The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.”
TDK, Güncel Türkçe Sözlük
“Görünmeyen Ayaklanma” ya da “Sıkıyönetim” adlarıyla Türkçeye çevrilen “Etat de Siege”, 1972 yılında Fransa’da çekildi. Filmlerinde politik suikastlerden, faşist çeteler ve devletler arasındaki işbirliğinden bahsetmesiyle öne çıkan Costa-Gavras’ın, senarist arkadaşı Franco Solinas ile beraber yazdığı film Gavras’ın “Sıkıyönetim Üçlemesi”nin üçüncü filmi. 1963 yılında, Gregoris Lambrakis’in öldürülmesi üzerine çektiği “Z” (Ölümsüz) ve daha sonra 1952 Prag Mahkemeleri döneminde Çekoslovakya’da yaşanılanları konu eden “L’aveu” (İtiraf)’nün ardından yönetmen, serinin bu son filminde 60’lı yılların sonunda Uruguay devletinin şiddetini artırmasıyla başlayan süreci ve sonrasında yaşanılanları anlatıyor.
Film, Ağustos ayında Uruguay’a postallar, tanklar ve uzun namlulu silahlarla gelen kış mevsiminde geçiyor. Otoyollara, sokaklara, caddelere serilmiş yüzlerce kolluk kuvveti, devletin yetiştirdiği yüzlerce ölüm makinesi bütün bir halkı denetimden geçirmektedir.
Uruguay’da Askeri Darbe
Film boyunca hiç yabancı olmadığımız görüntülerle karşılaşırız. Tek suçu yolu kullanmak olan, didik didik aranan şoförler, okullarına polisi sokmadıkları için saldırılan öğrenciler… Toplumun politiğinden, apolitiğine her bireyi darbenin kanlı çizmeleri altında ezilmektedir.
Devlet nereden, ne oranda saldırırsa saldırsın, direniş her daim varlığını sürdürür. Bir yerde iktidar varsa ona karşı direniş de mutlaka oluyor çünkü. Film ilerliyor… Tupamarolar, gerçekleştirecekleri bir eylem için yolda seyahat eden arabalara el koymaya başlıyor. El koydukları arabaların sahiplerini yoksul mahallelerde bir gezintiye çıkarıyorlar. Hemen sonraki sahnede ise bu sefer bir polis şefi, trafikte durdurduğu araçların birinden içeri kafasını uzatıyor ve konuşuyor; “Polis… Özel bir durum nedeniyle arabanıza el koymak zorundayım.” Film, iki el koymanın arasındaki farkları net olarak gösteriyor.
Tupamaros (Tupamaro Gerillaları)
1936’da Uruguay’da kurulan Ulusal Kurtuluş Örgütü’nün yaygın adı. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” temel sloganlarıydı. İsimlerini Peru köylü direnişinin simgesi Tupac Amaru II’den alan şehir gerillası örgütü, bankaları ve işyerlerini soyup yoksulların ihtiyacını karşıladığı eylemlerle adını duyurdu. 1975’teki askeri darbeyle birçok üyesi zindanlarda tutsak edildi, 300 kadar Tupamaro bizzat devlet tarafından katledildi. 1985 yılında Uruguay’ın sözde “demokrasi”ye dönmesiyle, yasal bir zeminde, parti olarak siyaset yürütmeye başladılar.
Daha sonra Tupamaro’ların, uzun süre takip edip kaçırdıkları kişinin kim olduğunu öğreniyoruz. Philip Michael Santore… 1970’te Tupamaro gerillalarının rehin aldığı Uluslararası Gelişme Örgütü üyesi, Amerikalı Dan Mitrione’dan esinlenilerek yaratılan bu karakter, dönemin Latin Amerika siyasetinde ABD etkisini anlatan kilit rollerden birini üstleniyor. Uruguay polisine, halka gözdağı vermek için işlenen cinayetlerin inceliklerini, işkence tekniklerini öğreten Santore, cezaevlerinde kurşuna dizilen devrimcilerin, eylem yaptıkları için katledilenlerin faili oluyor.
Devletin şiddetini en sert uyguladığı darbe dönemlerinde, devletin propagandası, tetiğe dayalı parmağın sahipleri masum birer kurban, ateş altında olanlar ise “ülkesinin kalkınmasını istemeyen, vatanına milletine saygısı olmayan düşmanlar” olarak sunuyor. Costa-Gavras ise yalın bir hikaye içerisinde bu propagandanın gerçek dışılığını ortaya koyuyor.
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Gülmek Politik Bir Eylemdir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşte bu noktada, güncel kültür ve sanat ürünlerinin, bu tepişmeyi teşhir etmekten çok kenarda kıyıda beklediklerini, hatta hiç ortada görünmemeyi seçtiklerini söylemek mümkün.
Mağduriyet edebiyatının ardından seçimler sonucu başa gelen bir güruhun zamanla, neredeyse padişahlık yetkileriyle donanmış olması, en ufak bir eleştiride bulunanın bile kellesinin gittiği bir dönemi kendilerince normalleştiriyor.
Dizilerdeki yapma karakterlere bile tahammülsüzlük gösteren bu anlayış, son bir yılda görülen odur ki, gerçekleri de manipüle etme becerisini gösteriyor.
Ama bu hep böyle miydi? Elbette hayır.
Baskıcı hükümdarların egemen olduğu bu topraklara isyan ile birlikte mizah ve hiciv de gelişti. Kalelerin, sarayın dışında bir muhalif dildi bu aynı zamanda.
Mizahtaki o derin inceliği anlamayan sultanlar çok da önemsemez görünseler de, kuşaktan kuşağa dillendirilen öykülerle, isyanın taşıyıcısı da oldu haliyle.
Günümüzde de sinema, hep bu baskıcı otoriter anlayışa karşı duran örnekler verdi, faşist darbe koşullarında bile.
12 Eylül darbesinin ardından, her şeyin yasaklandığı dönemde, belki de kültür sanat alanında ilk belirgin karşı koyuş Deli Deli Küpeli filmi oldu. Film, bir akıl hastanesinden kaçan iki kişiden birinin, kasabanın aylardır beklediği kaymakam sanılması üzerine kuruludur. Bu kaymakam, sözleri, davranışları, aşı kampanyaları ile inceden inceye Kenan Evren’i eleştiriyle doludur.
Filmin bir sahnesinde, kurulan mahkemede yargılanan Karaoğlu, sırf Samsunlu olduğu için 10 yıl daha cezaya çarptırılır. Çünkü deli kaymakam Fenerbahçelidir ve Samsunspor Fenerbahçe’ye 4 çekmiştir. Bugün bile uydurma gerekçelerle on yıllarca tutsak edilenleri düşününce, askeri darbe ve sıkıyönetim koşullarında böylesi bir eleştirinin değerinin daha da çarpıcı olduğu açıktır.
“Normale dönüş” ile birlikte başımıza Turgut Özal getirilince de çok şey değişmedi. Özal, o meşhur kalemini ekranda sallaya sallaya yalanlarını sıralarken, dilinden hiç düşürmediği bir şey de ortadirek idi. Kapitalizme entegrasyonda arada kalmışlar, hep bir üst sınıfa terfi etme gayretinde olanlar bu ortadirek sözünü öylesine sevdi ki, sözcük ondan sonraki politikacıların da sözlüğüne girdi.
Toplumsal duyarlılığı bugüne göre oldukça yüksek olan Yeşilçam Sineması da bu söyleme seyirci kalmadı. Ortadirek Şaban gibi filmlerle bu sınıflararası ayrım gülümseterek, hem politikacılar hem de bu yalanlara kananlar hicvedildi.
Bu icraatının ardından, Adnan Kahveci ile kafa kafaya verip vergi düzenlemesi yaparak neredeyse her şeyi vergiye bağlayan Katma Değer Vergisi de gündemi oldukça meşgul etmişti. Yeşilçam, bu kez bunu resmetti: Katmadeğer Şaban.
Barınmak için yaptığı gecekondusunun yıkımına engel olmak için tekerlekli gecekondu yapan bir karakterin anlatıldığı Gülen Adam filmi de unutulmazlar arasında. Hatta yıllar sonra buna benzer bir olayın gerçekten yaşanmış olması, sinemanın öngörüsünden değil, beslendiğimiz mizah kültürünün ortak olmasından diyebiliriz.
Farklılıklarla Bir Arada, İsyan Alanına!
Geçtiğimiz yıl Gezi Parkı’nda başlayan ve önce Taksim Meydanı’na, sonra da neredeyse bütün kentlere sıçrayan direniş, Gezi Parkı’na kurulan çadırlarla başlamıştı. Küçük bir memurlukta çalıştığı için aldığı parayla geçinemeyen, bu yüzden de ev kirasını ödeyemeyen bir çiftin anlatıldığı Yakışıklı filminde Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakter, belki de, Gezi Parkı’nda çadır kurma eylemini ilk gerçekleştirendi.
Günümüzde, dershaneler üzerinden başlayan bir tartışma emniyet müdürlerini, bakanları bile koltuklarından edecek boyuta ulaşmış, okyanusun ötesinden beddualar edilmişken, bunun yalnızca “saray” diliyle konuşuluyor olmasına ne demeli? Kral ve soytarıları her gün televizyonda arzı endam ederken biz ne yapıyoruz?
Tamamen Duygusal!
Sinemanın bu anlamda iyi bir dil kuramadığı ortada. Belki de on yıllar boyunca Cem Yılmazlara, Ata Demirerlere gülmeye alıştırılan izleyici, gene onların ağzına ya da o tarza bakıyor. Onlar içinse her şey “tamamen duygusal!”.
Oysa gönlümüz ve gözümüz, bir Kemal Sunal filmi arıyor. İstanbul’un kenar bir mahallesinde geçen, bir dershane patronu ile bir Kuran kursu imamı ve bir mahalle muhtarı arasındaki zaman zaman komik olayları resmeden bir film. İsmi Dershaneler Kralı olmaz belki ama 4+4+4 Şaban olabilir, kim bilir.
Ya da ayakkabı kutularında saklanan trilyonlar neden Köyden İndim Şehire tarzında işlenmesin ki? Kazarak çıktıkları yer İnönü Stadı değil de bir alışveriş merkezi neden olmasın?
Günümüzde politik film diye yapılan işlere baktığımızda da, bu mizahi inceliği göremiyoruz. Daha sert daha asık suratlı filmler, daha politik olarak sunuluyor, bu aslında sistemin de işine geliyor: Mizahı tamamen komediye çevirip içini boşaltmak. Bunu kabullenen sanatçılar da bolca olduğundan, bir sıkıntı da açığa çıkmıyor.
Bir diğer sıkıntı! da adaleti sağladığını, birlik ve beraberliği koruduklarını iddia edenlerin yüzlerinin bir türlü gülmemesi. Oysa madem güzel, faydalı işler yapıyorlar, o halde asıl onların yüzlerinin gülmesi gerekmez miydi?
Ama bakıyoruz, ayakkabı kutusu dolusu parası olanın suratı asık, oyların yarısını alan partinin başının suratı asık. Elinin altında bir cemaat tutanların yüzleri asık.
Düzmece suçlamalarla, uydurma kanıtlarla, yalan karalamalarla tutuklananların yüzlerindeki gülümse ise hiç gitmedi. Ali İsmail’in, Berkin Elvan’ın gülümsemeleri içimizi ısıtmayı sürdürüyor.
Çünkü bu asık suratlı efendilerin karşısında yalnızca gülmek bile politik bir eylem oldu.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Gülmek Politik Bir Eylemdir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>