce tapınma ölçüsüdür. Karşılıklı bir ilişki biçimi olan iktidarın varlığında, güce biat eden, iktidarın baskıladığı bir nesneye dönüşür. İktidar ise sahip olduğu bu gücü yitirme kaygısına kapıldıkça, aynı gücün kölesi haline gelir.
Erkek egemen sistemde söz konusu olan kadın erkek ilişkisi de, bahsedilen bu karşılıklı ilişkinin bir yansımasıyla var olur. Erkek sahip olduğu güçle, bu gücün kölesine; kadınsa erkeğin sahip olduğu bu gücün tahakkümü altında bir köleye dönüşür. Böylesi bir düzen içerisinde kadının özgürleşmesi, öncelikli olarak, iktidarı elinde bulunduran erkeğe biat etmeyi reddetmesinden geçer.
Kadın, iktidarı ve aynı iktidarın yarattığı tüm tahakküm biçimlerini reddettikçe kendisini var edebilir. Gücün karşısında durarak ve bu güce direnerek aktif bir “özne” haline gelen kadın, ancak böylelikle kendini gerçekleştirebilir ve kendi devrimini yaratabilir. Kadının bu içsel devrimi, düşlediğini eyleyen, yaşamlarının kontrolünü eline alan, özgürleşen kadınların ve tüm insanların devrimidir.
ÖZSAVUNMA
İktidarın var olduğu her alanda sürdürdüğü saldırısı, onun baskısına karşı mücadele edenlerin direnişiyle karşılaşır. İktidar yok etmek için, asimile etmek için ya da yalnızca kendi hegemonyasını artırmak için doğrudan ya da dolaylı olarak saldırdıkça, her daim bir savunmayla karşılaşır. Kadınsa, çoğu zaman bu saldırıların da savunmanın da en temel öznesidir.
İktidar, erkeğin saldırısında somutlaştığında, kadın için şiddete karşı direnmek esas olmuş; devletin kendisinde somutlaştığında, özsavunma, bir var olma mücadelesi olmuştur. Kadın erkek tarafından düşünsel, bedensel, yani doğrudan yaşamsal bir saldırıya maruz kaldığı her an direnmekten başka bir yol seçmemelidir. Kadını “korunmaya muhtaç” addeden iktidar kodlarının karşısında kadın; kendi yaşamına yön veren aktif bir özne olarak, dolaylı ya da dolaysız olsun, hem iktidarın şiddetine hem de erkeğin şiddetine karşı direnerek, özünü savunarak özgürleşir.
ÖZÖRGÜTLÜLÜK
Kapitalizm, üretim ve tüketim döngüleri içerisinde, en alt basamaktan en son basamağa kadar, bireyleri ve toplum içi ilişkileri, kendi var oluşunu esas alarak düzenler. Var oluşu gereği tek olamayacağını öngören iktidar, “iktidar olmak ya da kalmak” için kendisini var edecek her bir özneye muhtaçtır. Kapitalizmin en önemli özelliği de, iktidarını yalnızlaştırılmış bireyler topluluğunun bütününde var etmektir.
Böylesi bir yaşam içinde “birey”den ve dolayısıyla kadından bahsetmek imkansızdır. Kapitalist ilişki biçimlerinde “tüketilmiş”, iktidarlı toplum yapısında “baskılanmış”, erkeğin ardında “yok edilmiş” olan kadının, söz konusu bu koşullar altında kendini yeniden var edebilmesi, ancak kendi gibi olan kadınlarla bir araya gelmesiyle mümkündür. İktidarlı ilişkilerin yarattığı tüm siyasal, ekonomik ve sosyal yıkıma karşı kadının özgürleşmesinin yegane yolu, kendisine ve başkasına yönelen tahakküme karşı çıkmak , bu tahakküme karşı çıkan başka kadınlar da bir arada durmak, el ele vermek, örgütlenmektir.
ÖZYÖNETİM
Toplum içerisindeki bireylerin, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir yaşam anlayışıyla ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle işlettikleri özyönetim modelinde toplum, özörgütlenmeler aracılığıyla organize edilir. Ekolojik uyumu, cinsiyet ilişkilerindeki tahakkümün ortadan kaldırılmasını, mülkiyet ve kapitalizmin dayattığı tüketimin karşısında paylaşım kültürünü esas alan bu model; tahakküme dayalı tüm ilişki biçimlerini ortadan kaldırır.
Özyönetim modelinin işleyişi, iktidarsız bir toplumsal ilişki biçimiyle ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle mümkündür. Özyönetimle, toplumun yönetilmesi değil; halkın kendini örgütleyebilmesi sağlanır. Söz konusu bu modelde toplum, merkezsiz birliklerle organize edilir.
EKOLOJİK UYUM
İçinde bulunduğumuz ekosistemde, sadece insanlarla değil, tüm canlı ve cansız varlıklarla ilişki halindeyiz. Bu ilişki, toplumsal ilişkinin de bir belirlenimi. İktidarlı toplumlarda insanın insanı sömürmesinin zemini olan kapitalist anlayış, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü de meşrulaştırmak ister; çünkü böylece doğanın sömürüsünü de meşrulaştıracaktır.
İktidarlı toplum yapısına geçişle “doğadan ayrılmış bir insan” anlayışı, doğa üzerindeki tahakkümü açığa çıkarmıştır; dolayısıyla doğanın bir parçası olan kadının üzerindeki tahakkümü de. Hiyerarşik toplumun iktidarlı ilişki biçimi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü yarattıktan sonra, doğanın sömürülmesine, talanına ve yıkımına yol açmıştır. Yani esas olarak ekolojik talan, “erk”eğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğmuştur.
İnsan, ancak doğanın bir parçası olduğunu fark edip, bu uyuma dahil oldukça özgürleşebilir. Özgürlük, doğadaki hiçbir bileşen (insan, hayvan, varlık vs.) arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlüklü bir mücadeleyle yaratılabilir. İktidar merkezli bir anlayışa karşı oluşturulacak hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam, bütün bileşenleriyle, ekosistemin kurtuluşu olacaktır. Yaşam tutsaklıktan kurtulduğunda, kadın da özgür olacaktır.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ
Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde hiç umursamadan aldığı kararları uygulaması, bu kararları zor ile dayatması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır. Özgürlüğü “sunulan alternatiflerden birini seçme”ye odaklayan çoğulcu demokrasiye karşı, anarşizm, öznesi olan bütün bireylerin etkin bir şekilde katılacağı, bir parçası ve yönlendiricisi olacağı karar alma süreçleri işletir.
Kadını zaten görünmez kılan bu demokrasi aldatmacasıyla, “seçme ve seçilme hakkı” adı altında, tarih içerisinde kadına yönelik bazı politikalar işletilmiş olsa da, kadının özgürleşmesi konusunda bir uygulama değişikliği olmamıştır. Hükümetlerin politikaları, kendi iktidarlarına biat etmesini istedikleri hemen herkesi, kadınları da, oyalamıştır.
Anarşizm, buna karşı bir pratik olarak işlettiği doğrudan demokrasiyle, kişinin etkin bir özne olmasına zemin olmuştur. Bilginin de emeğin de bir tahakküm aracına dönüştürülmeksizin var olduğu doğrudan demokratik yöntemde, karar alma süreçleri hiyerarşi olmadan işletilir, kişilerin bu sürece katılımı esas alınır. Deneyimlinin deneyimsiz üzerindeki tahakkümüne karşı işleyen bu yöntemle, iktidarın baskısıyla nesneleştirilmiş olan bireyler yeniden bir özne haline gelir ve kendini gerçekleştirmeye başlar.
Doğrudan demokrasi; kadının yok sayıldığı iktidarlı ilişki biçimlerine, kadının özgürlüğünün meclisteki %50 koltuk oranına sıkıştırılmasına ve “erkek egemenliğinin sunduklarından birini seçme”ye karşı, özgürleşmenin esas pratiğidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Kadınlar Ne İstiyor? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Meydan Gazetesi’nin Bir Senelik Serüveni appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir meydan düşledik iktidara, otoriteye, statüye, hiyerarşiye karşı koyanların; devlete, tacize, tecavüze, işkenceye, katliamlara, adaletsizliklere karşı koyanların; kapitalizme, bencilliğe, rekabete, sömürüye karşı koyanların doldurduğu bir meydan. Bir meydan düşledik arkadaşı açken yemek yiyemeyenler gibi paylaşan ve ağır bir taşı kaldırırken elini taşın altına koyanlar gibi dayanışan, bir halayda omuz omuza tutuşanlar gibi örgütlü, bir başkası tutsakken özgür olamayanlar kadar tutsak ama bedenleri duvarlara sıkışsa bile ruhu özgür olanlar kadar özgür olanlarla dolu bir meydan. Bir meydan düşledik, paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür bir meydan.
İşte bu düşlerle çıktığımız on iki sayının ardından, düşlerimizi bir bir eylemenin heyecanıyla hazırladık on üçüncü sayıyı, meydanı dolduranlarla beraber. Bugüne kadar beraberce hazırladığımız gibi. Savaş rantından nasiplenmek isteyenlerin savaşına “Hayır” derken “Kapitalizmin barışının da bir savaş” olduğunu söylediğimiz ilk sayımız gibi, yaşamımızı gasp eden trafik sorunun haberlerde söylendiği gibi “Geçici bir sorun” olmadığını “Trafik sorununun bir kapitalizm sorunu” olduğunu söylediğimiz ikinci sayımız gibi. 4+4+4 sistemini tartışmanın manasızlığında kaybolmadan tüm eğitim sistemini tartışmak isterken, Anadolu ve Mezopotamya’daki Kaya Gazı talanını gündemleştirdik üçüncü sayımızda; Sarıgazi’deki kentsel dönüşümde patlatılan bombalarla, Akçakale’de patlayan bombaların aynı savaşın bombaları olduğunu manşet yaptık dördüncü sayımızda. Dört inşaat işçisinin iş cinayetinde yitirilmiş yaşamlarından, Kürt halkının özgürlüğü için, hapishanelerde ölüm riskine rağmen bedenlerini mücadeleye dönüştüren özgür tutsakların yasıyla kapağımız kararmıştı beşinci sayımızda. Metrobüs kuyruklarında deliriyorduk altıncı sayıda. Yedici sayıda ise hepimizin bildiği bir şeyi tekrarladık manşetten, devletten bahsediyorsak adaletten bahsedemezdik. Biz de “Devlet adaletsizliktir” dedik. Genç yaşta emekliliğin sırrını verdiğimiz aynı sayıda, adeta tiraj patlaması yaşadık. Sekizinci sayımızda, gazete büromuz işgal edildi. Anarşist Kadınlar toplandı, tüm erkeleri gazete bürosundan gönderdiler. Onlarca kadın, günler boyu kamp kurdu gazete bürosuna. Ve sadece kadınların çıkardığı bir sayı olurken sekizinci sayı, manşette oldukça manidardı“Haydi kadınlar meydanlara”.
Yukarıda kapitalizme karşı koyanlarla dolu meydanlar demiştik. Dokuzuncu sayıda da kapitalizmin illüzyonuyla uğraştık. Reyting rekorları kıran “Kim Bir Milyon Kazanmak İster” yarışmasının sahtekarlıklarını anlatan röportajımız, bizden sonra tüm medya tarafından tekrar tekrar yayınlandı. Ardı ardına benzer olaylarla ilgili mailler aldık. Onuncu sayımızda, düşlediğimiz özgür meydan mücadelesi artmıştı. Taksim isyanını yaşıyorduk; çatışmalar sürüyor, devletten ve polisten kurtulan Taksim Meydanı özgürleşiyordu. Meydan Gazetesi masasını meydandaki merdivenlere konumlanan devrimci anarşistlerin hemen yanına kurmuştuk. Herkesin yüzünde Meydan’ın manşetinin haklılığını görüyorduk: “Kazanıyoruz”. Zaten bu isyan, bu toprakların mayasında yok muydu? Böyle yaptık biz de on birinci sayımızda manşetimizi, “Yaşadığımız topraklardaki halkların mayasıdır isyan” dedik. Başlayan mücadele devam ediyordu, bir yandan bunun coşkusu içimize sığmazken diğer yandan kardeşlerimizin katledilişi, anaların babaların feryatları, boğazımızda düğümleniyordu. Bazı yazıları yazmak çok zordu ve bu sayıda, bu yazılardan çok vardı. Ama her şeye rağmen yaşam direnişteydi. Her şeye rağmen direnmeyi öğretti bize yaşam. Bazen bir ayrık otu bazense bir incir ağacı, suyun ve güneşin bir betonun çatlağına sıkışmış tohumla olan uyumunu öğretti. Geçtiğimiz sayıydı yaşamın uyumunu yazdığımız on ikici sayı.
Şimdi, elinizde tuttuğunuz ve okumakta olduğunuz karşı koyanların gazetesinin bir senelik serüvenini biliyorsunuz. Bu gazeteyi meydanlarda, sokaklarda; işten atılan işçilerin direnişinde; deresi, toprağı kurutulan köylünün direnişinde; adaletsizlik saraylarının kapısında; kitapçılarda ve sahaflarda; gazete bayilerinde, kafelerde, hatta bakkalda ve simitçide bulabilirisiniz. Hep iki bin adet bastırdık Meydan’ı, elimizde de hep iki yüz-üç yüz adet kaldı. Ve hep, matbaaya borç. Köşesinde fiyatı bir lira yazsa bile nereden alırsanız alın şunu söyleyebilirsiniz: “Çıkışmadı sonra versem olur mu? Ben Meydan Gazetesi’ndekileri tanıyorum onlar benim…” sonrası önemli değil, biz birbirimizi tanıyoruz. Selamlar.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Meydan Gazetesi’nin Bir Senelik Serüveni appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Kadın Mücadelesinin de Bir ‘ Yeri ‘ Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Örgütlenmenin farklı alanları ve ifadeleri var, bunlardan biri parti meclisleri. Kadınlar daha çok “eşitlik” söylemiyle siyasete katılarak hem güncel sorunlara, hem de kendi sorunlarına çözüm olabilecek zeminler arıyorlar. Tabi ki parti meclisleri ataerkil işleyişe sahip olduğundan kadınları ötelese de günümüz demokrasi anlayışı bunu kılıfına uydurup 3-5 kadın vekille meclisi süsleyebiliyor. Burada mesele, erkek ile eşit haklara sahip olarak temsili demokratik bir siyaset yapmak değil. Mesele, ayaklarımızı bastığımız zemin, karşısında durduğumuz şeyin aynısı mı sorusunun cevabını verebilmektir. Eğer böyle ise işte o zaman var olan ataerkilliği yıkmış değil, sadece var olanla yer değiştirmiş oluruz. Erkek iktidarının belirgin olduğu; eğitimli, akıllı, güçlü, karizmatik kadın siyasetçi tiplemesiyle yaratılan birer sembol olarak yer aldığımız meclis de böylece kurtuluşumuz değil, yalnızca kurtulduğumuzu sandığımız bir yer oluverir.
Mecliste bir yemin ettim ki dönemem!
Kuzey Kıbrıs Yönetimi Parlamentosu kadın milletvekili Doğuş Derya, milletvekili andının cinsiyetçi bir dille yazıldığını ve günümüz koşullarında güncellemesi gerektiğini belirterek farklı bir yemin etti ve dedi ki:
“Kıbrıs ülkesinde yaşayan her bireyin, dili, dini, ırkı, doğum yeri, sınıfı, yaşı, fiziksel durumu, cinsiyeti veya cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmaması için çalışacağıma, emeğin sömürülmediği adil ve eşit bir düzen yaratmak için uğraşacağıma, çatışma ve şiddet kültürünün yerine barış ve uzlaşı değerlerinin yerleşmesi için çaba göstereceğime…”
Derya’nın yemini sırasında meclisten protesto sesleri yükseldi. Yemin törenini canlı veren devlet televizyonu yayınını kesti ve ardından oturuma ara verildi.
“Zaten kadınsın, üstelik güzelsin mecliste siyaset yapmak senin neyine!”
İran’da yerel meclise seçilen 27 yaşındaki kadın öğrenci, “gereğinden fazla güzel” olduğu için meclise giremedi. Seçimlerde 10 bin oy alarak 163 adaydan 14. olan Nina Siahkali Moradi, seçimlerin ardından yedek listedeki birinci isim olarak açıklandı. Ancak “İslami kurallara” uygun değil denilerek görevini yapması engellendi. İran’daki İnsan Hakları Kampanyası’nın açıklamasına göre; Morahdi’nin yüzünün bulunduğu seçim posterleri rakipleri tarafından oldukça eleştirilerek “Konseyde podyum mankeni istemiyoruz” ifadesiyle anlatılmış.
Sandıkta değil, sokakta siyaset
Anarşistlerin çoğu genel ya da yerel seçimlere katılmazlar, oy kullanmazlar ve politik çıkarlara dayalı bürokrasiyi sevmezler. Yani bütününde parlamenter sistemi onaylamazlar. Kadınların kadın vekil sıfatıyla mecliste siyaset yaparak kazanacağı haklardan ziyade, yaşamlarda devlete ve kapitalizme karşı direniş gösterilerek kazanılacak özgürlük mücadelesine inanırlar.
Ve biz anarşist kadınlar yakında kadınlardan oluşan bir “Kadın Partisi” kurulursa şayet, kadın olmamıza rağmen ortak sorunlarımızın millet meclisinde çözülebileceği noktasında “bir umut” beklemeyeceğiz. Ataerkillik, parlamentarizm içinde bir araç olarak görülüp asla çözülemeyeceği gibi, her ikisi de iktidarlı yapısı gereğiyle zaten hiyerarşik ve ayrımcıdır. Bu nedenle anarşizmin ilkeleriyle
düşündüğümüzde, seçimlerimizi her zaman iktidarsız ve cinsiyetsiz alanlara doğru yapmak bizi özgürleştirebilir.
Önümüzde yerel seçimler var. Erken bir öngörü olsa da temsili siyasete inanan birçok kadın, illaki kadın vekilimiz olsun, mecliste bizimde sözümüz olsun anlayışıyla “kadın kotası” kampanyaları örgütleyebilir. Ancak daha geçtiğimiz aylarda gerçekleşen ve halen mahalle forumlarıyla süren Taksim Gezi Direnişi bizlere bu konuda da çok şey öğretmiş olmalı. Bunlardan en önemlisi “yöntem”. Doğrudan demokrasiyi deneyimlemeye çalıştığımız böyle bir süreçte, birey olabilmenin özgürlüğünü hissetmedik mi? Paylaşmayı ve dayanışmayı esas aldığımızda, oluşan gücümüzü fark etmedik mi? Otoritenin karşısında direndiğimizde, otoritenin anlamsızlığını anlamadık mı?
Artık ne kimseyi yönetmek ne de yönetilmek eskisi kadar meşru olmayacaktır. Bu sürecin aktif birer özneleri olan kadınlar da sandıkta değil, sokaklarda direnmeyi sürdürecekler.
Zeynep Kocamman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Kadın Mücadelesinin de Bir ‘ Yeri ‘ Var ” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>