Pierre Clastres – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Mon, 19 Nov 2018 07:00:56 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/ https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/#respond Mon, 19 Nov 2018 07:00:56 +0000 https://test.meydan.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/ Sosyal antropoloji, etnoloji gibi alanlara dair yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Fransız antropolog Pierre Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş” adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde yayınlandı. “Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimleriyle dilimize çevrilen kitaplarıyla özellikle Güney Amerika’daki, uygarlıkla henüz tanışmamış yerliler arasında yaptığı çalışmalarda, ortaya koyduğu incelemelerle anarşist düşünceyi belki de en çok besleyen antropologlardan […]

The post İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Sosyal antropoloji, etnoloji gibi alanlara dair yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Fransız antropolog Pierre Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş” adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde yayınlandı.

“Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimleriyle dilimize çevrilen kitaplarıyla özellikle Güney Amerika’daki, uygarlıkla henüz tanışmamış yerliler arasında yaptığı çalışmalarda, ortaya koyduğu incelemelerle anarşist düşünceyi belki de en çok besleyen antropologlardan biri olan Clastres, sosyal bilimlerdeki “devlet önyargılı” düşünme şekline en sert darbeyi vuran düşünürlerden biri olmuştur. Bugünlerde “bestseller” olmuş bazı kitaplardaki popüler düşüncelerin aksine ne devleti ne de kapitalizmi ilksel insan yaşantısının “zorunlu” bir sonucu olarak görmüştür. Ona göre ilksel insanlar, iktidarların ortaya çıkmasına karşı uzun yıllar direniş halinde kalmıştır…

Kendisine anarşist demese de yaptığı çalışmalar ve devletin ortaya çıkış tezlerine getirdiği radikal karşı çıkışlar sonucunda birçokları için anarşist antropolojiye dair ilk çalışmalar olarak Clastres’ın söz konusu kitapları gösterildi. “Şiddetin Arkeolojisi”nde ise yine benzeri bir hattan ilerleyen yazar bu kez de eleştiri oklarını ilksel toplumlardaki “savaş” gerçekliğine ilişkin farklı yorumlara yöneltiyor. Thomas Hobbes’u farklı bir gözle değerlendiriyor ve ilkel toplumlarda “savaş” gerçekliğine ilişkin pek çok önyargıyı kırıyor ve yanlış iddiaların başarılı bir çözümlemesini yapıyor.

Devlet Ortaya Çıkarken Bir Savaş Vardı, Peki Ama Neden?

“Savaş, saf bir saldırı ve saldırganlık davranışıdır, bu yüzden savaş ve anlanmayı birbirine indirgeyemeyiz. Eğer savaş avlanmaksa, savaş insan avıdır. Avlanma da örneğin bizonlarla yapılan savaş olmalıdır. (!)”

Clastres önce insanlığın tarihöncesi döneminde, savaşsız bir yaşam sürdüğü iddiasına karşı çıkarak başlıyor işe ve Thomas Hobbes’un düşüncesine farklı bir yaklaşımda bulunuyor. Ona göre Hobbes ilksel toplumlarda bir “savaş” gerçekliği olduğunu görerek ve buraya işaret ederek doğru bir iş yapıyor. Zira Hobbes, inceleme fırsatı bulduğu Amerikan yerlilerinin ne derece savaşçı olduklarını biliyor. Bakış açısına göre bu toplumların yapısına uygun bir ihtiyaç tespiti yapıyor Hobbes, “Devlet” diyor, “devlet” olmazsa savaş genelleşecekti ve toplumun kurulması imkansızlaşacaktı…

“İlkel toplum, Marksist kurama can alıcı bir soru yöneltir: Eğer ekonomik olan toplumsal varlığın üzerinde yükseldiği altyapıyı oluşturuyorsa; eğer üretici güçler gelişmeye yönelmiyorsa ve toplumsal değişimin belirleyici faktörü değilse, o zaman tarihsel devinim fikrini ateşleyen nedir?”

Sonrasında Clastres yavaş yavaş antropoloji içerisindeki farklı yaklaşımların değerlendirmesini yapmaya başlıyor. Marksist antropolojinin “savaşın gelişimin bir yolu” olduğu düşüncesinin dayanaklarını birer birer yıktıktan sonra, artı değer ortaya çıkarmanın imkansızlığından bahsediyor ve soruyor Clastres; “Herkese ihtiyacı kadar” düşüncesiyle işleyen, “hiyerarşisiz”, “zenginlik sahibi olmaya karşı kayıtsız”, “şeflerin yönetmediği” bu toplumun neden ihtiyacından fazlasını üretmeye eğilimi olsun?

Bunun yanında, ilksel toplumun “artı-değer” üretme noktasındaki “teknik imkanlılığına” da değinmeden geçmiyor, ihtiyaç fazlasını üretmenin varolan koşullarda gayet mümkün olduğunda da iddialı davrandığı söylenebilir.

“Etnologlar birbirleriyle yarışırcasına, Yabanilerin eskidiklerinde veya kırıldıklarında kolayca yeniden ürettikleri mallarına ve eşyalarına karşı kayıtsız olduklarını; herhangi bir biriktirme arzularının olmadığını tespit etmiştir.”

Sefaletin getirdiği gelişim ihtiyacı fikrini bu sayede çürüten Clastres yerine çok daha gerçekçi, çok daha tutarlı başka bir eğilim koyuyor. Tıpkı Kropotkin gibi, o da devletin ortaya çıkışı, kapitalist ekonominin gelişiminin temeline ayrıcalığı, yani iktidarı koyuyor. Bunu da “ilkel toplumun bölünmemişliğine” yönelik bir saldırı olarak görüyor. Herkesin herkesle savaşı ya da dostluğu değil, ilksel insan toplumunun temel dinamiği olan “denge”ye işaret ederek bir yandan da Levi-Strauss’un savaşın yerine mübadeleyi koyduğu tezlerine itiraz ediyor.

İlksel İnsanın Devlete Karşı Mücadelesi: Yerellik Eğilimi

“İlkel savaşın amacı nedir peki? Dağılımı parçalı yapıyı ve grupların atomizasyonunu güvenceye almaktır. (…) Güney Amerika’da bir grubun nüfusu toplumun belirlediği optimum eşiği geçtiğinde, insanların bir kısmı uzakta başka bir köy kurmak için ayrılırlar.”

Çokça söylendiği gibi insan topluluklarının parçalanışı ve göçü, temiz su kaynaklarına ya da besine erişimin zorlaşmasının yanında, aynı zamanda parçası olunan toplumsal örgütlenmenin kendisinin ve başkalarının özgürlüğünü korumak için geliştirdiği bir refleksten ibarettir. Clastres burada isim vermeden yerelliğin, federatif örgütlenmenin insan toplumlarının temelinde olduğunu belirtir.

Clastres, toplum tarafından belirlenmiş söz konusu sınırın aşılması sonucunda, bu durumun “yönetimi” merkezileştireceğinin ve “toplumun bölünmemişliği”ni “yönetenler ve yönetilenler” olarak ikiye ayıracağının ilksel insanla tarafından bilindiğini söylemektedir.

İlksel Toplumun Bitmeyen Mücadelesi: Devlete Karşı Toplum

Bu kısa incelemenin sonucunda ise Clastres, başta hak verdiği Hobbes’un yorumunu ilksel toplumun tersine çevirdiğini belirtiyor ve kitap boyunca verilen cevapları incelediği soruya yanıt veriyor.

“İlkel toplum, Hobbes’un söylemini tersine çevirerek tekrar ediyor; dağılım makinesinin birleşme makinasına karşı çalıştığını ilan ediyor; bize savaşın devlete karşı olduğunu söylüyor.”

İlksel toplumda “savaşı” işte böyle anlamlandırıyor Clastres, ne bir mübadele biçimi, ne de bireylerin ekonomik ya da sosyal ihtiyaçlarında birbirine karşı rekabetinin bir sonucu olarak…

İlksel toplumlarının, “primitif savaşını”” bütün adaletsizliklerin kaynağı olan, devlete karşı verilen bir mücadele olarak algılıyor.

 

Şeyma Çopur

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

The post İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/11/19/ilksel-toplumun-idealizasyonuna-karsi-siddetin-arkeolojisi-seyma-copur/feed/ 0
Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere https://meydan1.org/2018/02/13/tarih-oncesi-donemin-efendisiz-kenti-catalhoyuk-guven-gokdere/ https://meydan1.org/2018/02/13/tarih-oncesi-donemin-efendisiz-kenti-catalhoyuk-guven-gokdere/#respond Tue, 13 Feb 2018 16:25:19 +0000 https://test.meydan.org/2018/02/13/tarih-oncesi-donemin-efendisiz-kenti-catalhoyuk-guven-gokdere/ MÖ. 7000’li yıllara tarihlenen, yaklaşık 10.000 kişilik bir nüfusa sahip, ekonomik ve sosyal örgütlenmesinin gelişmişliği ile bulunduğu dönemin metropolü konumunda olan ve bizlere anarşist bir dünyanın şimdiden mümkün olduğunu gösteren bir kent… *** Çatalhöyük, M.Ö. 7000’li yıllara tarihlenen, Konya ilinin  ilçesinde bulunan tarih öncesi bir yerleşim alanıdır. İngiliz arkeolog James Mellaart, bölgede yapılan yüzey araştırmaları […]

The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

MÖ. 7000’li yıllara tarihlenen, yaklaşık 10.000 kişilik bir nüfusa sahip, ekonomik ve sosyal örgütlenmesinin gelişmişliği ile bulunduğu dönemin metropolü konumunda olan ve bizlere anarşist bir dünyanın şimdiden mümkün olduğunu gösteren bir kent…

***

Çatalhöyük, M.Ö. 7000’li yıllara tarihlenen, Konya ilinin  ilçesinde bulunan tarih öncesi bir yerleşim alanıdır. İngiliz arkeolog James Mellaart, bölgede yapılan yüzey araştırmaları esnasında höyüğü keşfetmiş, 1958–1963 yılları arasında ekibi ile birlikte Çatalhöyük’te kazı çalışması yapmıştır. Ancak Mellaart’ın kazı alanındaki buluntular hakkında ilgili bakanlığa bilgi vermeyi reddetmesi sonucu kazı çalışmaları bakanlıkça durdurulmuş ve 1965 yılında başka bir isme devredilmiştir. Kazı çalışmasının ikinci etabında yeni kazı başkanının görevi Mellaart’a bırakıp ayrılması üzerine, Mellaart çalışmadan uzaklaştırılmış ve sınır dışı edilmiştir.

Uzun süre herhangi bir çalışmanın yapılmadığı yerleşim alanında, 1993 yılında bir başka İngiliz arkeolog Ian Hodder’ın başkanlığında, çeşitli coğrafyalardan arkeologların katılımıyla bir kazı süreci başlatılmıştır. Planlar çerçevesinde 2018 yazı son kazı sezonu olarak saptanmış olsa da Hodder çalışmaların devam edebilmesi adına uğraş vermektedir.

Peki Çatalhöyük bize ne anlatıyor? Bizler açısından önemi ne? Bu yazımızda bu soruların cevabını bulmaya çalışacağız.

Karşılıklı Yardımlaşma

İktidarların tarihsel süreç içerisinde her dönemde çizdiği bir insan modeli vardır. Bu insan bencil, çıkarcı ve faydacıdır. Yaşamın her alanında salt ben merkezli hareket eder, çıkarları doğrultusunda pozisyonlar alır ve diğer insanlarla, onların kendisine sağlayabileceği fayda ölçüsünde ilişki kurar. İktidarlar bu insan modeline muhtaçtır. İnsanın bu tarz bir canlı olduğu yönünde “kitlelere” her türlü kanaldan propaganda yapmak ve “kitleleri” insan doğası üzerine bu fikirlere inandırmak durumundadır. Zira varlıklarının meşruiyetlerini bu zemine dayandırırlar. İnsan doğasının diğer yönünün keşfedilmesi onlar açısından yıkımın başlangıcı sayılacaktır. Çünkü “kitlelerin” insan doğasına yönelik farklı bir bakış açısı yakalamaları, insanın aslında iktidarların anlattığı tarzda bir canlı olmadığı bilinirse, sömürüye, baskıya, zulme karşı dayanışma gösterilecek ve insanlığın üzerinde ağır bir yük olan devletlerin varlığı son bulacaktır.

Biz anarşistler, bencil, çıkarcı insan modelinin karşısında doğal olanın dayanışmacı insan olduğunu biliyoruz. Darwin’in çarpıtılan fikirleri ile ortaya atılan salt karşılıklı mücadeleye dayanan evrimsel anlayışa karşı çıkıyoruz. Bu anlayışa karşı Kropotkin ise Sibirya’daki gözlemleri üzerinden yola çıkarak yazdığı “Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü” adlı eserinde tür içi dayanışmanın evrimsel sürecin farklı bir yönü olduğunu açıklamıştır.

Kropotkin kitabın bir bölümünde şöyle der: «Topluluk halinde yaşam, en zayıf böcekleri, en zayıf kuşları ve en zayıf memelileri, en korkunç etoburlara ve avcı kuşlara karşı mücadele edebilecek ve korunabilecek hale getirmektedir; çok zayıf bir doğum oranına rağmen bazı türlerin varlığını sürdürmesini sağlayan şey iş birliğidir.”

“Adalet duyguları sürü halinde yaşayan tüm hayvanlarda gelişmiştir. Kırlangıçlar ve turnalar ne kadar uzak mesafeden gelirlerse gelsinler, her biri bir önceki yıl inşa ettiği ya da onardığı yuvaya geri döner. Eğer tembel bir serçe, bir arkadaşının yapmakta olduğu yuvayı sahiplenirse, hatta oradan birkaç saman çöpü kaçırmaya çalışırsa, serçe grubu tembel olana müdahale eder: ve açıktır ki, bu müdahale kural olmasaydı, kuşlar, hep yaptıkları gibi, yuva kurmak için asla bir araya gelmezlerdi.”

Bu alıntılarda da görüldüğü gibi Kropotkin kitabın genelinde topluluk halinde yaşayan canlıların doğalarında karşılıklı yardımlaşmanın önemli bir yer tuttuğunu ve bu türlerin karşılıklı yardımlaşma dürtüleri sayesinde daha ileriye doğru evrimsel bir süreç geçirdiğinden bahseder. İnsanın da topluluk halinde yaşayan bir canlı olduğu gözden kaçırılmaz ise aslında iktidarların ortaya koyduğu “doğal durumda herkesin birbirini parçaladığı” bir toplumsal yapı aslında hayali bir yapı olarak tanımlanabilir.

Bizler, ilksel kabileler üzerine yapılan antropolojik çalışmalar olsun, Çatalhöyük benzeri arkeolojik hareketler neticesinde ortaya çıkartılan örnekler üzerinden olsun, bizlere unutturulmaya çalışılan dayanışmacı insanı hatırlatmaya gayret ediyoruz.

Efendisiz ve Dayanışmacı Bir Toplum: Çatalhöyük

Peki varlığını hatırlatmaya çalıştığımız o insan hakkında Çatalhöyük’ten neler öğrenebiliriz?

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi MÖ. 7000’lere –yani günümüzden 9000 yıl öncesine- tarihlenen Çatalhöyük, bulunduğu dönemin metropolü konumunda. Keşfi ile birlikte bilim çevrelerinde büyük yankı uyandıran kent, Yakındoğu çıkışlı bir şehirleşme teorisinin tekrar düşünülmesi ve hatta rafa kaldırılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Ekonomik ve sosyal örgütlenmesi dönem koşullarına göre üst düzeyde olup, sanatsal damarı gayet güçlü bir konumdadır. Herhangi bir savaş izine rastlanmaması, bin küsur yıllık bir yerleşim sürecinin barışçıl koşulların ağırlığında geçtiğini bizlere göstermektedir. Bu genel söylemde bulunduktan sonra belli başlıklar çerçevesinde Çatalhöyük’ü incelemeye başlayabiliriz…

Öncelikle höyük teriminden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Höyük kısaca, eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri birikimleridir. 1-40 metre yükseklikte ve 1000-1500 metre genişlikte olurlar. Uygarlıkların araştırılmasında önemli referanslardır. Höyükler, günümüze göre en yakını en üstte olmak üzere eskiye doğru uzanan bir katmanlaşma gösterirler. Çatalhöyük’te bu tanımda yer edindiği gibi yer seviyesinden daha da yukarıda olan bir yerleşim alanıdır.

Bu yerleşim alanının sakinleri bu bölgeyi bilinçli şekilde seçtiler. Zira sulak bir alanda bulunan yerleşim bölgesi, ihtiyacın karşılanması sayesinde hem tarımsal faaliyetlerini rahatça sürdürebilmesine hem su içmeye gelen yaban hayvanları avlayabilmesine, hem de kuzeydeki kil yataklarını kullanabilmesine yol açmıştır.

Çatalhöyük ismi ise bölge halkının verdiği bir isimdir. Bölge halkının Çatalhöyük ismini vermesinin sebebi ise yerleşim alanının doğu höyüğü ve batı höyüğü olmak üzere iki höyükten oluşup çatal şeklinde olmasıdır. Yazımızın asıl konusu olan ve bilimsel çevreleri asıl heyecanlandıran doğu höyüğü MÖ. 7400 – 6200 arasına tarihlenirken batı höyüğü MÖ. 6200-5200 yılları arasına tarihlenmektedir.

Çatalhöyük Köy mü, Kent Mi?

Bulunuşu ile birçok kesimi heyecanlandıran yerleşim yeri hakkında yapılacak araştırmalarda dikkat çekecek hususlardan bir tanesi alanın köy olarak adlandırılmasıdır. Bu konudaki düşüncelerimizi söylemeden önce biz anarşistlerin köy–kent kavramlarına bakışı hakkında kısaca bir açıklama yapmak yazının devamının sağlıklı şekilde ilerlemesi açısından olumlu olacaktır.

İlerilik ve gerilik söylemlerine her daim şüphe ile yaklaşan anarşistler “Hangi kriterlere göre ileri? Hangi kriterlere göre geri?” sorusunu her daim sormuşlar ve klasik bakış açısının sahip olduğu köyün geri kalmışlığı, kentin ileri bir düzeyde oluşu yönündeki fikirlere sıcak bakmamışlardır. Bir ileri–geri hiyerarşisinden rahatsız olan anarşistler, Marksist düşünce biçiminin sahip olduğu, köylülüğün aslında gerici bir hareket olduğu yönündeki düşünceye de itiraz etmiş ve köylü hareketlerini de sahip oldukları doğal isyan dürtüleri sebebiyle selamlamıştır. Dolayısı ile Çatalhöyük’ün kent yahut köy olarak tanımlanması anarşistler açısından aslında pek önem taşımamakla birlikte burada neye itiraz ettiğimizi açıklamak durumundayız.

Hakim olan anlayışa göre kent, köyden daha ileri, daha gelişmiştir. Peki döneminin koşullarına göre gelişmiş bir ekonomik ve sosyal örgütlenmeye sahip olmasına ve 10.000 kişiye yakın bir nüfusa sahip olmasına karşın – ki bugün dahi bu sayıda nüfusa sahip alanlar köy olarak nitelendirilmiyorken – Çatalhöyük neden köy olarak nitelendirilmekte, kent olarak tanımlanmaktan kaçınılmaktadır?

Bu konuda kazı başkanı Ian Hodder’a kulak verelim. Şöyle diyor Hodder: “Çatalhöyük’te evlerden, ağıllardan ve süprüntülerden başka bir şey yok. Kasaba terimiyle ilişkilendirilebilecek herhangi bir işlevsel farklılık taşımıyor. Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca. Eşitlikçi köy fikrinin doruğa ulaştığı bir yer.”

“Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca…” Hodder böyle tanımlıyor. Kent olmayışının sebebini ise işlevsel açıdan farklılık taşıyan herhangi bir yapının–alanın bulunmamasına bağlıyor. Yani tüm yapılar hemen hemen birbirine yakın boyutlarda ve iç dekorasyon açısından, kullanılan malzeme açısından belli yapıların ön plana çıkma durumu görülmüyor. Bu da demek oluyor ki yerleşim alanı içerisinde herhangi bir sınıfın, halkın geri kalanına göre daha imtiyazlı olması, onlardan üst bir konumda olması gözlemlenemiyor. Yani Çatalhöyük’te herhangi bir otorite bulunmuyor.

Herhangi bir otoritenin bulunmayışı dolayısı ile bu anlayış, kendi düşünce sistemine göre gelişmişliğin, ilericiliğin karşılığı olan kent sıfatını Çatalhöyük’ten esirgiyor.

Pierre Clastres, Devlet’e Karşı Toplum adlı eserinde otorite bulunan toplulukları ileri düzeyde, otorite bulunmayan yahut asgari düzeyde bulunduran toplulukların ise geri düzeyde olduğu savına sahip olan çalışmalar hakkında şöyle demişti: “İktidar sistemimiz en iyi kabul edilmekle kalmaz, arkaik toplumların da kesinlikle buna benzer bir gelişme gösterecekleri ileri sürülür. Çünkü ‘Nil dillerini konuşan topluluklardan hiçbiri büyük Bantu krallıklarının siyasal örgütlenme düzeyine ulaşamamıştır.’ ya da ‘Lobi toplumu siyasal örgütlerden yoksundur.’ demek, bir bakıma da bu toplumların gerçek bir siyasal iktidar oluşturmak için çaba harcadıklarını öne sürmek anlamına gelir. Yoksa Sioux yerlilerinin Aztekler’in düzeyine ulaşamadıklarını ya da Bororolar’ın siyasette İnkalar’ın düzeyine ulaşamadıklarını söylemenin ne anlamı olabilir?”

“Otorite yoksa, yöneten yoksa, geridesiniz! İlerlemeye, uygarlığa erişmeniz için bir otoriteye ihtiyacınız var!” söylemlerine alışığız.

Tarımsal faaliyetleri olan, hayvanları evcilleştiren, obsidyen, deniz kabukları gibi malzemeler üzerinden ciddi bir ticaret ağına sahip olan yani artı ürün elde eden Çatalhöyük insanı, kentinin etrafına da herhangi bir koruma önlemi almamıştı. Sur her ne kadar sonraki dönemlerde görülse de en azından sınır taşları o dönemde görülen yapılardandı. Ama Çatalhöyük halkı bu tarz şeylere de ihtiyaç duymamış, komşu yerleşim alanlarını bir tehdit olarak görmemiş, demek ki ilksel anlamda bir kapitalist çevrede bulunmamıştı. Zira kapitalizm sömürüye dayanan bir sistem olarak diğer sınıfı, diğer topluluğu sömürmeyi ana ilkelerinden bellemiştir.

Çatalhöyük Evleri

“Çatalhöyük’teki evler dikdörtgen planlı olup malzeme olarak genellikle kerpiç kullanılıyordu. Çatılar saz ve kamıştan olup onları ahşap dikmeler taşıyordu. Birbirine bitişik olan evlerin girişleri üstten veriliyor ve kent içindeki ulaşım damlardan sağlanıyordu.”

Bu cümleler okuyup geçebileceğimiz cümleler değil. Dikkatle incelememiz gereken cümleler.

Evlerin bitişik olmasına dair Hodder’un yorumu şu şekildedir: “Evler arasındaki benzerliğin yüksek olması, dip dibe denecek kadar bitişik olmaları ve birinin eve girmek için başkalarının evinden geçmesinin gerekmesi bakımından Çatalhöyük sıkı örülmüş bir topluluktu diyebiliriz.” Bu konuya dair başka bir yerde ise “yerleşim yerinin genel ortak kimliği, Çatalhöyük’teki evlerin bitişik örüntüsünden anlaşılabilir. Ayrıca bu bitişikliğe rağmen eve dayalı özerklik ön plandadır.” demiştir.

Evlerin birbirine bitişik olması, Hodder’ın da belirttiği gibi önemli bir konu. Bu toplumsal yakınlığın bir göstergesi. Yanı sıra girişlerin damdan verilmesi ve evlerin bitişik olması sebebiyle sokakların bulunmayışı da dikkatle incelememiz gereken konular. Sokak olmadığına göre Çatalhöyük insanı kent içi ulaşımı damlar üzerinden sağlıyordu. Yani bir Çatalhöyük evinin üzerinden günde yüzlerce insan geçiyordu. Bu yoğunluğa rağmen bin yılı aşkın süre bu tarzda bir yapılaşmanın bulunması Çatalhöyük insanının evinin üzerinden geçen insanlardan rahatsız olmadığı dolayısı ile adeta kentin büyük bir aile durumunda olduğunun göstergesidir. Girişlerin damdan verilmesinin sebebi olarak ise akla en yatkın gelen düşünce, yırtıcı hayvanlardan korunma olacaktır.

Damdan verilen girişten bir merdiven yardımı ile inilen evde hemen merdivenin ucunda ocak yer alır. Ocağın buraya konumlandırılışı dumanın rahat şekilde çıkışını sağlama amacıyladır. Ancak her ne olursa olsun duman sağlıklı şekilde çıkmamıştır. İnsan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar bize Çatalhöyük insanının solunum yolu rahatsızlıkları yaşadığını göstermektedir. Bunun yanı sıra altta kalan sıva katlarında is izlerine rastlanması da dumanın sağlıklı şekilde çıkış yapamadığını doğrular niteliktedir.

Burada altını çizmemiz gereken bir diğer nokta ise kadınlar ve erkekler üzerinde yapılan çalışmalarda dumana maruz kalma oranının hemen hemen aynı olmasıdır. Bu da demek oluyor ki kadının evde, erkeğin dışarıda olduğu bir bölünme söz konusu değil. Erkek de kadın kadar ev içinde ve ocak başında zaman geçiriyor ve dumana maruz kalıyor. Durum özelinde, kadın ve erkek arasında anti hiyerarşik bir düzlem olduğundan bahsedebiliriz.

Ortalama 80 sene kullanılan evler temizlendikten sonra yarısına kadar yıkılır ve yıkılan yarısı ile ayakta kalan yarısının içi özenle doldurulur. Daha sonra bu katmanın üstüne aynı boyut ve tipte bir yapı daha inşa edilirdi. Hodder konu hakkında şöyle bir ifade kullanıyor: “Dağıtıldıktan sonra doldurma özenle yapılır. İnsanlar nasıl ölünce atalara dönüşüyorlarsa ve onları saygıyla gömmek gerekiyorsa evlere de öyle yapılmalı. Özenle doldurulmalı.”

Duvar Resimleri, Sanatsal Faaliyetler ve İnanç Yapısı

Çatalhöyük’te güçlü bir sanatsal damarın varlığından bahsetmiştik. Yapı duvarlarında gerek içerdiği mesajlar açısından gerek ise kullanılan teknik açısından önemli çizimler bulunuyor. Örneğin dünyanın ilk haritası olarak kabul edilen haritanın Çatalhöyük’te bulunduğunun belirtilmesi burada önem taşıyor. Genel olarak şehir planlamasını içeren haritada, şehrin hemen arka tarafında Hasan Dağı gösterilmiş.

Diğer çizimler hakkındaki bilgilere geçmeden şu önemli sorun üzerinde durmak önemli. Bugün Çatalhöyük’e gidecek insanlar ne yazık ki kazılarda ele geçirilen buluntuları görme şansına sahip olamıyorlar. Çünkü buluntular ya Konya merkezindeki Konya Arkeoloji Müzesi’ne ya da Ankara’da bulunan Ankara Medeniyetler Müzesi’ne aktarılmakta. Dolayısıyla Çatalhöyük’e gidecek olanlar yapacağı gezi esnasında genel olarak boş evlerden oluşan şehir yapılanması ile karşılaşacaktır. Bu eksikliğin giderilmesi adına kazı alanında oluşturulan bir ev canlandırması bulunsa da genel anlamda eserlerin uzak alanlarda sergilenmesi sorunu devam etmekte olup, yerleşim alanı özelinde yakınlarda bir müze kurulması tartışma konusu olarak devam etmektedir.

Bu kısa bilgiyi verdikten sonra diğer duvar resimlerine geçebiliriz. Ancak diğer duvar resimleri hakkında burada verilecek bilgilerin daha sağlıklı bir zemine oturması adına dönem insanının bir inancı hakkında şu bilgiyi de vermemiz yerinde olacaktır.

Metamorfik inanç olarak dinler tarihi literatürüne de geçen bir inanç şekli dönem insanının zihinsel dünyasında önemli bir yer tutar. Bu inanç temel olarak “benzer benzeri doğurur” ilkesine dayanmaktadır. Dolayısı ile dönem insanı bir ava çıkmadan önce başarılı geçen bir av sahnesini resmetmesi yahut tiyatral bir şekilde canlandırması durumunda gerçekte de avın başarılı geçeceğine yönelik bir inanca sahiptir. Bu durum sadece av eylemleri için geçerli olmayıp hayvanların üremesine yönelik istek yahut topluluğun üremesine yönelik duyulan arzunun da gerçekleşmesi adına uygulanmaktadır. Çatalhöyük öncesinde de birçok duvar resimlerinde de hayvanların çiftleşme sahnelerine, kadınların doğum sahnelerine yahut erkeklerin ve kadınların cinsel ilişkiye girme sahnelerine rastlanmaktadır. Bu sahnelerin resmedilmesi ile oluşan enerjinin gerçeğe de yansıyacağı düşüncesi hakim düşünce olmuştur.

Çatalhöyük duvarlarındaki sahneler birçok noktadan dikkat çekicidir. İlk olarak dikkatimizi çeken şey bölge insanının hayvanları evcilleştirmesi ve tarımsal yaşama geçmesine rağmen evcil hayvanların ve bitkisel motiflerin duvar resimlerinde yer almamasıdır. Bu önemli bir noktadır. Zira Çatalhöyük insanının günlük yaşamında tarım ve evcil hayvanlar çok önemli bir yer almasına rağmen neden onlara duvar resimlerinde yer verilmemiştir? Bu sorunsalı kazı başkanı Hodder da dile getirmiştir: “Çatalhöyük’ün bitki ve hayvanların ilk evcilleştirilmeye başladığı dönemden çok sonra oluşmasına ve ekonomisini evcil bitki ve hayvanlara bağımlı olmasına karşın sembolizm yabanıl hayvanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Leopar gibi yabanıl hayvanlara verilen simgesel önemle evcil hayvanların hiç simgeleştirilmediği gerçeği çok belirgin bir çelişkidir.”

Peki Bu Durumun Sebebi Ne Olabilir?

Yaban, tarih öncesi insanı için çok önemli bir yer tutuyordu. İnsan eli değmemiş yaban doğa, yaban hayvanları her daim insanların gözünde kutsallığın birikim noktalarından olmuştur. İnsanlara büyülü, uhrevi, ulaşılması güç gelmiştir. Dolayısı ile tarih öncesi insanı için kutsallığın en önemli birikim noktalarından olan yabanın duvar resimlerinde tercih edilmesi yine inanç yapılarıyla açıklanabilir.

Ian Hodder da kitabının farklı bir noktasında bu duruma yönelik açıklamasını şu şekilde ileri sürüyor: “Şamanların güçlerini toplum ötesinden yani dışarıdan almaları gerekir. Koyun ve keçi gibi evcil hayvanlar toplumun bir parçasıdır. Bu nedenle büyücü şefler akbaba, koç, geyik, yaban domuzu, çakal, tilki, ayının yanı sıra yaban öküzü, leopar gibi fiziksel açıdan daha güçlü ve yırtıcı hayvanlara önem verirlerdi. Aslında farklı büyücü şefler farklı yaban hayvanlarıyla, kimi kedigillerle, kimi boğalarla, kimi akbabalarla vs… ilişkili olduklarını öne sürerlerdi.”

Yani duvar resimlerinde yabanın tasvirinin hakim olması, evcil olanın ise pek yer bulmamasının sebebi zihinsel dünyaları ve inanç yapılarıyla alakalı.

Çatalhöyük duvarlarında sıklıkla yaban hayvanlarının merkezde olduğu ve etrafında kalabalık bir insan topluluğunun yer aldığı sahnelerle karşılaşıyoruz. Genellikle hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri dikleşmiş, panik halinde oldukları gözlenirken çevrelerindeki insanlar adeta trans halinde olup, hayvanların dillerini, tüylerini, bacaklarını çekiştirir haldedirler. Bu insanların üzerlerinde leopar derilerinden yapılma giyseler olup bazılarının ellerinde silahlar vardır. Bu sahneleri iki yönlü inceleyebiliriz… İlk olarak bunlar yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız metamorfik inanç çerçevesinde değerlendirilebilir. İnsanlar burada birer av sahnesi resmetmiş olup gerçekte avlarının başarılı geçmelerini sağlamak adına bu tarz sahneleri çizmiş olabilirler. Ellerdeki silahlar ve bazı sahnelerde insanların yanında görülen köpekler bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Diğer yönüyle ise bunlar birer erginlenme sahnesi olabilir. Tarih öncesi toplumlarda bireyler belli bir yaşa kadar toplumun tam olarak üyesi kabul edilmezler. O yaşa geldiklerinde toplum onlara birer ödev biçer. Bu ödev bazen uzun süreli oruçlar, bedene işkenceler, inzivaya çekilmeler şeklinde bireyin sınanması ile olurken bazen de yaban ile uğraşma şeklinde gerçekleşmektedir. Yabanın öneminden bahsetmiştik. Yabanın kutsal anlamda önemi olmasının yanı sıra fiziksel güç açısından sahip olduğu görkem de insanların gözünde onu ayrı bir yere oturtuyordu. Dolayısıyla fiziksel anlamda bu denli güçlü olan canlıları kıstırmak, onların dillerini, tüylerini, bacaklarını, boynuzlarını çekiştirmek ve onları zor duruma sokmak da birer sınama öğesiydi. Bu ödevleri başarı ile yerine getiren bireyler topluma tam anlamıyla katılıyorlardı. Sahnelerde hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri diken diken olmuş, tedirgin bir halde resmedilmeleri ve etrafındaki inşaların trans halinde olup onların vücutlarına müdahalelerde bulunmaları da bu durumun bir göstergesi olabilir.

Yanı sıra bu sahnelerde dikkatimizi çeken bir diğer önemli nokta kadın figürlerine yer veriliyor oluşu. Kadın figürlerinin bu tarz sahnelerde yer alıyor oluşu kadınların da avlara katıldığı ve dolayısı ile erkeğin dışarıda (avda) kadının evde olduğu keskin bir iş bölümünün Çatalhöyük’ün günlük yaşamında bulunmadığı yönünde yorumlanabilir. Sık sık olduğu gibi burada da Hodder’a kulak vermekte fayda var: “Özellikle kadınların evde kaldıklarına işaret eden herhangi bir bulgu bulunmaz.”

Leopar tasvirleri de Çatalhöyük insanı tarafından sıkça tercih edilen tasvirlerdendir. Fakat burada da ayrı bir nokta dikkat çekicidir. En sık rastlanan tasvirlerden biri leopar tasviri olmasına, diğer sahnelerde de insanların üzerlerindeki giysilerin önemli bir bölümünün leopar derisinden yapıldığı anlaşılmasına karşın Çatalhöyük’te leopar kemiğine rastlanmamıştır. Çeşitli hayvanların kemiklerine belli oranlarda rastlanmasına karşın leopar kemiğine rastlanmamıştır. Bu durum büyük ihtimalle bizim için anlam ilişkisi tam kurulamasa da onların inanç dünyaları ile alakalı bir durumdu. Belki de leopar onlar için bir noktada bir totem rolü üstlenmiş olup, kemiklerinin yerleşim alanına getirilmesi tabu niteliğinde olabilirdi. Derileri yerleşim alanının dışında soyulup bu şekilde getiriliyor olması muhtemeldi.

Bu tarz sahnelerin yanında Çatalhöyük duvarlarında el izlerine rastlıyoruz. Çeşitli bitkisel karışımlardan boya elde eden bölge halkı ya bu boyalara ellerini batırıp sonrasında duvara bastırma suretiyle ya da boyaları ağzına alıp duvarlara koydukları ellerinin üstüne püskürtme yoluyla bu izleri yapıyorlardı. El izlerinin duvarlara yapılmasının temel sebebi olarak insanın sahip olduğu varlıksal kaygıları öne sürebiliriz. Varoluşundan bu yana insan her daim varlığını sürdürmeyi amaçlamış, ölümün kaçınılmaz oluşunun farkındalığının dahi bu amacı sürdürmesini engellemesine müsaade etmemiş ve ölümünden sonra dahi çeşitli yollarla varlığının kendinden sonraki nesillerce bilinmesini ve onların bilinç dünyalarında yer edinerek varlığının sürekli hale gelmesini istemiştir. Bu el izleri de yaşanan bu kaygı çerçevesinde değerlendirilebilir.

Çatalhöyük duvarlarındaki örnekler, karşılaşılan ilk örnekler değildi tabi. M.Ö. 20.000’li yıllarda Fransa’daki mağaralarda da bunlara benzer av/erginlenme sahnelerine rastlanmaktaydı. Ancak yaklaşık 10.000 kişilik nüfusa sahip bir kent boyutundaki yerleşim alanının -Çatalhöyük’ün- bu denli güçlü sanatsal anlatımlara sahip olması, bu yerleşim alanının gözlerden kaçırmamamız gereken bir özelliğidir.

Güven Gökdere

Patika Arkeloji Grubu

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.

The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2018/02/13/tarih-oncesi-donemin-efendisiz-kenti-catalhoyuk-guven-gokdere/feed/ 0