radyasyon – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Tue, 11 Jun 2019 14:25:18 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:25:18 +0000 https://test.meydan.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/ “Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?” Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da […]

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Yalanların bedeli nedir? Cevap onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Asıl tehlike; eğer yeterince yalan dinlersek artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmemizdir. Peki o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi tatmin etmekten başka ne kalır geriye?”

Son dönemde -Game of Thrones’un hemen ardından birkaç gün içinde- oldukça gündemleşen ve birçok tartışmayı da beraberinde getiren 5 bölümlük Çernobil dizisi bu sözlerle başlıyor. Daha şimdiden birçok yazının konusu haline gelse ve gerçekleri ne kadar yansıttığı tartışılıp dursa da aslında bizim için meselenin en önemli kısmı, dizinin topluma bir şeyleri tekrardan hatırlatmış olması.

Çernobil’in Gerçekliğini Hatırlamak

1986 yılı Nisan ayında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Ukrayna’daki V.I. Lenin Nükleer Santrali bizim bildiğimiz adıyla Çernobil Nükleer Santrali’nde gerçekleşen patlama, savaşları dışarıda tutarsak, insanlığın kendi elleriyle yarattığı en büyük katliam olarak kabul edilir. HBO kanalının bu katliamı merkezine alan Çernobil dizisi de “Olay nasıl gerçekleşti?” ve “Sonrasında neler yaşandı?” sorularına gerçeklere yaslanarak yanıtlar vermeye çalışıyor. Tam da bu noktada gelebilecek kimi eleştirileri savuşturmak için, yayınlananın bir belgesel değil dizi olduğunu vurgulamakta fayda var.

Beş bölümden oluşan dizi, ilk iki bölümde patlamanın gerçekleştiği anda ve ilk 24 saat içinde yaşananları anlatıyor. Daha sonra ise bu büyük patlamanın yol açacağı sorunların önüne geçmek için harcanan emekleri, yaşananları, alınmaya çalışılan önlemleri gösteriyor. Ve son bölüm, başroldeki profesör Legasov’un mahkemede “patlamanın santraldeki bir hatadan kaynaklı olduğunu iddia eden” yani “devleti suçlayan” sansasyonel konuşmasıyla bitiyor.

Dizinin ABD yapımı olduğu için bir anti-sovyet propagandası içerdiğini, gerçeği yansıtmayacak derecede abartılı ve kurgu karakterler içerdiği için tamamen gerçek dışı olduğunu söyleyenler var bir yanda. Diğer yanda ise sovyet hükümetinin patlamadan ve onun etkilerinden hem kendi halklarını hem de tüm dünyayı haberdar etmek noktasında geç kaldığını, bu dizinin de sovyet bürokrasisinin gerçek yüzünü gösterdiğini savunanlar. Belgesel olmadığı halde belgeselmiş gibi lanse edilip izleyicileri yanlış bilgilendirdiği gerekçesiyle eleştirenler…

Her şey tartışılabilir elbette fakat patlamanın olduğu santralin binlerce metrekarelik çevresinde neredeyse hiçbir yaşam belirtisinin olmaması ve mutant canlı türlerinin ekosistemi haline gelmesi (Kiev’den hareketle gerçekleştirilen, turistlere terk edilmiş Çernobil’i keşfetmeyi, girişe kapalı bölgelere girme izni bile vaat eden günübirlik turlar dizinin yayınlanmasının ardından daha da popülerleşmiş olsa da) gerçeğini nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Her şey tartışılabilir elbette fakat radyasyondan etkilenerek yaşamını yitiren ve önümüzdeki yıllarda yitirecek olan binlerce insanı nasıl tartışacağız ya da nasıl anlatacağız?

Olayla hiçbir alakası olmadığı halde sırf kendi çıkarları ya da devletinin prestiji için insanların yaşamlarını hiçe sayarak “Burada radyasyon yoktur!” diyen devlet yöneticilerini ve hatta “Radyasyonlu çay iyidir!” diyen yöneticilerin olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız?

Binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen bu topraklarda dahi kanserden yaşamını yitiren onlarca insanın olduğu gerçeğini nasıl tartışacağız? Elbette bu meseleyi gerçeklerden ayrı tartışamayız çünkü nükleerin gerçekliği bu. Çünkü biliyoruz, Çernobil ilk nükleer facia değil son da olmayacak. Çernobil’de, hatta daha önceki patlamalarda, en son 2011’de Fukuşima’daki patlamada gördüğümüz gibi ve şu anda inşaatı devam eden Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nde de bilmeliyiz ki nükleerin gerçekliği bunlar.

Bu tartışmalar sürerken bizler Çernobil’i nasıl tartışıp konuşmalıyız, nasıl anlatmalıyız? Sonuçları yaşamlarımızı doğrudan ilgilendiren bir facianın bilgilerini dahi yine o faciayı yaratan devletlerin kontrolünde edinirken bizler nasıl yalanları ve gerçekleri ayırt edebileceğiz?

Ve Dizinin Gerçekliği?

Çernobil dizisi öncelikle nükleer santrallere karşı hassasiyeti arttırılıyor gibi görünüyor, genel olarak izlenimlerimiz de bu yönde. Fakat başroldeki profesörün dizinin başındaki kaset sahnesinde ve sonundaki mahkeme sahnesindeki konuşmalarında gözden kaçmayan bir detay daha var. Profesör Legasov santralin teknik olarak nasıl patladığını anlattıktan sonra santrali patlatan şeyin aslında yalanlar olduğunu söyleyerek devleti eleştirmeye başlıyor. Ve esasında bazı şeylerin devlet tarafından saklandığını, patlamaya göz yumulduğunu ileri süren Legasov’un (bu yanlışlar olmasa ve diğer santraller de tekrardan gözden geçirilse) bu nükleer santrallerin varoluşunda herhangi bir beis görmediğini fark ediyoruz. Evet, dizi genel hatlarıyla nükleere karşı daha duyarlı olmaya itmiştir belki izleyicileri, fakat şu da bir gerçektir ki bu santrallerin var oluşu bile doğa için bir tehdittir; sorun nasıl kullanıldığı ve kimin kullandığından ibaret değildir.

Dizide devletin olmazsa olmazı olan bürokrasinin çıkmazları, özellikle Sovyet bürokrasisinin çöküşü de sıkça vurgulanmış. Son bölümde patlamanın bir test sonucu gerçekleştiğini, bu testin ilk kez yapılmadığını ve daha öncekilerin de başarısız olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda fabrikaların elektriğe ihtiyacı olduğu bilgisi geldikten sonra da testi tamamladığında terfi alacak olan santral müdürünün durumdan hoşnutsuz olması da bir diğer detay. Daha sonra da patlama yaşandıktan sonra Sovyet politbürosunun Moskova’dan olayı çözmek istemesi, merkezileşmeyle bürokrasinin de bir nükleer santral kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor bizlere.

Patlamadan sonra nükleer santralin çatısına fırlayan ve radyoaktif halde olan grafit parçalarını, kürekle çekirdeğe doğru atmak için yalnızca ama yalnızca 90 saniyeleri olan “3000 küsür biyorobot” sahnesiyle de radyasyonun öldürücülüğü gözler önüne seriliyor. Öyle ki bu kadar öldürücü radyasyona sahip bu grafit parçalarının aylar boyunca çatıda temizlenemeden durmuş ve radyasyon yaymış olması da bir başka acı gerçek. Patlama sonrasında yangına ilk müdahaleyi gerçekleştiren itfaiyecilerden biri ise patlamadan 17 gün sonra tıpkı diğer itfaiyeciler gibi feci şekilde yaşamını yitiriyor. Radyasyonun etkileri sonucunda insanların ve hayvanların uzuvlarındaki anormal görüntüler dizide hiç işlenmemiş olsa da radyasyonun etkisiyle ölen itfaiyeci bu boşluğu kısmen dolduruyor.

Rusya’daki NTV kanalı ise HBO’nun anlattığından farklı (Amerikalıların Çernobil Nükleer Santrali’ne sızdığını ve patlamaya sebep olduğunu “tarihi kanıtlara” dayandıran) bir hikaye anlatacak yeni bir Çernobil dizisi çekileceğini açıkladı. Dizinin her ne kadar anti sovyet propagandası olduğu yazılıp çizilse ve bu her ne kadar ayrı bir tartışma konusu olsa da diziden esas alacağımız mesaj nükleerin Sovyet’i, Amerikan’ı, Fransız’ı ya da sosyalisti, kapitalisti olmayacağı gerçeği değil midir? Esas gerçek nükleerin ölüm anlamına geldiği değil midir? HBO yapımı bu 5 bölümlük dizinin, nükleerin ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu görsel olarak da anlatması açısından olumlu bir yerde durduğunu düşünüyoruz.

Ateşi elinizde tutarsanız eğer, ateşin elinizi yakmasından şikayet edemez ya da bundan dolayı kimseyi suçlayamazsınız. Eğer bir nükleer santral inşa ediyorsanız, nükleerin ne olduğunu ve her daim bir katliama yol açabileceği ihtimalini bile bile yapıyor olursanız, bundan kaynaklı gerçekleşebilecek bir katliamdan dolayı da kimseye kızmaya hakkınız olmayacaktır. Artık lanetlenmişsinizdir ve bu katliam sizi de bulacaktır. Bundan sonra yazılacak herhangi bir yazı, çekilecek herhangi bir film ya da dizi, olabilecek herhangi bir olayda eleştirilmeniz gayet doğal değil midir? Üstelik bahsettiğimiz şey bir nükleer katliam ise; etkileri yüzlerce yıl boyunca milyonlarca insanı etkileyebilecek bir katliam ise yapılması gereken nedir? Çernobil dizisine en çok da bu açıdan bakılması gerekiyor.

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

The post Senaryo Tartışılsa da Gerçek Gerçektir: Çernobil – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/06/11/senaryo-tartisilsa-da-gercek-gercektir-cernobil-firat-binici/feed/ 0
Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/#respond Sat, 25 Feb 2017 00:34:20 +0000 https://test.meydan.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/ “Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…” Prof. Dr. Canan Karatay “Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?” Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık […]

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bakın, bu ülkede ekmek yememe devrimi yapılması gerekiyor…”

Prof. Dr. Canan Karatay

“Bir dilim ekmeğin 1 yemek kaşığı şekere eşit olduğunu iddia eden diyetisyene doktora, sormazlar mı bazı insanlar günlük 2-3 adet ekmek tüketiyor 2-3 ekmek 44-66 dilim eder bu kişi neden şeker komasına girmiyor demezler mi?”

Kayseri Ekmek Üreticileri Federasyonu Bölge Temsilcisi, Selim Açık


Kanserojen, GDO ve antioksidan kavramları havada uçuşuyor. Özgür gezen tavuklar derdimize derman olamazken full organik domatesler el yakıyor. Bir uzman diğerini yalanlıyor, çayı şekersiz içiyor, ekmeği esmer olandan yiyoruz. Köyden tereyağ getirip, organik pazarlarda takılıyoruz. Ama olmuyor, yine de olmuyor. Nihayetinde, herkes birbirine soran gözlerle bakıyor: “Ne yiyeceğiz?”

“Organik Yiyiniz Efendim…”

Bu kavram son 5-10 yılın en fazla manipülasyona uğrayan kavramı olsa gerek. Organik, kabaca organ ile alakalı, işleyen bir bütünün bir parçasıyla alakalı anlamına gelir. Kavram ilk defa, 1500’lü yıllarda kullanılmış olup, Latince’de organicus Grekçe’de organikos kelimesinden gelir. 1940’lı yıllara gelindiğinde kavram artık “gübre ve ilaç kullanılmayan tarımı” ifade etmek için kullanılmıştır. Ne büyük tesadüftür ki, örgütlenmek, organize olmak anlamına gelen organize kelimesinin kökeni de bu kavramla ilişkilidir.

Tüm bu bilgileri edindikten sonra şu soruyu sormaya hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Eğer organ derken işleyen bir bütün parçasından bahsediyorsak… Eğer organik derken bu işleyen yapının parçaları arasındaki ilişkinin bütününden ve organize derken bu örgütlülüğün giriştiği eylemden bahsediyorsak. Kapitalizm ve devlet gibi yıkıcı organizasyonlarla parçası olduğu doğadan kopartılan biz insanların organik denilen domatesi yemesinin bir kıymeti harbiyesi, bir anlamı var mıdır acaba?

Ya da daha açık konuşmak gerekirse; ilişkileri, yaşadığı mekanları, sosyal ve siyasal tercihleri organik olmayanın yediği domates organik olsa kaç yazar?

“Gezen Tavukları, Doğal Yumurtaları Yiyiniz…”

Acaba aranızda tavukların bir ağaçta yetiştiğini düşünen var mı? Ya da ilk tavuğun İngiltere’nin puslu ve ağır havasının içinde durmadan duman üfüren izbe bir fabrikada üretildiğini düşünen? Eğer böyle düşünmüyorsak, “tavukların geziyor olması, niye bugünkü gibi nadir ve özel bir durum olarak algılanıyor?

Tavuklar benzeri birçok hayvan gibi gezerler. Bazen toprağın altındaki solucanlara ulaşmak için, bazen su bulmak için, bazen de sırf keyif olsun diye gezerler. Bu hayvanların gezmesini engelleyen şey, onları bir makine, bir ürün, bir mala dönüştürüp türlü işkenceyle tüketime hazır hale getiren endüstrinin ta kendisidir. Sanmayın ki, “Free Range” -gezen tavuklar- kırlarda, köylerde hoplaya zıplaya dolaşıyor. Bu zavallıcıklar, aynı endüstriyel çiftliklerin kafeslerinden aşağıya inip yine sıkış tepiş -en iyi ihtimalle buraların daracık bahçelerinde- yine aynı eziyete maruz kalarak “tüketime hazır hale getiriliyorlar”.

Kapitalizm, başarısının büyük bir kısmını, insanları körleştirme becerisiyle kazanmıştır. Ama bu körlük zifiri karanlık bir körlük değil, görülmesi istenmeyenin gölgelenmesi için uydurulmuş simülasyonlardan oluşan rengarenk bir körlüktür. Marketten aldığımız plastik bakraçtaki yoğurdun üzerindeki köy resmi, oraya endüstriyel yöntemlerle üretim yapan fabrikaların duman kusan bacalarını görmememiz için konulmuştur. Kapitalizmde makyaj her şeydir, hatta o kadar her şeydir ki, artık makyajın yapılacağı bir yüze bile gerek yoktur. Günümüzde köyler verimsizleştirilip, köylüler şehre göçmeye zorlanmıştır. Köylülerden boşalan yeri, endüstriyel tarımcılar almıştır. Ama dedik ya, mesele makyaj meselesidir. Bir mandıracının, samanların üzerine özenle dizdiği ve üzerindeki dışkı lekeleriyle “doğalım ulan ben” diye bağıran yumurtalar ne kadar sahici ise, emin olun üzerinde doğal ve benzeri damgalar taşıyan süpermarket yumurtaları da o kadar sahicidir.

“Azıcık GDO’dan Bir Şey Olmaz”

Genelde en güzel şeyler sona saklanır, heyecan verici hikayelerin düğümü final sahnelerinde çözülür. Ben de beslenme konusundaki en “hayret verici” alıntıyı sona sakladım. Hayatımızın yaşadığımız kısmı, yaşayacağımız kısmın feyzalabileceği bir deneyim birikimidir. Tarih, -kimin yazdığına göre, manipülasyon içerse de- yapılan hataların aynını tekrar etmeyelim diye yazılmıştır aynı zamanda. Bu şu demektir, kameraların önünde radyasyonlu çayı höpürdeterek içen insan yıllar sonra da olsa kanserden ölecektir. Bir nükleer santral için, “Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.” diyen Sovyetler Birliği yetkilisi Karadeniz’de katledilen ve sakatlanan insanların katili diye tarihe geçecektir.

Nasıl azıcık radyasyondan; azıcık nükleerden bir şey oluyorsa, azıcık GDO’dan bir şey olur. Çünkü GDO dediğimiz şey yalnızca bir besin üretme yöntemi değil, bir algıdır aynı zamanda. Evrenin her bir noktasını, yaşamın her bir parçacığını “ürün” olarak görenlerin algısıdır. Hiçbir şeyin “öylesine”, “kendiliğinden” var olmasına tahammül edemeyenlerin, her varlığın işe yarar bir araca dönüşmesini isteyenlerin algısıdır. Bu bakış açısı için verimsiz cılız bir pirinç tanesi neyse, işine yaramayan insan aynı şeydir. Evet, bunun adı kapitalizmdir.

“Bir Şey Yemeyin Demiyoruz Ama…

Evet haklısınız, soruya ne yiyeceğiz diye başladık, yenilecek ne varsa boğazımıza dizdik. Aslına bakılırsa, organik olana düşman değiliz ya da anlayacağınız gibi tavukların özgürce gezmesiyle de ilgili bir sıkıntımız yok. Aksine yaşamın, kendi gücüne ve onun dinamiklerine güveniyor, yaşamın, bizlerin arasında özgürce gezmesini, bizlerin yaşamın içinde “kendi” olarak var olabilmesini istiyor; bunun mücadelesini veriyoruz.

Özetle şunu söylüyoruz, yaşamı zehirleyen şey, yaşamın panzehiri olamaz. Her ne kadar iyi niyetlerle, iyi hislerle pratik edilmeye başlansa da “organik, doğal” tarım gibi yöntemler hem sanki kapitalizm temize çıkartılabilirmiş gibi bir manipülasyona alet oluyor hem de kavga ettiğimiz şeyin banka hesaplarına yeni sıfırlar ekliyor ve ne yazık ki, bugün GDO dediğimiz şeyle bu bağlamda aynılaşıyor.

İşte tam da bu noktada, yukarıda sorduğumuz soruya yenileri ekleniyor:

Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Dahası bu sistem içinde nasıl yaşayacak, bu sistemden çıkmak için nasıl mücadele edeceğiz?

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

 

The post Aklım Takıldı, Fikrim Takıldı; “Ne Yiyeceğim?” Kafam Karıştı! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/02/25/aklim-takildi-fikrim-takildi-ne-yiyecegim-kafam-karisti-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/#respond Fri, 05 Jun 2015 10:41:45 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/ 1987 ile 2013 yılları arasında İNES verilerine göre dünyada 611 nükleer “kaza” yaşanmıştır. Bu vakalar kaşla göz arasında örtbas edilirken, bunlardan sorumlu olan şirketler ve devletler her seferinde bir şekilde aklanmıştır. Rosatom, Areva ve Mitsubishi gibi şirketler ve Türkiye, Rusya, Fransa ve Japonya gibi devletler de yaşadığımız topraklar üzerinde Mersin ve Sinop’ta benzeri çalışmalar içerisinde. […]

The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Nükleer

1987 ile 2013 yılları arasında İNES verilerine göre dünyada 611 nükleer “kaza” yaşanmıştır. Bu vakalar kaşla göz arasında örtbas edilirken, bunlardan sorumlu olan şirketler ve devletler her seferinde bir şekilde aklanmıştır. Rosatom, Areva ve Mitsubishi gibi şirketler ve Türkiye, Rusya, Fransa ve Japonya gibi devletler de yaşadığımız topraklar üzerinde Mersin ve Sinop’ta benzeri çalışmalar içerisinde. Adı geçen şirketlerin ve devletlerin tarihlerindeki katliam ve yolsuzluklara bakmanın, kimlerle karşı karşıya kaldığımızı görmek ve nasıl mücadele etmemiz gerektiği konusunda yol gösterici olacağını düşünerek hazırladığımız araştırmayı sizlerle paylaşıyoruz

Rosatom’a Güvenmek

19 Mart 2015 günü, Akkuyu’da nükleer santrali yapacak olan Rus devlet şirketi Rosatom’un başkan yardımcısı Milko Kovachev, “Rus tasarımı nükleer santrallerin depremlerde yıkılmayacağını ve hatta 400 tonluk bir uçak çarpmasına karşı dayanıklı” olduğunu söyledi. Fakat söylemediği bir şey vardı! Bundan yıllar önce Sovyetler Birliği yetkilileri Çernobil’de kurulacak olan nükleer santral hakkında gazetelere şöyle demeçler veriyorlardı: ”Nükleer santrallerimiz çok güvenli, öyle ki Kızıl Meydan’a bile bir tane yapılabilir, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gibiler, onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız” Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. Ve ne büyük bir tesadüftür ki, Çernobil’i inşa eden ve işleten şirket, bugün Akkuyu’da nükleer ihalesini alan Rus devlet şirketi Rosatom’dur!

Çelyabinsk Katliamı

1957 yılında, yine Rusya’nın Çelyabinsk kentinde “zenginleştirme” esnasında oluşan radyasyonlu atıklar, çevredeki nehirlere boşaltılır. Bununla beraber, bu sızıntı yıllarca devam eder. Çevre köylerden kimileri boşaltılır. Birçok insan kanser olur ya da bu sızıntıya bağlı bir şekilde yaşamını yitirir. Bu durum, ancak 90’lı yıllara geldiğinde aydınlığa kavuşturulur. Çelyabinsk’te nükleer aktiviteler halen devam etmektedir. İşin ilginç yanı tesadüfler devam etmektedir bu işin arkasında da Rosatom vardır. Ayrıca Leningrad Nükleer Santrali’nde 1975, 1992, 2005 ve 2009 yıllarında irili ufaklı birçok “kaza” yaşanmıştır. Şirketin söz konusu santralle doğrudan ve dolaylı ve olarak birçok bağlantısı vardır.

Yolsuzluklar, Rüşvetler, Uluslararası İlişkiler

Rosatom, Rusya’da ve iş yürüttüğü her yerde, adı rüşvet ve yolsuzluklarla anılan bir şirket. İddiaların gelip dayandığı son nokta ise “santral yapımında kullanılan malzemelerin kalitesiz olması” ve “ santrallerde kullanılan atıkların akıbeti”. Çünkü şirket, stratejisi gereği işi ucuza kapatmak için “malzemeden” çalıyor ve tüm nükleercilerin ortak sorunu olan “atık” meselesini de rüşvet ve dalavere ile çözmeye çalışıyor.

Halihazırda, en güvenlisi bile potansiyel bir ölüm makinesi olan nükleer santrallerin, ROSATOM gibi şirketlerin elinde bir derece daha tehlikeli olduğu aşikar. Diğer yandan santral işlerinin bir kısmını alan Cengiz İnşaat’ın, başta 1 milyar 50 milyon dolar olarak verdiği teklifi, işi kapmak için 394 milyon dolara indirerek alması ise hem Rosatom’un hem de taşeronları olan şirketlerin güvenilirliği konusunda adeta “yüreğimize su serpiyor!”

Bir diğer nükleer projesi ise Sinop’ta. Buradaki santrali ise, Japon Mitsubishi Heavy Industries ve Fransız Areva şirketlerinin oluşturduğu konsorsiyum yapıyor. Söz konusu şirketler farklı alanlarda faaliyet yürüten oldukça büyük güçler olduğu için, kötü kokuları da aynı ölçüde burnumuzu sızlatıyorlar!

Areva: Nükleerin ABC’sini Yazan Şirket

Areva, 2001 yılında kurulmuş çok büyük bir nükleer şirketi, şirketin hisselerin tamamına yakını Fransa devletine ait. Şirket nükleer adına ne varsa, o alanda faaliyet yürütüyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci uranyum madeni üreticisi durumunda. Özellikle dünyanın fakir bölgelerinden biri olarak geçen Nijer’de maden faaliyetlerini sürdüren şirket, burada da adeta “yaşam düşmanı” olarak karşımıza çıkıyor.

Areva- Verladung Gondeln, Global Tech I- BLG- Hochtief 15.8.13 Areva- Verladung Gondeln, Global Tech I- BLG- Hochtief 15.8.13

Hem Nükleerci Hem Rüzgarcı

Yazıda bahsi geçen şirketlerin, nükleer işi ile beraber rüzgar ve güneş enerji santralleri yapyor olması ise oldukça ilginç. Özellikle Areva ve Mitsubishi’nin bu alanda önemli çalışmaları bulunuyor. Ölüm olarak anılan “nükleer” ile yaşam olarak anılan rüzgar ve güneş enerjilerinin aynı el tarafından yapılıyor olması, bu sürdürülebilir enerjiyi pazarlamaya çalışanların yaşamı ne kadar düşündüğünü açıkca gösteriyor.

 

Şirket nükleer silahların yapımında kullanılan plütonyum’un (MoX) en büyük üreticilerinden biri. Her ne kadar bu maddenin nükleer silah yapımı için kullanılmadığı söylense de kimse bunun garantisini veremiyor. Dünyanın birçok yerinde faaliyet yürüten şirketin, sadece ABD’de, 2005 yılında yürüttüğü lobicilik faaliyetlerine 1 milyon dolar, 1998-2005 yılları arasında da toplam 4.5 milyon dolar harcadığı biliniyor. Nükleer çalışmalarına “ikna etme” ihtiyacı hissettiği için lobicilik yapan şirket aynı zamanda, tesislerinde yaşanan irili ufaklı birçok “kaza” için de, “saklama” ihtiyacı hissediyor. 12 Eylül 2011 tarihinde Marcoule Nükleer tesisinde bir patlama meydana gelmiş, 1 kişi yaşamını yitirirken 4 kişi de yaralanmıştı. Şirket yaşanan bu durumun “nükleer değil endüstriyel bir kaza” olduğunu söylese de, tesiste neler yaşandığı hala gizemini koruyor.

Bütün bunlarla beraber, geçen günlerde şirketin Normandiya Flamanville’deki EPR tipi reaktörünün kusurlu olduğu ortaya çıktı. Benzer bir şey Finlandiya’da aynı tip reaktörün “kaynak kalitesi” açısından uygunsuz olması nedeniyle eleştirilmişti. Areva’nın Mitsubishi ile ortak üreteceği reaktör tipi ise diğerinden farklı. İlk olarak Fransa’da işlemesi planlanan reaktör, Fransa’nın projeyi iptal etmesi ile ilk defa yaşadığımız topraklarda denenecek. Bu arada Rosatom’un Akkuyu’da kullanacağı reaktörün de ilk defa burada denenecek olması düşündürücü.

Mitsubishi: Dünyanın En Büyük Silah Üreticilerinden Biri

Fukuşima’da yaşanan nükleer facianın ardından Japonya devleti, ülkedeki nükleer santralleri tartışmaya başladı. Japonya devleti, toplumun tepkilerinden dolayı yüzünü sözüm ona “yenilebilir enerji”lere ve doğalgaza dönerken, elindeki nükleer olanakları ise büyük enerji kartelleriyle beraber başka coğrafyalara ihraç etmeye uğraşıyor. Japonya devleti ile Mitsubishi, Hitachi ve Toshiba gibi devasa şirketlerle beraber dünyanın dört bir yanında nükleer çalışmalarını sürdürüyor.

Dünyanın en büyük 100 silah üreticisi arasında yer alan Mitsubishi, otomotivden gıdaya, bankacılıktan sağlık sektörüne kadar birçok alanda varlık gösteriyor. Bir yandan nükleer reaktör üreten, öte yandan gıda işi yapan bir şirketin güvenilirliği bir yana, işi insan öldürmek için silah üretmek olan bir şirketin nükleer işine girmesi ise oldukça ironik. Anlaşılan Mitsubishi ve diğer silah sanayicileri insanları öldürmek için daha kolay bir yol bulmuşlar: Nükleer santral inşa etmek!

Bugün Sinop’ta Areva ile beraber nükleer santral inşasını yapacak olan Mitsubishi, bu işin ehli olanlardan. Öyle ki, Sinop’ta denenecek olan reaktör, Fukuşima’da patlayan reaktörün daha gelişmiş bir versiyonu. Reaktörün ilk defa Sinop’ta denenecek olduğunu düşünürsek, ne kadar “gelişmiş” olduğunu bu coğrafyanın yakınındaki diğer yerlerin yaşayanları olarak zaman içinde göreceğiz.

Evet, büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Ama karşılaştığımız tehlike yukarıda bahsi geçen “şirketlerin” kötü olması ile alakalı değil; bahsi geçenlerin devlet ve şirket olmaları ile alakalı. Emin olun yukarıdaki isimleri değiştirip yeni bir yazı yazmaya niyetlenseniz belki yerler ve zamanlar değişir, fakat facialar baki kalır.

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Rosatom, Mitsubishi, Areva Nükleerci Şirketler Yanıbaşımızda! ” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/05/rosatom-mitsubishi-areva-nukleerci-sirketler-yanibasimizda-ozgur-erdogan/feed/ 0
Sinema: “Çernobil’de İlk Önce Yalan Patladı” – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2015/05/03/sinema-cernobilde-ilk-once-yalan-patladi-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2015/05/03/sinema-cernobilde-ilk-once-yalan-patladi-gursat-ozdamar/#respond Sun, 03 May 2015 16:06:00 +0000 https://test.meydan.org/2015/05/03/sinema-cernobilde-ilk-once-yalan-patladi-gursat-ozdamar/ Senaryo tamam: Elektrik kesintileri, “enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulmalıyız” demeçleriyle başladı, ana haber bültenlerinde, tartışma programlarında ve hatta sabah kuşağında bile “böyle giderse yatırım azalır, üretim düşer, işsizlik artar, mutlaka yeni enerji gerek” konuşmaları yapıldı, tesadüfe bakın ki, program aralarında gülen, koşan, bisiklete binen mutlu çocuk yüzlerinin kullanıldığı bir nükleer santral reklamı da yayınlanır oldu, […]

The post Sinema: “Çernobil’de İlk Önce Yalan Patladı” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Sinema Masum Cumartesi filmi Çernobil’deki ilk nükleer sızıntının olduğu güne, 1986 Nisan’ına götürüyor bizi. “Radyasyonlu çay daha lezzetlidir” ya da “birazcık radyasyon iyidir” sözlerine kananların nükleer santrale karşı çıkamaması gibi, Çernobil’de yaşayanlar da devletin “çok güvenlidir, kaza yapma ihtimali sıfırdır, hiç bir tehlikesi yoktur” dediği nükleer santraldeki patlamanın, ölümcül boyutta bir radyasyon yaydığına inanmıyor ve cumartesi günlerine devam ediyor.

Senaryo tamam: Elektrik kesintileri, “enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulmalıyız” demeçleriyle başladı, ana haber bültenlerinde, tartışma programlarında ve hatta sabah kuşağında bile “böyle giderse yatırım azalır, üretim düşer, işsizlik artar, mutlaka yeni enerji gerek” konuşmaları yapıldı, tesadüfe bakın ki, program aralarında gülen, koşan, bisiklete binen mutlu çocuk yüzlerinin kullanıldığı bir nükleer santral reklamı da yayınlanır oldu, bu da yetmezmiş gibi aynı günlerde nükleer anlaşmasına imza atıldığı, hayırlı uğurlu olması temennilerinin haberleri yayıldı.

Karakterler de belli. Bu karakterleri canlandıran oyuncular yıllar içinde değişse de replikleri değişmiyor. Radyasyonlu çay içen bakandan, “birazcık radyasyon iyidir” diyen başbakana, kimler oynamadı ki bu filmde.

Şimdi de filmi anlatalım. “Çok güvenlidir, kaza yapma ihtimali sıfırdır, hiçbir tehlikesi yoktur” denilerek inşa edilen bir nükleer santralde başlayan sızıntı, şirket yetkililerince “üretim durursa kar da durur” denilerek gizlenir. Hükümetten gelen yetkililer de yaptıkları ölçümlerde radyasyon değerlerini normalin çok çok üzerinde bulurlar, ama onlar da, tesisin kapatılarak insanların tahliyesini gereksiz görürler. Üstelik bu patlamanın gizlenmesi konusunda onlar da hem fikirdirler. Ne de olsa nükleer en güvenli enerjidir ve bu tesisin kaza yapması imkansızdır!

Hemen bilim-kurgu demeyin, hayal ürünü demeyin, bu filmde anlatılanlar aynen oldu, 1986 yılının Nisan’ında, Çernobil’de. Okumaya devam ederseniz, nükleerin belası da aynı, şirketlerin ve devletlerin yalanları da aynı diyeceksiniz.

Hükümet/parti ve şirket temsilcilerini oluşturduğu komitenin bu gizlilik kararını konuştukları toplantıya tesadüfen tanık olan müzisyen Valery (Anton Shagin) de bu durumu kimseye söylememesi konusunda uyarılır. Ancak Valery, sevgilisi Vera (Svetlana Smirnova Marcinkevich) ile şehirden ayrılmanın iyi olacağını düşünerek hemen onun yanına gelir. Ancak o da durumun farkında değildir, nükleer sızıntısına da, patlamaya da inanmakta zorlanır. Tehlikenin boyutlarının farkında olmadığından, giydiği topuklu ayakkabının, şehirden trenle gitmek için istasyona koştukları sırada kırılması yüzünden treni kaçırırlar.

Valery, komitenin toplantısında işittikleriyle bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunun farkındadır ama sevgilisi dahil hiç kimse günlük programlarını bozmamış, işlerine, okullarına ya da alışverişe çıkmışlardır. Bu durum Valery’yi daha da gerer. Ama yapabileceği bir şey de yoktur.

Reaktörde sızıntının ilk ortaya çıktığı anı ve sonrasında yaşanan panik anlarını anlatan V Subbotu filmi, adını Çernobil katliamının ilk yaşandığı gün olan Cumartesi gününden alıyor (film Türkçeye Masum Cumartesi olarak çevrilmiş). Alexander Mindadze’nin hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği film, benzer konuda yapılmış filmlerin aksine, nükleer patlamadan sonrasını değil sızıntının başlamasından itibaren ilk 36 saatlik zaman dilimini anlatmayı seçmiş. Bir anlamda nükleer kirlenmeden önce toplumsal kirlenmeye işaret etmeyi denemiş.

Çünkü Çernobil’de açığa çıkabilecek nükleer enerjinin Hiroşima’dakine denk bir radyasyon yayacağını bilmelerine rağmen, yetkililerin bu durumu gizlemesinin katliamın boyutlarını daha da artırdığı ortada. Üstelik nükleer tesisten gece boyunca çıkan kızıllığı izlemeye gelen kasabalıların, nükleer konusunda yeterince fikre sahip olmadıklarını da gösteriyor. Elbette bu konuda devletin, yıllar boyunca, nükleeri öven, onu olumlayan propagandasının ne denli başarılı olduğunun da bir göstergesi. İnsanların da nükleeri olumlu olarak içselleştirmesi yüzünden, nükleeri sorgulamamaları, bu “kaza” yüzünden cumartesi eğlencelerinden vazgeçme gereği dahi duymuyor olmaları korkunç tablonun bir diğer yönünü oluşturuyor.

Vera’nın da kırılan topuğu yüzünden yeni bir ayakkabı almak için gittiği mağazada saatlerce model ve renk seçimi yapamaması, ayakkabının dahi nükleer felaketten daha önemli olmadığı düşüncesine iyi bir örnek sahne diyebiliriz.

Filmin nükleer santraldeki sızıntının gösterildiği başlangıç sekansındaki görsellikte renkler koyu, karanlık seçilmiş, gölgeler yüzünden insan yüzleri de net görünmüyor. Daha sonra şehir hayatının anlatıldığı sekanslar ise parlak, aydınlık ve bol renkli olarak görüntülenmiş. Yine yönetmenin ve görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun bir tercihi olarak filmin büyük çoğunluğunda kameranın elde çekim yapmış olması yüzünden titreyen ve bitip tükenmek bilmeyen düğün sahnesinde bir yakınlaşıp bir uzaklaşan görüntüler, izleyiciyi daha da geriyor. Bu da, filmde var olmayan endişenin -hiç değilse-izleyiciye geçmesini sağlıyor. Bu duygu aktarımı için filmin başından sonuna hiç dış müziğe başvurulmamış olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Filmdeki kimi replikler de, bize benzeri nükleer sızıntı ya da patlamalar ilgili kimi ipuçları da verir. Valery’nin müzisyen arkadaşlarıyla şarap içtiği bir sahnede, “Diyorlar ki Byeloyarkk’da atom aktığı zaman sokaktaki insanları toplayıp kırmızı şarap içirdiler” diye bir söz geçer. Diğerleri de gene kırmızı şarabı kastederek “stronsiyumun üzerine iyi gelir”, “ilaç niyetine içelim” gibi sözler söylerler. Bu sahne, nükleer hakkında doğru bilgilerin devlet tarafından bilerek gizlendiği, halkın da nükleeri, onunla bu sahnede olduğu gibi dalga geçercesine kanıksadıkları ile ilgili iyi bir örnektir. Gerçi televizyona çıkıp herkesin gözü önünde radyasyonlu çay içen bakana, birazcık radyasyon iyidir diyen başbakana inanmamak ne mümkün. Bir de medyanın her gün yaptığı haberlere yedirdiği yalanlarını unutmamalı. Hasılı, devletlerin, şirketlerin ve medyanın yalan patlamasının ardından insanların daha neler neler yapabileceğini tahmin etmek hiç de kolay değil.

 Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesİ’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.

The post Sinema: “Çernobil’de İlk Önce Yalan Patladı” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/05/03/sinema-cernobilde-ilk-once-yalan-patladi-gursat-ozdamar/feed/ 0
“Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/ https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/#respond Fri, 30 Aug 2013 22:34:06 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/ Yarım asrı aşkın zamandır nükleer santrallerin zararları konuşulagelmekte, termik santrallerin yarattığı hava kirliliğine karşı çözüm teknolojileri beklenmektedir. Son yıllarda “temiz enerji” ve “dışa bağımlılığa son” yalanlarıyla gündeme gelen HES’ler (Hidroelektrik Santraller) de kuruttuğu derelerle halkın isyanına neden olmuştu. İnsanlık bir yandan varlığını doğadan ayrıştırarak onu daha ‘verimli’ sömürebilmek için ileri teknoloji ve ‘çevreci’ yöntemler geliştirmeye […]

The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yarım asrı aşkın zamandır nükleer santrallerin zararları konuşulagelmekte, termik santrallerin yarattığı hava kirliliğine karşı çözüm teknolojileri beklenmektedir. Son yıllarda “temiz enerji” ve “dışa bağımlılığa son” yalanlarıyla gündeme gelen HES’ler (Hidroelektrik Santraller) de kuruttuğu derelerle halkın isyanına neden olmuştu.

İnsanlık bir yandan varlığını doğadan ayrıştırarak onu daha ‘verimli’ sömürebilmek için ileri teknoloji ve ‘çevreci’ yöntemler geliştirmeye çabalarken, havanın, suyun, güneşin, yani tüm doğanın metalaştırılarak sömürülmesine de ön ayak oluyor. Yaşam için direnenlerin öfkesi, doğanın katline ferman yazan sürdürülebilir kalkınmacıların karşısında dinmemekte ısrar ediyor.

Dünyada kömür ve petrole dayalı fosil yakıt tüketiminin karşısına ‘yenilenebilir ve sürdürülebilir’’ olduğu iddia edilen enerji üretim yöntemlerinin sunulması Kyoto Protokolü ile ayyuka çıkmış, ardından dünya enerji devlerinin kendi politik hamlelerini de kullanmasıyla, küresel enerji sermayesinin kirli yüzü tekrar bize kabiliyetli manevralarını göstermiştir. Kalkınmacı poitikalarından vazgeçemeyen, ancak her nasılsa ‘çevreye duyarlı’ su çerçeve sözleşmeleriyle gönüllere taht kuran kimi AB ülkeleri ile gelişmekte olan bazı ülkeler, kamuoyunda resmen birer ‘halkla ilişkiler’ simsarları olarak ‘yeşil sermayeyi’ lehlerine kullanmayı ‘temiz enerji’ söylemiyle başarmıştır.

RES’lerin ve GES’lerin zararlarının gerçek boyutları gündem edilmemekte dolayısıyla bunlara yaşam savunucularının gösterdikleri tepki çoğu zaman anlaşılamamaktadır. RES’lerin ve GES’lerin zararlarının başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

RES’lerin Zararları

1- Yüksek dalgaboylu ses dalgaları

Yüksek dalgaboylu ses dalgası Rüzgarda elektrik elde eden pervaneler dönerken dalgaboyları yüksek sesler çıkarmaktadır. Bu seslerin bir bölümü işitilebilir uğultular iken büyük bir bölümü de insanın işitme aralığından dışarıda, ancak maruz kalındığında huzursuzluk verecek cinstendir. Bu yüksek dalgaboylu ve düşük frekanslı dalgaların uzun ve kısa vadede açığa çıkardığı zararlar henüz tümüyle tespit edilememiştir.

2- Dev Mıknatısların Elektro Manyetik Etkileri

Rüzgarın döndürdüğü paneller türbindeki çok güçlü bir mıknatısın dönmesini sağlayarak mıknatısın oluşturduğu manyetik alanın da yörüngesini sürekli değiştirir. Dönen mıknatıs, etrafındaki kablolarda bir elektrik akımı meydana getirir. Kayda değer bir elektrik akımı oluşturabilmek için ya paneller çok hızlı dönmeli ya da mıknatıs çok kuvvetli olmalıdır. Rüzgarın panelleri döndürme gücü belli bir sınırda olduğundan bu mıknatıs olabildiğince güçlüdür. İşte bu denli kuvvetli bir mıknatısın oluşturduğu elektromanyetik alan, etkileşim içinde olduğu alandaki birçok maddeye etkide bulunacaktır. Buna bağlı olarak etki alanında kalan tüm varlıkların kimyasal ve genetik yapısında değişiklikler meydana getirecektir. Elektromanyetik dalgalara maruz kalmak kanserin birincil nedenidir.

3- Göçmen Kuşların Parçalanması

Göçmen kuşlar çok uzun mesafeleri katettiklerinden bünyelerindeki enerjiyi en verimli şekilde kullanabilmek için kendilerini büyük rüzgar akımlarına bırakarak daha az kanat çırparak göç ederler. Bu büyük rüzgar koridorları aynı zamanda göç yollarıdır. Rüzgardan elektrik elde eden santraller de hızlı dönmeleri istendiğinden bu rüzgar koridorlarına kurulurlar. Göç yollarında karşılarına çıkan bu dev pervanelere kapılan göçmen kuşların büyük bölümü bu pervanelerin kendilerine çarpmasıyla parçalanarak ölmektedirler.

4- Kurulum sürecindeki katliamlar

RES’lerin kurulacakları bölgede rüzgarın hız kaybetmemesi için etraftaki mevcut orman alanları “temizlenir”. Genellikle RES’lerin devasa parçaları bölgeye mevcut yollardan sokulamazlar. Bu yüzden daha geniş yeni asfalt yollar inşa edilir. Daha geniş yollar için daha çok ağaç kesilir, daha çok orman varlığı yok edilir. RES’lerin parçaları kurulacakları yere ulaştığında artık bir araya getirilmelidirler. Bu parçaların montajı için ihtiyaç duyulan atölyenin de inşaatı dolayısıyla yeni katliamlar yapılması kaçınılmazdır.

5- İklim değişikliğine yol açan rüzgar yönü ve şiddetindeki değişmeler

Rüzgarlar hareket eden bir hava kütlesi olmalarının yanı sıra beraberlerinde nem ve sahip oldukları sıcaklık dolayısıyla ısı (bu ısı, gideceği yere göre soğuk ya da sıcak olabilir) da taşırlar. Yavaşlayan rüzgarlar, doğal hedeflerine ulaşamadıklarından iklim değişikliğine neden olurlar.

6- Rüzgar momentumdur, varlığı hava akımının hızına bağlıdır

Her ne kadar rüzgarın yenilenebilir enerji kaynağı olduğu iddia edilse de bu basit bir şekilde imkansızdır. Rüzgar, havanın hareketi ile meydana gelir. RES’lerin pervaneleri hava akışının hızını yavaşlatarak rüzgarı azaltır, hatta uzun mesafede yok ederler. Bütün yeryüzündeki hava koridorları birbirleriyle bağlantılı olduğundan bunlardan herhangi birindeki tıkanıklık büyük ölçekte değişiklikleri de tetikler.

GES’lerin Zararları

1- Yansıyamayan radyasyon yeryüzünde kalır

Güneş panelleri güneşten gelen ışınları soğurarak bu ışınlardaki radyasyonu elektrik enerjisine dönüştürürler. Bu panellerin çalışmasındaki ana prensip ışıkla gelen enerjiyi en yüksek düzeyde soğurmaktır. Normalde yeryüzüne düşen ışınların (dolayısıyla enerjinin) büyük kısmı uzaya yansıyacakken güneş panellerinin etkisiyle bu enerji yeryüzünde kalmakta ve ısı yoluyla dağılarak yeryüzünün sıcaklığını artırmaktadırlar.

2- Değersiz görülen yaşam alanlarının yok edilmesi

Yeryüzünün her bölgesi pek çok çeşitte varlık için yaşam alanıdır. Bütün bölgelerin ve bütün varlıkların etkileşim içinde olduğu ve ayrı ayrı ele almanın bazı noktaları gözden kaçırmalara yol açabileceği gerçeği bir yana, güneş tarlaları ile kaplanması planlanan “çorak alanlar” dahi birçok türde (sürüngenlerden eklem bacaklılara, mikroorganizmalardan bitkilere kadar pek çok varlığa ev sahipliği yapmaktadır. Bu alanların çorak olarak nitelendirilmesinin nedeni kendini doğanın efendisi ilan eden insanların bu alanlar üzerinden yeterince fayda elde edilemediği algısından kaynaklanmaktadır. Bu bölgeler her ne kadar insan için gözden çıkarılabilecek yerler de olsa insan dışındaki diğer varlıkların kullanımını kısıtlayacağından büyük bir adaletsizliğe yol açacaktır.

3- Panel soğutma sistemleri suyu kirletir

Güneş santralleri enerji çevrimi esnasında ısınan mekanizmalarını soğutmak için çok miktarda yeraltı suyunu kullanırlar. Her ne kadar kirlilik dendiğinde suyun içine farklı kimyasalların karışması gibi algılansa da normal koşullarında 10 derece olan suyun 60 derecenin üzerine çıkarılıp tekrar geri salınması da bir kirlilik faktörüdür.

Kapitalist toplumun, bugün ekosistemin gördüğü zararı telafi edebilmek adına fosil yakıt ve kömür tüketimine karşı sunduğu ‘temiz’ enerji yöntemlerinin, – yani bir alternatif olarak sözde yenilenebilir enerjinin- mevcut üretim ve tüketim sistemini karşılaması için göstermesi gereken randıman, ancak yaşamları kökten yok ederek mümkün olabilecektir. Sistemin bize sürdürülebilir olarak sunduğualternatifler, aslında sosyal, kültürel ya da canlı yaşamlara karşı, kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlama amacını taşımaktadır. Yani efendiler bizlere “altın yumurtlayan tavuğu kesmeme”yi salık verirken bizleri, tüm varlıkları ‘sürdürülebilemez’ bir yaşama hapsetmektedirler.

Alp Temiz
[email protected]

The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/feed/ 0