The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşamı boyunca pek çok kez yazdıkları, eyledikleri gerekçe gösterilerek tutsak edilen Pyotr Kropotkin’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabı “Bir İsyancının Sözleri” üzerine, kitabın çevirmeni İhya Kahraman ile bir röportaj gerçekleştirdik. Kropotkin’in iki yıllık tutsaklık sürecinde, daha öncesinde Le Révolté gazetesinde yayınladığı yazıların derlenerek kitaplaştırıldığı eser ilk olarak 1885 yılında Fransızca olarak yayınlandı. Yoldaşı Elisee Reclus yazdığı önsözde “Eğer adalet arıyorsanız, büyük haksızlıklara maruz kalmaya hazır olun!” diyor. Tıpkı yaşadığımız topraklarda da yüzyıllardan beri olduğu gibi…
Meydan Gazetesi: Çevirdiğiniz kitap Ayrıntı Yayınları kataloğundaki ilk klasik anarşist metin, Çevirinin oluşumundaki rolünüz ne oldu, bizlere biraz bu süreçten bahsedebilir misin?
İhya Kahraman: Bundan birkaç yıl önce bir arkadaşta “Paroles d’un Révolté”nin (“Bir İsyancının Sözleri”nin) yüz küsur yıllık özgün baskısını (1885) buldum. Kitap sararmış ve “tarih kokan” sayfalarıyla doğrusu pek ilgimi çekti… Hemen okumaya koyuldum; okudukça kimi düşüncelerimin yüz küsur sene önce dile getirildiklerini gördüm ve de derhâl çevirmeye, bu düşünceleri Türkiyeli okurlara kazandırmaya karar verdim.
Çeviri işini bitirir bitirmez Kaos Yayınlarına gönderdim, ama metni rızam hilâfına büyük ölçüde değiştirmek istedikleri için bu kez Ayrıntı Yayınlarına gönderdim: yayımlamayı kabul ettiler ve daha sonra birlikte bazı ufak tefek tashihler yaptık kuşkusuz.
Kropotkin kitapları genelde, kendisinin kitaplarına verdiği büyük özveriyi ve çalışma disiplinini göz önünde bulundurursak hepsi adeta bilimsel bir çalışma gibi kurgulanmış eserler. Gazete yazılarından derlediği “Ekmeğin Fethi”, “Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler” gibi kitaplarının yanında birbirleriyle aralarında bağlantılar kurulabilen, teorisini ifade ettiği bir işleve sahip yapıtları da bulunmakta. Peki “Bir İsyancının Sözleri” Kropotkin külliyatında nerede duruyor?
Bu soruyu yanıtlayabilecek konumda değilim, zira bugüne kadar Kropotkin’in kitaplarından sadece ikisini okumuş bir cahilim: “Evrimin Bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” (Kaos yayınları) ve “Bir İsyancının Sözleri”. (Ünlü kitabı “La Conquête du Pain: l’Economie au Service de Tous” hâlâ okunmayı bekliyor).
Bu konudaki cehaletim, anarşizme “Tuuu, kaka!” diyen ideolojik-siyasal bir akımdan geliyor olmamın sonucu. Ama yine de daha 1970’lerin sonundan itibaren şu ünlü “Stalin sorunu”ndan (aslında “Rusya sorunu”ndan) hareketle sosyalizmin ve sosyalist kuramın temelleri konusunda kendimi sorgulamaya başlamıştım. Daha sonraları, özellikle 2000’li yıllarda (geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle “iş yaşamı”nın dışında kaldıktan sonra) sosyalizmin geçmişiyle, bu arada –“öcü” korkularımı aşarak– anarşizmle tanıştım. Uzun lâfın kısası, bu konuda lâf edebilmem için “daha bir fırın ekmek yemem gerek”.
Kropotkin’in bu kitabı, fikirleri yüzünden tutsak edildiği 1880 ve 1882 yılları arasında Le Revolte gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşuyor. Yaşadığımız coğrafyada da binlerce yazar, gazeteci ve akademisyen OHAL rejimi aracılığıyla tıpkı Kropotkin gibi muhalif oldukları için hapsedilmekte. Bu sürece dair sizin düşünceleriniz ve yaşadığınız coğrafyadan buraya baktığınız zaman gördükleriniz neler?
Burjuvaziyle (tüm ayrıcalıklı sınıf ve tabakalarla) proletarya (söz konusu ayrıcalıklı sınıf ve tabakalar yaşam araçlarını –özel yani bireysel ya da devlet yani kolektif mülkiyet biçimi altında– sahiplenip denetledikleri için emek güçlerini satmaktan “başka çareleri olmayan”, dolayısıyla büyük çoğunluğu maddî ve anlıksal bir sefalet içinde yaşayan insanlar) arasında binlerce yıldır süregelen savaş henüz bitmedi, değişik biçimler altında sürüp gidiyor. Dolayısıyla Kropotkin gibi bugün Türkiye’de de binlerce insanın mahpuslara tıkılması bir “coğrafya” sorunu değil, ama insanlığın dünya çapında binlerce yıldır kâh şurada kâh burada ardı arkası kesilmeyen “doğum sancıları”… Öyle ki ayrıcalıklı egemen sınıfların toplumu “hizaya getirmek” maksadıyla gösterdikleri tepkiler, –akıldanesel (ideolojik), siyasî, hukukî vs. mazeretleri her ne olursa olsun (OHAL, dış ve iç düşman, vatan hainleri, ana vatanın savunulması vs.)– dünyanın dört bir yanında binlerce yıldır beş aşağı beş yukarı aynı. Bulunduğum “coğrafya”dan bakınca gördüklerim bunlar.
Yine de şunu eklemek isterim: 2000’lerin başından bu yana açıkça yaşananlar dikkate alındığında Türkiye denilen coğrafyanın proletaryası –başka şeylerin yanı sıra– şu yüz yıllık yalana, “laik Türkiye”, “laik T.C.” yalanına artık bir son vermek, bu yalanı öne süren ve savunanlarla hesaplaşmak zorunda. O kadar ki kimi çevreler, yetmezmiş gibi bu yalanı “demokrasi çiçekleri”yle süslemek gayesiyle “Diyanet İşleri” denilen kuruma alevi dedelerini sokmayı bile önerdiler, hem de “gerçek demokrasi”, “sosyalizm” vs. adına! Bildiğim kadarıyla bu aynı “devrimci” çevreler şu son yıllara kadar ne “Diyanet İşleri”nin lağvedilmesini savundular ne de bunu “asgarî” denilen “demokratik programları”na koydular ve bugün bunun kefaretini ödüyorlar, ödüyoruz. Türkiye proletaryası, –başka şeylerin yanı sıra– işte bu yalanları yerle yeksan etmek zorunda. (“Büyük devrim”den iki yüz küsur sene, Paris Komünü’nden yaklaşık bir buçuk asır sonra Fransa denilen coğrafyada da işler bu açıdan pek farklı değil öz olarak.)
Bu “yanıt”ın harcıâlem yuvarlak bir yanıt olduğunun farkındayım, ama daha ötesi “siyaset yapmak” olur ki, egemenlerin istediği tam da bu, zira siyaset onların çöplüğü: yarattıkları mezbelelerde aldatmanın, bastırmanın, susturmanın tüm araçlarına sahipler ve ezilenlerden de “bu minderde” yani “siyaset minderinde güreşmeleri”ni istiyorlar!
Bir gözlem: TC, OHAL’ci mantığının sonucu Suriye’de Afrin’e saldırıyor, üstelik “zeytin dalı” simgesini kullanarak. Ve siyaset meraklısı kimi aklıevveller bu “zeytin dalı”nın ne demeye geldiğini tartışıyor hararetle… tıpkı “bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” misali! Zeytin dalının suriyeli kürtlere uzatılmadığı açık, ne de ABD’ye. Peki, kime uzatılıyor bu dal? Uzun yıllardır Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ın çöplüklerinde (resmî ülkelerinde) ayrı bir kürt devleti (çöplüğü) istemedikleri bilindiğinde, belli ki Suriye hükümetine yani bir zamanların can ciğer “dostu” Esed’e. Şu ünlü arap “devrimi”nin, arap “baharı”nın başlarında “Büyük Ortadoğu tasarısı”ndan parsayı kapmak için Suriye’ye yönelik emperyalist niyetlerini açıkça ortaya koyan Türkiye, şimdi yaklaşan şu “yeniden inşa” yağma sofrasından geri kalmak niyetinde değil ve bu yüzden Suriye’ye bir zeytin dalı uzatıyor riyakârca: “Bak kardeş, çöplüğünün kuzeyinde (benimkinin de güneyinde) bir kürt devletini ne sen istiyorsun ne de ben. Sana bir kıyak yapıyor ve oradaki kürtleri eziyorum, günü gelince sen de beni görürsün bu iyiliğim karşılığında!” Bütün hesap işte böylesine iğrenç bir bezirgân zihniyeti. Esed (pardon Esat) kardeş de zevahiri kurtarmak maksadıyla “vatanperver” söylemlerden geri kalmıyor inanılmaz bir ikiyüzlülükle. Buna rağmen Afrin’deki müstakbel bağımsız sömürücü adayları kürt liderler, “durdurun şu türkleri!” deyip Suriye devletine yalvar yakar oluyorlar: bu tipler ya inanılmaz derecede aptal (belli ki değil, ama “siyaset” yani kişisel veya grupsal çıkarlar uğruna körleşmiş tipler) ya da alabildiğine belkemiksiz yaratıklar. Afrin’de ve dünyanın her yanında emekçileri kurtaracak tek yol, siyaset miyaset yapmadan yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”ymış filân demeden doğrudan tüm sömürücülerine karşı savaşmak, lâkin emekçiler bu konuda yüz küsur yıldır marksistlerin de marifetiyle (ve yine “sosyalizm” adına!) hemen her tarafta tam bir karanlıkta (karanlık ille de dinsel olmaz, milliyetçi karanlık da bir o kadar başa belâ). Pek çok ilerici, solcu, sosyalist “ve hatta komünist” bu zehri, milliyetçilik zehrini “asgarî program”larına koymuş durumda ve yine “sosyalizm”, “insanlığın geleceği” vs. adına!
Evet, bu “coğrafya”dan gördüklerim işte bunlar.
Çevirideki kelime seçimlerinde bazı özel tercihler göze çarpıyor. Örneğin daha önce Robert Graham’ın derlemesi kapsamında bir bölümü çevrilen, “La Loi et l’Autorité” yani “Yasa ve Otorite” isimli metni siz “Yasa ve Yetki” olarak dilimize aktarmayı tercih etmişsiniz. Böylesi tercihlere dair bizlere biraz bilgi verir misiniz?
Çevirilerimde kullandığım sözcüklerin seçimi (tercihi) sorununa gelince… “Bilgi vermek” ne haddimize! Bu, düpedüz bir “inanç”, bir anlayış sorunu… Demem o ki, insanların yabancı dil kaynaklı kavramları kendi anadillerinden türetilmiş sözcüklerle daha iyi kavrayabileceklerine, içselleştirebileceklerine inanıyorum. Bunu bilgibilimsel (epistemolojik) bir takım kuramlara dayanarak değil (zira ne bir bilgibilimciyim ne de filozof (“Allah yazdıysa bozsun!”), ama kendi kişisel deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum. Ayrıca çevirilerimi bir takım okumuş (yani ayrıcalıklı) zevat için değil (bu eşhas söz konusu kitapları herhangi bir yabancı dilden benden çok daha önce okumuştur zaten), ama pek az öğrenim görmüş “cühelâ” proleterler için kaleme alıyorum (yani “okumuş cahiller” bu hesabın dışında). Ve cahil proleterler bırakın bir yabancı dili, kendi anadillerine bile yeterince vakıf değiller. Söz gelimi “otorite” sözcüğü bir fransız hatta “batılı” proleter için herhangi bir sorun yaratmaz; ama “doğulu” bir proleter için gizemli hatta “bilimsel” bir hava taşır hemen her zaman. Fakat bu sözcüğün gerçekte güç, buyruk, güç ehli, hükümet, yetki, yetke, yetkili zevat vs. anlamlarına geldiğini bildiğinde, sözcük (otorite) tüm sihrini yitirecek ve proleter olayları farklı bir gözle görecektir. Mümkün mertebe Türkiye türkçesinden türeyen sözcükler kullanmamın nedeni bu ve bunun milliyetçilikle filân alâkası yok. Bu cümleden olmak üzere tercümelerimde “ideoloji”, “ideolog” adları ve “ideolojik” sıfatı yerine “akıldanelik”, “akıldane” ya da “akıldanesel” karşılıklarını kullanıyorum, isterseniz “düşünbilim”, “düşünbilimci” veya “düşünbilimsel” de diyebiliriz. Ama birinciler daha çarpıcı, zira toplumun (çalışanların) sırtından öğrenim görüp ayrıcalıklı bir konuma yerleştikten sonra, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmeye yanaşmaksızın, yani birileri sıcakmış soğukmuş demeden ter dökerken “dışarıdan gazel okuyanlar”a, akıl satanlara türkçede –herhalde kalûbelâdan bu yana– “akıldane” denir. (Bu noktada ideolojinin marksist yazında çok önceleri ortaya koyulmuş olan “yanlış bilinç” tanımını hatırlatmam gerekmez umarım.)
Daha önce Lafargue’ın Tembellik Hakkı ve Waclaw Makhayski’nin Aydınlar Sosyalizmi isimli kitaplarının çevirisinde de imzanız var. Söz konusu metinlerin düşünce dünyanıza olan etkisi ne oldu?
P. Lafargue’ın “Le Droit à la Paresse”ini türkçesinden (“Tembellik Hakkı”ndan) çok önce okumuştum. Yıllar sonra Türkiye’ye ilk dönüşümde (2004’te) bir kitapçıda türkçesini gördüm ve hemen aldım. Bu çeviriyi (Telos yayınları, 7. baskı, 1996) okur okumaz kitabı yeniden çevirmeye karar verdim ve çevirdim (sanırım 2007’de). Birkaç yayınevine sundum, ama ticarî kaygılar nedeniyle yani daha önce birçok yayınevi tarafından birçok baskısı yapıldığından reddedildim. Nihayet Ayrıntı yayınları bu çeviriyi kitaplaştırmayı kabul etti ve sonrasını biliyorsunuz.
Yıllar sonra bir arkadaşım okumam için “Socialisme des İntellectuels”i verdiğinde, bu kitap üzerimde bir yıldırım etkisi yarattı ve oturup çevirmeye koyuldum hemen (daha önce Makhayski’nin adını bile duymamıştım). Çeviri bittikten sonra yine Ayrıntı’ya gönderdim: kısa sürede kabul edip yayımladılar.
Bu arada Sel Yayınlarından çıkan “Demokrasinin Ötesinde”yi de unutmamak gerek (İSBN: 978–975–570–595–8). Tüm bu kitaplar ve daha başkaları –pek çok insanın çoktandır benzeri düşüncelere sahip olduklarını görerek– anlıksal gelişimimde zaten belli belirsiz ya da az çok bilince çıkarttığım düşüncelerimi, kanaatlerimi doğruladılar, ufkumu daha bir genişlettiler.
Proleter hareketi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de 20 yüzyılın ilk yarısında felce uğratan “ulusal sorun”un (ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” safsatasının), –mantıkî sonucu “işçi devleti”, “işçi sınıfının demokratik diktatörlüğü” olan– malûm demokrasi akıldaneliklerinin, Stalin sorununun (daha doğrusu Rusya sorununun) vs. aslında –19. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran– şu “alman sosyal-demokrasisi” namıyla maruf garabetten kaynaklandıklarını 1990’lardan beri zaten düşünmekteydim (ve günümüz dünyasında var olan solcu hareketlerin istisnasız şu ya da bu biçimde bu garabetin türevleri olduklarını söyleyebilirim). Çevirdiğim kitaplar bu kanaatimi daha bir pekiştirdiler ve söz konusu kitapları türkçeden başka dil bilmeyen okurlarla paylaşmaya karar verdim… Hepsi bu.
Teşekkürler İhya
Sizlere kolay gelsin, hoşça kalın.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post İhya Kahraman ile Röportaj: Bir İsyancının Sözleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İnsanın kimi eylemlerini “iyi” ya da “kötü” yapan şeyin ne olduğuna dair çeşitli tartışmalar sürüp gidiyor. Kimileri bu eylemlerin toplum tarafından belirlendiğini söylerken kimileri iyi ya da kötü davranışın iradi bir şey olduğunu, tüm koşullara rağmen son kertede bireyin tercihlerine bağlı olduğunu söyler . Öte yandan, Biyo-Felsefe denilen alanda mesele daha farklı tartışılır. Kimileri “genlerin” ya da “insan doğasının” iyi ya da kötüye bir eğiliminin olduğunu ve belirleyicinin katiyen bu olduğunu söylerken, bir başkası da insan doğasının ya da genlerin belirleyiciliğini yadsımamakla beraber, toplumsal yapının da bu eğilimleri yönlendirdiğini iddia eder.
Belki de tarihin en kadim sorularından biridir “İnsan iyi midir, yoksa kötü mü?” sorusu. Fakat biz bu kapsamlı sorunun cevabını aramak yerine, çevremizi saran kötülüğün nedenlerine eğilip, bir başka kadim sorunun peşine düşeceğiz ve kötülüğün biyolojik ve evrimsel kökenine dair kısa bir tartışma yürüteceğiz.
Bu tartışmanın en önemli aktörlerinden biri kuşkusuz Pyotr Kropotkin’dir. Kropotkin, insanın evrimi üzerine yaptığı çalışmalarda, kendinden öncekilerin aksine evrimin ana faktörü olarak rekabeti ve bencilliği değil, Karşılıklı Yardımlaşma ve dayanışmayı alır. Özellikle Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma ve Etik adlı eserlerinde bir dizi örnekle bunu kanıtlamaya girişen Kropotkin, oldukça ikna edici veriler de sunar. Canlıların hayatta kalma mücadelesinde rekabetin önemini de yadsımayan yazar canlılardaki toplumculluğun onları doğanın zorlu koşulları karşısında ayakta tutan şey olduğunu savunur. “…karşılıklı destek, doğada iklime, tufanlara, fırtınalara, soğuğa ve bu gibi şeylere sürekli olarak yürütülmesi gereken ve sürekli olarak var oluşun hep değişen koşullarına yeni adaptasyonlar gerektiren mücadeledeki en iyi silahları sunar. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında doğa, kesinlikle fiziksel gücün, süratin kurnazlığın, ya da savaşta yararlı olan başka herhangi bir özelliğin zaferini örneklemez. Aksine, karınca, arı, güvercin, ördek, sıçan ve diğer kemirgenler, ceylan, geyik, v.s gibi su götürmez biçimde zayıf olan türlerin koruyucu zırhları, kendilerini savunmak için gagaları, ya da uzun sivri dişleri yoktur – savaşçı da değillerdir – ancak yaşam mücadelesinin en iyisini başarırlar ve toplumcullukları ve karşılıklı korumaları sayesinde, çok daha güçlü yapılı rakiplerini ve düşmanlarını bile yerlerinden edebilirler…”
Yani Kropotkin aslında şunu söylemektedir: Doğal olan türün gelişimi için iyi olandır. Türün kendini var etmesi için iyi olan ise rekabet ve savaş değil aksine yardımlaşma, fedakarlık, hoşgörü gibi duyguları içinde barındıran ve canlıların yaşamına sinmiş olan Karşılıklı Yardımlaşma’nın ta kendisidir. Kötü olan şey “bu içgüdünün” dış etkenler vasıtasıyla bastırılmasıdır. Kuşkusuz Kropotkin’in engellenmeden ya da bastırılmadan kast ettiği şeyin kendisi insanlık serüvenimizin bir noktasında ortaya çıkan iktidar ve benzeri yapılardır.
Kropotkin bu doğa yasasını dillendirirken aynı zamanda iyi ve kötüye dair ortaya atılan doğaüstü tezlere de karşı çıkar: “…ve bu -ahlak yasasının evrenselliğinin- metafiziksel bir ileri sürülüşü ya da bir varsayım değildir. Toplumculluğun ve neticede duyum yoğunluğunun ve çeşitliliğin devamlı gelişimi olmadan hayat imkansızdır. hayatın özü orada yatar.”
Kropotkin’den önce Kessler ve aynı dönemde Élisée Reclus gibi araştırmacılar da bu fikri desteklemiş özellikle Reclus bu konuda oldukça özgün fikirler ortaya atmıştır. Sonraki yıllarda rekabeti bencilliği savunan “Sosyal Darwinist”lere karşı bir çok farklı fikir ortaya atılmıştır.
Kropotkin’in “Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma, fikri zaman içerisinde o kadar kabul görmüştür ki, insanın özünde bencil olduğunu söyleyenler bile, onun fikirlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Karşılıklı Yardımlaşma’nın insan davranışları içerisinde çok önemli olduğunu söyleyen bu anlayış, aynı zamanda insanların bu davranışları yine “bencilliğinden” sergilediklerini ifade etmişlerdir.
Bu cenaha dahil olanlar arasında, Erdemin Kökenleri adlı eserinde bu konuyu işleyen Matt Ridley ve meseleye aynı doğrultuda yaklaşan Gen Bencildir diyen Richard Dawkins de bulunmaktadır. Her iki yazarda Karşılıklı Yardımlaşma’nın ve benzeri davranışların evrimin önemli bir faktörü olarak ele alınması gerektiğini söylemekle beraber, bu davranışların kendini devamlı kopyalamak isteyen genlerin bencil bir davranışı olarak görülmesi gerektiğini söylerler. “… Örneğin, rahimdeki bir cenini göz önüne alalım. Anne ile cenin arasındaki ilişkiden daha müşterek ve evrensel bir şey olamaz. Anne onu dünyaya getirmek ister çünkü cenin kadının genlerini bir sonraki nesile aktarır. Cenin annenin başarılı ve sağlıklı bir hamilelik geçirmesini ister yoksa ölür. Her ikisi de oksijen almak için annenin ciğerlerini kullanır ve yaşamları annenin kalbinin atmasına bağlıdır. İlişki tümüyle dengelidir; hamilelik müşterek bir çabadır.”
Ridley ve diğerleri için amentü “Çıkar”dır. Fakat Ridley’in verdiği bir çok örnek ve yukarıda örnekte olduğu gibi, hayatta kalma arzusu bir çıkar olarak nitelendirilemez. Hayatta kalmak, hayatta kalmaktır. Çıkar ancak, hayatta kalma koşulu sağlandıktan sonra diğerlerine karşı bir üstünlük sağlıyorsa çıkar haline gelir. Yani biz hayatta kalma ve benzeri temel nitelikleri çıkar diye adlandırıyorsak diğerlerine başka bir şey dememiz gerekir.
Açıkçası bu tartışmalar ve yukarıda art arda dizdiğimiz örnekler daha da uzatılabilir. Hatta, bunların üzerinde daha çağdaş örnekler ve tartışmalar da eklenebilir. Fakat, bu örneklerden ziyade bu örneklerin bizde yarattığı hissiyat daha önemlidir. Devletlerin, dinlerin ve tüm iktidar odaklarının yineleyip durduğu “doğuştan günahkar”, “doğuştan kötü” olan insan modelinin karşısına yeni daha güçlü bir model sunmaktadır. “Doğuştan paylaşımcı” ve “doğuştan duygudaş” insan. Bu insanın içimizde var olduğunu bilmek, çevremizdeki kötülük çemberini kırmak için yeterli olmasa bile bu çemberi kırıp kötü olmayan insanların kötü olmayan dünyasını yaratmak için bizlere umut ışığı olduğu açıktır.
The post Kötülüğün Biyolojisi – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bence devrimci bir gazetenin asıl yapması gereken şey, her alanda yeni toplumsal ilişkilerin doğmakta olduğunu, eski kurumlara karşı giderek bir öfkenin büyümekte olduğunu haber veren belirtileri toplamak ve sayfalarında bunlara yer vermektir. (…)
İnsanlara, arkalarında tüm insanlığın güm güm atan yüreğinin bulunduğunu, yüzyıllar süren haksızlıklara karşı bir isyan ve yepyeni bir yaşam biçimi oluşturma girişimlerinin başlatıldığını hissettirmek gerekir; budur devrimci bir gazeteye düşen iş.
Pyotr Kropotkin
Anarşist Yayınlar isimli yazı dizimizin üçüncü bölümünde Paris Komünü’nün beşiği, anarşist devrim mücadelesinde sembol isimlerin mücadele ettiği Fransa topraklarında yayınlanmış anarşist yayınları inceleyeceğiz.
Fransız İhtilali sırasında işçiler arasında yayılmaya başlayan anarşizm, Fransa’daki tarihinde ülkenin hemen her dönemine derin etkileri olan bir düşünce ve hareket haline geldi.
1840’larda yoldaş Pierre Joseph Proudhon’un yazılarıyla ve temelini attığı projelerle kendini yaratan hareket Komün’ün örgütlenmesinden Enternasyonal’e, oradan sendikal harekete dek birçok alanda etkisini artırdı. Sadece bu kadarla sınırlı değildi elbet. Anarşist devrim mücadelesinde adeta sönmeyen birer meşale olmuş sayısız yoldaş geldi geçti Fransa tarihinden. Alevler içinde yanan barikatların ardında bir militan, Yaralıların Bakımı İçin Kadınlar Birliği’ni kurduğunda bir şifacı olan Louise Michel’den, Bakunin’in yoldaşı, Birinci Enternasyonal’in başarılı propagandisti James Guillaume’e, Eylemle Propaganda Kuşağı’nın cesur temsilcileri Emile Henry ve Jules Bonnot Çetesi’nden Fransa zindanlarında beş yıl tutuklu kalan Kropotkin’e kadar sayısız anarşistin mücadelesine ev sahipliği yaptı bu topraklar.
Yazı dizimizin bu ayki bölümünde işte bu devrimci tarihin yazılı belgelerinin üzerine incelemeler yaptık.
L’Anarchie
Bu isimle yayınlanan ilk yayın 1850 yılında Anselme Bellegamigue tarafından yayınlandı. Gazete formatındaki L’Anarchie, “anarşist” adını benimseyen ilk yayın organıydı. Sadece iki sayı çıktı. Daha sonra 1905’in Nisan ayında, bireyci çizgideki Albert Libertad isimli bir anarşist tarafından yeni bir versiyonu yayınlanan Paris merkezli gazetenin destekçileri arasında Emile Armand, Andre Lorulot, Emilie Lamotta, Raymond Callemin ve Victor Serge gibi isimler bulunuyordu. 13 Nisan 1905’ten 22 Temmuz 1914’e kadar 484 sayısı yayınlandı. Sonra 1926 yılında Louis Couvet gazetenin üçüncü neslini yayınlanmaya başladı. Bu versiyonu ise 3 yıl sürdü. İlk kez yayınlandığı 1800’lü yıllardan beri bazen kısa, bazen uzun periyotlarda yayınlanan gazetenin etkisi sınırlı oldu.
Le Revolte
Pyotr Kropotkin’in İsviçre’ye sürüldüğü yıllarda, François Dumartheray ve Georges Herzig ile birlikte çıkardığı anarsişt-komünist çizgideki Le Revolte (İsyan) gazetesinin ilk sayısı, 1879 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde yayınlanmaya başladı. İlk sayısı 2000 adet basılan gazete, Kropotkin’in yoldaşı olan, aynı zamanda yayın ekibine de katılan Élisée Reclus tarafından finanse ediliyordu. Gazetenin çıkarıldığı sıralarda Reclus ve Kropotkin, Cenevre gölü yakınlarındaki Clarens köyünde yaşıyorlardı. Daha sonra, Kropotkin İsviçre’den sınır dışı edilip Fransız Lyon mahkemesince mahkum edildiğinde, Le Revolte gazetesinde yeni bir editöre ihtiyaç duyuldu. Reclus bu iş için başta tereddüt etmesine rağmen yoldaşı Jean Grave’i önerdi. Grave, Reclus’un önerisini kabul etti ve 1883 yılında bu vesileyle Cenevre’ye taşındı. İki yıl sonra Grave gazete için Fransa’ya geri döndü. 1887 yılında gazetenin adı artık La Revolte olmuştu. La Revolte’nin son sayısı 14 Mart 1885 tarihinde yayınlandı. La Revolte Mayıs 1886’ya kadar ayda iki kez, sonrasında ise haftalık 4 sayfa olarak yayınlandı. Gazetenin 1886’da 4000 olan tirajı 1889’da 6000’e kadar yükseldi. İlk çıktığı İsviçre ve yayınlandığı Fransa topraklarında büyük toplumsal etkileri olan La Revolte, işçi hareketlerini doğrudan etkiledi. Paris Komünü’nün ardından büyük bir darbe alan anarşizmi, güçlü bir şekilde ayağa kaldıran sürecin temellerini atan bir yayın organı olarak hafızalara kazındı.
L’En Dehors
Fransızca yayınlanan gazete, 1891 yılında Zo d’Axa tarafından yayınlanmaya başladı. Yayın ekibinde sayısız anarşist eylemcinin yer aldığı gazeteye Zo d’Axa ile yakın ilişkideki Albert Libertad ve eylemle propaganda kuşağının öne çıkan isimlerinden Emile Henry gibi isimlerin yanı sıra Jean Grave, Bernard Lazare, Octave Mirbaeu, Saint-Pol Roux, Tristan Bernard, Georges Darien, Lucien Descaves, Sebastian Faure, Felux Feneon, Camille Mauclair, Emile Verhaeren, Adolphe Tabarama gibi çok sayıda anarşist katkıda bulundu. Anarşist basını susturmak için açılan Trinity davasında Zo d’Axa ve birçok arkadaşı tutuklandı ve L’En Dehors projesi bir süreliğine sona erdi.
1922 yılında bir başka L’en Dehors, Emile Armand takma ismini kullanan Ernest Juin Armand tarafından yayınlanmaya başlandı. Armand, bireysel özgürleşme, kadın özgürlüğü ve anarşizmin savunulduğu metinler yayınlıyordu. Gazetenin bu versiyonu İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Ekim 1939’da ise yayını durdu. Bu versiyonundan yıllar sonra 2002 yılında L’en Dehors projesi tekrar başladı. Gazetenin yeni versiyonu Amerika’da yayımlanan Green Anarchy ile yapılan işbirliği ve birkaç destekçinin (Lawrence Jarach, Patrick Mignard, Thierry Lode, Ron Sakolsky, Thomas Slut) katkısıyla yayına tekrar başladı. Kapitalizm, özgür aşk, insan hakları ve sosyal mücadeleler gibi konu başlıklarındaki istikrarını korudu. L’En Dehors şimdilerde internet sitesiyle olarak sanal ortamda yayınına devam ediyor.
L’Unique
Zo d’Axa’nın tutuklanmasına karşı gösterdiği dayanışmayla adı öne çıkan Fransız anarşist Emile Armand’ın gazetesi L’Unique, 1945 ve 1956 yılları arasında toplam 110 sayı yayınlandı. Diğer yazarlar arasında Gerard de Lacaze-Duthiers Manuel Devaldes, Lucy Sterne, Teheresa Gaveher gibi isimler yer alıyordu. Gazetenin illüstrasyonlarını ise Armand’ın yakın dostu Louis Moresu yapıyordu.
Xin Shiji
Çin anarşizminin iki kanadından biri olan Paris grubu tarafından yayınlanan Xin Shiji, Fransa’da yaşayan Çinli anarşistlerin yayın organıydı. İlk sayısı Haziran 1907’de yayınlanmaya başladı. Yazar ve destekçileri arasında Wu Zhihui, Chu Minyi, Li Shizeng, Zhang Renjie yer alıyordu. Kendilerine göre farklı bir çizgide yer alan Tokyo grubu ise, o sıralarda yerli özelliklere ve Asya geleneklerine daha çok vurgu yapıyordu. Xin Shiji’de yapma bir dil olan Esperanto kullanıyordu. Gazetenin yazarları, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin’in düşüncelerinden ilham aldılar. 1920 yılının Mayıs ayına kadar yayınlanan Xin Shiji, finansman sorunları nedeniyle dağılana dek 121 sayı yayınlandı ve Avrupa coğrafyasında sürdürülen anarşist mücadeleye farklı bir bakış açısı getirdi. Dergi yayınlandığı onca yıl boyunca Çince’ye çevrilmiş pek çok kaynak bıraktı. Bakunin, Kropotkin, Proudhon ve Malatesta’nın temel eserlerinin Çince’ye kazandırılmasında ve mücadelenin toplumsallaştırılmasında büyük etkileri oldu.
Le Monde Libertaire
Anarşist Federasyon’un 1858 yılında kurulan yayın organı Le Monde Libertaire’in temelleri, Joseph Dejacque tarafından atıldı. İlk yayınlandığında adı Le Libertaire olan gazetenin yayın ekibinde Louise Michel’den Sebastian Faure’ye birçok yoldaş yer aldı ve 100.000 tiraja kadar ulaştı. 1953 yılında federasyonda yaşanan ayrışma sonucunda, Le Libertaire ismini Liberter Komünist Federasyon kullanmaya başladı.
Le Monde Libertaire, 2004 yılının Ekim ayında ellinci yıldönümünü kutladı ve bunun şerefine 400 sayfalık bir koleksiyon sayısı hazırladı. 2002 yılında gazete formatından dergi formatına geçen Le Monde Libertaire, şimdilerde haftalık periyotta yayınlanmaya devam ediyor.
…………….
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (3) : Fransa’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist yoldaşlardan Pyotr Kropotkin’in de imzacıları arasında olan ve 1916 yılında yayımlanan Onaltılar Manifestosu, işte tam da böyle bir aşamayı yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’na karşı kaleme alınan bu manifesto, yanlış yorumlanmasıyla, anarşist düşünürler arasında bir tartışma yaratmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından tam iki yıl sonra kaleme alınan bu manifesto, başta Kropotkin olmak üzere, 15 anarşist yoldaşın imzasıyla yayılanmış ve geniş çevrelerde yankı bulmuştur.
Onaltılar Manifestosu açık ve net bir şekilde devletlerarası başlatılan ve halkların katliamıyla sonuçlanacak 1. Dünya Savaşı’na karşı olunduğu ve bu savaşın ancak devletlerin terörüne karşı direnerek sonlandırılabileceğini belirtilse de, dönemin kimi anarşist düşünürleri tarafından farklı yorumlanmıştır.
Manifestoya karşı “Cenevre Anarşist-Komünistler Grubu” adıyla, imzacıları arasında Alexander Berkman, Emma Goldman, Errico Malatesta gibi anarşist yoldaşların da bulunduğu bir eleştiri yayımlanmış ve Onaltılar Manifestosu’na ağır eleştiriler getirilmiştir. Kropotkin’in militarist, savaş yanlısı gibi ithamlarla eleştirildiği bu metin, anarşist düşünürler arasında da tartışma konusu olmuştur.
Kropotkin, Onaltılar Manifestosu’nda Alman işgalci kuvvetlerin saldırılarının, yaratılmak istenen devletsiz, sınırsız ve özgür dünya önündeki en büyük tehdit olduğunu ve bu tehdide karşı direniş göstermenin önemini vurgularken aynı zamanda Alman devletine karşı savaşın, tüm devletlere karşı verilen bir savaş olduğunu söylemiş, anarşistlerin var olan bu savaşa karşı direniş göstermesinin, bütünlüklü olarak devlet terörüne karşı bir direniş olduğunu açıklamıştır.
Tıpkı Bakunin’in yaptığı gibi, Kropotkin’in de Alman devletinin ve Alman faşizmin geçmişte olduğu gibi tekrar durdurulması gerektiğini bu yüzden anarşistlerin de savaşa girmelerini, bunun kaçınılmaz bir gerçek olduğunu söylediği Onaltılar Manifestosu, işte tam da bu noktada “Kropotkin’in savaş çağırıcılığı” iddiasıyla, birçok anarşistin hedefinde olmuştur.
Günümüzde ekonomik ve siyasi çıkarlara bağlı olarak savaş dengelerinin değiştiğini göz önünde bulundurursak, Alman devletinin de 1. Dünya Savaşı planıyla aynı kaygıyı güderek birçok coğrafyayı işgal edeceğini ve halkları katledeceğini görmek çok da zor değil.
Onaltılar Manifestosu’nun üzerine ilerletilen tartışmaların, içinde bulunduğumuz coğrafyanın anarşist mücadelesine de katkıda bulunacağını düşünerek, ilk kez Türkçe’ye çeviriyoruz. Anarşizm tarihi içerisinde bir tartışma konusu olan bu manifestonun, 1. Dünya Savaşı’na karşı geliştirilen anarşist perspektifi ve yazıldığı dönemde yarattığı etkiyi dikkate alarak yayımladığımız bu çeviriyle birlikte, “Anarşizmin Teori ve Pratik Tartışmaları” yazı dizimizi de başlatmış oluyoruz.
ONALTILAR MANİFESTOSU – Pyotr Alexeyevich Kropotkin Her yerden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiği söyleniliyor. Bizler herkesten çok ve uzun süredir, gazetelerimizde, halkların aralarındaki savaşa ve imparatorluğun ya da cumhuriyetçiliğin maskesi altında gülünç duruma düşen militarizme karşıyız. Ayrıca tartışılan barış esasları, Avrupalı işçiler tarafından evrensel bir kongre sonrası belirlenseydi memnun olurduk. Üstelik Alman halkı Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, bu halkın aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı. Aslında Alman işçilerin gruplarında en az çalışan Almanlar, çok veya az ilerlemiş olanlar, şimdi anlamak zorundalardır ki Fransa’nın, Belçika’nın ve Rusya’nın bu istila planları çok önceden hazırlanmıştır ve eğer savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeni uluslararası ilişkilerin daha elverişli olmaması ve de askeri güçlerin Almanya’ya yeterince zafer vaat edememesidir ( tamamlanacak olan stratejik hatlar, Kiel Kanalı’nın genişletilmesi, mükemmelleştirilmesi gereken büyük kuşatma topları). Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordularının istilalarının savunulacak olmadığı görülmelidir. Daha bile önemli olarak farkında olunmalıdır ki, fethedilen yerlere katılıp katılmamayı dile getirmek, her bölgenin halkına düşmektedir (Fransa, Avusturya-Macaristan yenilgisi sonrasında, 1859’da farkına varmıştır). Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız ve zaten zayıf bir azınlık olan sosyal demokratların anladığı gibi anlamaya başlasalardı, barışla ilgili tartışmaların başlayabilmesi adına ortak bir zemin bulunabilirdi. Fakat ilhak etmeyi kesinlikle reddettiklerini bildirmeleri ya da onayladıklarını bildirmeleri; böylece istilacı ülkeler üzerinde vergi alma hakkından vazgeçmeleri, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına varmaları ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirmek istememelilerdir. Ne yazık ki günümüze kadar Alman halkında bir uyanış belirtisi göremiyoruz. Zimmerwald Konferansı hakkında konuştuk fakat bu konferansta eksik olan temel, Alman işçilerin tanıtımıydı. Yaşamın Almanya’da pahalı olmasından kaynaklı birçok ayaklanma olayları görmekteyiz. Ama bu ayaklanmaların büyük savaşlarla sürelerini etkilemeden paralellik gösterdiğini unutuyoruz. Bu zamanlarda Alman hükümeti tarafından alınan hükümler, yeni saldırıların ilkbahar dönüşüne hazırlandığını kanıtlamaktadır. Ama nasıl ki müttefiklerin ilkbaharda yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halkların arasında geçimsizlik ekmeye çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir araç kullanmakta, yalnızca orduların ve ordu sahiplerinin karşı koyabileceği gelecek barış söylentilerini yaymaktadır. Bülow ve sekreterleri İsviçre’de kaldıkları son günlerde, bu uygulamaya tabii tutulmuştur. Ama hangi koşullar altında barışın bitirilmesini öneriyor? Neue Zuercher Zeitung’a göre -ki buna resmi gazete olan Nord-deutsche Zeitung da karşı çıkmıyor- Belçika’nın büyük bir kısmı boşaltılacak, ama bir şartla: Ağustos 1914’te olduğu gibi Alman askerlerinin geçişinin engellenmeyeceğine dair sözler verilmesi gerekiyor. Peki, bu sözler ne olacak? Belçika’daki kömür madenleri? Kongo? Kimse söylemiyor. Ama yıllık büyük bir katkıda bulunulması, şimdiden arz ediliyor. Fransa’da fethedilen topraklar geri verilecek ki buna Lorraine’in Fransızca konuşulan kısmı da dâhil. Ama karşılığında, Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. Kendi emekleriyle oldukça zengin bir hale getirdikleri on bölüm için 18 milyar verilecek, ama bu bölümler kendilerine harap edilmiş bir şekilde geri verilecek. Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, bir olgu kesin: Burjuva basını ülkeyi, Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkma kapasitesine ait herhangi bir güç yok. Bu “fetih”e karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler kendilerinin emperyalist ateşi tarafından yönetilmesine izin verirken, hükümetin barışla ilgili kararları üstünde herhangi bir etkiye sahip olmak için fazla zayıf olan sosyal demokrat partisi -bütün bir kitleyi temsil etse dahi- kendisini bu konuda ikiye ayrılmış buluyor ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman İmparatorluğu, 18 aydır ordularının Paris’ten 90 kilometre uzakta olduğunun bilinci ve yeni fetihler hayal eden Alman halkının desteğiyle birlikte neden çoktan yapılan fetihlerden bir çıkar elde edemeyeceğini göremiyor. Kendisini istediği zaman Fransa’ya saldırabilmesi, kolonilerini ve öbür bölgelerini alabilmesi ve direnişinden artık korkmamasını sağlayacak yeni silahları alabilmesi için yeni milyarlarını kullanabileceği barış koşullarını dikte edecek kudrette buluyor. Şu noktada barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa alet olmak olur. Bize gelince, biz kesinlikle bazı yoldaşlarımızın Almanya’nın kaderini yönetenlerin barışçıl eğilimlerine dair sahip olduğu illüzyonları paylaşmayı reddediyoruz. Biz tehlikenin direk yüzüne bakmayı tercih ediyoruz ve bu tehlikeyi engellemek için ne yapabileceğimizi araştırıyoruz. Tehlikeyi görmezden gelmek, onu arttırmak demektir. Alman saldırısının yalnızca kurtuluşa dair ümitlerimize karşı bir tehdit olmakla kalmayıp, bütün insan evrimine karşı da bir tehdit olduğunun fazlasıyla farkındayız. Bundan ötürüdür ki bizler, anarşistler, anti-militaristler, savaş düşmanları, barışın ve kardeşliğin tutkulu savunucuları olarak direnişten yanayız ve bu yüzdendir ki kendimizi, kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayırmak zorunda hissetmedik. Bu halkın müdafaasını kendi ellerine alıp ilgilenmesini görmeyi tercih ettiğimiz gerçeği üstünde durmanın, gerekli olmadığı kanısındayız. Bunun imkânsız olmasıyla beraber, değiştirilemeyecek olanın acısını çekmek dışında yapılabilecek bir şey yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddia ediyoruz ki, Alman halkı en mantıklı kavramlar olan hak ve adalete geri dönerek Pangermanist politik hâkimiyetin projelerinin enstrümanı olmayı reddetmediği sürece, barış söz konusu bile olamaz. Şüphesiz, savaşa, cinayetlere rağmen, bizler enternasyonalist olduğumuzu ve halkların birleşimi ile sınırların yok olmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ama biz halkların (Alman halkı dâhil) uzlaşmasını istediğimizden ötürüdür ki, özgürlüğe dair tüm ümitlerimizin mahvoluşunu temsil edecek bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz. 45 yıl boyunca Avrupa’yı uçsuz bucaksız ve sağlamlaştırılmış bir kamp haline getiren bir parti kendi koşullarını dikte edebiliyorken, barıştan bahsetmek bizlerin yapabileceği en büyük hata olur. Direnmek ve onun planlarını alaşağı etmek, aklı yerinde olan Alman halkına yolu açmak ve bu partiden kurtulmasını sağlamak için gerekli olanları tedarik etmektir. Alman yoldaşlarımız bilsinler ki, bu iki taraf için de avantajlı olan tek sonuçtur ve bizler kendileriyle işbirliği yapmak için hazırız. 28 Şubat 1916 Olaylardan sonra yayımlanan bu bildiri, Fransa ve yabancı basında yayınlanacağından dolayı ancak on beş yoldaşımız bu bildiriyi onaylamıştır: Christian Cornelissen, Henri Fuss, Jean Grave, Jacques Guérin, Pierre Kropotkine, A. Laisant. F. Le Lève (Lorient), Charles Malato, Jules Moineau (Liège), A. Orfila, Hussein Dey (Cezayir), M. Pierrot, Paul Reclus, Richard (Cezayir), Tchikawa (Japonya), W. Tcherkesoff.
Çeviri: Furkan Çelik & İrem Taştan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(1) : “Onaltılar Manifestosu” – Pyotr Alekseyevich Kropotkin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap : Pyotr Kropotkin -Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler Yarın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kropotkin’in 1888-1890 yılları arasında kaleme aldığı ve 1899’da kitaba dönüştürülen makalelerden oluşan Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler-Yarın Sibel Sevinç’in çevirisiyle geçtiğimiz Nisan ayında Kaos Yayınları tarafından basıldı. Colin Ward’ın önsözü, ekleri ve editörlüğüyle hazırlanan kitap beş bölümden oluşuyor.
Kitabın ilk bölümünü oluşturan “Sanayi’nin Desantralizasyonu”nda Kropotkin, kapitalizmin çok da önemsenmeyen bir özelliğini tartışmaya açıyor. Kapitalist sistemin yarattığı merkezler ve bu merkezlerde hem sermayenin hem de malların birikmesi meselesinin, sanayinin gelişiminin doğal bir evrimi olduğu düşüncesini eleştiriyor.
Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği ile teorisini oluşturduğu bir düşünceyi, farklı coğrafyalarda yaşayan insanların farklı mallar üretmek için sınıflara ayırılmasının sorgulandığı bölümde, Kropotkin kapitalizmin tüm insanlığı ulus bazında atölyelere böldüğü tespitinde bulunuyor. Bu uluslararası işbölümünün kendiliğinden hammadde sağlayan coğrafyalar, bu hammaddeleri işleyen coğrafyalar; dolayısıyla ekonomik açıdan eşitsiz bir uluslararası sisteme dönüşeceğine ilişkin bir tespitte bulunuyor. “İnsanlığın tüm ırkları, Avrupa’nın ihtiyacı olan temel gıda maddelerinin yanı sıra lüks yiyecekleri, gündelik giysilerin yanı sıra kıyafet balolarında giyilen elbiseleri temin etmek için üzerine düşeni yaparken, Avrupalılar da karşılık olarak yüksek zekasının, teknik bilgisinin, güçlü ticari ve endüstriyel örgütlenme yeteneklerinin ürünlerini geri kalanlara gönderiyor! Bu tam bir kabus değil mi?”
Sanayinin desantralizasyonu ile Kropotkin, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayan bir ekonomik yapılanma öngörürken, uluslararası alanda yaşanan merkezileşmenin yerine federatif bir ekonomik örgütlenmenin gerekliliğini vurguluyor.
Bu örgütlenmenin tarımla olan ilişkisini vurguladığı ikinci bölüm “Tarımsal Olanaklar”. Malthus’un çoğunluğun yoksulluğunun bir doğa yasası olduğu iddiasıyla gelişen siyasal iktisatın yaşam için gereken kaynakların yetersizliği ve sınırlılığı hipotezine karşı Kropotkin, tarıma yeterli önem verildiği takdirde toplumun ihtiyaçlarının karşılanabileceğinden bu bölümde bahsediyor. Özellike sanayinin tarım alanlarını yokederek genişlemesinin altını çizerek, kendi ihtiyaçlarını karşılayan bölgelerin tarımsal alanlara dikkat etmesi gerektiğinden bahsediyor. Bu uyarıyı sadece makro düzeyde değil; ayrıntılı tarım yöntemlerinden, tohum dikme tarzına detaylandırılmış ve yöntemlerin uygulandığı yerlerdeki verimlilik oranları gözönünde bulundurarak önerilerde bulunuyor. İkinci bölüm, Kropotkin’in tarım bilgisini konuşturduğu bir bölüm.
“Küçük Sanayi ve Sanayi Köyleri” ilk iki bölümün birlikte işlemesi gerektiğini savunan üçüncü bölüm. Eski şehirlerde tarım ve sanayinin içiçe geçtiği vurgusuyla, yeni şehir tarzının tarlaları ıssızlaştırdığını vurguluyor Kropotkin. Bu ıssızlaşmanın zor kullanılarak topraktan uzaklaştırılan milyonlarca emekçinin iş aramak için şehire gelmesiyle sonuçlandığını aktarıyor. Dolayısıyla, Kropotkin ekonomide köklü bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Köy ve şehiri, tarım ve sanayiyi biraraya getirecek; ara üretim alanlarından ve ara yerleşim alanlarından bahsediyor. Atölyelerin bu noktada ortada olma durumunu irdeliyor. Tam anlamıyla sanayi üretimi gibi olmayan, öte yandan tarım ekonomisinde kalmayan, her ikisinden de özellikler taşıyan atölyelerin sanayinin olanaklarını kullanan ama köyle ilişkisi sayesinde komün ruhunu koruyan yapısının önemsenmesi gerektiğini vurguluyor.
Bu ekonomik örgütlenmenin Kropotkin tarafından vurgulanması sadece toplumsal ihtiyaçların sermayenin yoğunlaşmasına izin verilmeden karşılanabilir bir model olması değildir.”Kapitalist Merkezileşme” Marx gibi dönemin muhalif ekonomistleri tarafından savunulsa da, işçilerin menfaati için savunulmasının doğru olmadığını söyleyen Kropotkin, 11 saat çalışan ücretli işçilerin konumu düşünerek bu yeni ekonomik modeli önermektedir.
Üçüncü bölümde ayrıntılarıyla savunduğu ekonomik yapının temelinde, üreticinin kendisi için üretme zorunluluğu ilkesi vardır. Dolayısıyla dördüncü bölümde işlenen, bu ekonomik yapılanmanın öznesidir. “Kafa ve Kol Emeği” başlığı altında, sadece ekonomik değil yeni bir yaşamsal örgütlenmenin yeni öznesini tasvir etmeye koyulur. Kafa ve kol emeğinin iç içe geçtiği model, günümüz mavi yaka-beyaz yaka ayrımlarını ortadan kaldırmakla kalmaz. Aynı zamanda “iş”in ne, “işçi”nin kim olduğu sorusuna da yanıt arar. Bu noktada “iş”, “düşündüğünü eyleyen insan faaliyeti”nden ayrılır. “Modern sanayinin başlangıcındaki işçilerin dehası, bizim profesyonel bilim insanlarımızda eksikliği hissedilen şeydir.” derken “emek” insan yaratıcılığı ve insan ihtiyacının uyumlu bir faaliyeti olarak belirir. Yeni toplumdaki yeni öznenin özelliği budur.
Colin Ward’ın bölüm sonlarındaki yorumları ve tespitleriyle sunduğu katkı, günümüz ve eskisi arasında sağlıklı bir kıyaslama yapmaya olanak verse de, bölüm sonlarındaki yorumların yapacağı yönlendirmeden kendimizi uzak tutarak Kropotkin’i anlamaya çalışmak sadece kapitalizmin evrimini değil, toplumsal devrimin nasıllığını kafamızda canlandırmaya olanak veriyor.
Serhat Yaşar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap : Pyotr Kropotkin -Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler Yarın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>