The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Politika, tarihsel süreç içerisinde toplumsal ilişkilerin ve mekanizmaların değişimiyle birlikte dönüşüme uğramış, oldukça farklı biçimlerde tanımlanmıştır.
Belirli bir yerleşim alanında nüfusları giderek artan topluluklar farklı istek, arzu ve ihtiyaçları yaratmış ve politikanın, toplumsal ihtiyaçların ortaklaşa giderilebilmesinin yolu olduğu giderek ortaya çıkmıştır.
İnsanın toplumsal yapısının işleyiş yolu olarak politikanın önemi kimi düşünür ve filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Aristoteles’in insanı “zoon politikon/politik hayvan” olarak tariflemesi de politikanın insan toplumsallığına ilişkin olduğuna dair bir görüşün yansımasıdır.
Politika temel olarak, zihinsel ve fiziksel alanlarda çeşitlenmiş ihtiyaçların toplumsal çapta giderilmesi için kararlar alma, kararların uygulanmasını sağlama çabası olarak tanımlanabilir.
Toplumsal yaşam biçimlerinin hemen hepsi için geçerli olabilecek bu işleyiş, iktidarlı yapılar ile birlikte yozlaşmış ve dönüşüme uğramıştır. Toplumsal yapıyı ve onun ürettiği avantajları kontrol altına almaya çalışan iktidarlar, baskı ve manipülasyon yoluyla politika yapma biçimini değiştirmiştir. Bu biçim bir kişi, grup ya da sınıfın/zümrenin hakimiyetine geçmiştir. Politika toplumsal bir uğraş olmaktan çıkıp ya tamamen iktidarların hakimiyetinde kalarak sadece “yönetim” olarak anlaşılmış ya da iktidarların izin verdiği ölçüde, sınırlarını iktidarın çizdiği bir çerçeve içerisine hapsedilmiştir.
Siyaset Yapmak
Toplumsal bir sorumluluk içerisinde tek tek bireylerin düşlediklerini eyleyebilmeleri olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük halinin yolu toplumsal yaşamı sürdürmekten ve dolayısıyla politika yapmaktan geçerken iktidar ve mülkiyet ilişkileriyle sarılı otoriter mekanizmaların varlığı ile birlikte yeni politika yapma yolu köleliğe neden olmuştur.
Politika sözcüğü Türkçe’de “siyaset” olarak karşılık bulmaktadır. Arapça kökenli bir kelime olarak siyasetin “hayvan ve reayayı keyfi yönetme” anlamına sahip olması da yukarıda bahsedildiği gibi politikanın yozlaştırılmış biçiminin günümüzde kabul gören anlamını işaret etmektedir.
Günümüzde devlet, politika sahnesini tamamıyla kendisi doldurmaya çalışmaktadır. Politika toplumsal yaşamı tümüyle düzenleme iddiasına sahip devletli sistemin sınırlarına sıkıştırılmıştır. Günümüzde politika denildiğinde akıllara partiler, seçimler, anayasa vs. gelmesinin nedeni de iktidarlı mekanizmaların son üç yüz elli yılda politika alanını domine etmiş olması ve devletli bir işleyişin konusu dışındakileri politikanın dışına itmiş olmasıyla alakalıdır.
Politika ve Anarşizm
Bilimde, teknolojide ve ekonomide büyük gelişmelerin yaşandığı ve aynı zamanda büyük toplumsal sorunların ve dönüşümlerin yaşanmaya başlandığı modern dönemle birlikte toplumsal yaşamın kim tarafından ve hangi temellerle inşa edileceğine dair de önemli düşünce ve hareketler gelişmiştir.
Politikanın sınırlarının tekrar tartışıldığı, politika yapma hakkının tek bir kişi ya da zümrenin elinden alınmak istendiği dönemle birlikte siyasi hareketler ve ideolojiler “politik” arenaya etkide bulunmuştur.
Toplumsal dönüşümü öngören hareket ve ideolojilerin politikanın alanının genişlemesine dair talep ve mücadeleleri, politikanın tanımı ve uygulanmasına dair önemli tartışmaları ve çatışmaları yaratmıştır. Halkın, temsilcileri yoluyla politikaya dahil olmasını isteyen teori ve ideolojilerin yanında toplumsal üretimi sağlayan ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının devleti kontrol ederek toplumsal yaşamı düzenlemesi gerektiğini düşünen teori ve ideolojiler ortaya çıkmıştır.
Politikayı devletli arenada konumlandıran, yönetsel bağlama sokan düşüncelerin karşısında ise anarşizm belirmiştir.
Toplumsal yaşamı düzenlemek politikanın konusu ise anarşizm de toplumun iktidarsız bir biçimde yeniden organize edilmesini savunduğu için politik bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Hem tek bir kişi ya da grubun uğraşı olan eski iktidarlı politika yapma biçimine hem de halkın temsilcileri yoluyla icra edilen politika yapma biçimine karşı çıkarak halkın tamamının toplumsal yaşamı düzenleyebilmesi için etkin birer özne olacağı politika yapma biçimini amaçlamıştır.
Toplumsal yaşamın radikal dönüşümünü, bir devrimi amaçlayan ve buna göre politika yapma biçiminin değişmesini isteyen anarşizmin bu güçlü iddiası ile birlikte, Birinci Enternasyonal, Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi, 1921 Mahnovşçina deneyimi ve 1936 İberya Devrimi başta olmak üzere, dünyadaki toplumsal hareketlerde önemli etkileri bulunan bir hareket ve ideoloji olduğunu görmek mümkündür.
Anarşizm, toplumsal anlamda etkisi yüksek bir hareket ve ideoloji olarak politika yapma biçimlerinin tartışılmasında da oldukça büyük katkılarda bulunmuştur. Liberal politika yapma biçiminde deneyimlenen, temsili demokrasinin çıkmaza girmesi durumu ve işçi sınıfını otoriter araçlardan ayrı düşünemedikleri için politikanın tek partinin çıkar ve söylemlerine terk edildiği örnekleri yerel, bölgesel veya küresel çapta açlık, göç, savaş, sömürü gibi toplumsal adaletsizlik ve baskı pratiklerine neden olmuştur.
Tüm bu toplumsal sorunların çözümü olarak da liberal veya marksist teori ve hareketler özgürlükçü düşüncelerden beslenmeyi tercih etmektedir. Devletli toplumsal yaşama itirazı, birey ve toplum analizleri gelişmiş olan anarşist teori ve pratikten yeni politika yapma araçları ödünç alınmaya çalışılmıştır. Özörgütlenme, özyönetim gibi kavramlar bu yöntem ve araçlardan sadece birkaçıdır.
Günümüzde liberal ve marksist teorilerin etkilendiği bu kavramların kökenleri pek tabi ki klasik anarşist döneme kadar gitmektedir. Ayrıca bugün bu kavramların kökenlerini ve bir ideoloji olarak anarşizmin politikadan ne anladığını klasik anarşist düşünürlerin politikaya bakış açısına bakarsak anlayabiliriz.
Bakunin ve Anarşist Politika
Klasik, devrimci anarşizmin politika ile ilişkisini kurabilmek için yüzümüzü dönmemiz gereken kişilerden biri Bakunin’dir. Bakunin’in devrimci mücadele, anarşizm ve politika konusundaki düşüncelerini en net anlayabileceğimiz metinler ise I. Enternasyonal’e dair yazdıklarında ortaya çıkmaktadır.
Bakunin, dönemindeki politika yapma biçimini analiz etmiş ve politikayı “bugüne kadar, gerçek bir halk politikası olmadı. Bugüne kadar var olan biricik politika, sonu gelmez üstünlük mücadelesinde birbirlerini devirip birbirlerinin yerine geçmek için işçilerin fiziksel yiğitliğini kullanan ayrıcalıklı sınıfların politikası oldu.” sözleriyle eleştirmiştir.
Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bir önceki döneme göre politikanın çerçevesinde büyük değişikliklerin meydana geldiği zamanları da yetersiz ve eksik bulmuştur: “Fransız Devrimi bile halkın konumunu esaslı bir şekilde değiştirmedi. Yalnızca yerine burjuvaziyi geçirmek üzere, soylular sınıfını ortadan kaldırdı”.
Bakunin’in, bu anlayışla birlikte, I. Enternasyonal esnasında yürütülen “Enternasyonal’deki işçilerin politik mücadele verip vermemesi” tartışmasında politika karşıtlığı yapmasını iyi anlamak gerekmektedir: “Kurtuluş söz konusu olduğunda, her türlü politika, gerici unsurlar tarafından belirlendiği için, Enternasyonal’in öncelikle kendisini bir bütün olarak politikadan arındırması ve ardından da burjuva toplumsal düzenin yıkıntıları üzerinde Enternasyonal’in yeni politikasını oluşturması gerekiyordu”.
Enternasyonal örgütlenme Bakunin’e göre sadece ekonomik nitelikte de değildir. Bu kurtuluş aynı zamanda toplumsal, felsefi ve ahlakidir. Ayrıca tüm devletleri ve sınırlarını ortadan kaldırma anlamında da negatif bir politiklik taşımaktadır. Mevcut politik düzeni yıkmak oldukça politik bir niteliktir.
Malatesta ve Politik Mücadele
Anarşist mücadele içerisinde pek çok teorik ve pratik tartışmada yer almış, anarşizmi örgütlemeye çalışmış ve politik örgütlenmelerin içerisinde bulunmuş biri olan Errico Malatesta’nın politika hakkındaki düşüncelerine bakmak da politika yapmanın anarşizm içerisinde nasıl anlaşıldığını görmek açısından önemlidir.
Malatesta politik mücadele sözüyle, devlete karşı mücadeleyi kastetmektedir ve ona göre devlet, yasaları yoluyla politika yapma meşruluğunu kendi elinde tutan bir yapıdır. Herkesi ilgilendiren tüm konularda, herkesin onayı alınmalıdır; bu nedenle Malatesta insanları yeni bir politika tarzına çağırmaktadır.
“Politik özgürlük sağlanmadan ekonomik özgürlüğe, ekonomik özgürlük sağlanmadan da politik özgürlüğe ulaşılamaz” derken de politik özgürlükten kastı -toplumun kendi yaşamını organize edebilmesi için- devletin politik arenadan silinmesidir.
Politika alanını kendi çıkarları doğrultusunda domine eden devletin karşısında halkın yaşamsal acil ihtiyaçlarının karşılanması doğrultusunda verilen hak mücadelelerini de “mücadele ederken de bir şeyler öğrenileceğine ve biraz olsun özgür olmak için başlanan mücadelenin, özgürlüğün tadına varıldığında tamamen özgür olmak için verilen bir mücadeleye dönüşeceğine inanıyoruz.” ifadesiyle politik mücadele kapsamında değerlendirmiştir.
Politik Mücadele ve Devrimci Anarşizm
Bugün her türlü bireysel ve toplumsal özgürlüğün karşısında, toplumsal yaşamın tamamını kontrol etmeye çalışan iktidar mekanizmaları tarafından icra edilen “politika” tarzı, devrimci anarşizmde kullanılacak bir yöntem değildir. Aksine devrimci anarşistlerin, toplumların bütünlüklü özgürlüğü için devletlerin politikasına karşı kendi yaşam alanlarını kurup büyütme ve nihai olarak tüm iktidar mekanizmalarını yok etme mücadelesi kendi politikalarının özünü oluşturmaktadır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post SAVAŞ STRATEJiLERi : Masada Hüsran, Sahada Yenilgi, Sınırda Şantaj – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sadece yaşadığımız topraklarda değil dünyada gündem olan virüs salgını nedeniyle Suriye’deki savaş gündemden düşmüş gibi duruyor. Ancak TSK’ye bağlı birliklerin Suriye’de hava saldırısına uğraması sonucu 34 askerin ölmesinden önce de Suriye’deki savaşın pek gündemde olduğundan bahsedemeyiz. Yani Suriye’deki savaş her an gündemdeki yerini tekrar alabilir. Çünkü yıllardan beri belirli olaylar yaşandıkça gündeme gelen ama hep süren savaş, yeni görünümüyle de olsa devam ediyor.
Şu an inisiyatif Suriye -daha doğrusu- Rusya’da. Suriye’de iktidarı almaya çalışan cihatçılar TC sınırları yakınındaki İdlib’e sıkışmış durumda. Suriye’nin birçok bölgesinden kaçmak zorunda kalan cihatçılar Suriye’nin de yönlendirmesiyle İdlib’e gitmişti. İdlib’se savaşın ilk yıllarından beri cihatçıların en rahat ettiği bölgelerin başında geliyor. Suriye merkezli olarak yaşanan en önemli son gelişme, TC’nin İdlib’teki cihatçıları temsilen, Rusya’nın da TC’yi temsilen yer aldıkları masada varılan anlaşma. İktidarın kaynak sağladığı, artık anaakım haline gelmiş olan medya her ne kadar bu anlaşmayı bir ateşkes olarak değerlendirmiş olsa da Suriye’de silahların susturulduğundan bahsedemeyiz. 5 Mart 2020’de imzalanan bu anlaşmaya giden süreçse Şubat’ın sonlarında başladı.
Şubat’ın 27’sini 28’ine bağlayan gece -TC’nin Suriye Ordusu’na İdlip’te aldığı yerlerden çekilmesi konusunda verdiği “ültimatomun” dolmasına az bir süre kala- TSK’ye bağlı birliklerin hava saldırısına uğraması sonucu resmi rakamlara göre 34 asker ölmüştü. Saldırı, TC kaynaklarına göre Suriye tarafından gerçekleştirildi. Ancak durduğumuz yerden anlaşılan, TSK’ye bağlı birliklerin olmaması gereken yerde yani cihatçıların bulunduğu bölgede olmasıydı. Rusya Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada Ankara’ya verilen ince mesajda, TSK unsurlarının Soçi Mutabakatı uyarınca oluşturulmuş gözlem noktalarından çıkmamaları gerektiği belirtiliyordu. Rusya’nın bunun böyle olmadığını bildiğini ve İdlib’te inisiyatifi ele almaya çalışan TC’yi sıkıştırmak için hava saldırısı gerçekleştirilmesine vesile olduğunu anlamak zor değil.
Rusya ısrarla vurguladığı bu açıklamalarıyla aslında TC’nin, tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği El Kaide türevi HTŞ ile sahadaki ortaklığına vurgu yapıyordu. Çünkü TC, ya Rusya’ya verdiği bilgide TSK’ye bağlı birliklerin olmaması gereken yerde olduğunu söyleyecek ya da Rusya’nın kendi askerlerini öldürmeyeceğine güvenerek hareket edecekti. TC, Rusya’nın kendi askerlerini öldürmeyeceğine güvendi ama Rusya -daha doğrusu Putin- pek de öyle hareket etmedi. TC bu güvenin bedelini de kendi açıkladığı sayıya göre 34 askeriyle ödedi. Ve TC, resmi olarak açıklamadığı ama içinde yer aldığı savaşta iyiden iyiye kendini belli etmenin eşiğine geldi. Sonuçsa diplomatik aşağılanmalar eşliğinde 5 Mart’ta istemeye istemeye imzalanan anlaşma oldu. Bu aşağılanmayı katmerleyen bir diğer gelişme de 5 Mart öncesi beliren Rusya tehdidine karşı NATO-ABD ipine sarılıp askeri değil, belli belirsiz bir diplomatik destek sözü alabilmek oldu.
Dış politikada aşağılanan iktidar, bunu iç politikada bir zafer olarak sunma “başarı”sını gösterebildi ve savaş fırsatçılığı yaparak bu durumdan ekonomiden göçmenlere kadar birçok konuda faydalanmaya çalıştı.
Devletin Savaş Fırsatçılığı
Halklar açısından bu kadar büyük yıkımlara yol açan Suriye Savaşı’nın, diğer taraftan TC başta olmak üzere bölgesel ve küresel devletler açısından “kullanışlılığı” son derece aşikar. TC, Suriye’deki savaşı iç politikada milliyetçiliğin yükseltilmesi; OHAL ve benzeri baskı uygulamalarıyla sokak muhalefetinin bastırılması için araçsallaştırdı. Muhalefeti bastırma konusunda “Savaşa Hayır” içerikli eylemlere izin verilmeyeceğini açıklayacak kadar ileri gitti. Muhalefeti ezerken benzer şekilde Afrin, Fırat Kalkanı ve Bahar Kalkanı gibi bölgelerdeki askeri ve idari varlığıyla iktidar, milliyetçi-muhafazakar tabanına yönelik “Neo Osmanlıcı” vaatlerinin altını fiilen doldurdu.
Biliyoruz ki savaşlar, devletler için sınırları dahilindeki muhalefeti bastırmanın, iktidara yönelik sesleri susturmanın, eylemleri durdurmanın, toplumu “olağanüstü hal” uygulamalarına alıştırmanın süreçleridir. Savaş süreciyle beraber devletin “demokratik” uygulamaları rafa kaldırılır. Toplumsal baskı ve pasifizasyon artar.
Savaş karşıtı eylemlerin yasaklamasıyla net olarak gördük ki savaş vesilesiyle mevcut işleyişe yönelik aykırı söz ve eylem cezalandırılacak, devlet şiddeti en belirgin haline bürünecektir. Devlet bir yandan bu süreçleri istediği gibi şekillendirirken diğer yandan savaşı, bir örneğini Batı’ya salladığı göçmen sopası politikasında gördüğümüz üzere, ekonomik amaçları için kullanacaktır.
Ekonomik Krize Çözüm Olarak Savaş
Ekonomik kriz ezilenlerin yaşamlarını yok ediyor; ekonomik kriz, savaşla hasır altı ediliyor!
Aralık ayında asgari ücret açıklanmıştı: 2.324 TL! Sendikaların açıklamalarına göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 2 bin 219,45 TL. İşçiye açlık sınırından sadece 105 tl fazlası reva görülmüş. Üstelik Türkiye’de çalışan işçilerin %43’ü asgari ücretle çalışıyor. Aynı yıl TC devletinin TSK için harcadığı bütçe ise 19 milyar dolar.
“Fırat Kalkanı Operasyonu” ile gerçekleştirilen işgal harekatında kullanılan altı adet İHA(İnsansız Hava Aracı) Bayraktar ailesine ait Baykar Makina adlı şirketten alınmıştı. Bayrak Makina’nın başında ise Erdoğan’ın diğer damadı Selçuk Bayraktar bulunuyor. Meclis’e verilen soru önergesi ile dönemin Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın açıklamasına göre altı İHA’ya ödenen para 36 milyon dolar olmuş. Üstelik Baykar Makina bu ihalede vergiden de muaf tutulmuş. Hatırlayacaksanız 2018 Ağustos aylarında yaşanan dolar artışı krizi sırasında Erdoğan doların artışını durdurmak için halka dolar bozdurma çağrıları yapmıştı. Ama damadı görmezden gelmiş ki ihale dolar üzerinden gerçekleştirilmiş!
2019 verilerine göre Türkiye’deki 25 milyarder patronun serveti 43,1 milyar dolar ediyor. Son altı yılda geçinemediği için intihar eden işçi sayısı ise 351!
Patronlar servetlerine servet katarken meclis önünde “Geçinemiyorum!” diyerek kendini yakan inşaat işçisi, oğluna pantolon alamadığı için intihar eden torna işçisi, iş bulamadığı için belediye başkanının önünde kendisini yakan genç işçi, aldığı maaşla ay sonunu getiremediği için sonunda kendisini 1600 derecelik demir eritme kazanına atan sanayi işçisi…
Kimi çalışıyor, elde avuçta olan geçinmesine yetmiyordu; kimi iş arıyor, bulamıyor, bir lokma yemeğe muhtaç bırakılıyordu. Ekonomik kriz ezilenleri yaşamdan koparacak noktaya getirirken zenginler servetlerinden bir şey kaybetmek bir yana dursun krizi fırsata dönüştürüp yeni savaşlar yaratarak paralarına para katıyordu. Yeni savaşlar yeni ihaleler demekti onlar için. Televizyonlarda savaş çığırtkanlığı yapma ve süsleyip püsleyip “şehit asker” haberleri verirken sorgulanamayan ihalelerle pastadan paylarını büyütme dönemleriydi. Suriye Savaşı’nın içeriye ekonomik faturası “şehitler tepesi” gibi süslü sözlerle gizlenmeye çalışıladursun, TC -bir benzerini Rusya’nın başarıyla uyguladığı- savaşı “yerli ve milli” silahlarını pazarlayacağı bir “showroom” olarak araçsallaştırmanın da peşinde. Ancak TC, her açıdan bir Rusya olmadığı için, bu stratejinin tutup tutmayacağı ise koca bir soru işareti.
Savaşın Teferruatları: Göçmenler
Suriye’nin İdlib bölgesinde TSK’ye yapılan hava saldırısı sonrasında, devletin göçmenlerin kara ya da deniz yoluyla Avrupa’ya geçişlerini engellememe kararı aldığı bildirilmişti. AKP Sözcüsü Ömer Çelik “Mülteci politikamız aynıdır ama ortada bir durum var, artık mültecileri tutabilecek durumda değiliz.” dedi. İzmir, Çanakkale ve İstanbul’daki birçok göçmen, sahillere ve Trakya’ya yönlendirildi. Uzun zamandır Avrupa, İdlib’deki durumun kötüleşmesi halinde Türkiye’deki göçmenlerin Batı’ya hareketinin hızlanmasıyla tehdit ediliyordu. Suriye sahasında alınan yara sonrası önce NATO devreye sokulmaya çalışıldı. Ancak NATO, TC’nin arkasında olduklarını açıklasa ve Rusya’yı kınasa da bundan öteye gitmedi. TC’nin İdlib’te eksikliğini en çok hissettiği nokta hava sahası konusu. Hava sahasını kullanamayan TC, kendisine yönelik gerçekleştirilecek olan hava saldırılarını da durduramıyor. TC buna karşı son çare olarak da Rusya’dan geçtiğimiz aylarda S-400 almak uğruna kendisinden vazgeçtiği Patriot sistemini görüyor. Ancak köprünün altından çok sular aktı ve TC umduğunu bulamadı. Askeri anlamda aradığını NATO’dan ve ABD’den bulamayan TC, Avrupa’yı zorlamaya ve buradan kendisine bir yarar sağlama yoluna gitti.
Bunun için de göçmenleri her fırsatta bir koz olarak kullanan devlet, 27 Şubat sonrasında bu kozuna hevesle sarıldı. AB’ye ve Batı’ya vermek istediği mesajı açık olarak veremeyenler, insan yaşamları üzerinden tehditlerle Suriye’de kendisine destekçi aradı. Bu hareket Avrupa tarafından pek hoş karşılanmasa da onlar bu tehdit sonrasında TC ile anlaşma yoluna gittiler. TC ile Yunanistan sınırı arasında sıkıştırılan göçmenlere yaşatılan her şey gözlerimizin önünde gerçekleşti. İçişleri Bakanı açıklamalarıyla onbinlerce kişi sınırı geçmiş gibi lanse edildi. Yaşadığımız topraklardaki faşistler de Suriye’deki savaştan kaçıp bu topraklara sığınmış göçmenlere mahallelerde saldırdı. Faşist saldırılarla birlikte göçmenler, evlerini ve dükkanlarını terk ederek Avrupa’ya gitmeleri için tehdit edildi. AB ile yapılan anlaşmadan sonraysa her şey “normale” döndürüldü.
Göçmenleri kendi stratejik pozisyonu için kullanmaktan çekinmeyen ve bunu medyası aracılığıyla dünyaya servis eden devlet, kendisine alan açmaya ve “üzerinde oyunlar oynanan” devlet değil “oynayan” devlet olmaya çalışmaktadır. Bu uğurda seçimlerde propaganda unsuruna dönüştürülen ne ensarlık kaldı ne de muhacirlik.
Devletlerarası Stratejik Pozisyon
Devletin tezkere sonrası aleni hale gelen savaş stratejisi, sadece mevcut bölgedeki siyasi ve ekonomik kazanıma odaklı değildir. Hedeflenen, aynı zamanda devletlerarası siyasi arenada “sözü geçen devletler”den biri olmaktır. Libya’dan Kıbrıs’a, Mısır’dan Suriye’ye sürmekte olan savaşlarda taraf olmak, taraflardan birini desteklemek, doğrudan savaşa müdahil olmak gibi eylemlerle bu arenada pozisyon almayı hedefleyen devlet, iç politikadaki “başına buyrukluğu” sınırları dışında da işletmeye çalışıyor. Bu başına buyrukluk, “fetih politikalarına” evriltilerek sınırlar dahilindeki milliyetçi muhafazakar zihniyetten her koşulda destek sağlanıyor. Dış politikada sözü geçen devlet imajı çizilerek, saldırgan politikalarla statü elde etmeye uğraşarak meşruluk sağlanmaya çalışılıyor.
Destansı söylemlerle uzun vadeli hedeflerini (2023, 2071 gibi) her fırsatta dile getirenler için ne 27 Şubat’ta yaşananların ne de başka zaman yaşanacak can kayıplarının önemi vardır. Devletçi söylemlere uygun şekilde yoğrulan her megaloman proje, ırkçı niyetler ve kutsallıkla pazarlanırken savaşta kaybedilen canların hesabı sorulamamakta ve devletin şehitlik muğlaklığında eriyip gitmektedir. Devletlerin çıkarları uğruna birer “teferruat” olarak görülenler bir sonraki hafta, ay ya da yıl hatırlanmayacaktır.
İktidarlar, kendi çıkarları uğruna milyonlarca insanın yaşamlarını talan etmekten çekinmemekte ve her savaşta olduğu gibi bu savaşta da ezilenleri daha fazla ezmeye çalışmaktadır. Mevcut iktidar ise “sahada ve masadaki” bozgununu, içeride de ekonomik ve siyasi krizini savaşla gizlemenin peşindedir. Ezilenler olarak yapmamız gereken iktidarların savaşında birer piyon olmak değildir. Bizim yapmamız gereken talan edilmeye çalışılan yaşamlarımızı savunmak, bütün savaş propagandalarına karşı mücadelemizi sürdürmek ve özgür bir dünyayı inşa etmektir.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post SAVAŞ STRATEJiLERi : Masada Hüsran, Sahada Yenilgi, Sınırda Şantaj – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir İktidar Yöntemi Olarak: Politikasızlığın Politikası – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız coğrafyanın günlük siyaset dilinin en çok kullanılan kalıplarından biridir; “bu konuda siyaset yapmayın”. Söz konusu kalıp, bahse konu meselenin “siyasete alet edilmemesi” hassasiyeti temelinde gelişir ve politika yapmanın sınırları bu “hassasiyet” çerçevesinde şekillenir. Geçmişte bu kalıp “din” öznesi merkezinde çokça kullanıldı. Dönemin, “merkezdeki” muktedirlerinin, “çevreden” iktidar hamleleri yapan muhafazakarlarını, bu hamlelerini boşa çıkarmaya dönük bir karşı hamleyle kullandıkları bir argümandı: “Dini siyasete alet etmeyin”. Böylelikle dönemin iktidar sahipleri, rakiplerinin altını “politikasızlık” hamlesiyle boşaltırken kendilerine de bu politikasızlık durumundan politika yapma alanı açıyordu.
Bugüne gelindiğinde, politik sahnedeki öznelerin yer değiştirdiğini ve bu sahnenin öznelerinin de çeşitlendiğini görüyoruz. Geçmişin iktidar sahiplerinin ve bu gücü eline geçiren her muktedir için kullanışlılık arz eden “politikasızlık politikasının” da argümanları zenginleştirilerek el değiştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik bugün iktidarı domine etmiş görünen AKP, politikasızlık politikası sopasını sadece eski iktidar sahibi “hasımlarına” karşı kullanmıyor. Bu sopa, parlamentodaki ana muhalefet partisinden kadın hareketine, ekonomik kriz nedenli intiharlara karşı söz söyleyen üniversitelilerden devletin savaş politikalarına itiraz edenlere kadar geniş bir skalayı hedef alıyor.
Geçtiğimiz yılın sonlarında İstanbul Fatih’te dört kardeşin yaşamını sonlandırmasıyla başlayan intiharlar, hemen her gün yenileri eklenerek sürüyor. Söz konusu intiharların, devlet iktidarının ekonomik-siyasi icraatlarının apaçık bir sonucu olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. İktidarı elinde bulunduranlar hariç! Ocak ayında, üniversite öğrencisi Sibel Ünli’nin geçim sıkıntısı nedeniyle yaşamını sonlandırmasının ardından bunu açıkça yaşadık. Sibel Ünli’nin intiharı sonrası sokağa çıkarak eylem yapan arkadaşları, iktidarın sosyal medya aparatları tarafından hedef alındı. “Üniversite öğrencisinin ölümünü bile siyasete alet ettiler!” söylemiyle intiharların politik olduğu gerçeği gizlenmek istendi.
Yine geçtiğimiz Ocak ayında meydana gelen Elazığ Depremi ve Sabiha Gökçen Havalimanı’ndaki pist “kazası”, politikasızlık politikasının -deprem ve “kazanın” siyasete alet edilmemesi gerektiği sözleriyle- devreye sokulduğu başka örneklerdi. Oysa herhangi bir şiddetli depremde ilk yıkılacakların ezilenlerin yaşadıkları binalar olması, iktidarın ranta dayalı ekonomisi, Elazığ Depremi sonrası ortaya çıkan Kızılay yolsuzluğu gibi başlıklar bile meselenin, tam da politikanın orta yerinde durduğunu gösteriyor. Tıpkı Sabiha Gökçen’de yaşanan “kazanın” iktidarla kazan-kazan ilişkisi içindeki şirketlere rant sağlama amacıyla yapılmış 3. Havalimanı ile bağlantısındaki politik nedensellik gibi…
Devlet iktidarının politikasızlık politikasını kullandığı başlıklardan biri de savaş. Son üç yıldır “hikayesini” savaş politikaları üzerinden anlatmaya çalışan iktidar, bu süre zarfında sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirdi. Politikasızlık politikası sopasının daha bir sert sallandığı savaş başlığında, “muhalefetin” de iktidarı yalnız bırakmadığını gördük. Afrin ve Rojava’ya yönelik operasyonlarda “milli bir duruş” sergileyerek hizaya gelen CHP ve türevi “muhalifler” böylece sınırlarını iktidarın belirlediği alanda, bile isteye politika yapma hakkından feragat etti. Bu feragat aynı zamanda neyin politik, neyin politika-üstü olacağı konusunda inisiyatifi iktidara verme, dolayısıyla kategorik olarak pozisyonundan da vazgeçme anlamı taşıyor.
İktidar sahiplerinin elindeki politikasızlık politikası sopasının boşa düşürülmesi ise tam da bu “feragat etme” durumunun anti-tezi ile mümkün olabilir. Devletin savaş politikaları nedeniyle bugün Suriye’yi köy isimlerine varana dek biliyorsak bu tamamen politik bir durumun sonucudur. Ranta ve yolsuzluğa dayalı ekonomi icraatları sonrası yaşanan ekonomik krizde gözler, dövizdeki hareketlenmeye çevriliyorsa bu, “ekonomiyi çökertmek isteyen dış güçlere” karşı politikayı bir kenara bırakma değil, politika üretme alanı yaratmak demektir. Depremden intihara, savaştan ekonomiye dek her şeyin, “siyaset-üstü” değil, politik anlamda söyleme ve eyleme potansiyelini fazlasıyla barındırdığının altı çizilmeli. Aksi halde, şu sıralar gündemin ilk konusu olan koronavirüs salgınında olduğu gibi iktidar, virüse “hızlı müdahalenin” başkanlık sistemi sayesinde gerçekleştiğini söyleyerek “politikasızlık politikası”nın kendi çizdiği sınırlarını, yine kendi lehine genişletecektir.
Emrah Tekin
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bir İktidar Yöntemi Olarak: Politikasızlığın Politikası – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklarda, son zamanlarda ne zaman “büyük”, toplumsal bir olay meydana gelse susmamız ve bu konuyu tartışmamamız isteniyor. İnsanlar yaşamlarına gittikçe daha trajik biçimlerde son veriyor ve topluma şu söyleniyor: Bu konu politika üstüdür ve tartışılamaz. “Susun”! Büyük bir deprem oluyor. Onlarca insan ölüyor, yüzlercesi yaralanıyor. İnsanlar kışın ortasında sokakta kalıyor. Yıllardan beri alınan deprem vergileri nereye gitti diyemiyorsun, çünkü devlet büyükleri “en gerekli şekilde” paraları harcamış oluyor ama hesap vermek zorunda kalmıyor. Susman buyruluyor. T.C askerleri T.C sınırları dışında savaş uçaklarıyla öldürülüyor ve devlet başkanı bunu açıkladığı bir basın açıklamasında espriler yapıyor. Sonra valilik açıklamaları birbiri ardına geliyor, sokakta “Savaşa Hayır” demek yasaklanıyor. Savaş söz konusuysa politika yapamazsın! Dünyada yaşamı durdurmaya başlayan bir virüs oldukça hızlı bir şekilde yayılıyor, toplu taşımayı kullanmaman tavsiye ediliyor ama yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olduğundan dolayı susman ve işini yapman söyleniyor. İsmine ekonomik kriz dedikleri bir furyayla ezilenler daha çok eziliyor, sense buna karşı çıkıp ekonomiyle ilgili konuşamıyorsun çünkü ekonomiyi olumsuz etkilersen hapse atılacağın söyleniyor. Susuyor ve politika yapamıyorsun. Peki o zaman politika dedikleri bu şey tam olarak ne?
Politika Nedir?
Politika, bizim yaşamımız. İktidar, yaşamımızı istediği zaman harcamak, istediği zaman çalmak için politika yapmamızı istemiyor. Çünkü bizim politika yapmamız demek yaşamımıza sahip çıkmamız anlamına gelecek. O yüzden en önemli konular birden bire politika üstü hale getiriliyor. Bizse birer istatistik haline geliyoruz, yaşamlarımız çalınıyor.
Sabah saat kaçta uyanacağımıza biz karar veremiyoruz. Kaçta uyanacağımız bize kapitalizm tarafından dayatılıyor. Devlet bizim fikrimizi almaya dahi gerek görmeden saat dilimlerini değiştiriyor örneğin, güneşin ışıklarını dahi görmeden kapitalizmin çarklarında, okul sıralarında yaşamlarımızı öğütüyorlar. Ne iş yapacağımıza, neyi okuyacağımıza, neyi savunacağımıza zaten biz karar veremiyoruz. İktidar tüm gücüyle bizim üstümüze gelse de bizim bir araya gelmemizi istemiyor. İktidar yaşamlarımıza sahip çıkmamızı, yani politika yapmamızı istemiyor. Dayanışma içinde olmamızı istemiyor, bizi yalnızlığa mahkûm edip, cenderenin içine sokmaya çalışıyor.
İntiharlar Politiktir
İnsanlar -son çare- yaşamlarına kendi elleriyle son veriyor, son vermek zorunda kalıyor. Her intihar aslında sadece vazgeçme anlamına gelmiyor. İnsanların yaşamlarına son vermeleri bu politikasızlaştırma politikasından bağımsız düşünülemez. Belki de en büyük mesajı da bir parçası olamadıkları topluma veriyorlardır.
Kendisi bir kriz olan kapitalizm, ekonomik kriz dönemlerinde bizim yaşamımıza dolaylı değil doğrudan saldırıyor. Ekonomik krizlerle artan geleceksizlik, gündelik yaşantımızı da derinden etkiliyor. Bir yandan işsizlik, kira ödemeleri, faturalar bastırırken bir yandan da gündelik gıda ihtiyaçlarımızı karşılayamaz hale gelmemizle güvensizliğe kapılıyoruz.
Rahatça söyleyebiliriz ki özgüvensizlik bir intiharın zemin duygusudur. Özgüvensizlik hegemonik toplumu ve teslimiyeti yaratır. Bu, kişinin kendini yaşayamamasıyla sonuçlanır. Bu, içinde olduğu topluma karşı koyan bir tepkiye dönüşür. Birey uyumsuzlaşır. Toplumdan kurtulma arzusu artar. Hegemonik olan toplum bu tepki ile bir tepkime yaşar ve bireyi dışlar. Biz bu hegemonyayı ve hegemonya kültürünün kuvvetlendiğini, bunun politik bir şey olduğunu biliyoruz. Bu hegemonyanın entegrasyon ya da yalnızlaşma seçeneğine sıkıştırdığı bireylerin tüm intiharları politiktir.
Virüsler ve Hastalıklar Politikanın Konusu Mudur?
İçinden geçtiğimiz günlerde karantinaya alınan bölgeler, kapatılan ticaret sahaları, uçuş yasakları, iptal edilen kapalı alan etkinlikleri, seyircisiz oynanan veya oynanmayan spor etkinlikleri, tatil edilen okullar ile virüse karşı önlemler alınıyor. Boşalan market rafları, evlerinden çıkmak istemeyen insanlar ve kolonya satışlarında yaşanan patlama. Virüs yaşamlarımızın her alanını en derinden etkiliyor.
Devlet görevlilerinin “Toplu taşıma kullanmayın ve gerekmedikçe evden çıkmayın!” uyarıları arasında genç işçiler kayboluyor. Virüse karşı zenginler için her şey düşünülüyor ama binlerce insanla doğrudan iletişim kurulan alanlarda temizlik işçilerinin, kargo işçilerinin, kuryelerin birbirlerine ve diğer insanlara enfeksiyon bulaştırma riski düşünülmüyor. Ayrıca alınan önlemler kapsamında binlerce genç işçi işsiz kalıyor, işçilerin geliri olmadan evde kalmaları için koşullar oluşturulmuyor, yaşamları önemsenmiyor. İşçilerin müşterilerle doğrudan temas ettiği işyerlerinde de dezenfektan hijyen malzemeleri bulunmuyor. Üst üste 2 gün işe gelmediğinde kıdem tazminatı dâhil olmak üzere hiçbir tazminatı verilmeyen işçiler neredeyse virüs kapmaya zorlanıyor. İşçiden ya virüs kapmaya açık olması ya da yıllarca çalışmış olsun olmasın hiçbir tazminat almadan işten çıkması isteniyor.
Birçok devlet, insanların yaşamlarını önemsemedi. Virüsün yayılmasını ya görmezden geldiler ya da insanlardan saklamaya çalıştılar. Virüsün bu denli yayılmasının ve pek çok coğrafyada halkın sağlığına dair gerekli önlemlerin çok geç alınmasının nedeninin kapitalist sistemle ve devletlerle ilişkili olduğunu görmek, bu sistemin şimdi de gerçek bir biyolojik virüsle yaşamı tehlikeye attığını anlamak gerekiyor.
Deprem – Afetler
Depremler, toplumsal dayanışmanın en acil şekilde kendini hissettirdiği zamanlardandır. Nitekim geçtiğimiz aylar içerisinde de aylar öncesinden yapılan birçok uyarıya rağmen hiçbir önlem alınmaması sebebiyle, bunun bir örneğini de Elazığ depreminde yaşadık. Yakınlarını kaybetmiş, evi yıkılmış ve soğukta dışarda kalmak zorunda olan insanların “burada devlet yok” diye yakınması ve bir bakanın kendisinden cevap bekleyenlere “her şeyi de devletten beklemeyin” demesi gündemi uzun süre meşgul etti.
Çürük binaların içinde yaşamak zorunda olanlar ve görmezden gelindiğimiz için bu binaların altında kalanlar/kalacak olanlar olarak bizim en doğal ve en yaşamsal soruları sormamız dahi istenmedi. Yıllardan beri depreme karşı önlemler için toplandığı iddia edilen deprem vergilerinin akıbeti belirsiz. Devlet büyükleri gerekli gördükleri yerde, gerekli gördükleri şekilde, hiç kimseye sormadan harcadı ve hiç kimseye hesap vermeden de harcamaya devam ediyor. Devletin harcadığı şey deprem vergileri değil aslında. Harcanan bizim yaşamlarımız. Yaşamlarımızı çalan, depremin kendisi değil. Asıl yaşamlarımızı çalan, rant ve çıkarları uğruna kaçak katları ve kesilen kolonları görmezden gelen ve ruhsat verilmeyecek alanlara ruhsat veren kişi ve kurumlar. Yaşamlarımızı çalan, bizim politika yapmamızı istemeyen devletin ve kapitalizmin kendisi.
Sonuç
Yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren –açıkça söylemek gerekirse- biz ezilenleri daha da ezmeye çalışan birçok olay bize yaşatılırken bizden sadece susmamız ve tüm olup bitenlere ses çıkarmamamız isteniyor. İktidar bize politika yapmayın diyor. Faturalarını ödeyemeyen, bakkala yüzlerce lira borcu olan, üstelik iş de bulamayan komşunuz mu intihar etti? Görmezden gelin. “Hayırseverler” zaten dayanamaz ve bu acı durumla ilgilenirler. Deprem sonucunda insanlar mı öldü? Duymamış gibi yapın. Duyduysanız bile yapacaksanız siz bir şeyler yapın, bizden beklemeyin. Kızılay, arsız Ensar vergi ödemesin diye türlü türlü işler çevirirken ezilenler için kılını kıpırdatmaz; sadece deprem sonrasında yaşamını sürdürmek isteyenler için bağış çağrısı yapar. Bunu da duymayın. Her gün “esnek çalışma saatleri” adı altında sömürüldüğünüz işyerlerine giderken kullandığınız toplu taşıma araçlarını kullanmayın çağrısı mı duydunuz? Sorgulamayın.
İktidarın bize dediği şu: “Mutlu olmak, huzurlu bir yaşam sürmek mi istiyorsunuz? Duymayın, konuşmayın, sormayın, görmezden gelin. Akrabanızı, komşunuzu, işyerindeki arkadaşlarınızı yani siz siz yapan insanları düşünmeyin; onlar için üzülmeyin. Virüsten korunabildiğinize değil ancak onu atlattığınıza sevinebilirsiniz. Siz ezilensiniz, haddinizi bilin. Günde beş işçi ölürken bir de işe giderken size bulaşacak olan virüsten mi şikâyet ediyorsunuz? Düşünülmesi gereken bir şeyi devlet büyükleri düşünür ve gereğini yapar”.
Ama zaman, direnme zamanı. Zaman; biz ezilenlerin daha da ezilmeye çalışıldığı krizde, virüs salgınında, depremde kavga zamanıdır. Yaşamlarımızı çalanlara, çalmaya çalışanlara karşı mücadele zamanı. İktidar bizden politika yapmamamızı istediğinde biliyoruz ki yaşamlarımızı daha kolay elimizden almaya çalışacaklardır. Yaşamsal olan politiktir ve zaman, politika yapma zamanı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Yaşamsal Olan Politiktir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ANTi POLiTiKA – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Günümüzde şirketler, toplum içerisindeki çalıştırma ve tükettirme potansiyeli olan bireyleri sınıflandırırken X-Y-Z kuşakları tarzı bölümlendirmeler yapmayı verimli görüyor. Kuşakların doğdukları, çocukluklarını ve gençliklerini geçirdikleri dönemler hesaplanarak yapılan bu ayrımlar üzerinden kuşakların ne tüketmeye, nasıl çalışmaya eğilimli oldukları tespit ediliyor. Tabi ki bu veriler, kısa ve uzun erimli olarak kapitalizmin strateji geliştirirken kullandığı veriler.
Bu tarz bir sınıflandırma, benzer bir kaygıyla olmasa da, toplum içerisindeki bireylerin yaşadıkları dönem farklılıkları göz önünde bulundurularak sosyoloji aracılığıyla yapılıyor. Bireyin içerisinde yaşadığı koşulların, bireyi ve onun düşüncelerini nasıl etkilediğine odaklanan bu yöntemle siyasal, ekonomik ya da toplumsal olayların, bireylerin zaman içerisindeki hareketlerini ve eğilimlerini nasıl etkilediği üzerine odaklanılıyor.
X-Y-Z kuşağı tartışmaları, ne kapitalizmin ne de sosyoloji gibi bilimlerin bu denli popüler bir konusu olmadan, yaşadığımız topraklarda sıkça konuşulan kavramlardandı. Kayıp kuşak, apolitik kuşak diye tabir edilen kavramlar, 1980 askeri darbesi sonrası toplumun politizasyonunun yasaklandığı, politikayla ilgilenmemesi için yaptırımların ve kültürel uygulamaların olduğu bir dönemde çocukluğunu, gençliğini geçirmiş ve devletin politikasızlaştırma politikalarından(depolitizasyon) nasibini alan, apolitik hale gelmiş insanlar için kullanılan kavramlardı.
Tabi ki bu depolitizasyon sürecinin, kapitalizmin tüm dünyada küreselleştirmeye çalıştığı tüketim kültürüyle ilişkisi açıktı. Askeri cuntanın şiddete dayalı uygulamaları karşısında kapitalizmin yarattığı yapay rahatlama alanlarında nefes alanlar, devlet tarafından politik özne olmamayı tercih etmek zorunda bırakıldılar.
Anti
Anti, hangi kelimenin önüne geliyorsa “ona karşı” olma anlamını içerir. Karşıt, zıt, ters gibi anlamlarda kullanılır. Antidemokratik, antikapitalist, antimilitarist, antiemperyalist kavramlarında olduğu gibi.
Apolitiklikten farklı olarak bilinçli bir tercih söz konusudur antipolitiklikte. Siyasete ya da siyasetle ilgili olan şeylere isteyerek karşı olma durumudur. Bu isteği şekillendiren etmenlerle apolitikliğe neden olan etmenler aynı olabilir. Böyle bir durumda, apolitik ve antipolitik arasındaki farklılık flulaşabilir.
Anti-politiklik gibi bir kavramı tartışırken apolitik, depolitik gibi kavramlarla karıştırılma riskini göz önünde bulundurduğumuz gibi “politika”dan ne anlaşıldığı da önemlidir.
Politika denildiğinde akıllara partiler, seçimler, anayasa vs. gelir. Modern devlet son üç yüz elli yılda politika alanını domine etmiş ve devletli bir işleyişin konusu dışındakileri politikanın dışına itmiştir. Bu bağlamda düşünüldüğünde antipolitiklik, işleyiş alanı devlet dışında olmayan, devletin belirlediği “politika”ya karşı olmak gibi görülebilir.
Ancak üstünde duracağımız antipolitika kavramı, devletin belirlediği politikaya veya yine onun belirlenimindeki politik alana karşı olmaktan ziyade, devletli alan içerisindeki bir muhalefet tarzıyla ilişkilidir. Böyle düşünüldüğünde anti politika, bir karşıtlık politikasıdır.
Varlığını Karşıtlık Üstünden Anlamlandırmak
Devletli politik alan içinde anti politika, varlığını karşıtlık üstünden anlamlandırmadır. Bir diğerini olumsuzlamak üzerinden kurulan politik öznenin varlığı, olumsuzladığı “şey”le doğrudan ilişkilidir. Çatışma haliymiş gibi görünen bu durum, aslında çatışmadan çok, karşı olan ve karşısında olunanın birlikte varoluşunu garanti altına alır.
İçinde bulunduğumuz coğrafyadaki devletli politikanın tarafları, bu soyut önermeleri somutlaştırmada oldukça işe yarar örneklerdir. Anti politikanın en büyük örneği ana muhalefettir. Siyasi iktidarı elinde bulunduranın yaptıklarına ve söylediklerine “anti”lik, devletli politik alan içerisindeki muhalif olma durumu için yeterlidir. Dolayısıyla CHP aslında Anti-AKP’dir. Politik söylem, konum ve değerler AKP karşıtlığı üstünden şekillendirilir. Bu durum, AKP’yle hemfikir olmayanların temsilcisi olabilmek için oldukça işlevseldir. Oluşturulan politik hat, devletli alanın dışına çıkmadan (yani devletli yapıyı sorgulamadan, siyasal iktidarın meşruluğuna odaklanmadan) tamamıyla sadece “karşı olmak için karşı olmak” üzerinden şekillendirilir. Popülist bir tarz tutturabilmek için anti politika oldukça elverişlidir. Tabi ki, tam tersi de siyasal iktidarı elinde bulunduran için geçerlidir. AKP’nin popülist stratejilerinin başında anti-Kemalizm gelir. Modern politik sistemde, partiler politik plan ve stratejilerinden dolayı bu denli desteklenmezler; aslında daha çok diğerlerine karşı olmaları üstünden destek alırlar. Yani popülizmle anti politika doğrudan ilişkilidir.
Bu durum, sadece bu coğrafyaya özel bir durum da değildir. ABD’de Cumhuriyetçiler – Demokratlar, İngiltere’de Muhafazakar Parti-İşçi Partisi vs. anti politikanın farklı tezahürleridir. Bu durum iki parti arasında belirginleşebildiği gibi, yaşadığımız coğrafyada son üç yıllık süreçte olduğu gibi ittifak üzerinden gerçekleşen kamplaşmalarla da şekillenebilir.
Karşıtlığı Mücadeleden Arındırmak
Bu haliyle düşünüldüğünde anti politikanın tek etkisinin bu farklı kutupların birbirini beslediği bir sistem oluşturması gibi görülebilir. Durumun diğer etkilerini düşünmek için Ekim ayı sonunda gerçekleşen 3. Havalimanı açılışı süreci önemli bir örnektir.
3. Havalimanı proje aşamasından inşaat sürecinde yaşananlara varıncaya kadar muhalefetin önemli gündemlerinden birisi oldu. İnşaat süresince gerçekleşen işçi cinayetleri, işçilerin çalıştığı koşullar; projenin kendisinin Kuzey Ormanları’nın katledilmesine yol açacak ekolojik bir felaket olması vb. durumlar muhalefetin karşı çıkma nedenleri arasındaydı. Ekolojik tahribata yönelik eylemler de, işçilerin içinde bulundukları koşulları protesto eden eylemler de devlet tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı. Yani devlet, her karşıtlıktan mutlu değil!
Son birkaç güne damgasını vuran havalimanının isminin ne olacağı tartışması, anti politikanın ne olduğunu görmek açısından çok önemli. Havalimanına ilişkin tüm olumsuzluklar, son birkaç günde isminin ne olacağı tartışmalarına indirgenmiş, daha önce yaşanan tüm olumsuzluklar gölgede kalmıştır. İsminin Atatürk olmasını isteyen Anti-AKP muhalifler ile isminin Atatürk olmasını istemeyen Anti-Kemalist cenah arasındaki bu “yapay” zıtlaşma, gerçekten muhalefet edilmesi gerekenleri unutturmuş, meseleyi yine devletli bir düzleme çekmiştir.
Anti politika, işte tam da bunu yapar; mücadeleden arındırılmış bir karşıtlık yaratarak politizasyonu yönlendirir. Sahte muhalefetle, muhalefet yapıyormuş hissiyatı yaratır. Eylemsizliği ve toplumsal olmayan bir muhalefeti yaygınlaştırır. Anti söylemler üretir, ancak gerçekçi toplumsal ve yaşamsal modeller örgütlemeye çalışmaz. Gerçek bir karşıtlık, tüm devletli politik alanı karşısına alacağı için ve bu da anti politikanın kendi kendini hedef alması olacağı için anti politika bunu yapmaz; sürekli bir şekilde hedef şaşırtır ve sorunun kaynağını görünmez kılar.
Anarşizm Karşısında Olduğunu Yıkar ve Savunduğunu Yaratır
Anarşizm anti politika değildir. Çünkü anarşizm, karşısına öncelikle devleti ve bu devletli politik alanı alır. Devlet gibi iktidarlı mekanizmalara karşı olması da, iktidarlı ilişkilere karşı olması da antagonist yapısıyla alakalı değil, kurmaya/inşa etmeye çalıştığı yaşamsal ve politik düzenle ilişkildir.
Anarşizmin karşısında durduğu tüm mekanizma ve ilişkiler, anarşist düşüncenin ve eylemin varlığını yadsır. Bu şu demektir; anarşizm varsa iktidar yoktur, iktidar varsa anarşizm yoktur. Bu tarz bir karşıtlık, birlikte ve uyum içerisinde var olmayı hedeflemez. Politik varlıklarını birbirleriyle ilişkilendirmez.
Anarşizm elbette içerisinde bir karşı çıkışı barındırır. Ancak karşı çıkmakla yetinmeyi savunmaz. Nedensiz bir karşı çıkışı da “her şeye karşı” oluşu da ideolojinin bir parçası saymaz. Anarşizm salt karşı olmanın, muhalefet etmek için muhalefet etmenin ideolojisi değildir.
İktidarlı ilişkileri, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaları yok etmeyi tasarlar. Bunun yanında paylaşma ve dayanışmayı; iktidarsız ilişkilerle oluşturulmuş toplumsal bir yapıyı; mülkiyetin olmadığı, sömürüsüz, ihtiyaç temelli bir ekonomiyi; merkezsiz ve federe bir yapıya sahip siyasal örgütlenmeyi savunur. Bunu şimdiden yaratmak için yöntemler oluşturur.
Karşı olmak, karşı olduğu şeyi yıkmak ve yerine tahayyülünü kurduğu bir yaşamı yaratmak… Anarşizmin anti politikadan farkı bu. Devletli politikanın muhalefetinin de, bu muhalefeti yapmayı maharet sananların da ya da anarşizmi anti politikacılıkla karıştıranların da iyice anlaması gereken fark bu!
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Ggazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.
The post ANTi POLiTiKA – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletlerin Politikaları Bir Göçmen Çadırının Duvarında appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz yıl Makedon sınırında bekleyen Suriyeli bir göçmen aile çadırının üstüne “Ülkene göçmenlerin gelmesini istemiyorsan, başka ülkelere bomba yağdırmaya bayılan politikacılara oy vermeyi bırak.” yazdı. Her gün yanlarından geçerken neden orada olduklarını soran insanlara anlamlı bir cevap…
The post Devletlerin Politikaları Bir Göçmen Çadırının Duvarında appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bu Şehirde Bir Şeyler Eksik” – Hakan Aktuğ Gültürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Boş gökdelenler, fabrikalar, meydanlar, parklar, stadyumlar, alışveriş merkezleri… Çernobil patlamasının meydana geldiği Pripyat şehirinden bahsetmiyorum. 2026 yılında, bir milyon kişinin yaşayacağı bir şehir, inşa çalışması devam eden diğer 20 şehirle beraber Çin’de inşa ediliyor.
Çin’in küresel kapitalist sistemdeki yükselen rolünden rahatsız olan kesimler, bu hayalet şehirleri, bir dizi komplo senaryosunun içinde gündeme getirdi. Birçok ekonomi dergisi şehirleri birer sosyal deney olarak ele alırken, şehirleri ihtiyaç olmayan gereksiz bir harcama olarak değerlendirdi.
Bu 20 şehirden yapımı hemen hemen biten şehir, Çin’in Ordos bölgesinde inşa edilecek olan Kangbashi. 1 milyon kişilik nüfusu karşılayacak boş konutlu şehir, gelecek 20 yılda inşa edilecek 20 şehirden yalnızca biri… 2026 yılında Çin’de gerçekleşmesi tahmin edilen büyük göç dalgasını karşılamak için inşa edilmekte olan bu şehirler, göç dalgası beklenen yerlere yakın yerlere inşa ediliyor.
Bu inşa sürecinin başında hiç kuşkusuz Çin Komünist Partisi ve devlet başkanı Xi Jinping var. Jinping’in politik hayata kazandırdığı “Çin Rüyası” kavramı, uluslararası medyada oldukça gündem olmuştu. Belki bu rüyanın bir yansıması olarak görmek gerekir bu boş şehirleri. “Büyük Türkiye” rüyaları görenlerle oldukça benzer…
Çin Rüyası’nı gerçekleştirmek için iki yüzyıl hedefi bulunuyor Jinping’in. İlki Çin Komünist Partisi’nin yüzüncü yılı olan 2021, diğeri de Çin Halk Cumhuriyeti Devleti’nin yüzüncü yılı olan 2049. Benzerlikler, benzerlikler…
İlk hedef ekonomik açıdan zengin bir toplum oluşturmak; ikinci hedef de demokratik, modern ve uyumlu bir sosyalist devlet meydana getirmek. Neyle uyumlu olması istendiği aşikar…
20 yılda 20 şehir sloganıyla yola çıkan projeye yönelik eleştirilerin bir kısmının diğer kapitalist rakiplerin yönlendirici olma niteliği taşıyan, ABD menşeili eleştiriler olduğu aşikar… Finans sektörü spekülasyon üzerinden kar ediyor ne de olsa!
Öte yandan eleştirilerin diğer boyutunu da görmek gerek. Bu iki hedef de 13. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile ilgili. 1953 yılından bu yana, Çin’deki ekonomik, sosyal ve politik değişimlerde bu beş yıllık kalkınma planları önemli bir yer tutuyor. Kalkınma planlarının merkezi, Çin’deki büyük işgücü olanağı.
Yani, günde 2 doların altına çalıştırılan işçilerle bu kalkınma planlarını gerçekleştirebilirsiniz. Değil yirmi, yüz yirmi şehir inşa edebilirsiniz. Ancak, bu şehirlerdeki binaları kimlere satabilirsiniz? Günde 2 doların altında çalışan işçilere mi? Toplumsal sorunlara, tümden gelimli merkez planlamalı çözümler… Benzerlikler, benzerlikler…
Beklenilen bir sonuç Yjiapu bölgesinde gerçekleşti. Örneğin, sadece Çin’in değil, dünya finansının merkezlerinden biri sayılan Tianjin şehri yakınına inşa edilen “asrın projesi” Yjiapu bölgesinin, 2014 yılında açılması bekleniyordu. Bölge, Manhattan’ın Çin versiyonu gibi inşa ediliyordu. Ancak inşaatlar yavaşladı ve bölgenin açılması sarktı.
Çin’in kalkınma planları ya da büyüme hedefleri yaşadığımız toprakları talan eden iktidarla kimi benzerlikler taşıyor olsa da tabi bir de farklılıklar var. Çin, boş şehirler inşa ederken; yaşadığımız topraklardaysa şehirler zorla boşaltılıyor, yakılıyor, yıkılıyor… Yeniden inşa bahanesiyle peşkeş çekilmeye hazırlanıp, birer birer insansızlaştırılan “hayalet şehirler”e dönüşüyor…
The post “Bu Şehirde Bir Şeyler Eksik” – Hakan Aktuğ Gültürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Mart ayının sonlarına doğru Pakistan’ın Lahor kentindeki bir lunaparka düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadın olan toplam 70 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıyı Pakistan Talibanı’na bağlı Cemaat-ul Ahrar üstlendi. Selefi-cihatçı grupların düzenlediği bu ve buna benzer katliamların, artık Pakistan coğrafyasının rutini haline geldiği söylenebilir. Bunda da en büyük neden, Pakistan devletinin izlediği politikalar.
Çoğunluğu yoksul yaklaşık 200 milyonluk nüfusu ve elinde bulundurduğu nükleer silahlarla Pakistan devleti, bölgesel çapta bir süper güç. Pakistan, işte tam da bu “özgüvenle”, özellikle 1980’lerin başlarında, etnik ve siyasal anlamda zaten fazlasıyla karmaşık olan coğrafyasında, bir takım dengeleri değiştirmeye soyundu. Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesiyle ABD tarafından devreye sokulan ve komünizm tehdidine karşı İslami akımları desteklemek şeklinde özetlenebilecek “Yeşil Kuşak” doktrininde Pakistan kilit bir devletti. Pakistan bu süreçte Afganistan’daki SSCB karşıtı mücahitleri (yazının girişinde bahsi geçen katliamın faili Taliban başta olmak üzere) desteklerken, nihai amacı ise burada kendi himayesinde İslami bir yönetim kurmaktı. Bu anlamda Afganistan’da savaşacak selefi cihatçılar için sınırında “açık kapı politikası” uyguladı. İstihbarat servisi aracılığıyla, cihatçılara eğitim verdi. Tüm bunları yaparken en büyük destekçileri ise ABD ve Suudi Arabistan idi. Pakistan’da Lahor’daki katliam benzeri saldırıları adeta yaşamın normal seyrinde bir sıradanlığa çeviren süreç, bizzat devlet tarafından, işte böyle adım adım örüldü.
Benzer devlet politikalarıyla, coğrafyamızda Pakistanlaşma sürecini de bizler yaşıyoruz. Sultanahmet, İstiklal Caddesi bombalamaları ve sonrasında devlet yetkililerinden gelen açıklamalar, toplumu benzer saldırılara hazırlama yönünde adeta. Ancak işin trajikomik yanı ise olası saldırıların toplum olarak ön bilgisini, Alman ve ABD konsolosluklarından alıyor oluşumuz. Devlet erkanı tutturduğu “güvenlik zafiyeti yok” teranesinden milim sapmamışken; durum, burnundan kıl aldırmayan devlet kibrine takdirlik(!) bir örnek.
Oysa hayaller büyüktü TC için, özgüven de bir o kadar yüksekti. Cihatçı örgütler eliyle Suriye’de rejim değişecek, Neo-Osmanlıcı politikalar tıkır tıkır işleyecekti. Olmadı. Suriye’de rejimin -en azından kısa vadede değişmeyecek biçimde- kalıcı olduğunun anlaşılması, TC’nin elini bir kademe düşürdü. Bu kez, henüz hala “kullanışlı olan” cihatçı örgütler, Kürtler ve muhaliflerin üzerine salındı. Pirsus ve 10 Ekim Ankara katliamları ile hayata geçirilen plan buydu. Bu planın da süresi doldu, bizzat kendileri yapıyorlar şimdi daha büyüklerini. Şimdilerde de, küresel devletlere dönük değerli yalnızlık böbürlenmelerinden, “Suriye’de bizi niye yalnız bıraktınız” sızlanmalarına geçildi.
Devletin kolluk güçlerinin “eskort”luğunda sınırlardan geçirilen cihatçılar… Onlara eskortluk yapan, aynı devlet birimlerinin mühimmat geçişlerindeki rolleri… Olan bitenin adı da baştan konmuş “Şii rejimlere öfkeli gençlere” destek…
Desteğin ulaşılabileceği boyutun bir evresinde ise, devletin en tepesinden gelen, IŞİD’in bir ton açığı An-Nusra’nın neden desteklenmediği serzenişi…
Tüm bu içi boş ve bedeli bizlere katliamlarla ödetilen politikalarının somut sonuçları ise Pakistan benzeri bir bumerang etkisi. Şimdilik Pakistan coğrafyasındaki kadar sıradanlık arz etmese de Sultanahmet ve İstiklal Caddesi’nde patlayan bombalar, IŞİD başta olmak üzere cihatçı örgütlerin “kullanım süresinin” dolmaya başladığını gösteriyor. Pakistan-Afganistan-Suriye-TC hattında yaşanan bumerang etkisi ise İstiklal Caddesi patlamasıyla devlete yakın medya kalemşorlarınca “bombalara alışmalıyız” diye sıradanlaştırılmak isteniyor.
The post “Suriyeleşme Pakistanlaşma” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Birkaç hafta önce, Ahmet Davutoğlu, yasalaşması için meclise gönderilecek olan tasarıda “taşeronlara kadro müjdesi” dedi. Bu açıklama işçiyi sevindirdi, neden mi? Tüm taşeron işçileri devlet güvencesi altında kadrolu olacaktı ve bu, devletin patronluğunda ücretli kölelik de olsa taşeron olmaktan yeğdi.
Devletin işçiye anlatacak masalı çok, dinleyeni oldukça tabi. Davutoğlu’nun meclise gönderdiği bu tasarı da devletin bir başka masalı. Yüzeysel okuduğunuzda masalda patron değişmiş, sanki devlet tüm taşeron(alt işveren) işçilerini sahip olduğu kurumlarda çalıştıracakmış, kadroya alacakmış. Bazı masallar gerçekten uzaktır ve dinleyene yalan söyler. Buna örnek olarak dünya çapında bilinen bir masal vardır; Fareli Köyün Kavalcısı.
Bir köy farelerin istilası altındadır. Günün birinde kaval çalan bir adam, köyü farelerden temizleyebileceğini söyler. Köylüler de adam bunu başarırsa ona yüklü miktarda para vereceklerini söylerler; anlaşma yapılır. Adam, kaval çalarak tüm fareleri etkileyip peşinden sürükleyerek köyün dışına çıkarır. Ama köylüler adama parasını vermeyi reddeder. Bunun üzerine kavalcı, tüm köyün çocuklarını bir nehre sürükleyerek, çocukların boğulmasına sebep olur. Sadece topal bir çocuk, diğerlerinin hızına yetişemediği için kurtulur. Yani aslında bize masallar hep mutlu sonla biter deseler de öyle değildir.
Devletlerin ve politikacıların yaptığı da buna benzer. Yöntem de gaye de aynı: Yanıltmak. Mutlu sonla bitecek bir gerçeklik uydurarak yanıltmak.
Gelgelelim Davutoğlu ve akabinde Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın açıklamalarına; onların masallarına. 720 bin taşeron işçisi alınacakmış kadroya. Kimse dışarıda kalmayacak diyor Davutoğlu; fakat biraz derinleştirerek okuduğunuzda, hepsinin yalan olduğunu açıkça görüyorsunuz. Neden mi yalan? Sıralayalım.
Çünkü kadroya geçmek isteyen işçilerin, öncelikle taşeronda en az 12 ay çalışmış olması, Kasım ayından önce işe başlamış olmaları gerekiyor. Tabi yetmiyor, oyalamanın perdeli hali olan sınava girmeleri gerekiyor. Bu da yetmiyor, sınava girmeleri için de geçmişe dönük hakları için dava açmamaları, hukuki tüm haklarından vazgeçmeleri gerekiyor. Yetmiyor sınavı kazansalar bile, sadece kurumların açtığı kadro kadarı alınabiliyor. İşçiler tüm bu süreçlerden geçseler bile devlet memuru olarak kadroya geçmiş olmuyor, özel sözleşmeli personel oluyorlar. Devletin kadro güvencesi dediği de ömür boyu değil, sadece üç yıl sürüyor. Özel sözleşmeli personelle yalnızca 3 yıllık sözleşme yapılıyor ve devlet, eğer istemezse, üç yıl sonra işçiyi kapı dışarı edebiliyor.
Davutoğlu’nun “taşeronlara kadro” masalında da yalan ve sömürü düşecek dinleyen işçilerin payına. En iyisi mi biz, her masala kanmayalım!
The post “Bir Varmış Bir Yokmuş Taşeron İşçisi Kadro Masalı” – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Unutmadıklarımız Affetmediklerimiz” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İktidarların bitmek bilmeyen savaş politikalarıyla yaşamlarımızı çalmasına, devletin işbirliği yaparak beslediği çetelerin katliamlarına karşı çıkmışlardı yola. Kobane yoluna, çantalarına doldurdukları oyuncaklarla çıkacak; inançlarını, inşa edilmek istenen yeni-özgür yaşamın harcına karacaklardı. Olmadı. Çünkü devlet denen canavar kana asla doymuyordu; 20 Temmuz 2015 günü, Suruç’ta patlattığı bombayla aldı onları aramızdan.
Suruç Katliamı’nın ardından devletin saldırıları giderek yoğunlaştı; savaş tırmandırıldı. Ancak ne katledilenlerin acısı dindi yüreğimizde ne de katillere olan öfkemiz… Katliamın ardından aylar geçti. Suruç’un ardından sayısız arkadaşımız, coğrafyanın birçok noktasında, aynı savaş politikalarıyla katledildi.
Kara bayraklarıyla ordulara, devletlere ve iktidarın tüm biçimlerine karşı mücadele ederken katledilenlerin ardından, “onların inancı başka mücadelelere filizlendi”. Suruç’ta katledilen Vatan’ın babası, katliamın sekizinci ayında, mezarı başında düzenlenen anmada işte böyle söylüyordu. Tıpkı oğlunu toprağa verirken “onunla gurur duyduğunu” belirttiği gibi: “Sadece oğlum değil, arkadaşımdı, yoldaşımdı…”
Suruç’ta yaşamını yitiren Alper’in ardından da, aynı gururla konuşuyordu dostları, yoldaşları. Alper, doğum günü olan 14 Nisan’da, işte bu gururla anılıyordu. Alper’in ardından söylenen yazılan birçok şey olmuştu; ama her şey, onun yaşamı boyunca mücadelesini verdiği anarşizm ideali ile belirginleşiyordu. Elinde kara bayrağı, yüreğinde iktidarsız bir dünyaya olan inancı…
Suruç Katliamı, bu toprakların tarihinde asla unutulmayacak bir katliam olarak hafızalarımıza kazınırken; bizler için de beş anarşist yoldaşımızın, arkadaşımızın Alper’in, Vatan’ın, Evrim Deniz’in, Med Ali’nin ve Serhat’ın aramızdan koparıldığı gün olarak kalacaktır. Özgür bir dünyaya olan inancımızla verdiğimiz bu kavgada yitenler, hiçbir zaman unutulmayacaktır.
The post “Unutmadıklarımız Affetmediklerimiz” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her şey size garip ve yapaymış gibi görünmeye başlıyorsa, etrafınızdaki hiçbir şeyin gerçek olmadığı duygusuna kapılıyorsanız, her yeri bir sahneye benzetiyor, herkesi de o sahnede rol yapanlar olarak algılıyorsanız, sizde de Capgras Sendromu olabilir. Mesela annenizin yüzüne bakıp “karşımdaki insan anneme benzeyen ama annem olmayan birisi” diyebilirsiniz bu sendromun etkisiyle. Çevrenizdeki her şeye kuşkuyla yaklaşır, güven duyamazsınız.
Adını Fransız psikiyatr Jean Marie Joseph Capgras’dan alan bu sendrom, genelde kafasına darbe almış ya da Alzheimer gibi “hastalık”lardan mustarip olan kişilerde görülür. Ebeveynlerinin, eşinin, kardeşinin, köpeğinin, hatta kimi durumlarda, kendisinin bile bir “sahtekar” olduğuna inanır.
Ünlü sinirbilimci Prof. Vilayanur S. Ramachandran, “Phantoms In The Brain” adlı kitabında, annesinin ve babasının birer “sahtekar” olduğunu söyleyen Capgras sendromlu bir gencin durumunu anlatır. Gencin herhangi bir duyguyu deneyimlemek ya da yüzleri tanımak konusunda bir sıkıntısı yoktur. Ne var ki, tanıdık yüzler söz konusu olduğunda herhangi bir duygu hissedemiyor ve dolayısıyla anne babasının gerçek anne babası olmadığını, tıpkı onlara benzeyen fakat onların yerine geçmiş birer “sahtekar” olduklarını düşünüyordu.
Normalde, tanıdık bir yüz gördüğümüzde, beynimizin bellek, öğrenme, duygusal denge ve sosyalleşme konularından sorumlu temporal lobundaki görsel patikalar harekete geçer. Sonra, bu etkinlikler, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasından sorumlu beynin amigdala bölgesini uyarır ve o yüzü tanımamızı sağlar. Ne var ki, bu sendromdan yakınan hastalar yakınlarının yüzünü gördüklerinde, yüzleri tanıyor fakat tanıdık birini görmenin verdiği o sıcaklık/yakınlık hissini yaşayamadıkları için sanki o kişi gerçek değilmiş de onun yerine bir sahtekar geçmiş sanrısına kapılıyorlar.
Capgras Sendromu, nörolojideki en tuhaf ve en nadir görülen vakalardan biri sayılıyor. Ama bu yazıyı okuduktan sonra çevremize daha dikkatli bir biçimde bakalım. Gezindiğimiz sokakta, bindiğimiz dolmuşta, iş yerimizde ve okulumuzda, bu sendromun belirtilerini gösteren ne kadar çok kişi görüyoruz? Bu bizi şaşırtıyor mu peki?
7 gün 24 saat devletin resmi propagandasıyla yüklenmiş olan medyanın etkisi, yine de geryleçeklerin üzerini bütünü örtemiyor. Sahteyle gerçeği ayırma gayreti, beraberinde, her şeye kuşkuyla yaklaşmayı getiriyor.
Tüm renkli ve göz alıcı şovlarına karşın “televizyondaki kişi özgürlükten söz eden birisine benziyor ama hiç de öyle olmayan birisi” denebiliyor. Seçimden seçime köyüne gelen bir politikacıya da güvenilmiyor. Medyanın, derelerini savunan köylüyü düşman göstermesine de, devletin baskısına karşı öfkesini sokaklara taşıyanı terörist olarak nitelemesine de, militarist orduya katılmayı reddeden genci vatan haini olarak adlandırmasına da…
İnanılmıyor da, insanı da, doğayı da katledenlerin hiç bir şey olmamış gibi davranmaları insanda başka bir kuşkuya yol açmıyor da değil. Barış diyenlerin hala operasyona devam etmeleri, ekoloji diyenlerin orman kesmeleri, çözüm diyenlerin ev baskınlarına girişmesi…
Capgras Sendromu’nda çözüm olarak duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin kuvvetlendirilmesi önerilir. Görülenin hatırlanması, gerçeğin unutulmaması için böyle salık verilir.
Şimdi bizler de yakınımızdakilere, kendimize dönüp bakar, gerçekleri unutmamaya çalışırken, bizden gizlenen gerçekleri bulup sıkıca tutmalıyız. İktidarlar tarafından yok edilmek istenen toplumsal belleği ve toplumsal tepkiyi daha da kuvvetlendirerek, sahtekarlıklardan birer birer sıyrılmalı ve gerçeği savunmalıyız.
The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” RETORİK ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yunanca rhetorikos yani hitabet kavramından türemiş olan bu kavram ilk kez Platon’un Gorgias adlı eserinde karşımıza çıkıyor. Retorik zaman içerisinde farklı düşünürlerce, farklı biçimlerde tanımlanmıştır.
Platon’a göre “hakikat yerine yanılsamaları üreten bir konuşma türü” yani “yargı yerlerinde yargıçları, mecliste üyeleri, halk toplantılarında ve bütün yurttaş toplantılarında bulunanları sözle kandırma kudreti”dir. Aristotales’e göre ise “herhangi bir bilimsel bilgi gerektirmeyen ikna metodu”dur. Bu alanda en çok düşünce üretmiş filozoflardan olan Aristoteles, retoriğin üç ana kaynağı olduğunu; bunların, konuşmacının kendi karakteri, dinleyici grubun karakteri ve konuşmacının sözü kullanımı olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde retoriğin yapılış amacı olan inandırma eylemi de, üç farklı boyutta şekillenir. Bunlar Ethos, Pathos ve Logostur. Bu evreler, aynı yöntemin birbiriyle bütün üç parçasıdır. Ethos, konuşmacının kendi konuşmasıyla karakterinin uyumudur. Konuşmacı dinleyicinin gözünde ne kadar tutarlıysa ve karakteriyle ne kadar paralel bir konuşma gerçekleştirirse o kadar inandırıcı olur. İkinci evre Pathos’tur. Bu evrede konuşmacı dinleyiciyle empati yapmak ve bu doğrultuda bir hava yaratmak için uğraşır. Dinleyicinin pozisyonu odak noktasıdır. Üçüncü evre olan Logos ise anlatımın mantık ve kanıtlar çerçevesinde vücut bulduğu evredir. Aristoteles, retoriği kabaca böyle açıklamıştır.
Aristoteles sonraki çalışmalarında retoriğe tekrar dönmüştür. Konuşma biçimlerini sınıflandırırken bahsettiği söylev türlerinden Adli Söylev’de ve Politik Söylev’de retoriğin bolca kullanıldığını söyler. Politikacıların ve hukukçuların retoriği oldukça fazla kullanmasının en önemli nedeni, dinleyicinin pasif kaldığı bu konuşma biçiminde amacın inandırma ya da “kandırma” üzerine kurulu olmasıdır.
Farklı biçimlerde tanımlanmış olsa da en genel anlamıyla retorik etkili konuşma, inandırma ve ikna kavramlarıyla ifade edilmiştir. İkna; insanların inançlarını, tutumlarını, niyetlerini veya davranışlarını değiştirebilecek iletişim sürecidir. Bu süreçte, konuşmanın niteliğinde doğru veya yanlış olanın, gerçeğin bir önemi yoktur. Önemli olan, konuşmacının karşısındakini istediği şeye ne kadar ikna edebildiği, inandırabildiği, kandırabildiğidir.
Not: Bu yazıda retorik kullanılmamıştır!
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” RETORİK ” – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>