The post 3 Yılda Psikiyatri Kliniklerine 8 Milyona Yakın Başvuru appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>CHP Vekili İrfan Kaplan’ın verdiği soru önergesine Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’dan yanıt geldi. Bakan Koca, soru önergesini Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü’nün bilgi notuyla yanıtladı. Koca, TBMM’ye gönderilen yazılı yanıtında, “2017-2019 yıllarını kapsayan üç yıllık dönemde, tüm hastanelerdeki psikiyatri kliniklerine toplam 7 milyon 953 bin 651 kişilik başvuru olmuştur” dedi.
Kaplan önergesinde, 2017-2019 yılları arasında, psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle hastanelere başvuranlarla ilgili verilerin açıklanmasını istemişti. Önergede, “Psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle hastaneye ve aile hekimliklerine başvuran kişi sayısı kaçtır. İllere göre dağılımı nedir. Cinsiyet ve yaş dağılımı nedir” sorularını yöneltilmişti.
Bu soruya ilişkin verilen yanıtta kliniklere giden 7 milyon 953 bin kişinin yüzde 69’unu kadın yüzde 31’ini ise erkekler oluşturduğu belirtildi.
CHP Vekili İrfan Kaplan “Bakan Koca, sadece son 3 yılda hastanelerin psikiyatri kliniklerine başvuran kişi sayısının ve cinsiyete göre dağılımının cevabını vermiş. Sorduğum dört sorudan en azından bir tanesini yanıtladığı için Sayın Bakan’a teşekkür ediyorum. Sarayın Meclisi işlevsizleştirilmeye çalıştığı bu dönemde bir soruya cevap vermiş olmalarına bile insan şaşırıyor” dedi.
The post 3 Yılda Psikiyatri Kliniklerine 8 Milyona Yakın Başvuru appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.
The post Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yavaş yavaş zayıflayamıyor, her şeyden bir anda elinizi eteğinizi çekip gözle görülür bir kilo mu vermek istiyorsunuz? 3 günde 5 kilo verebilirsiniz. Eğer böyle düşünenlerden biriyseniz ‘İsveç Diyeti’ni uygulayabilirsiniz, ancak…
Yaza incecik girmek ya da fazla kilolardan kurtulmak için yeme alışkanlıklarında radikal değişiklikler yapmak şu günlerde pek çok sofrada tartışma konusu. Birbirinden ilginç fikirler, irade denemeleri, kararlılık yeminlerinin ardı arkası kesilmiyor. Şüphesiz bu durumun aktörleri, bahsedeceklerimden kat kat fazlasını biliyorlar. Ancak günübirlik yaşamda reflekslere indirgenmiş bu yaklaşım ve davranışları da yeniden gözden geçirmek şu zorlu günlerde yararlı olabilir.
Zayıflamanın Mucize Yöntemi: İsveç Diyeti
Evet, akla ilk gelen soru: Neden İsveç? Daha önce diyetlerle ilgilenenler şaşırmayacak; diyetin İsveçle hiçbir alakası yok. Olması da gerekmez zaten. Önemli olan ilgi çekici bir isme sahip olması ve akılda kalıcılığı. Gerçi İsveç pek çok kez İsviçre ile karıştırılıyor olsa da bu, diyetin ilgi çekiciliğini azaltmıyor.
Diyet 13 gün sürüyor. İnternette, diyet listesinin dolaştığı sayfalarda 13 gün diyeti ve Danimarka diyeti gibi farklı isimlerdeki diyet listeleriyle de görülebiliyor. Dahiyane diyetin mucidi edalarındaki internet sitesindeki yorumlarda görüldüğü kadarıyla 2. güne kadar sorular ve yorumlar yoğun seyrediyor, 6. günden sonrası ile ilgili de neredeyse hiçbir yorum yok. Zira listeye göz attıkça 7. günün akşam menüsü dikkat çekiyor: Yok!
Diyeti Türkçeye kazandıran şahıs da öyle radikal değişiklikler yapmış ki zaten akıllara zarar olan diyete deyim yerindeyse tuz biber ekmiş. Pek çok günün öğle ve akşam yemeği Lunch ve Dinner kelimeleri dolayısıyla karıştırılmış. Örneğin 4. günün İngilizce menüsünde “Lunch: 200 ml orange juice + 1 can of natural yoğurt” (Öğle yemeği: 200 ml -yani 1 su bardağı- portakal suyu + 1 kutu -yani ne kadar olduğu belirsiz miktarda- doğal yoğurt) önerilirken bakalım Türkçeye nasıl geçmiş: Akşam: 2 dilim portakalın suyu, 100 gram yoğurt. Yoğurdun miktarı hangi kutuya göre hesaplandı bilinmez. Ancak bir portakalın hangi 2 diliminden 1 bardak portakal suyu çıkacağını sorgulamaya bile gerek yok.
Kahvaltılar ise başlı başına fiyasko. Diyetin en mantıklı kahvaltısı 12. günün sabahında: 1 havuç. Tabi eğer o güne kadar gelebilirseniz. Diğer günlerde ise kahvaltılar genellikle 1 fincan kahve ve kesme şekerle geçiştiriliyor. Evet yanlış duymadınız, bildiğimiz rafine kesme şeker.
Zayıflatacağını İddia Eden Diyette Kesme Şekerinin İşi Ne?
Sağlıklı beslenmenin gerekliliğini söyleyen bu diyet sayfası hangi akla hizmet onca işlemden geçirilmiş bir maddeyi tüketmemiz gerektiğini söyleyebiliyor?
Diyette önerilen kesme şeker aslında şeker kamışı, şeker pancarı veya nişasta bazlı (mısır gibi) bitkilerden, fabrikasyon ortamda ileri teknoloji ve kimyasal katkılarla üretilen kristal şekerin kömür, hayvan kemiği külü, ya da sentetik reçinelerle ağartılmasının ardından kimyasal yapıştırıcılarla sıkıştırılmasıyla şekillendirilmiş küp hali.
Şekerin Ne Zararı Var?
Şeker bilindiği üzere karbonhidrat sınıfı yiyeceklerin basit yapılı bir türüdür. Doğal yollarla tüketeceğimiz besinlerin beyindekiler dahil tüm sinir hücrelerinin kullanacağı yapıya dönüştürülmesi ihtiyaç duyulan hızda ve vücudun kontrolünü sağladığı miktarda gerçekleşir. Rafine şekerin yendiği gibi, vücutta herhangi bir kontrol mekanizmasının düzenlemesine fırsat tanımadan kana karışması ilk olarak kan şekerini yükseltmektedir. Kanda yükselen şeker oranına yanıt olarak pankreastan insülin hormonu salgılanır. Bu hormon kanda dolaşan şekerin hücreler tarafından bir an önce kullanılması ya da depolanması mesajını taşır.
Rafine şeker içeren gıdalar glikozun kandaki ani artışına cevap olarak üretilen yoğun miktarda insüline karşı zamanla duyarsız hale gelir. Ve yapmaları gerekeni anlamak için daha fazla uyarıya yani insüline gereksinim duyarlar. İnsülin duyarlığının azalması durumu Tip 2 Diyabet olarak adlandırılır. “Bende şeker var” diyen pek çok kişinin bahsettiği de kısaca bu durumdur.
Rafine Şekerin Beyinde Yol Açtığı Zarar: Bağımlılık
Beyin hücreleri, nöronlar, sadece şekerle beslenirler. Öyle ki beyni ve omuriliği çevreleyen zarın içindeki Beyin Omurilik Sıvısı’na yalnızca şekerin giriş yapma ayrıcalığı vardır. Nöronlar insülinin mesajında belirtilen “kullan ya da depola” komutunda depolama işlevine sahip olmadığı için yalnızca kullanabilirler. Yine depoları da olmadığı için kendilerine sürekli olarak hazır şeker gönderilmelidir. Vücut bunu karaciğerin ve pankreasın büyük role sahip olduğu bir mekanizmayla kendiliğinden yapar. Keza kandaki şeker oranı düştüğünde beyin şekersiz kalıp komaya girecektir. Diyabet hastalarının yanlarında kesme şeker taşıması komanın önüne geçmek içindir.
Şekerden bahsettiğimizde vitaminden, mineralden, liften, enzimden arındırılmış sadece kaloriyle ifade edilebilecek yalnızca bir enerji sağlayıcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu madde, metabolizma içerisinde tıpkı insülinde olduğu gibi birçok hormonun salgılanma düzeyini de etkiler. Mutlulukta açığa çıkan serotonin hormonunun kanda artış gösteren şekerle birlikte yükselmesi buna bir örnektir. Ancak öte yandan salgılanan insülin hormonu bu yüksek orandaki şekerin kısa zamanda düşmesine yol açtığından beyinde yapay mutluluk duygusunun sonlanmasıyla görülen çökkünlük hali ortaya çıkar. Bu şekilde yaşanan şeker çöküntüsü bir an önce daha fazla şeker alma ihtiyacını ortaya koyan bir döngü oluşturur. Bu dalgalanma başta depresyon olmak üzere pek çok psikiyatrik bozukluğa neden olmaktadır.
Genellikle bir bozukluk olarak değerlendirilmese de, güzellik gibi kavramların herkesçe aynılaştırılması bir mutabakattan değil sistematik bir dayatmadan kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin Güzelliği
Kapitalizmin “güzellik” ifadesiyle dayattığı aslen belirgin tek bir biçime indirgenmiş görsellikten ibarettir. Bu indirgemedeki teklik yalnız bir imgeyi nitelemez. Bazen beden ölçülerindeki kriterlere ulaşmayla, bazen bedenin bir parçasını belirli bir biçime sokmayla bazen de beden üzerini örten boya ve kumaşlarla bu güzellik sağlanır. Çoğunlukla güzel olmak için bir form değişikliği esastır. Öyle ki olduğu haliyle güzel diye nitelenen hiçbir bünye de yoktur. Yine de güzel olduğu kabul edilen belirli kısımlara sahip insanlar vardır. Bu insanların adlarını organların sıfatı olarak görürüz bazen. Biri dudağıyla, Öbürü kalçasıyla, Diğeri göğüsleriyle güzelleşirken; güzellik Birine, Öbürüne ve Diğerine olan benzerliklere indirgenir.
Biri, Öbürü ve Diğeri gibi olanlar aslen güzel ilan edildikleri için reklam filmlerinde oynasalar da tanıttıkları ürün sayesinde güzel olmuşlar gibi düşünmemiz beklenir. Ve biz de tanıtılan ürünü bir numune “yani reklamda oynayan ünlü’nün” inandırıcılığına bağlı olarak onun kadar güzel olmak için satın almaya ikna ediliriz.
Kapitalizmin propaganda araçlarınca dönemsel olarak belirli şekillere bürünmemiz sağlanır. Modayı çoğunlukla giysilerimizle yakalamaya çalışırken, bazen bedenlerimizi bile değiştirmemiz beklenir.
Sıfır Beden
Sıfır beden, Amerikan katalog sistemindeki giysileri sınıflandırmada bir beden ölçü aralığı. Bu aralık kadınlarda (76-56-81 cm) den (84-64-89 cm)’e kadarki beden ölçülerini niteliyor. Bu ölçülerden 1 ila 5 santim daha küçük ebatlardaki grup içinse 00 -yani çift sıfır- beden kullanılıyor. Bir diğer numaralandırma sistemine göre sıfır beden 32 numaraya tekabül etmektedir. Bu beden ise genellikle ergen kız çocuklarına yönelik bir üretimde belirginleşir. Elbette bu bedenler için üretim yapılmasında bir yanlışlık yok. Ancak terslik insanın kendi bedenine uygun bedende giysi seçmek yerine belirli bir ölçekteki giysinin içine girebilmek için bedenini dönüştürmeyi denemesiyle ortaya çıkıyor.
Pek çok genç kadının bedeninde bir takım fazlalıklar olduğunu düşünmesinin baskın kültürün bir dayatması olduğu ortada. Kapitalizmin küresel doğrularıyla bu denli iç içe yaşarken bile, “aslında bazı toplumlardaki –güzel- ifadesinin görece daha kilolu kadınları nitelediğini” bilmeyen yok gibi. Yine de içinde bulunduğu toplumun benimsediği değerlere göre kabul ya da ilgi görmek, karşı konulması çok da kolay olmayan bir hissiyat olsa gerek.
Yine de östrojen hormonunun salgısını imkansız kılacak eşik değerlerin altında yağ oranına sahip bir bedende olmaya çalışmak sadece fizyolojik bir sorun olarak algılanmamalı. Aslında bunun pek çok yerde yazıldığı gibi psikiyatrik hastalık olarak nitelenen kategorileri de mevcut. Ancak Anoreksiya Nervoza, Bulimia Nervoza gibi teşhislerle kutu kutu antidepresan reçete eden hekimler bu sorunun toplumsal çıkış noktalarına da çare olabilirler mi?
Elbette bu sonunun çıldırmış bazı bireylerden kaynaklandığını düşünmek eyleme geçmek için daha kolay olacaktır. Bireye yönelik tedavi planlarıyla gözle görülür değişiklikler izlenebilir. Ancak bu yeni vakaların oluşmasını engellemeyecektir. Zira çözüm de sorunun kaynağı gibi toplumsal olmalıdır. Güzelliğin ve sağlığın sosyal belirleyicilerini sorgulamak; moda, güzellik, tüketim, beslenme ve sağlık dahil pek çok konuda alışılagelmiş uygulamaların ne kadar doğru, ne kadar anlamlı olduğunu yeniden düşünebilmek için kaçınılmazdır.
İsveç diyetini bizlere sunan internet sitesi isvecdiyeti.gen.tr nin mühim uyarısını da unutmadan belirtelim:
“İsveç diyeti, sitede yer alan grafiklerin tüm hakları saklıdır. Kopyalayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır. Sitede yer alan bilgiler sadece bilgilendirme amaçlı olup, kullanımına, uygulanmasına, satın alınmasına, delil gösterilmesine veya tavsiye edilmesine aracılık etmez. Sitemizdeki bilgiler, hiçbir zaman kesin bilgi kaynağı olmayıp, kullanıcılar tarafından eklenmiştir veya yorumlanmıştır. Buradaki bilgiler sitemizin asıl görüşlerini içermeyebileceği gibi hiçbir taahhüt ve tavsiye yerine de geçmez.”
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Deliriyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız kapitalist sisteme uyumlu değiliz. Onlar bu uyumsuzluğa delilik diyorlar biz ise bu uyumun bencillik, rekabet, asla sonlanmayacakmış gibi çalışmak,
beton duvarların, tekerlekli taşıtların, ışıklı ekranların arasına sıkışmak, kalabalık içerisindeki yalnızlık, ne ürettiğimizi bilmeden üretmek, tüketimi mutluluk sanmak
olduğunu biliyoruz.Bildiğimiz için de tek tek, yavaş yavaş deliriyoruz. Kapitalizm bizi uyuşturucularıyla uysallaştırmadan uyumsuzluğumuzun yani deliliğimizin enerjisini yaşamı bugünden yaratmak için kullanmalıyız.
Son günlerde TBMM İnsan Hakları Komisyonunun “Kışlalarda Kötü Muamele” konusuna ilişkin raporları açıklandı. Raporlar dahilinde ortaya çıkan çarpıcı rakamlar medyada yoğun bir şekilde yer buldu.
Aslında gündem olan istatiski veri, orduda yaşanan intihar oranlarına ilişkindi. Farklı rütbelerdeki birçok askerin arkası arkasına yaşanan intiharları, belki de insan hakları komisyonunun böyle bir çalışma yapmasının nedeniydi. Raporun ortaya koyduğu tabloya göre, 2002-2012 arasında orduda toplam 1470 ölüm yaşanmıştı. Bunların 934’ü intihar olarak kayıtlara geçmişti. Buna karşılık son 12 yılda TSK’nın düzenlediği operasyonlarda 233 asker ölmüştü. Benzer bir şekilde, ordudaki intihar oranı Türkiye genelindeki intihar oranını kat kat aşmıştı.
Bu rakamlar üzerinden farklı medya yayın organlarında büyük tartışmalar yapıldı. Ordunun niteliği üzerinden yapılan eleştirilerle ordudaki intiharlar değerlendirildi. Bu yaşanan intiharlar haricinde, ordu içerisindeki diğer ölümlerin varlığı da en az intiharlar kadar önemli. Aslında bu durum, militarizmin bireyler üzerinde yarattığı fiziksel ve psikolojik tahribatın bir yansıması. Militarist zihniyet ve bu zihniyetin kurumlarının bireyler üzerindeki tahribatını konuşmamıza gerek bile yok.
İntihar oranları üzerinden yaşanan bu tartışmalar, orduda yaşanan tahribatlarla ilgili olsa da, temel mesele bu tahribatların ötesinde toplumun tamamında oluşmuş bir tahribat. Toplumun tamamında oluşan bu tahribatın yansımalarını, intiharlar, artan ilaç kullanım oranları, psikolojik destek alan insan sayısının artması vb. durumlarda görmek mümkün.
Sadece yaşamsal faaliyetlerimizi değil, bireysel ve toplumsal değerlerimizi değiştiren kapitalizmin etkisini, toplumun delirmesi anlarında sıklıkla görmeye başladık. Son yıllarda psikolojinin, ilaç sanayisinin, kişisel gelişim senaryolarının ulaştığı boyut düşünüldüğünde, bütün bu “toplumun delirme” anlarını, kapitalist tahribatın toplumsal etkisi olarak yorumlayabilir miyiz?
Delirdiğimizin İspatı
Türkiye’de 2011 yılında, 1391 kişi kendini asarak, 142 kişi ilaç kullanarak, 270 kişi yüksekten atlayarak, 698 kişi silah kullanarak, 44 kişi suya atlayarak intihar etti. Bu intiharların neredeyse yarıya yakın bir kısmının nedeni bilinmiyor, bunların dışında psikolojik rahatsızlıklar, geçim sıkıntısı, okul başarısızlıkları gibi nedenlerden dolayı yaşanan intihar sayısı bir hayli fazla. İntihar edenlerin büyük bir çoğunluğunu işsizler, ev kadınları ve öğrenciler oluşturuyor.
Tabi ki bu oranlar bir istatistik olmaktan çok daha öte veriler. İntihar ederek yaşamlarına son veren insanlar, nasıl bir tahribatın içinde olduğumuzu görmemiz açısından önemli. İçinde bulunduğumuz ay içerisinde Kocaeli’de cinnet geçirip önce iki kızını sonra da kendini öldüren kadın, ya da geçim sıkıntısı nedeniyle geçtiğimiz aylarda ailesinin tüm fertlerini öldürüp sonra intihar eden adam… Benzer olaylara sıklıkla rastlar olduk. “Yetkililer” psikolojik destek ve rehberlik yardımı faaliyetlerini arttırdıklarını söylüyor. Aynı asker intiharlarının artması sonucu TSK’dan üst rütbe komutanların çıkıp açıklama yaptığı gibi. Yani herşey kontrol altında..
Kadına şiddet başlığı altında toparlanacak veriler de benzer biçime sahip. İçinde bulunduğumuz yılın 11 ayında, 147 kadın öldürüldü, 123’ü tecavüze uğradı, 208 kadın şiddete maruz kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı da, TSK komutanlarının yaptığı gibi gerekenlerin yapıldığını belirtti. Sorunların yüzeysel çözümlerine ilişkin yasalar da yolda.
Kapitalizmin tüketim alışkanlıklarını arttırmaya yönelik hamlesini kolaylık olarak sunduğu kredi kartlarından, mağdurların yaşadıklarını görebilmek içinse etrafımıza bakmak yeter. Kredi kartı borçları yüzünden yaşanan mağduriyetlerin büyük bir bölümü mağdurlarda psikolojik tahribatlara yol açıyor. Son iki sene içerisinde kredi kartı borcu nedeniyle yaşanan intihar sayısı 200’ün üstünde. Yine kredi kartı borçları nedeniyle 30 kişi cinnet geçirdi.
Kapitalizmin bireyleri, sisteminin işlemesi ve otoriteye boyun eğen iradesiz kişilere dönüştürmek için tasarladığı okul ve sınav sistemi yüzünden yaşanan intiharlar ve gençlerin cinnet halleri, bu genel delirme hallerinin ön safhasını oluşturuyor belki deAilenin, okulun otoritesi ve baskısıyla erken yaşta yaşamaya başladığımız bu delilik durumunun ulaştığı boyut son yıllarda kendini artan bir şekilde hissettiriyor. Geçtiğimiz sene okul başarısızlıkları ya da sınav kaynaklı 50’nin üstünde vaka yaşandı.
Kapitalist tahribatın bireyler üzerinde yarattığı çözümsüzlük hissiyatı, toplumun delirme anlarının nedenlerinden biri. Borçlarını ödeyemeyeceğinden, kocasının şiddetine maruz kalmaya devam edemeyeceğinden, okul ya da sınav başarısızlığı yüzünden, toplum içerisinde sosyal ve ekonomik bir statü edinememesinden kaynaklı yaşanan bu sorunların nedeni olan, kapitalist sisteme uyumsuzluk. Kapitalizmin bu uyumsuzluktan kaynaklı bireylere yaşattığı çözümsüzlük hissiyatı, o bireylerin bu gidişata devam etmeye zorlanmasının diğer adıdır. Ya kocanın, patronunun, müdürünün, ailenin baskısıyla devam edersin ya da yok olursun.
İşin “delirtici” yanı ise, kapitalizmin neden olduğu çözümsüzlük hissiyatını sözde iyileştirmeye yönelik hamleleri: Son yıllarda moda haline gelen psikolog destekleri, kökeni ortaçağda deliliği insanların beyinlerini açıp türlü kimyevi madde vererek iyileştirmeye çalışan modern tıbbın ilaçla tedavileri, yaşarken mutlu olmanın 100 yolu, içindeki başarılı kişiyi farketmenin 50 yolu gibi kişisel gelişim zırvalıkları içeren kitaplar, bu çözümsüzlük hissiyatını hissetmemek için daha fazla tüketmeyi tedavi olarak kullanılan “daha çok alışveriş” kampanyaları, bu hissiyatı bireylerin ertelemesini sağlamak adına kurtuluş olarak sunulan sanal kişilikler…
İstatistiklere göre dünyada 500 milyon “ruh hastası” kişi olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise bu rakam 16 milyon. Dünya genelinde son dokuz yılda antidepresan kullanımı %160 oranında arttı. Bir yılda kullanılan 37 milyon kutu ilaç arasında en fazla kullanılanlarsa Prozac, Cipram, Lustral. Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğu söyleniyor, Türkiye’de ise 20 milyon. Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, tamamen dolu olduğundan dolayı artık hasta kabul etmiyor.
Delirmemek elde değil!
Verilerin artan oranlarına bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; deliriyoruz.
Deliliğin, toplumda bir hastalık olarak ele alınmasının kökeni yedi bin yıl öncesine kadar ulaşıyor. Eski İbranice, Eski Yunanca ve Latince’de bu kavramı karşılayan bir sözcüğe rastlanıyor. Sağlık sözcüğünün önüne olumsuzluk eki getirilerek, “sağlıksız” anlamıyla kullanılan kavramın, devletli ve kapitalist toplumlarla kazandığı anlam ise eski kullanımından biraz farklı.
Delilik, toplumda normal diye belirtilen davranışların tam tersine davranışlarda bulunan insanları nitelemek için kullanılan bir kavram artık. Normal olanın yani toplumsal kabulün, aslında o toplumu oluşturan bireylerin iradeleri dışında, sosyal-ekonomik-siyasi iktidarlar tarafından belirleniyor oluşu, deliliğin de bu iktidarlar tarafından belirlendiğinin göstergesi. Yani kapitalizmin ve devletin belirlediği normalliğin dışında yer alan herkes deli.
Kapitalizm içinde uyumsuzluk gösterip, kapitalist kültürü içselleştirmeyen herkes deli.
Delilikle mücadele yöntemleri
Milyonlarca kişinin ‘normal’ bir hayat için, ve hatta ‘normal’ bir hayatı yaşıyor gibi görünebilmek için delirdiği böylesi bir dünyada, sistem kendisine uyumsuz hale gelen bireylerle türlü mücadele yöntemleri geliştirir. Bu yöntemlerin sertifikalı uygulayıcısı, sistemin akıl hocası psikoloji ve psikiyatri, tüm bu deliliğin bireysel ve münferit olduğunda ısrar eder. Yani psikiyatriye göre yaşadığımız tüm bu delilik kişilere özel ve karakteristiktir. Bu hamle aleni bir şekilde kurbanı suçlamak ve failleri meçhulleştirmek için yapılır. Çünkü bireyleri toplumun yarısından fazlasının yaşadığı sorunlar yüzünden suçlamak için bu sorunlara karşı bireysel terapi, iş yüküne karşı rahatlama egzersizi, meditasyon, ilaç tedavi, stres yönetimi, psikolojik danışmanlık vb. yöntemlerle meselenin bireysel olduğunu meşrulaştırmak, çarkın devamı için bir zorunluluktur. Antidepresanların hayatımıza bu kadar hızlı girmesi ise elbette bir tesadüf değildir.
Tarihte ilk defa işsizler ve ağır sanayi işçilerini ‘mutlu’ etmek için kullanılmaya başlanan antidepresanlar, aslında bu delilik sisteminin çarkını döndüremediğinde başvurduğu en önemli reçeteli uyuşturucudur. Depresyon ilaçlarının en iyi tarafı ise toplumun her(ama her) kesiminin kullanabileceği bir uyuşturucu olmasıdır. Bu delilik sistemiyle barışamayan, kölece çalışma koşullarının altında ezilen, onunla uyum sağlayamayan, rekabet ve bencillik dolu bir yaşamın içerisinde yalnızlaşan bireylere hekimler tarafından ilk olarak bunun kişisel bir sıkıntı olduğu söylenir. “Kimyan bozuk, xy hormonu salgılayamıyorsun, mutsuzluk saplantın var” vb. gibi dahice teşhislerle kişiye tıbbi bir hastalık tanısı sunulur. Ardından bu hastalığın tedavisi için gerekli ehlileştirme yöntemleri devreye sokulur. Bunlardan en bilineni olan antidepresanlar, insanlara yaşadığı hayatla uyumlu, ona entegre ve hayatında patronuna, kocasına, öğretmenine bir kez olsun ses çıkartmamayı garantilemiş ‘normal kişiler’ olmayı vaat eder.
Uyumsuzluğa karşı sistemin sunduğu bütün tedavi yöntemleri, kişinin hayatındaki sıkıntıların ana sebebine değinmeden, mutsuzluğun sadece sonucunu değiştirmeye yönelik olarak hareket eder. İnsanın hayatını yaşanmaz hale getiren yaşam koşullarını yerinden etmek bir yana, bu sömürü sistemini meşrulaştırarak uyumsuz bireyleri deli ilan ederken, kişinin bu korkunç sisteme verdiği tepkileri ‘kimyasal uyuşturucularla’ ehlileştirmeye çabalar. Böylece içinde yaşadığımız toplumda yaşamı çekilmez hale getiren herşeyin daha farklı olabileceğine dair olan umut, yaşamsal ve sosyal bir değişime yönelmek yerine farklı alanlara kaydırılarak modern psikolojinin tedavi tahakkümüne yenilmek durumunda kalır. Ve toplum bu durumu modern insan olmanın bir gereği olarak hayatının içinde yaşatır ve büyütür..
Geriye Sayıyoruz Deliriyoruz
Psikiyatri ve onun akıl hocaları ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu kadar toplu antidepresan alımının olduğu bir toplumda hiçbir sorun münferitleştirilemez. Sistemin delilik olarak tanımladığı hiçbir şey onun toplumsal, sosyal ya da tarihsel döngüsünden ayrı düşünülemez. İnsanları deli yapan şey, aslında onları ötekileştiren, ezen, yalnızlaştıranların olduğu toplum ve itilmişleri deliler olarak dışlayıp bir yandan da kimyasallarıyla tepkisizleştirenlerdir.
Hangimiz akıllıyız? Hiç durmadan devam eden savaşları kutsayanlar, insanın insanı öldürdüğü toplumsal düzenin normal kabul edildiği, tüm bir hayatını mesai denilen kölelik düzeninde geçirirken diğer yarısını taciz, tecavüz ve aşağılamalara uğrama paranoyasıyla yaşayan, dört duvar evlere betondan şehirlere sıkışmış, gerçek hayattan ümidi kesip internette yaşayan insanların içinde can çekiştiği ‘düzen’ mi?
Hangimiz hastayız? Yaşadığı hayata uyum sağlayamayan, savaşlara, krizlere, kapitalizmin sömürü düzeninde borca batmış, ekonomik olarak batık-sosyal manada ölü, ezilmiş, yok sayılmış olduğu için bunu iç sıkıntısı, bunalım, mutsuzluk, cinnet ve intihara kadar götürmek durumunda kalanlar mı?
Yaşadığımız kapitalist sisteme uyumlu değiliz. Onlar bu uyumsuzluğa delilik diyorlar biz ise bu uyumun bencillik, rekabet, asla sonlanmayacakmış gibi çalışmak, beton duvarların, tekerlekli taşıtların, ışıklı ekranların arasına sıkışmak, kalabalık içerisindeki yalnızlık, ne ürettiğimizi bilmeden üretmek, tüketimi mutluluk sanmak olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz içinde tek tek yavaş yavaş deliriyoruz. Kapitalizm bizi uyuşturucularıyla uysallaştırmadan uyumsuzluğumuzun yani deliliğimizin enerjisini yaşamı bugünden yaratmak için kullanmalıyız.
*Bu yazıda kullanılan verilerin büyük bir çoğunluğu TÜİK’ten alınmıştır.
The post Deliriyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>