The post Suruç’u Unutmayacağız, Katilleri Affetmeyeceğiz – Caner Delisu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Her eylemde omuz omuza olduğumuz, aynı sloganları aynı kararlılık ve cesaretle attığımız, aynı ekmeği, yer yatağını paylaştığımız yoldaşlarımızı patlattıkları bombayla aldılar aramızdan. Onlar Yunanistan’da polis tarafından açılan ateş sonucu kalbinden vurulan 16 yaşındaki anarşist Alexis’in tişörtüyle katledilen Vatan, “Militarizm bizi yok etmeden, biz militarizmi yok edelim” diyen Alper, Amed’ de Kara-Kızıl bayrağıyla Evrim, Kadıköy barikatlarında Medali, Gezi’de Vendetta maskesiyle Serhat’tı.
Onlar, “düştü düşecek” denilen, IŞİD’in talan ettiği fakat Rojava halklarının dayanışması ve direnişiyle bir “yaşam”ın kazanıldığı Kobane’nin yeniden inşası için, çocuklar için zar zor aldıkları, kapı kapı dolaşıp topladıkları oyuncak ve kitaplarla yola çıktılar. Kobane için, umudun ve mücadelenin büyüyüp sınırları aşması için kurulan dayanışma köprüsünden korkanlar ve bu dayanışmaya tahammül edemeyenler ise 20 Temmuz 2015’te Suruç (Pirsus)’ta patlattılar bombayı sinsice, korkakça. 33 devrimciyi katletti bu bomba; Polen’i, Murat’ı, Ece’yi, Ezgi’yi… Fakat devrimle çarpan yüreklerin, ölümle susmayacağını bilmiyorlardı. Sandılar ki, yüreğimizde taşıdığımız yeni bir dünyaya olan umut yok olacaktı.
Yürekleri susturmak, umudu yok etmek amacıyla yapılan bu saldırıyı planlayıp bombayı patlatan şahsın emniyette bulunan “terör nitelikli kayıp” kaydı ve katliama ilişkin olarak geçtiğimiz ocak ayında dönemin Suruç Emniyet Müdürü’ne “görevini ihmal” gerekçesiyle verilen 7.500 TL’lik ödül gibi ceza ve hatta bu cezanın taksitlendirilmesi devletin bu katliamın faili olduğunun kanıtlarıydı aslında.
4 Mayıs 2017’de Urfa’da görülmeye başlanan Suruç Katliamı davasının ilk duruşması sanıksız olarak 21 aylık gizlilik kararından sonra başladı. Adaletsizlikler üzerinden var olan devletin Suruç’a olan kini bu patlamayla bitmedi. Devletin kinini geçen süre içerisinde Suruç yaralılarının farklı farklı bahanelerle gözaltına alınıp tutuklanmasında, duruşma günü yaralılara ve ailelere yönelik yapılan düşmanca tutumlarda gördük.
Suruç katliamının ardından yoldaşlarımızın özgür yaşama inançları, umutları, mücadeleleri unutulmadı, anıldı; onlarca eylem ve etkinlik gerçekleştirildi. Gençlik örgütlerinin düzenlediği eylemlerle yitirdiklerimizi, yoldaşlarımızı andık sokaklarda, unutmadık onları. Katledenleri ve katilleri kollayanları ise affetmeyeceğimizi haykırdık gür seslerimizle. Aynı zamanda katledilenlerin aileleri, katliamın olduğu gün olan her ayın 20’sinde Kadıköy Halitağa’da oturma eylemleri yaptı. 10 Ekim Aileleri’yle, Gezi Anneleri’yle, Cumartesi Anneleri’yle tek yürek olup acılarını paylaştılar, vazgeçmediler. Meydanlarda yıllarca direnen, 6 ay önce de yitirdiğimiz “çocuklarımın kemiklerini bulsam gömmeyip sırtımda taşıyacağım” diyen Cumartesi Annesi Fatma Morsümbül’ün kararlılığı vardı onlarda da.
Suruç Katliamı devletin halklara karşı topyekun savaşının bir başlangıcıydı. Devlet bu tarihten sonra gerek doğrudan gerekse tırlarla silah gönderip eğittiği çeteciler eliyle patlattığı bombalarla aldı içimizden yüzlerce insanı Ankara’da, Antep’te, İstanbul’da… Yine bu katliamın ardından artan baskı ve zulüm uygulamaları Kürdistan’da şehir savaşlarına ve halkın direnişine yönelik katliamlara ve infazlara dönüştü.
Antep, Sur, Silopi, Cizre ve 10 Ekim Ankara Katliamları bizlere gösterdi ki korkuyorlardı. Ama bu basit bir korku değildi. Devlet, halkların öz-örgütlülüğünden, direnişinden, dayanışmasından korkuyor, katliamların da unutulacağını sanıyordu.
20 Temmuz yoldaşlarımızın bizden koparıldığı bir gün olarak kaldı. Suruç Katliamı ile o gün Kobane’ye oyuncaklar ulaşamasa da, Kobane’li çocukların Suruç’ta yaşamını yitirenleri anması ve onlar için fidanlar dikmesi yaşamını yitirenlerin hayallerinin Kobane’ye aktığının ve Kobane için taşıdığı anlamın bir göstergesi oldu.
Devlet-IŞİD iş birliğiyle patlatılan bombanın üzerinden 24 ay geçti, fakat yitirdiklerimizin acısı ve katillerine duyduğumuz öfke ilk günkü kadar taze. Geçen zamana ve başka başka katliamlara rağmen inancımız ve kavgamız büyüyor. Katledilenlerin düşlerindeki özgür dünyayı yaratana kadar da bu kavgadan vazgeçmeyeceğiz!
The post Suruç’u Unutmayacağız, Katilleri Affetmeyeceğiz – Caner Delisu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Mart ayının sonlarına doğru Pakistan’ın Lahor kentindeki bir lunaparka düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadın olan toplam 70 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı Pakistan Talibanı’na bağlı Cemaat-ul Ahrar üstlendi. Selefi-cihatçı grupların düzenlediği bu ve buna benzer katliamların, artık Pakistan coğrafyasının rutini haline geldiği söylenebilir. Bunda da en büyük neden, Pakistan devletinin izlediği politikalar.
Çoğunluğu yoksul yaklaşık 200 milyonluk nüfusu ve elinde bulundurduğu nükleer silahlarla Pakistan devleti, bölgesel çapta bir süper güç. Pakistan, işte tam da bu “özgüvenle”, özellikle 1980’lerin başlarında, etnik ve siyasal anlamda zaten fazlasıyla karmaşık olan coğrafyasında, bir takım dengeleri değiştirmeye soyundu. Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle ABD tarafından devreye sokulan ve komünizm tehdidine karşı İslami akımları desteklemek şeklinde özetlenebilecek “Yeşil Kuşak” doktrininde Pakistan kilit bir devletti. Pakistan bu süreçte Afganistan’daki SSCB karşıtı mücahitleri (yazının girişinde bahsi geçen katliamın faili Taliban başta olmak üzere) desteklerken, nihai amacı ise burada kendi himayesinde İslami bir yönetim kurmaktı. Bu anlamda Afganistan’da savaşacak selefi cihatçılar için sınırında “açık kapı politikası” uyguladı. İstihbarat servisi aracılığıyla, cihatçılara eğitim verdi. Tüm bunları yaparken en büyük destekçileri ise ABD ve Suudi Arabistan idi. Pakistan’da Lahor’daki katliam benzeri saldırıları adeta yaşamın normal seyrinde bir sıradanlığa çeviren süreç, bizzat devlet tarafından, işte böyle adım adım örüldü.
Benzer devlet politikalarıyla, coğrafyamızda Pakistanlaşma sürecini de bizler yaşıyoruz. Sultanahmet, İstiklal Caddesi bombalamaları ve sonrasında devlet yetkililerinden gelen açıklamalar, toplumu benzer saldırılara hazırlama yönünde adeta. Ancak işin trajikomik yanı ise olası saldırıların toplum olarak ön bilgisini, Alman ve ABD konsolosluklarından alıyor oluşumuz. Devlet erkanı tutturduğu “güvenlik zafiyeti yok” teranesinden milim sapmamışken; durum, burnundan kıl aldırmayan devlet kibrine takdirlik(!) bir örnek.
Oysa hayaller büyüktü TC için, özgüven de bir o kadar yüksekti. Cihatçı örgütler eliyle Suriye’de rejim değişecek, Neo-Osmanlıcı politikalar tıkır tıkır işleyecekti. Olmadı. Suriye’de rejimin -en azından kısa vadede değişmeyecek biçimde- kalıcı olduğunun anlaşılması, TC’nin elini bir kademe düşürdü. Bu kez, henüz hala “kullanışlı olan” cihatçı örgütler, Kürtler ve muhaliflerin üzerine salındı. Pirsus ve 10 Ekim Ankara katliamları ile hayata geçirilen plan buydu. Bu planın da süresi doldu, bizzat kendileri yapıyorlar şimdi daha büyüklerini. Şimdilerde de, küresel devletlere dönük değerli yalnızlık böbürlenmelerinden, “Suriye’de bizi niye yalnız bıraktınız” sızlanmalarına geçildi.
Devletin kolluk güçlerinin “eskort”luğunda sınırlardan geçirilen cihatçılar… Onlara eskortluk yapan, aynı devlet birimlerinin mühimmat geçişlerindeki rolleri… Olan bitenin adı da baştan konmuş “Şii rejimlere öfkeli gençlere” destek…
Desteğin ulaşılabileceği boyutun bir evresinde ise, devletin en tepesinden gelen, IŞİD’in bir ton açığı An-Nusra’nın neden desteklenmediği serzenişi…
Tüm bu içi boş ve bedeli bizlere katliamlarla ödetilen politikalarının somut sonuçları ise Pakistan benzeri bir bumerang etkisi. Şimdilik Pakistan coğrafyasındaki kadar sıradanlık arz etmese de Sultanahmet ve İstiklal Caddesi’nde patlayan bombalar, IŞİD başta olmak üzere cihatçı örgütlerin “kullanım süresinin” dolmaya başladığını gösteriyor. Pakistan-Afganistan-Suriye-TC hattında yaşanan bumerang etkisi ise İstiklal Caddesi patlamasıyla devlete yakın medya kalemşorlarınca “bombalara alışmalıyız” diye sıradanlaştırılmak isteniyor.
The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>