The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Enflasyonla mücadele” kapsamında, piyasalara müdahale iki ay öncesinden başlamış; market zincirleri de dahil olmak üzere birçok işletme ürünlerinde indirime gitmiş ve “dış destekli ekonomik saldırı”lara karşı milli tavrın bir parçası olmuştu! Ama yetmedi. Marketlerdeki, pazarlardaki ürünlerin fiyatlarını denetlemek için ekipler oluşturuldu. Açığından gizlisine zam çeşitleri hakkında kamuoyu bilgilendirmeleri, zam yapan şirketlere yönelik lanetler eşliğinde devlet iktidarının koruyuculuğundaki tüm medya kanallarında servis edildi.
Polisiye tedbirler alınacağı uyarıları, hem Tayyip Erdoğan hem de damadı tarafından dillendirildi. Hemen uygulamaya geçirildi. Soğan stoklama nedeniyle, soğan depoları baskınları gerçekleştirildi. Patlıcan ve biberin aşırı pahalı olması sebebiyle marketlerde artık satılmayacağının konuşulduğu bir zamanda, market zincirlerine yönelen tehditlerle “milli seferberlik” yeni bir boyut kazandı.
5 Şubat’taki grup konuşmasında Tayyip Erdoğan, “Pazardaki fiyatlar için gerekirse ayar çekeceğiz. Belediyelerimiz vasıtasıyla ‘tanzim satış’ yapabiliriz. Devlet nasıl teröristlerin Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te mağaraların içinde işini bitirdiyse; halde terör estirenlerin işini de bitiririz.” diyerek, ekonomide de saldırgan bir politika izleneceğini müjdeliyordu! Ertesi gün, Hazine Bakanı Berat Albayrak, bu açıklamaya uyumlu bir açıklama da bulundu: “Bu konuda adımlar atılacak. Belediyelerimiz hızlı bir kurulumla uygun fiyatta tanzim satış yerleri imkanı sağlayacak. Tarladan sofraya profesyonel bir adım. Sera konusunda stratejik bir yatırım planlıyoruz. Güçlü bir ekosistem kuracağız”. Ekosistemin anlamını zorlayan açıklamalarıyla Albayrak sadece tüketim değil, üretim alanlarının da devlet eliyle yapılandırıldığı bir modelden bahsediyordu. İşsizliğin gün be gün arttığı; alım gücünün giderek azaldığı ve “asgari yaşama koşulları”nın düştüğü bu uzun süreçte, Berat Albayrak durumu yeni farketmiş olacak ki, sebze fiyatlarındaki artışı beklenmedik, marjinal, olağanüstü diye tarifliyor ve çözüm noktasında hızlı olacaklarından bahsediyordu.
Devlet hiyerarşisinin farklı pozisyonlarında bulunanlar tarafından destekleyici açıklamalar gelmeye başladı. Tanzimin sadece sebzeyle sınırlı kalmayacağını; temizlik malzemelerinin de benzer şekilde tanzim satış alanlarında satışa sunulacağından bahsediliyordu. Fiyat artışlarını engellemek için bunun yapıldığı ısrarla vurgulanıyordu. İstanbul ve Ankara’da belirlenen noktalardan tanzim satışları gerçekleşecekti.
“Stratejik alanda, devlet olmak zorunda”
Berat Albayrak, tanzim satış uygulamasını bu zorundalıkla ilişkilendiriyordu. Devlet müdahil olacak ve sorunu çözecekti. Tanzim satış noktalarında İBB şirketi Beltur işçileri çalışacaktı, tanzim satışın internetten satışı PTT’nin online mağazası ePttAVM ile gerçekleşecekti. Dışişleri Bakanı, ilaç, gübre ve tohumda da tanzim satışının olacağını; Ulaştırma Bakanı da, 2019 içinde tanzim satışları için kargo aracı olarak droneların bile kullanılacağını söylemişti.
Yapılan açıklamaların bir hafta sonrasında, planlanan noktalarda tanzim satışları başladı. Tüm ürünlerde 2kg kota olarak belirlenmişti. 14 Şubat’ta başlayan e-tanzim’de stoklar ilk günden tükenmişti. Belediyeler, Tarım Kredi Kooperatifleri aracılığıyla satılacak ürünleri çiftçilerden aldı. Tarım Kredi Kooperatifi Genel Müdürü, özel sektör mantığıyla düşünülmediğini, karsız bir satış olduğunu, aslında aracıların fiyatları yükselttiğini üreticiden tüketiciye aracısız bir model olması gerektiğini vurgulayarak “gıda” meselesinin politik bir şey olduğunun anlaşıldığı şu günlerde herkesi şaşırttı.
Şaşırttı çünkü iktidarda olduğu süre içerisinde, aralarında Paşabahçe Cam, Anadolu Cam, ERDEMİR, ETİ Alüminyum, SÜTAŞ, HEKTAŞ, Kristal Tuz Rafine, İnegöl Kibrit, Sümer Holding, BUMAS, Merinos, Yozgat Şeker, PETKİM, TÜPRAŞ, Soma Termik, AYEDAŞ, OYAKBANK, HALKBANKASI, ETİ Holding, KARADENİZ Bakır İşletmesi, Başak Sigorta, SEKA, TCDD Limanları, Denizcilik Limanları İşletmeleri, THY, Türktelekom gibi işletmelerin olduğu; 27 Tekel işletmesi, 22 Sümer Holding işletmesi, 5 Eti Holding işletmesi, 5 Karadeniz Bakır İşletmesi, 11 SEKA İşletmesi, 6 TCDD işletmesi, 4 THY işletmesi, 7 Emekli Sandığı İşletmesi, cam ve çimento sanayinden 5 işletme, metal sanayiinden 12 işletme, 3 tarımsal işletme, 9 gübre sanayii işletmesi, 17 şeker fabrikası, 4 et ve balık işletmesi, 5 enerji sektörü işletmesi, 57 elektrik üretim işletmesi, 10 termik santral, 18 elektrik dağıtım işletmesi, 5 banka, 7 maden işletmesi, 2 sigorta işletmesi, 15 denizcilik işletmesi, 7 turizm tesisi, 2 iletişim işletmesi, 12 farklı devlet kuruluşu daha özelleştirildi.
Özelleştirmenin devlet politikası haline gelmesi yeni değildi ama başkanından bakanına; vekilinden genel müdürüne serbest piyasanın hükümlerini kutsalmışçasına uygulamaktan kaçınmayanlar; şirket kayyumları, kamulaştırmalardan sonra devlet pazarı işine girdi!
Rusya ve periferisiyle yakınlaşmalar, Maduro üzerinden Venezuela’yla geliştirilen ilişkiler, ABD ve AB politikalarının hem de “emperyalizm” kavramını kullanarak karşı çıkış ve sonrasında “kamulaştırma” ve “kamusal” hamleler…
“Bu ülkeye komünizm gelecekse…”
Onu da biz getiririz demişti bir zamanlar Ankara Valisi Nevzat Tandoğan. ‘Halkın neye ihtiyacı var neye ihtiyacı yok biz biliriz’ diyordu yani. Hatta “Öküz Anadolulu, sizin iki vazifeniz var; birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere gelmek” diyordu. Devlet büyük bir vücutsa, kafa rolünü üstlenmek sıradan vatandaşa işçiye, çiftçiye düşmezdi tabi!
Komünizm ya da sosyalizm tartışmaları bir kenarda duracak olursa, (keza devletin ekonomideki rolü, kamulaştırma politikaları, antiemperyalizmin bürünebileceği milliyetçilik, devlet aracılığıyla mevcut siyasal konumunu otoriter bir şekilde elde tutma gibi tartışmaların sosyalistler tarafından içinde bulunduğumuz süreçte tekrar tekrar yapılması gerekiyor. Yoksa şimdiden bazı sol kesimlerin yaptığı gibi AKP’nin antiemperyalist dış politikaları olumlanabilir, gerici dedikleri siyasal özne “antiemperyalist mücadelenin taşıyıcısı konumuyla ilerici bir pozisyona gelebilir”!) devletin yeni ekonomik karakterine ilişkin tespiti iyi yapmak gerekiyor.
Devletin Ekonomiye Müdahalesi
Devlet, ortaya çıktığı zamandan bu yana toplumsal alana olduğu kadar ekonomik alana da müdahil olmuştur. Sanayi devrimi sonrası, devletin bu müdahilliğinin boyutu bir ölçü haline gelmiş ve bu ölçü noktasında ekonomik sistemler tanımlanmıştır. Ekonomik kararların alınmasının kontrolünün tamamen özel sektöre bırakılması yerine, devlette olması gerekliliği “kamu yararı” ile ilişkilendirilmiştir.
Kapitalist sistemde, serbest piyasa ekonomisi modeli en ağırlıklı uygulanan modeldir. Dünyada ilk kez İngiltere’de Thatcher hükümetiyle birlikte başlayan özelleştirme uygulamaları sonucu devletin ekonomideki rolü sınırlanmaya başlamıştır. Dünya çapında benimsenen/dayatılan serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak, önceden sadece devletin üretip sattığı çeşitli mal ve hizmetlerin, özel teşebbüsler tarafından da üretilip satılmaya başlanmasıyla birlikte devlet, ilgili piyasalardan çekilme eğilimi göstermiştir. Böylece işletmeci devletten düzenleyici devlet modeline geçilmiştir. Ekonomiye müdahale devlet kaynaklı değil piyasa kaynaklı gerçekleştirilmiştir. Devlet, bu modelde işletmeci olmak yerine düzenleyicidir. Bu tarz bir ekonomik sistem ve devlet rolüne, içinde bulunduğumuz coğrafyada 1980’li yıllarda geçilmişti. Öncesinde saydığımız devlet işletmelerinin özelleştirilmesini aynı politikaların devamcısı olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Küresel kapitalist sistemin, sermayenin hızlı dolaşımını sağlamak için bu tarz bir devlete yani çok müdahil olmayan devlete ihtiyacı olduğu açıktır. Ulus-devletlerin yok olduğu, sınırların ortadan kalktığı, ekonomik birlikteliklerin sınırlarının küreselleştiği bir kapitalizmin “kriz” içerisine girdiği bir süredir konuşuluyordu. Küreselleşme-sonrası gibi farklı şekillerde isimlendirilen yeni kapitalist ekonomik süreçte, ortadan kaldırılamayan devletin ekonomideki rolü açık bir şekilde beliriyor. İçinde bulunulan krizden (daha öncelerde olduğu gibi) devletin ekonomiye müdahalesiyle kurtarılmaya çalışılıyor. Bunu yaparken ortaya çıkan otoriter başkanlar, hükümetler ve OHALvari devlet uygulamaları bir gereklilik olarak görülüyor.
Yaşadığımız topraklardaki devletin de ekonomiye müdahilliğini bundan bağımsız düşünmemek gerek. Anayasanın 48, 167 ve 168 gibi maddeleri devletin ekonomik alanı denetleme, gözetleme yetkilerinin yanında müdahaleler yoluyla da düzenleme yetkisi veriyor. Gerçi yeni sistemde, siyasal iktidarın anayasaya dayanarak iş yapmasına gerek yok. Her ne kadar bu ekonomik müdahaleler “bağımsız idari otoriteler” ya da “düzenleyici kurullar” tarafından gerçekleştirileceği iddia edilse de (Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu vs.) bu kurulların bağımsızlığından bahsetmek gerçekçi olmaz.
Korporatizm
Bir yandan siyasal iktidara yakın ekonomik gruplara çekilen peşkeşin devlet politikası haline gelmesi ve ne olursa olsun bundan vazgeçilmemesi; öte yanda ekonomiye devlet müdahaleleri… Yani kapitalist sistemin korunduğu ancak, siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen sermaye gruplarının yeri geldiğinde zor yoluyla etkinliklerinin engellendiği bir sistem.
Yani ekonomik sınıflar var; bu sınıfların bağlı oldukları yapılar var (sendikalar ve dernekler vs.) ve bu yapıların stratejisi devlet eliyle oluşturuluyor. Devlet istemediği takdirde, serbest piyasanın eline vurabiliyor.
Fransız devriminden sonra Orta Avrupa’da düşünce olarak ortaya çıkan, daha sonra yeni korporatizm adını alan, ilk kez İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesiyle uygulanan ve ardından Almanya ve İspanya’daki Franco Diktatörlüğünce de benimsenen bir sistem var. Sınıfların loncalar biçiminde tanımlandığı ve devletin tüm bu loncaların temsilcisi olduğu, iktisadi hayata sınırsız bir biçimde müdahale ettiği, sermaye ve sendikalar arasındaki sınıf çatışmasını dengelenmeye çalıştığı ve özünde kapitalist sistemin korunduğu bir sistem.
Sistemde işçiler de vardır; patronlar da. Ancak herşey (haklar, ücretler, vergiler) devlet tarafından belirlenir, kontrol edilir. Özel mülkiyet yasak değildir; ancak devletin ekonomideki ağırlığı hissedilir. Sistemde hedef birey ya da sınıf çıkarları değil, devlet çıkarlarının korunmasıdır.
Mevcut siyasal süreci diktatörlük ya da faşizm diye okuyanların; devletin ekonomik hareketlerine bir de bu gözle bakması gerekir.
Devlet müdahalesini, otoriter devlet uygulamalarıyla beraber düşünmenin, en önemli kısmı geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak olacaktır. Bu öngörüden tanzim uygulamasına geri dönersek…
Peki, Pazarda Sebze-Meyve Neden Pahalı?
Hükümetin, Tanzim Satış uygulamasını uzunca bir zaman sonra tekrar çözüm olarak uygulamasına neden olan fiyatlardaki artışın sebebini iyi anlamak gerekiyor.
2014’te %8.2; 2015’te %8.8; 2016’da %8.5; 2017’de %11.9; 2018’de %20.3… Ekonomide son 5 yılda tırmanan enflasyon oranları. Son 10 yılda Dolar 1.31’den 7.20’ye yükseldi. Tanzim satışlarının temel sebebi gıda fiyatlarındaki artış. Bu da “olmayan” ekonomik krizle ilintili. Artan fiyatlarla ilgili suçluları sadece marketler ve hal toptancıları diye belirlemek; meseleyi ekonomik krizden uzaklaştırıyor.
Ocak ayında, enflasyonda yıllık en yüksek artış %30,97 ile gıdaydı. Yazın ortasından bu yana yoğunlaşan ekonomik kriz verilerinin sayısal göstergeler dışında da bir şeylere tekabül ettiğini deneyimlemekteyiz. Ekonomideki hareketliliklerin etkisinin uzun vadede hissedileceğini bilmek için iktisatçı olmaya gerek yok.
Artan fiyatlara ilişkin “enflasyonla mücadele” kampanyaları, depo baskınları ve saldırgan ekonomi politikaları işe yaramayınca, belediyeler aracılığıyla tanzim satış noktaları kuruldu. Kuruldu kurulmasına ancak 2,5 aylığına! Tanzim satış noktalarının geçiciliği, ekonominin geleceğine ilişkin soru işaretleri yarattığı gibi, tüm bu kurgunun yerel seçimlere yönelik olduğu tartışmalarına yol açtı. Tartışılan bunun seçim kampanyası olduğundan çok, alenen yapılan bu “seçim şov”unun başarıya ulaşabileceğiydi.
Seçim için Tanzim Şovu
Bir yandan spekülatif hareketlerin yatıştırması öte yandan da pazar ve marketlerdeki fiyatların düşmesi… Tanzim satışlarla kısa süre içerisinde planlanan şey işte tam da bu. Piyasanın dengeleyici elinin ortalarda görünmediği bir anda devletin eli giriyor devreye.
Aslında bu tarz bir ekonomik müdahalenin uzun vadede daha derin bir krizi besleyeceği tahmin ediliyor. Ve daha serbest piyasacı yorumlarla bu tarz müdahalelerle piyasanın dengesinin bozulacağını öngörenler de var.
“Yine karneli ve kuyruklu günler” eleştirileri, muhalefetin ana gündemini oluşturuyor. Ekonomik olarak kötüleşme ve refahın azalmasının bir sonucu olarak tanzim satışları ve satış noktalarındaki kuyrukları yorumlayanlar bunun sandığa yansıyacağı kanaatindeler.
Tabi bir de bu kuyrukların, devletin hizmetine yönelik ilginin yansıması olduğunu düşünenler var. AKP, fiyatlara yönelik gereken hamleyi tam zamanında yapıyor ve bir zoruluğu daha alt ediyor! Zorluklarla mücadele edebilme; durdurulamayan enflasyona karşı savaş açma imajının, sandıkta AKP lehine bir duruma evrileceği de muhalif yazarların konuştukları arasında. İçerde ve dışarıda savaş ve güç üzerinden çizilen AKP imajının önceki seçimlerdeki etkisini hesaba katmak önemli.
Önemli olmasına önemli ancak, mevcut ekonomik krize ilişkin tek somut çözümü iktidar değişikliği olan muhalefetin çözümünün ne kadar gerçekçi olduğu tam bir muamma. Aslında ekonomik kriz, seçim odaklı muhalefetin de seçim kampanyası.
Biz hemen söyleyelim; seçimler sadece ekonomik krize değil, siyasal krizlere de çözüm olmayacak. Ve ekleyelim, üretim-tüketim-dağıtım, devlet ve kapitalizm dışında örgütlenmediğinde gerçekliği olmayan muhalefet düzen siyaseti içerisinde kendine biçilen rolü oynamayı sürdürecek!
Migros’tan Tansaş’a Tanzim
Tanzim satışlar, bu topraklarda daha önce hiç uygulanmamış değildi.
Belediyelerin, tanzim satışları sadece kurulan devlet iştiraklarıyla olmadı. 1954’te İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay, İsviçre’de ucuzluğun kralı olarak tanınan Migros’la anlaştı. Koç ailesi ortaklığıyla pazara giriş yapan Migros, tartılmış ve ambalajlanmış ürünleri önceleri kamyonlarda tüketiciye sundu. Belediyenin 20 seyyar kamyonuyla İstanbul’da satışlara başlayan Migros’la fiyatların yükselmesinin önlenmesi hedefleniyordu. Fiyat düşürme işini, kamusal kuruluşlar yerine Migros yapacaktı. Rekabet şartları içinde, üreticiden malı büyük miktarlarda alıp ucuza satacaktı.
Migros ilerleyen zaman içinde mağazalarının artması, ürünlerini çeşitlendirmesi ve üst düzey mağazalarının açılmasıyla dünyadaki süpermarket furyasının içindeki yerini alacaktı.
Aslında, belediyelerin özel teşebbüslerle ortaklaşmadan gerçekleştirdiği tanzim satışları Migros’tan sonra kurulan Tanzim Satışlar Müdürlüğü’nün ilk mağazasıyla gerçekleşti. Çok değil 2005 yılındaki satılışına kadar, Tansaş ucuz ürünlerin satıldığı bir market olarak bilinirdi. Hatta 2005 yılında Koç’lar Tansaş’ı Migros’a dahil ettiğinde, İzmir’deki tüketim alışkanlığını birden değiştirmemek için isim değişikliğini oldukça sarkıtmıştı.
1973’te İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak’ın kurduğu Tanzim Satış, ucuz et, sebze-meyve temin etmek için ilk mağazasını İzmir-Konak’ta açmıştı. Sonradan halka açılarak Tansaş adını aldı. İzmir’in ardından coğrafyanın birçok bölgesinde açıldı. Amaç, satıcı fiyatlarının yükselmesini önlemek ve tüketiciye daha uygun fiyatla ulaşmasını sağlamaktı. Belediye ve kamu kuruluşları tarafından yönetilmekteydi.
1976’da Tanzim Satış İstanbul’da, belediye başkanı Ahmet İsvan tarafından kuruldu (aynı şekilde 1977’de fırıncıların fiyat tekelini kırmak için Halk Ekmek kurulmuştu).
1986’da mağaza sayısı 12’ye ulaştı. Aynı tarihte, Tansaş İzmir Büyükşehir Belediyesi İç ve Dış Ticaret A.Ş. kuruldu. 1999’da hisseleri Doğuş Grubu aldı. 2005’te Migros’a satıldı. 2008’de mağaza sayısı 270’ti. Tanzim Satış noktası, süpermarkete dönüşmüştü.
Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Görünmez Eli: Tanzim Satış appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Pardon bir bakar mısınız? Fazla uzun sürmeyecek.”
Eğer kalabalık bir caddede yürüyorsak hepimiz duymuşuzdur bu cümleleri. Vaktimiz varsa, ardından cevaplamamız istenilen bir dizi soruyla karşı karşıya kalırız. Bazen halihazırdaki, bazen de piyasaya yeni girmeye hazırlanan bir ürünle ilgilidir bu sorular. Gazoz ya da kahve, ped ya da çikolata, banka ya da sigorta, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Ama durmuşsak, sorulara da yanıtlar vermeye başlamışsak, bir anketin deneği olmuşuz demektir.
Yaş, cinsiyet, meslek gibi kişisel özelliklerimizi de öğrenmek isteyen bu anketlerde, bazen içerek, bazen de dokunarak o ürünle ilgili bize yöneltilen soruları seçenekler dahilinde işaretlememiz istenir.
Peki, neden? Neden bu sorular ve cevaplar, neden yüzdeler ve oranlar?
Anket sorularına verilen yanıtlar, tek tek sayılır, işlenir ve anket şirketince birer istatistiki bilgiye dönüştürülerek anketi yaptıran şirkete sunulur. İstatistiksel bilgiden elde edilen sonuçlar, her durumda, değiştirilme, gereğinden az ya da çok gösterilme, abartılma “risk”ini ve “imkan”ını taşır. Yoksa şirketleri binlerce dolar harcama yaparak anket yapmaya şevklendiren şey bu “imkan” mı?
Gerçekten de, hemen her gün karşılaştığımız anketler, uygulanma biçimi, soruların seçimi, vermemizi bekledikleri yanıtların sıralanması gibi bir çok ayrıntıyla, aslında, davranış biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi ölçmenin ötesinde bizi kendi ürünlerini satın almaya istekli de kılmaya yöneltiyor. Bunu da, anketlerden kendi hesaplamalarına göre elde ettiklerini söyledikleri sonuçlar pekiştirmiş oluyor. Yani anket de reklamın, tanıtımın bir parçası oluveriyor böylece.
Öyle ya, neticede, şirketlerin ana amacı kar elde etmek olduğuna göre, her bir yeni satış da kar olarak dönecektir. Daha fazla kar için de pazarı genişletmek gerekir. Peki pazarın durumu ne, işte hemen her gün yolumuza çıkan anketörlerin bize yaptırmaya çalıştığı anketlerin ana amacı da bu: pazar araştırması. Bize sorulan her soru ve bizim masumane verdiğimiz her cevap, şirketlere kar olarak dönebilir. Anketlerin gizli bir görevinin de, tüketim alışkanlıklarını değiştirip satın alma isteği uyandırmasıdır diyebiliriz.
Çalışanına yok, ankete var
Ancak, bir ürünün üretilmesi için gereken ham maddeyi, doğayı talan ederek elde eden şirketler, zaten çalışanlarına da en düşük ücretleri vererek kar marjlarını yükseltmeyi sürdürürken, pazar araştırması için bütçelerinden büyük büyük meblağlar ayırmaları ilginçtir. Elbette buradan da bir çıkarları vardır şirketlerin: şirketler, yeni ürünlerini pazara sunmadan önce yapacakları/yaptıracakları pazar araştırması anketleriyle pazarın risklerini önceden görebilme ve ona göre konum alabilme imkanı da bulmuş olurlar. Bu da onları daha da büyük, daha tekel, yani daha da adaletsiz kılar.
Anketlerin pazar araştırması dışında en yaygın kullanım alanlarından biri de bir okulda okuyanlar, bir mesleği yürütenler ya da bir kentte yaşayanlar gibi alanlara yönelerek, o alanlarla ilgili verileri toplar gibi yapıp aslında sorduğu sorularla ankete katılanları fişlemek. Yani “sizce…” diye başlayan sorular, aslında genel ekonomik ya da politik gidişatla ilgili, katılımcının görüşünü almak gibi masum bir soru gibi görünse de, eleştirel düşünceye ya da tam zıddı bir görüşe sahip olanları kolayca bulup ayıklamaya da pekala yarayabilir anketler. Bildiğimiz dilleri yazarak etnik kökenimizi bulmaları hiç de zor değil, okuduğumuz gazetelere bakarak politik görüşümüzü bulmaları pekala mümkün. İnancımız, mezhebimiz, hatta cinsel yönelimimiz, anketlerin bize sorduğu sorularla açığa çıkabilir ve bir gün aleyhimizde kullanılabilir bir veriye dönüşebilir. Hatta, bir üniversitenin yeni dönem öğrenci kaydı sırasında yaptığı ankette “hiç protesto eylemine katıldınız mı” sorusu, sizi doğrudan karakola da düşürebilir. Yani görüşümüz alınıyor diye verdiğimiz cevaplarla, kendi evimizin kapısına çarpı işareti yapmış olabiliriz.
İster bir ürün için yapılan pazar araştırması olsun, ister de bir alan soruşturması gibi olsun, anketler, asıl amaçlarını soruların ardına gizleyerek insanları aldatmakta, yönlendirici yanıt seçenekleriyle algımıza saldırıp davranışlarımızı etkileyerek kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye çalışır.
“Fazla zamanınızı almayacak” bir soru da biz soralım: Bu yazıyı okuduktan sonra anketlere hala güvenebilirim diyebilir misiniz?
Dilan Yaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Hangisi ? ” – Dilan Yaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ukrayna’da Kim Ne İster?” – Bozkurt Toral appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz yılın son aylarında Ukrayna’da can çekişen “Turuncu Devrim” son nefesini de verdi. Ukrayna’daki 2010 yılı seçimlerindeki açık yenilgiden sonra bile Ukrayna’dan umutlarını kesmeyen Avrupa-Atlantik birlikteliğinin Doğu Ortaklığı sürecine Yanukoviç (Eski Ukrayna Devlet Başkanı) ve Azarov (Eski Ukrayna Başbakanı) 21 Kasım 2013’te beklenmeyen bir cevap verdi. Hükümetin cevabını “ülkeye ihanet” olarak değerlendiren muhalefet partileri, Batı yanlıları ve bazı Batılı temsilciler Euromaidan olarak adlandıran protesto sürecini başlattılar.
Böylece 2004 seçimiyle başlayan ve sonra “Gül Devrimi”yle bağlaştırılan Ukrayna’nın yüzünü Batı’ya dönmesi ve ülkedeki ekonomik ve siyasi Rusya baskısını dengelemesini -bununla da kalmayıp sürecin Ukrayna taraflarınca AB ve NATO’ya kabulünü de- öngören Turuncu Devrim tamamen sona ermiş oldu.
21 Kasım’dan bu yana devam eden yeni süreciyse iki boyutta çözümlemek gerekiyor; siyasi iktidarların (Ukrayna Devleti, AB-Atlantik birlikteliği, Rusya vs.) bu coğrafyadaki ayrı ayrı stratejileri ve yine bu coğrafyadaki insanların beklentileri. Burada önemli olan -dünya üzerindeki diğer birçok hareketteki gibi- bu iki boyutun aynı coğrafyada ve aynı coğrafyaya ilişkin meydana gelmesiyle çakışık bir varoluşa sahip olmasıdır.
Siyasi İktidarlar
SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız bir siyasi yönetime dönüşen Ukrayna yönetimi bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren günümüze kadar hiçbir zaman bölgede ayrı ayrı stratejilerini kuran diğer iki siyasal iktidardan bağımsız bir strateji kuramamıştır.
Bölge üzerinde strateji kuran önemli siyasi iktidarlardan biri Rusya’dır. Ukrayna nüfusunun beşte birinin Rus olması ve Rusya-Ukrayna ilişkisinin tarihsel arkaplanı Rusya’nın sadece ekonomik ve siyasi çıkarlarla hareket etmediğini göstermektedir. Rusya için Ukrayna’nın kendisine bağlı olması önemli bir moral değerdir ama Rusya-Ukrayna ilişkisinin bu boyutunun diğer boyutlarını maskelemek için kullanıldığı da muhakkaktır. Rusya için yurtdışındaki Rus nüfusu (özellikle Rusya’nın komşularındaki) sınırötesi siyasi, ekonomik ve özellikle de askeri yaptırımların meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Rusya, Kırım’a yapılan askeri müdahalenin öncelikli nedenini Kırım’daki Rusların güvenliğini sağlamak olduğunu öne sürmüştü.
Diğer taraftan Rusya’nın o kadar da duygusal davranmadığını Ukrayna meselesinin Rusya açısından ekonomik ve güvenlikle ilgili boyutlarına bakmadan yapılacak bir yorum eksik kalacaktır. Şu anda halk oylamasıyla bağımsız cumhuriyetler haline gelen Donetsk ve Luhanks bölgelerinde Rus nüfusu ağırlığını gösterse de özellikle Donetsk bölgesinin ülkenin en zengin kesimini bulundurması ve SSCB zamanında SSCB’nin en gelişmiş sanayi bölgelerinden biri olması Donetsk ve Doğu Ukrayna’yı ülkenin geri kalanından daha önemli hala getiriyor.
Ayrıca Ukrayna, Rusya’nın güvenliği ve askeri stratejisinde oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Rusya, 2010 seçimlerinden sonra Yanukoviç’in samimiyetini Kırım’daki Rus üssünün kiralama süresinin uzatılmasıyla deneyerek Ukrayna’ya verdiği askeri değeri göstermiştir. Rusya, Kırımı işgal ederek hem Ukrayna ve Batı ittifakına 21 Kasım sonrası süreç ile ilgili sert bir cevap vermiş hem de komşu ülkelerine bir gözdağı vermiştir. Olası bir Ukrayna-Kazakistan ittifakının Rusya’nın Kafkasya ile bağlantısını kesebileceği için ise Ukrayna’yı şimdilik bir bütün olarak tutmak yerine kendisi için ekonomik ve askeri stratejik öneme sahip bölgeleri Ukrayna’dan koparmayı tercih etmiştir.
Bölge üzerinde strateji kuran bir diğer siyasi iktidarsa AB ve ABD’nin oluşturduğu Batı bloğudur. Batı’nın bölgedeki hedefi, ekonomik olarak zor durumda olan Ukrayna’nın ekonomik ve siyasi reformlarla kısıtlı bir gelişimden sonra, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya yönelik siyasi ve ekonomik politikalarının etkisini engelleyecek bir barikat haline getirmekti. Batı güdümlü yönetim iktidardayken AB ve NATO üyeliği hedefiyle propaganda yürütmüş, fakat zaten AB üyeliği hakkında herhangi bir vizyon göstermeyen Batı, siyasi ve ekonomik reformlarda da eksiklik gördüğü için Ukrayna’ya mesafeli durmayı tercih etmiştir. Yine de Doğu Ortaklığı Anlaşması’yla Rusya’nın vaaddettiğinden çok daha iyi ekonomik şartlar sunan Batı, Rus yanlısı Yanukoviç ve Azarov tarafından geri çevrilince resmi olarak “bekle-gör” politikası benimsediğini iddia etse bile Batı yanlısı muhalefeti açıktan açığa desteklemiştir.
Ukrayna’da Yaşayanlar
Yazının başında da belirtildiği gibi 21 Kasım sonrası sürecinin birbirine çakışık iki boyutta çözümlenmesi gerekiyor. Bu boyutlardan ikincisi de siyasi iktidarların mücadele alanında yaşayan insanların durumu.
Ukraynalılar, SSCB’nin son yıllarından itibaren Rusya’ya karşı mesafeli olmaya başlamışlardı ama bu durum SSCB sonrası dönemde de Ukrayna siyasetini ve ekonomisini Rusya’nın baskı altında tuttuğunu değiştirmedi. SSCB’nin dağımasından sonra Ukrayna’nın ne zaman kendi ekseninden sapmaya başladığını görse enerji meselesini ortaya çıkaran Rusya ile Ukrayna arasındaki gaz krizleri bunun bir göstergesidir. 21 Kasım’dan önceki süreçte ekseninden kayan Ukrayna için yaptırımlarla beraber yeni fırsatlar da sunan Rusya, bunu Ukraynalıların adeta gözüne girmek için yapmıştı, çünkü Batı’nın fırsatlarına eski “havuç-sopa” anlayışıyla bir alternatif getiremeyeceğini fark etmiştir.
Bu nokta da Ukraynalıların büyük bir kısmının neden Batı yanlısı olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Rusya güdümündeki yönetimin olduğu ve bölge insanlarının ekonomik bir enkaz altında kaldığı ülkede insanlar, Batı’nın katılımcı demokrasisini, reformlarını ve sunduğu pazar imkânlarını kötünün iyisi olarak görüp çözüm olarak benimsemişlerdir.
Sonuç
Ukrayna’daki toplumsal hareketlilik başladığından bu yana, ölen insan sayısı yüzlerle ölçülmeye başlandı bile. Küresel ekonomik ve siyasi hesaplar arasında yaşamlarını sürdürmeye çalışan halk, Batı ya da Rusya güdümündeki siyasal iktidarlar tarafından katlediliyor.
Toplumsal mücadelenin, efendilerin siyasi ve ekonomik çıkarlarına hizmet etmediği bir üçüncü cephe, Ukrayna’da kendisini dayatıyor.
Bu çift cepheli savaş, bu coğrafyanın topraklarında yüzyıllardan beri devam ederken, hatırlanması gereken 20. yüzyıl başlarında, ezilenlerin bu coğrafya da yarattığı deneyimdir.
Ukrayna’daki Mahnovşçina deneyimini hatırlamaya sadece Ukrayna’da değil, efendilerin savaşlarının hüküm sürdüğü her yerde ihtiyacımız var.
The post “Ukrayna’da Kim Ne İster?” – Bozkurt Toral appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>