The post Rekabetin Reçetesi Hamilelik Dopingi – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarlalarda, ırgatlık yapan hamile kadınlar, herkesin gıpta ile baktığı bir azimle çalışırlar. Sıradan bir insana göre daha fazla efor harcarlar. Peki, kadınların herhangi bir enerji verici madde kullanmadan sahip oldukları bu enerji nereden gelir? Hamile kadınların, günde 12-16 saat çalışmasını sağlayan gücün kaynağı nedir?
Büyük şirket sahipleri, daha fazla kazanmak için daha fazla mesaiye ihtiyaç duyarlar. Mesai saatinin uzaması ise daha fazla enerji demektir. Bu enerjiyi dopinglerden alan şirket sahiplerinin karşısında, tarlalarda çalışan hamile kadınların söz konusu enerjiyi yüksek fiyatlara satılan dopinglerden karşılamadıklarını anlamak oldukça kolaydır. Peki ya hamile kadınların vücudu, kendi dopingini üretiyorsa?
Doping Nedir?
Afrika’daki Zulu kabilesinin üyeleri, savaşlarda cesaretleri artsın diye üzüm posasından yaptıkları “dop” adında bir içecek içiyorlardı. Bu içecek aynı zamanda üzümün içerisindeki şekerden kaynaklı olarak enerji de veriyordu.
Kabilenin hangi üyesi bilebilirdi ki, yüzyıllar sonra rekabetle gelecek bir başarıya ulaşabilmek için kullanılan her “enerji verici” maddenin adına doping deneceğini.
Günümüzde; başarılı olmak için daha fazla ders çalışması gereken öğrencilerin ya da iyi bir kariyere sahip olabilmek için daha yoğun çalışması gereken beyaz yakalıların sıkça kullandığı doping ilaçları, vücuda üstün hareket ve enerji sağladığı için, sporcular tarafından da uzunca bir zamandır tercih ediliyor.
Dopingin Yasaklanması
Üst üste kazanılan şampiyonluklar, sporcuların spor esnasındaki ölümleri ya da ölümlerinden sonra yapılan otopsilerin raporları, korkunç bir gerçeği ortaya çıkardı. Sporcular başarısızlıklarını birer başarıya dönüştürebilmek, kariyer yapabilmek ve daha fazla para kazanma hırsları nedeniyle doping kullanıyorlardı. Bunun üzerine, müsabaka kurallarına aykırı bir davranış olan doping kullanımı, spor federasyonları tarafından “kesinlikle” yasaklandı.
Yasaklamalara rağmen, yine de kimi zaman söz konusu olan doping kullanımını engellemek ve denetlemek için yapılan doping testi sonucunda kanında doping bulunan sporcular, müsabakalardan çıkartılır. Müsabaka sonrası yapılan testle ise kanda çıkacak doping sonucu sporcu uzaklaştırma alabilir, men edilebilir, hatta şampiyon olduysa, şampiyonluğu da elinden alınır.
Kazanmak, birinci gelmek, şampiyon olmak uğruna, yaptıkları dopingin ortaya çıkmayacağı yöntemler arayan sporcular, bugüne değin birçok farklı yöntem denedi. Alınan doping sonrası kanın alınıp, temizlenip, dolaşım sistemine geri verilmesinden; oksijen transferine kadar birçok yöntem… Bu yöntemlerden en akıl almaz olanı ise 1960-70’li yıllarda, Balkan coğrafyası jimnastikçileri tarafından kullanılmaya başlandı: Hamilelik dopingi.
Hamilelik Dopingi
Hamilelik sürecinde vücut, normalden fazla olarak testosteron hormonu üretir. Bu da kas yapımını arttırıcı olduğundan, kalça, bacak gibi bölgelerde kas oluşum hızı artar ve bu bölgelerdeki eklemler esneklik kazanır. İşte bu değişimleri, hamile bir atletin kendi bedeninde fark etmesi ile hamilelik de bir doping yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yöntemi kullanan sporcuların yoğun antrenman programlarıyla süzülen kanlarındaki kırmızı hücreler, yani alyuvarlar, hamilelikle birlikte çoğalıp, zenginleşir ve yenilenir. Bu durumun kendisi de doğal bir doping etkisi yaratır. Kandaki bu yenilenme, sporcuya enerji vererek, onun performansını arttırır. Hamileliğin getirdiği tüm bu değişim, hamile bir kadın için oldukça olumlu bir durumken; sporcuların bunu bir doping olarak kullanması, hırsın ve kazanma isteğinin insana neler yaptırabileceğini açıklar nitelikte.
Başarı, Başarı ve Daha Çok Başarı
Madalyanın başka bir sporcunun evindeki vitrine girmesine göz yummak istemeyen rekabet duygusu, daha 13-14 yaşındaki sporcuları, antrenörlerinin yarattığı hırs duygusunun bir parçası olmaya zorluyor. Ve çoğu zaman gönüllü dahi olmadan antrenörleriyle birliktelik yaşamak da dahil, şampiyonluk yolunda yapılan her şeyin mübah olduğu meşruluğu yaratılıyor.
İlk kullanımlarda, enerjinin yanı sıra kişiye neşe, güven duygusu veren doping ilaçları, uzun süreli kullanımlarda ise bağımlılığa yol açarken; kişinin hırçınlaşmasına, isteksizliğine ve ilaçları kullanmadığı zamanlardaysa aşırı yorgunluk hissine neden oluyor. Hamile dopingi yapan sporcular içinse, hamileliğin yarattığı duygusal etkinin dışında, müsabakalar bittiğinde kürtaj yapılarak hamileliğe son verildiği için hem hamilelik hem de kürtaj olma bir rutine dönüşüyor. Bu da kadının fiziksel olarak da tahribata uğramasına neden oluyor.
Rekabet Et – Hep Kaybet
Düzenli olarak spor yapan insanların vücutlarında salgılanan dopamin, kişilerin kendilerini daha iyi hissetmelerini ve daha enerjik olmalarını sağlıyor. Bu nedenle, sporun iradeyi, zihni güçlendirme etkisi bazı uzmanlar tarafından depresyon tedavisinde bile kullanılıyor. Bununla birlikte kişinin düzenli egzersiz sonucunda fiziksel olarak güçlenerek kondisyonunu artırması, kişinin psikolojik olarak da karşılaştığı sorunlarla başa çıkabilme becerisini geliştiriyor. Hal böyleyken aslında spor yapmanın kendisi, kişide dopinge gerek olmadan, olumlu bir etki yapıyor.
Oysa günümüzde sadece rekabete ve kazanmaya odaklı yapılan etkinlikler, müsabakalar ve turnuvalar, kişilerin sporun güçlendirici ve sağaltıcı etkisine izin vermiyor, üstüne üstlük en iyisi olmak uğruna, yapılan her şeyi meşrulaştırıyor ve kimi zaman antrenörlerin atletler üzerinde psikolojik ve cinsel bir baskı kurmalarına, kimi zamansa kadın atletlerin kendi bedenlerine yabancılaşarak, fiziksel olarak potansiyellerini, bir doping ilacı gibi kullanmalarına neden oluyor.
Kazanmak uğruna, döllenen bir yumurtaya, vücudun dönüşüm geçirdiği bu döneme; topyekün bir doping ilacı gözüyle bakmak, kişinin kendi bedenine uyguladığı bir tahakkümdür ve aslında bu “kazanım”, rekabetin bir eseri olduğundan, sonsuz bir kaybediştir.
The post Rekabetin Reçetesi Hamilelik Dopingi – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından, iki bölüm halinde yayınlayacağımız bir yazı ile devam ediyoruz. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünde Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma kavramını tanıtılırken, bu kavram üzerinden Güney Afrika ekonomisinde önemli etkileri olan bağış kültürüne ve uluslararası STK yardımlarına eleştiri getiriliyor. Yazının bu ilk bölümü ayrıca, Kropotkin’in çalışmasından verdiği örneklerle, kapitalist ekonomi teorilerinin temel ilkesi olan rekabetin, insan ve hayvan toplumlarının hayatta kalmasında temel ilke olmadığını gösteriyor.
Stefanie Knoll
Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir.
Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir
Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve düşünür olmakla kalmayıp iyi bilinen bir coğrafyacı ve bilim insanıydı. En ünlü kitabı olan “Karşılıklı Yardımlaşma”, Sosyal Darwinizm’e [1] ve insan doğası hakkındaki genellemelere [2] sağlam bir eleştiri getirir. 19.yy’dan başlayarak insan doğasının özünde iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkında bir tartışma süregelmiştir. İdealistler insanın aslında iyi olduğunu ve savaşların uygarlık yüzünden olduğunu savunurlar. Diğer yandan -dünya çapında egemen politik düşünce olan- gerçekçiler, insanların özünde kötü olduğunu ve devlet araya girmediğinde her zaman birbirlerini öldüreceklerini (Hobbes’un herkesin herkese karşı savaşını) savunurlar ve böylece devleti, barışı getirmek ve sürdürmek için gerekli, çatışmaları çözümleyen bir kurum gibi gösterirler. “En güçlü olan hayatta kalır” teorisi böylece devletin varlığını meşrulaştırdığı gibi, devletle iç içe olan felaketleri, kolonileştirmeyi, emperyalizmi ve kapitalizmi de meşrulaştırır; her zaman devlete bağlı olmayan (ama çoğu zaman dine bağlı) ırkçılık, cinsiyetçilik [3], heteroseksizm [4] ve engelli ayrımcılığı [5] da yine bu teori ile meşrulaştırılan felaketlerdir. Fakat ilk defa Kropotkin’in kapsamlı biçimde gösterdiği gibi, insan doğası diye bir şey yoktur ve bu gerçek artık antropolojide[6] genel geçer kabul görmektedir. İnsanlar, ne doğası gereği iyi, ne de doğası gereği kötüdür; iki doğaya birden sahiplerdir. Bu yüzden mesele, bugün toplumda ortaya çıkan çatışmaları, yoksulluğu ve diğer sorunları nasıl çözeceğimizi bulmaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma Nedir?
Karşılıklı Yardımlaşma, insanların birbirine yardım etmesi kavramı, ilk olarak Kropotkin tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve aynı adlı kitapta 1902’de yayımlanmıştır [7]. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşmanın insan evriminde önemli bir etken olduğunu düşünür ve çalışması “en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine önemli bir eleştiri getirmiştir. Bu kitabında Kropotkin, çeşitli hayvan ve insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın önemini gösterir. Karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumların nasıl daha barışçıl olduğunu gösterirken verdiği örnekler, yine antropologlar tarafından dünya çapındaki barışçıl toplumların ortak özellikleri olarak kabul edilmektedir. Modern antropoloji Kropotkin’in insan doğası diye bir şeyin olmadığını söyleyen teorisini onaylamıştır. Kropotkin, bu büyük tartışmada herhangi bir tarafı tutmak yerine, insanlarda ve hayvanlarda hem karşılıklı mücadelenin, hem de karşılıklı yardımlaşmanın olduğunu, ama türlerin hayatta kalması için, karşılıklı yardımlaşmanın daha önemli olduğunu göstermiştir. İnsanlar arasında çatışmadan daha fazla yardımlaşma vardır.
Karşılıklı yardımlaşma, insanların bireyci davranmak ya da daha kötüsü çatışmak yerine yalnızca maddi olarak değil, manevi olarak da yardımlaşması demektir. Yaşamın birçok alanında insanların rekabet etmek yerine herkesin yararına olacak şekilde beraber hareket etmesi demektir. Toplumsal dayanışmanın herkes için daha iyi olduğunun ve çatışmak yerine birbirimize yardım ettiğimizde yaşam kavgasını daha iyi vereceğimizin farkına varmak demektir. Diğer insanları düşman olarak değil, yoldaşların ve arkadaşların olarak görmek demektir. Karşılıklı yardımlaşma, eşit bir karşılık beklemeden paylaşmak demektir. Karşılıklı yardımlaşma ayrıca, birbirimizle savaşmak yerine ahenk içinde yaşamanın bir örneğidir. Karşılıklı yardımlaşmanın en genel örnekleri, daha iyi sonuçlar için beraber avlanmak, tehlikelerden korunmak için beraber yaşamak, her tür işte birbirine yardım etmek, ihtiyaç zamanlarında birbirine destek vermektir. [Güney Afrika kültüründen somut örnekler, yazının devamında tartışılacaktır.]
Karşılıklı yardımlaşma, yardımın tamamen eşit olmasını ima etmez. Karşılıklı yardımlaşma daha çok “herkesten yapabildiği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şeklinde bilinen komünist prensibe göre işler. Bunun prensibin kökeni, hepimizin bir olduğu, bütün insanlığın birbirine ait olduğu ve hepimizin her birimiz için çalışmamız gerektiği düşüncesidir. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma pratiği sayesinde insanların bazı gerçeklerin farkına vardıklarını yazar: Bu deneyimler, insanların birbirlerine bağlı olduklarını, her birinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna bağlı olduğunu ve herkesin eşit olduğunu fark etmelerini sağlar. Bunlar, birazdan detaylıca tartışacağımız, Afrika’daki Ubuntu kavramına çok yakındır. Ancak karşılıklı yardımlaşma, bu yardımın tek yönlü olduğunu da ima etmez. Tek yönlü yardımlaşma başka bir şeydir, onun adı hayırseverliktir.
“Kilise” ve Hayırseverlik
Tıpkı devlet gibi, kilise de insanların arasına girerek karşılıklı yardımlaşmayı yok etmeye çalışır. Genelde kiliseler, camiler, sinagoglar ve tapınaklar [9] imeceyi yok eder ve yerine hayırseverliği koyarlar.
Hayırseverlik karşılıklı değildir. Sahip olanın olmayana vermesi, bir bağımlılık durumu yaratır. Hayırsever kişi, insanları güçlendirmez, onların tekrar ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak şekilde yardım etmez. Kropotkin’e göre hayırseverin “yukarıdan esinlenir bir havası vardır ve bu yüzden yardımı alan insana karşı belli bir üstünlük ima eder” [7]. Muhtaç insanlara yiyecek ve giyecek dağıtan bir örgüte para vermek, hayırseveri suçluluk duygusundan kurtarır. Meşhur tabirle, hayırseverler gizlide çaldıklarının bir kısmını ortalık yerde geri verirler. Tabii ki, kıtlık gibi büyük kriz durumlarında, yetersiz gıda yüzünden insanlar açlık çekiyorsa, aç olanlara yemek verilmelidir. Fakat genelde yemek vermek, dışarıdan bedava yemek ithal etmek bağımlılık yaratır ve yerel ekonomiyi yok eder. İnsanların bağımsızlığını ve kendine yeterliliğini yok eder.
Hayırsever yardımlar sadece kiliseden gelmez. Aynı nedenlerle, STK yardımları da herkesin eşit ve özgür olduğu yeni bir dünyanın yaratıldığı süreçlere zarar verir.
Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.
Hayvanlar ve İnsanlarda genel olarak karşılıklı yardımlaşma
Kropotkin, kitabında böceklerin ve diğer hayvanların arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı uzunca betimler. Hayvanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı anlatmak, Kropotkin’in evrimsel gerçeklere dayanan tezini kuvvetlendirir çünkü nihayetinde insanlar da belli hayvan türlerinden gelirler. Bu örnekler, insanlar insan olmadan önce bile doğal bir içgüdü olarak karşılıklı yardımlaşmanın var olduğunu gösterir.
Kropotkin, çok geniş bir çeşitlilikte örnekler verir ve hayvanlar aleminde genel kuralın rekabet değil karşılıklı yardımlaşma olduğunu gösterir. Şöyle yazar: ‘Karıncalar ve kanatlı karıncalar “Hobbes’cu Savaştan” firar etmişlerdir ve bu sayede durumları daha iyidir.’ [7]
Doğada görebileceğimiz gibi birçok hayvan türü sürüler halinde yaşar. Kropotkin, hayvanların sadece kendi türleriyle değil başka türlerle de yardımlaştıklarını gösterir (örneğin korunma amacıyla beraber hareket eden Zebralar ve Zürafalar). Hayvanların beslenme ihtiyacı ya da potansiyel eş için rekabet ederken birbirlerini öldürdüklerini inkar etmez. Ancak bize anlatılan “öldür ya da öl” olaylarının, hikayenin tamamı olmadığını net olarak ortaya koyar. Bazı hayvan türleri yaşamın akışı içinde ancak belirli durumlarda birbirlerini öldürürler ve bunu en sık yapanlar türlerinin en çok hayatta kalanları değillerdir. Çoğu hayvan türü ise sadece yardımlaştıkları ve birbirlerini gözettikleri için hayatta kalabilirler.
Kropotkin karşılıklı yardımlaşmanın hayvanlarda genel bir kural olduğunu gösterir ve bu kuralı insanlara doğru genişletir. Özellikle insan türünün, yeryüzünde var olduğu zaman diliminin çoğunda (silahları icat edene kadar) çok korumasız olduğu için bu kurala bir istisna teşkil edemeyeceğini yazar. Yani insanlar eskiden beri, birbirlerine yardım etmek ve tehlikelerden korunmak için toplum içinde yaşamışlardır. Kropotkin şöyle yazar: “Dizginlenmeyen bireycilik, modern bir oluşumdur” [7].
Kropotkin, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına, Ortaçağ Avrupa toplumlarına ve günümüze kadar her dönemdeki insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın nasıl var olduğunu gösterir. Karşılıklı yardımlaşmanın, sömüren köle sahiplerine ve patronlara karşı, ya da insanları hem diğer toplumlara hem de kendi toplumlarına karşı savaşa süren otoriter şeflere, krallara ve diğer politikacılara karşı emekçilerin ve yoksulların bir korunma aracı olduğunu gösterir. Bu otoriteler insanları sömürmekle kalmaz, [sömürüyü sürdürebilmek için] vergi ödemeyenleri ya da orduya katılmayı reddedenleri cezalandırırlar. Kropotkin, insanların sadece küçük bir kısmının savaş çıkarmayı sevdiğini, çoğu insanın tek istediği şeyin, ailesi, arkadaşları ve komşularıyla birlikte barış içinde yaşamak olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Şöyle yazar: “Savaş, insanlığın hiçbir döneminde varoluşun olağan bir durumu değildi. Savaşçılar birbirlerini yok ederken ve papazlar bu katliamları kutlarken halklar günlük yaşamlarını sürdürür ve kendi yaşam mücadelelerine devam ederlerdi. [7]
Dahası Kropotkin, yoksul insanların arasındaki dayanışmayı yok edip yerine bürokrasiyi koyan devletin karşılıklı yardımlaşma pratiklerini nasıl yok etmeye çalıştığını gösterir. Otorite, kendi yiyeceklerini yetiştiren yoksulları rahat bırakmak yerine vergi koyarak daha fazla çalışmaya zorlar.
Ancak, kendimizi “kötü” insanlardan korumak için savaşmamız gerektiğini ve insanın kendi kötücül doğasından korunmak için devletlere ihtiyacımız olduğunu söyleyenler sadece politikacılar değildir: tarihçiler de “insan yaşamının savaşlarla geçen kısmını abartmış ve barışçıl zamanları önemsememişlerdir. […] belli ki kitlelerin yaşamına hiç dikkat etmemişler çünkü toplumun çoğu barış içinde yaşamına devam ederken çok azı savaşa katılır” [7]. Bize sürekli, insanların savaşçı yaratıklar olduğu ve doğası gereği birbirlerini öldürdüğü söylenir. Fakat gerçekler tam tersini gösterir ve Kropotkin bunu ilk işaret edenlerdendir. Çoğu insan barış içinde yaşamayı tercih eder. Kropotkin “Gerçekte insan, anlatılan savaşçı varlıktan o kadar uzaktır ki…” [7] der. Toplum içindeki karşılıklı yardımlaşma, kaçımızın barışçı çizgilerde yaşamayı tercih ettiğini, savaşmak yerine yardımlaşmayı tercih ettiğini gösterir.
Dahası, karşılıklı yardımlaşma olmadan yoksullar ve işçi sınıfından insanlar hayatta kalamaz. Kapitalist sistem işçilerin bile kendi başlarına hayatta kalmasını imkansız hale getirir. İşte bu yüzden karşılıklı yardımlaşma kapitalist toplumda hala vardır, bu nedenle büyüyor ve daha iyi bir dünya inşa etmek istiyorsak büyümek zorunda.
Karşılıklı yardımlaşma, devlet ve kilise gibi devletsi yapıların onu yok etmeye çalışmasına rağmen; bireyciliği yaratan, “en uygun olanın hayatta kalması” teorisine yeni anlamını veren ve 100 yıldan fazladır süren kapitalizme rağmen bugün hala varlığını sürdürüyor. Gerçekten de, çoğu zaman kapitalizm içinde geçinebilmek için sömürmek ve bencil olmak gerekliymiş gibi gözükür. Fakat Kropotkin’in yazdığı gibi: “İnsandaki evrimsel gelişimi barış ve bolluk dönemlerine rastlayan karşılıklı yardımlaşma eğilimi o kadar eski bir kökene dayanır ve insan türünün evrimi ile o kadar iç içe geçmiştir ki, tarihin bütün talihsizliklerine rağmen bugüne kadar korunarak kalmıştır. [7]
DİP NOTLAR :
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur.
Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem aşamasında edilgenleştirdiği için, olumsuz propaganda ile eş tutulabilir.
Çıkar elde etme uğruna bireyi edilgenleştiren farklı manipülasyon teknikleri, Nazi Almanyası’nda yoğun ve sistematik bir şekilde kullanılmıştır. Almanya’da 1933 yılında sırf insanlara kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve halkın sadakatini kazanmak için özellikle de ırkçılık temelinde propagandalar yapılmış; propagandaların güçlü bir şekilde yapılması için de “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” kurulmuştur. Dr. Paul Joseph Goebbels’in sorumluluğundaki bakanlık, iktidarın kalıcılığı ve meşruluğu için gazete, dergi, kitap, miting ve toplantılar, sanat ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirmiştir. Nazi inançlarına veya rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramıştır. Ayrıca en çok tercih edilen propaganda türlerinden biri olan korkuya başvurma yöntemi kullanılarak “Müttefikler Alman halkını yok etmeyi amaçlıyor” iddiası ile halkın desteğini ve sadakatini sağlamaya çalışmıştır.
Kapitalizmin rekabete dayalı çıkarcı ekonomisi insanları daha kolay sömürebilmek için propaganda yerine halkla ilişkiler kavramını oluşturmuş ve geliştirmiştir. Manipülatif pek çok öğe barındıran, olumsuz yönde propagandalar içeren halkla ilişkiler kavramı; kapitalizmin işleyebiliyor olmasına katkılarını sunmaktadır. Kapitalizmin kurumlarının halkın birincil taleplerine “nesnel” yaklaşması üzerinden söylem üreten halka ilişkiler, sadece kendini tanımlaması ve anlamlandırmasıyla bile ciddi bir manipülasyon gerçekleştirmektedir.
Manipülasyon kapitalist sistem için güçlü bir araçtır. Gerçeklikten uzak olarak ürettiği bir takım olgular ve genellemelerle sistemin sorgulanmasının da önüne geçmektedir. Bu genellemelerden en önemlisi, bireyin özgürlüğü durumudur. Fakat bu özgürlük, kapitalizmin savunduğu şekilde rekabetçi ve çıkarcı bireylerin özgürlüğüdür.
Bireyi edilgenleştiren olumsuz propagandanın ve doğal olarak manipülasyonun yayılması için çok farklı araçlar kullanılabilir; haberler, devletin resmi tarihinin yazılması, kitaplar, filmler, reklamlar, radyo, televizyon ve internet gibi…
Manipülasyon ve medya sıklıkla birlikte kullanılan iki kavramdır. Medyanın inandırıcılığı göz önünde bulundurulduğunda bu kullanımın nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Medya, yeni bir gerçekliğin yaratılmasında, dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve ilgisizleştirmede başarılı olmaktadır. Örneğin, bölünmüşlük yöntemiyle, kimi toplumsal ve siyasal olayların haberlerinin reklamlarla veya alakasız haberlerle kesilip dikkatlerin o konuda toplanması engellenir.
İktidar ve rant mücadelelerinde sıkça kullanılan manipülasyonla olumsuz bir propaganda hattı yürütülmektedir ve bu durum gerek devletlerin kendi tarihlerinin oluşumunda ve yazımında, gerekse sistemin meşruluğunu sağlayan “nesnel gerçeklik”lerde gizlenmektedir.
Tüm bu vurgulananlar üzerinden sorgulanması gereken; kapitalizmin ve devletlerin “nesnel gerçeklikleri”nin, manipülasyonlardan ne kadar bağımsız olabileceğidir. Manipüle edilmemiş bir gerçeklik arayışı olabilir mi?
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Direnişin, Dayanışmanın Ligi ÖZGÜR LİG appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Endüstriyel futbola olduğu kadar ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve rekabete karşı Özgür Lig, 5 Nisan’da Ankara Sokullu Ahmed Arif Parkı’ndaki açılış şenliğiyle başladı.“Futbol borsada değil, arsada oynanır” şiarıyla yola çıkan Özgür Lig’le bir röportaj gerçekleştirdik.
Özgür Lig projesi nasıl oluştu, nasıl olgunlaştı?
“Gelengi Keşif” diye bir oluşum var. Bu Gelengiler, politik olmayı pratik yaşantılarımıza nasıl yansıtabiliriz, kapitalist üretim-tüketim bağlarından nasıl sıyrılırız, nasıl çatlak yaratıp kendimize alan açarız derdinde olan bir ekip. Toplantılarında oluşan “İstanbul’da Karşı Lig var, Gazoz Lig var. Biz neden Ankara’da yapmıyoruz?” sorusuyla, yakinen bildikleri ekiplere öneri getirdiler. Kara-Kızıl taraftar, 100. Yıl İnisiyatifi, FC-Bakunin dahil oldu ve fikri güzel bulan diğer takımlar da lige katıldı. Futbolun daha amatör bir ruhla oynanabildiğini göstermekti aslında amaç. “Futbol borsada değil, arsada güzel” şiarıyla başladık işe. Maçları arsada yapmayı düşündük, ancak artık futbol oynayabileceğimiz arsaların tükendiğini fark ettik. Mecburiyetten halı sahada başladık.
Özgür Lig’in işleyişinden biraz bahseder misiniz? Takımlar, kadrolar vs. nasıl oluştu?
Beleştepe, Kara-Kızıl gibi biraz daha muhalif taraftar grupları, zaten böyle bir organizasyon peşindeydi. Öneri gelince, biz Kara-Kızıl taraftar olarak, başlık ve içeriğinde benimsediğimiz şeylere yer verildiği için, lige direk girmek istedik. Diğer taraftar grupları ikili ilişkilerle haberdar edildi, toplantılara çağrıldı. Birkaç hafta içinde 14 takım oluştu. Herhalde böyle bir beklenti varmış, takımını alan geldi.
Takımlar lige nasıl katılır? Şartları nelerdir? Bu şartlar kimler tarafından oluşturulur?
Şartları, yaptığımız toplantılarda beraberce belirledik. İstanbul’daki ligleri de referans alarak, nasıl bir yöntem izleyeceğimize karar verdik. Lig 14 takımla sınırlı gibi görünüyor, ama takımlardan bağımsız biri de oyuna girebiliyor. Mesela Kara-Kızıl’dan biri oynamadığında, başkası onun yerine oynayabiliyor. Yeni bir takım lige dahil olmak istediğinde, toplantılara katılıyor ve anlayışlarımız ortaksa dahil oluyor.
Mevcut futbol anlayışına nasıl karşı çıkar Özgür Lig?
Endüstriyel futbola karşı olduğumuzu beyan ediyoruz. Endüstriyel futbol anlayışı, insanları sömürerek bir piyasa açmak, rekabete zorlayıp zıt kutuplara ayrıştırarak daha çok gelir elde etmek üzerine kurulu.
Biz muhalif taraftar grupları olarak; tam da bu ayrımcılık, bu sömürü noktasında karşı duruş sergiliyoruz ve taraftar gruplarının dışında insanlar da bu mücadelenin bir parçası oluyor.
Kadınların ve LGBTİ bireylerin oluşturduğu takımlar da Özgür Lig’de oynayacak sanırız?
Kaos GL halihazırda var olan takımıyla katılıyor lige mesela. Takımları da, tribünleri de gerçekten çok iyi. Başta konuşurken “futbol bir erkek oyunudur” anlayışının dışına çıkalım, daha karma ve insanların alışık olmadığı görüntüyü sunabilelim istedik.
Son süreçte siyaset dolayımıyla gündemde olan futbolu Özgür Lig nasıl değerlendirir? Siyaset ve futbol arasındaki ilişkiye nasıl bakar?
Bir örnekle anlatayım. Dünkü haberlerde gördüm; cumhurbaşkanı Süper Lig’deki takımların kaptanlarını toplantıya çağırmış. Taraftar gruplarına hep yöneltilen bir eleştiri vardır; futbolu siyasete karıştırıyormuşuz, ideolojimizi tribünlere aktarıyormuşuz. Esasen futbol, siyasetin tam göbeğinde bir şey. Toplumsal olaylara gösterdiğimiz reaksiyonlar, tribüne de yansıyor. Berkin için, Ethem için pankartlarımızla gittik tribüne. Gezi sonrasında, taraftarlara yönelik bir algı açıklığı söz konusu, Çarşı’dan başlayarak. (Başlangıç noktasına Çarşı’yı koyabiliriz.) Dolayısıyla muhalif taraftar gruplarının popülaritesi -aslında o kelimeyi kullanmak istemiyorum- artmış durumda. Bizim duruşumuz Gezi’den önce de böyleydi. Oluşumumuzun çoğu aktivistlerden oluşuyor, bunu da tribüne taşıyoruz, saklamıyoruz.
İstanbul’da da benzer organizasyonlar; Gazoz Ligi, Karşı Lig gibi ligler mevcut. Bunlarla iletişiminiz nasıl? Daha büyük organizasyonlar düşünüyor musunuz?
Doğrudan bir iletişimimiz olmadı bildiğim kadarıyla. Başlangıçta uzlaşıyı hazırlarken manifestolarına baktık, biraz onlardan da beslenmiş olduk, biraz biz bir şeyler ekledik-çıkardık. En son Karşı Lig twitter’dan tebrik mesajı yolladı, şimdilik bağımız bu kadar.
İstanbul’da iki lig var. Ankara’da bizi bir sürü takım sonradan duydu, katılamadı. 25 takım falan olabilirdik iyi duyurabilseydik. Buradaki liglerin çoğalmasını, olursa diğer şehirlere yayılmasını, sonra bu liglerin birbiriyle karşılaşmasını, dayanışmasını sağlayabilsek ne güzel olur.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Biz muhalif taraftar grupları olarak, bir süredir Ankara’daki kent gündemine dair çalışmalar yapıyoruz. Cebeci Stadı’nın yıkılıp yerine AVM ya da otel yapılmasına karşı etkinlik yapıyoruz. Endüstriyel futbolun Passolig’ine karşı duruşumuzu belli eden etkinlikler yapıyoruz. Taraftarı müşteri olarak gören bu zihniyete temelden karşıyız. Passolig alanların bilgilerinin ifşa edildiğini biliyoruz. Bunun için taraftar dernekleri kurduk, dava açtık, hatta bir ara yürütmenin durdurulması kararı alındı ama hukuk sisteminin de nasıl işlediğini biliyoruz. Bunlara karşı bir arada olmak, bir olmak gerekiyor. Özgür Lig’in hem buna olanak sağladığını, hem de dayanışmanın güzel bir biçimi olduğunu düşünüyoruz.
Meydan Gazetesi için bu röportajı gerçekleştiren Taçanka’dan yoldaşlara teşekkür ederiz
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Direnişin, Dayanışmanın Ligi ÖZGÜR LİG appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Reklamlaar!
Günümüzde şirketleri ayakta tutan ve varlığını sürdürmesini sağlayan yegane şey reklamdır. Bir ürünün reklam süreci, ürünü çekici hale getirme çabalarıyla başlar ve onun görsel olarak bize sunulmasıyla devam eder. Reklamın son aşaması ise, “tüketici”lerin artık o ürünün reklamını yapıyor hale gelmesidir.
Peki bir reklam niçin yapılır? Benzeri ürünlerle rekabeti sağlamak, tanıtım yapmak, insanları tüketime teşvik etmek gibi bilindik nedenleri saymazsak, bir reklam yalan söylemek için yapılır! O yüzden, reklamı yapılmış hiç bir dondurma gerçeğine benzemez. Reklamda gösterilen hiç bir otomobil, orada göründüğü kadar parlak olmaz ve ne yazık ki “tüketici”ler mevzu bahis arabayı aldıktan sonra, o reklamlardaki insanlar kadar mutlu olamaz. Böylesine bir hayal kırıklığı, “tüketici”lerin fıtratında vardır. Böylesine alçakça yalan söyleme yeteneği de, yalnızca ve yalnızca kapitalizmde vardır.
Devletin Reklamları
Bu yalan söyleme konusunda en az kapitalizm kadar becerikli bir “şey” daha vardır; kapitalizmin büyük iş ortağı olan devletin ta kendisi. Çoğu zaman, bildiğimiz anlamda bir reklama ihtiyaç duymaz. Boyalı basındaki kalemşorleri, iki yüzlü politikacıları ve ana haber bültenleri yoluyla yalanını yayar ve yaptıklarını toplum içerisinde meşrulaştırır. Mesela 40 yıl boyunca katlettiği bir halkı topyekûn “terörist” ilan edebilir ya da herkesin gözü önünde çaldığı paraları, yukarıda saydığımız kanallar vasıtası ile “çalmadığını” söyleyebilir. Yazık ki insanlar buna inanabilir de.
Gerçekler ya da Çernobil’den Kalanlar!
Nükleer denemeleri, nükleer silahları, diğer bir çok “nükleer kaza”yı bir kenara bırakıp sadece Çernobil Katliamı’na bakacak olursak; nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu, efendilerin bu topraklardaki tüm canlıları nasıl göz göre göre ölüme götürdüğünü anlayabiliriz.
Ukrayna’da 18.000 km2’lik tarım arazisi kullanılamaz hale geldi. Çevredeki ormanlarının %40’ı kirlendi. Katliamdan, en az 600 milyon insan etkilendi. Hatta katliamdan bir kaç gün sonra, Çernobil’den 2726 km uzaklıktaki İngiltere’nin Galler kasabasında bile yüksek oranda radyasyon tespit edildi. Hayvanların otlaklara girmesi yasaklandı. En çok etkilenenler ise “likidatörler” (zorunlu gönüllüler) idi. Bunlardan 112.000’i yaşamını yitirirken, geri kalanların hemen hemen hepsi kanser, yüksek tansiyon, mide ve bağırsak hastalıklarına yakalandı ve halen yakalanıyor! Çernobil’de yaşanan katliamda 49 bin nüfuslu Pripiat’ın boşatılması tam 30 saat sürdü, bölge hayalet şehre dönüştü ve bunun en az 900 yıl daha süreceği düşünülüyor. Çok sayıda insan, hemen ilk saatler içinde yüksek dozda radyoaktif iyodine maruz kaldı. Bu yayılımın neden olduğu en önemli sağlık sorunlarından biri, çocukluk çağı tiroit kanserleri. Katliamdan bir kaç ay sonra radyoaktif iyodin düzeyi yüksek sütlerden içen çocuklarda, yüksek radyasyon tespit edildi. Bununla birlikte, 2002 yılına kadar 4000’den fazla tiroit kanseri teşhis edildi.
Binlerce canlı kansere yakalandı ve hayatını kaybetti. Yeni doğan canlıların çoğu ya kanser ya da sakat olarak doğdu. Ayrıca, 2056 yılına kadar Çernobil katliamı kaynaklı 240.000 kişinin daha kansere yakalanacağı tahmin ediliyor.
Yaşadığımız topraklarda da, özellikle Karadeniz Bölgesi’nin, bu katliamdan etkilendiği biliniyor. Patlamadan sonra ciddi bir artış gösteren kanser vakaları, bölge insanının halen en büyük problemlerinden biri.
Hatta inanmakla kalmaz; artık o halkın “terörist” olduğunu ya da devlet erkanının hırsız olmadığını savunmaya, bunu meşrulaştırmaya da başlayabilir.
Geçtiğimiz günlerde devlet, pek de alışkın olmadığımız bir şekilde, yeni projelerinden birinin reklamını yapmaya başladı. Akkuyu Nükleer Santrali’nin! Peki bir devlet neden ortaya koyduğu projenin reklamını yapmaya ihtiyaç duyar. Cevap basit! Çünkü yalan söylüyordur! Çünkü gün gibi ortada olan gerçekleri örtmek gibi bir kaygısı vardır! Çünkü nükleer santrallerin ve nükleer çalışmaların canlı yaşamına etkisi bu kadar barizken, yaşanan “kaza”ların sonuçları böylesine belirginken, bunu insanlara yutturmanın tek yolu yalan söylemektir.
Cengiz İnşaat
Akkuyu Nükleer Santrali’nin, deniz hidroteknik yapılarının projesi ve inşası ihalesini ise hükümete yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat isimli şirket aldı. Şirket, tıpkı Kolin ve Limak gibi bu topraklarda son dönemlerde yaşanan iş cinayetleriyle ve tartışmalı enerji ihaleleri ile sık sık adından söz ettiriyor. 2012 yılında 5 işçinin katledildiği Eti-Bakır işletmelerinin sahibi olan Cengiz İnşaat, aynı zamanda Adana Kozan’da yaptırdığı barajın kapaklarının açılması sonucunda bir çok işçinin ölümüne neden olmuştu. Adı bir çok yolsuzlukla anılan şirket, 3. havalimanı projesinin ortaklarından biri olarak da anılıyor. Ayrıca şirket, son dönemde her yerde mantar gibi türeyen bir çok barajın da sahibi. Bununla beraber, inşaat ve enerji alanında devletin önemli ortaklarından biri olarak lanse edilen Cengiz İnşaat’ın sahibi Mehmet Cengiz, 22 Aralık’ta ortaya çıkan tapelerde halka sarfettiği sinkaflı küfürlerle gündeme gelmişti!
“İlerleme” ve Kalkınma Fetişizminin Ardına Saklananlar
Elbette yalan söylemenin de bir yolu yordamı vardır; her yerde her yalan tutmaz. Genelde enerji meselesinde kullanılan yalan ise “gelişme” ve “kalkınma” ya da “enerjide dışa bağımlılığa son” yalanlarıdır. Bu reklam filminde de, yine aynı şey karşımıza çıkar. Filmin içinde 8 defa “daha” kelimesini geçiren efendiler, kendi bencil-rekabetçi algılarıyla “ileri”, “güçlü”, “üretim”, “yükselmek” gibi kavramları kullanarak; ne kadar çok çalışır, ne kadar çok üretim yaparsak o kadar gelişeceğimizi, o kadar kalkınacağımızı söyler. Ama bu kalkınmanın bize ne getireceğinden bahsetmez ya da bugüne kadar ileriye doğru atılan her adımın biz yoksullar için “geriye” doğru atılmış bir adım olduğundan bahsetmez! Ne Çernobil’in adını ağzına alır, ne Fukuşima’dan bahseder. Ne zenginler kalkınsın diye yerin binlerce metre altında katledilen 301 madenciden, ne de bizleri mahallerimizden atıp yerimize diktikleri rezidansların inşaatlarında ölen işçilerden bahseder. Ayrıca bize “enerjide dışa bağımlılığa son” naraları atanların asıl amacının “enerji sorununu” (sanki varmış gibi) çözmek değil; akıllara durgunluk verecek bir üretimle başka topraklardaki insanların enerjide dışa bağımlı hale gelmesini sağlamaktır.
Nihayetinde nükleer ne kadar ölümcülse, bunun meşruluğu için yapılan propagandalar ve reklamlar o kadar yalancıdır. Ve ne yazık ki bu yalanlara kanmak, basit bir reklamın yalanlarına kanmanın yarattığı hayal kırıklığından daha ağır olacaktır; yeni bir nükleer felaket gibi!
Büşra Cengiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.
Bir yer düşünün. Bir ormanın ortasında, bir dağın tepesinde ya da bir nehrin kenarında, ıssız bir arazi. Elinizde iki inek, 25 tavuk ve birkaç araç-gereç var. Tek varlığınız olan bu hayvanlarla hayvancılık yapabilir ya da birkaç tarım aletiyle hayatta kalmanız için yeterli olacak şekilde tarım yapabilirsiniz. Hatta isterseniz sizinle aynı araziyi paylaşmak zorunda olan diğer 14 kişiyle yaşamsal ihtiyaçlarınızı ve yapmanız gereken işleri de paylaşır, bu dayanışmayla daha kolektif bir yaşam örgütlersiniz. Birlikte ekip-biçer, birlikte yaşarsınız. Yani “kendi küçük dünyanız”da huzurlu ve mutlu yaşarsınız. Bu, ütopik olarak kurgulananın bir minyatürü olabilir.
Ama eğer siz “kendi küçük dünyanız”da yaşıyor iken, her anınız 7 gün 24 saat boyunca kameralarca kaydediliyor, sizin dünyanız dışında yaşayan milyonlar istedikleri her an sizin dünyanızı izleyebiliyor/dikizleyebiliyorsa, birlikte yaşamak zorunda olduğunuz 14 kişi ile birlikte içinde bulunduğunuz dünyadan elenmemek için bencillik ve rekabete bürünüyorsanız, bu ütopya olmaktan çıkar, içinde yaşadığımız distopik durumun sıkıştırılmış bir formatı haline gelir.
Show dünyasının neredeyse “tek adam”ı haline gelen Acun Ilıcalı’nın yeni sezonda yayınlayacağı program ÜTOPYA, işte böyle bir dünyayı tasvir ediyor. Daha yeri belirlenmemiş ıssız bir arazide, kendilerine verilen birkaç hayvan ve araç-gereçle, 15 yarışmacının “mikro bir toplum” inşa edeceği Ütopya’nın başvuruları henüz başlamış olsa da, yarışmanın hem televizyon dünyasında hem de sosyal medyada yarattığı etkiye bakılacak olunursa, gelecek sezonun en çok tartışılan ve en çok izlenen programları arasında olacağı açık. Acun Ilıcalı’nın “Biri Bizi Gözetliyor”, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar” ve “Survivor”ın ardından yayına sokacağı bu programla, show dünyasında yeniden bir ilki başlatacağı anlaşılıyor.
Sunuculuktan Medya Patronluğuna: John de Mol ve Acun Ilıcalı
Acun’un daha önce ekranlara getirdiği birçok show programı gibi Ütopya’nın formatı da yabancı kanallardan satın alınmış. Ütopya’nın yaratıcısı da, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar”, “Survivor” ve “Fear Factor”un yapımcısı olan televizyoncu John De Mol’un şirketi Talpa Medya.
Aslında Acun’un yalnızca televizyon programları değil kariyeri de Mol’ün kariyeriyle büyük oranda benzerlik gösteriyor. Forbes’in “Dünyanın En Zenginleri” listesinde 2009 yılında 334. sırayı alan John De Mol’un geçmişinde de sunuculuk yatıyor. Yıllar öncesinde (tıpkı Acun gibi) bir sunucu olarak televizyonculuk kariyerine giriş yapan Mol, kariyerini ilerlettikçe (Acun’un yakın bir zamanda yaptığı gibi) bir televizyon kanalı satın almış.
Şimdilerde yaklaşık 2.2 milyar dolar serveti olan John De Mol’ün kurduğu Talpa Medya’nın ürettiği her yarışma programı, televizyonculuk tarihine yeni bir bakış açısı katmak noktasındaki kararlılığıyla, büyük yankı uyandırıyor. Mol’un deyimiyle “sıradan bir şirket olmayan” Talpa’nın 25 kişilik ekibi, her pazartesi bir araya gelerek yarışma programlarının formatı üzerine kafa yoruyor. “Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan” bu ekip, çalışmalarına öyle yoğunlaşıyor ki, pazartesi buluşmalarında yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillerle, yarışmalarına arka planlar hazırlıyor. Öyle ki “2013 yılı boyunca tam anlamıyla sabit bir şeyi fark ettik; insanlar güvensiz, ekonomik geleceklerinden endişeli, sistemden mutsuzlardı. Kendimize şunu sorduk: İnsanlara her şeyi yeniden başlatmak için bir şans verilseydi ne olurdu? Şimdi yaşadığımız dünya yerine, mini bir toplum inşa edebilirler miydi?” sorusunun ardından 2014 yılı başında Ütopya ile birlikte, ekonomik krizlerden endişeli, geleceklerinden kaygılı 15 kişiye yeni bir “şans” sunmaya karar vermişlerdi.
İdealin Hayâlini Ararken
Birer hayal mekânı olan ütopyalar, içinde bulundukları dünyadan mutlu olamayan kimselerin, ideal olanı simgeleştirdikleri “kurgulanmış dünya”lardır. Günümüz kapitalist dünyasında ise asla gerçekten mutlu olamayacakların ideal olana ulaşabilme adına sarıldıkları bu hayaller, çoğu zaman düşünsel bir uğraş olmanın ötesine geçememektedir. Gündelik uyumun mümkün olduğu, yaşamsal ilişkilerin sorunsuz ilerlediği, “mutlu toplum”un hâkim olduğu ütopyalar, her ne kadar “en çok arzulanan”ı işaret etse de, salt bir uğraş olarak kalmakta ve yalnızca bir tasvirden ibaret olmaktadır. Bu “ideal evren” tahayyülü, hemen her zaman sadece hayalini mümkün kıldığı ideali hayal etmenin rahatlığını sunmaktadır.
Ütopyalar aslında “idealin hayali”ni sunarken, hayal kuranı içinde bulunduğu distopyaya da razı kılmaktadır. Distopyalarda hep “bugünden daha kötü” olanın tasviri sunulduğundan, kişi içinde bulunduğu zamanı da mutluluğu zorunlu kılan ideale yakın tutar. Aslında yaşanmakta olan günün bir distopya olduğunun (sanal yaşamların, gözetlenmenin, kapatılmanın böylesine olağanlaşmasının) görmezden gelinmesi de, içinde bulunulan hali giderek normalleştirir.
Kapitalizmin belirlediği sınırlar içerisinde insan yalnızca hayal edebilmenin özgürlüğüne sahiptir. Ütopyalar, daha mutlu bir evrenin yalnızca bir hayal olabileceğini, asıl olanın ise yaşanmakta olan gerçeklik olduğunu vurgulamakta, hayal eden kimselere de yalnızca ‘hayal etmenin mümkünlüğü’nü dikte etmektedir.
Gerçekten de “her şey açık”
Yaklaşan yeni sezonda yayınlanmaya başlayacak Ütopya şimdiden konuşulmaya başlandı bile. John De Mol’un “sosyal bir deney” dediği Ütopya’nın bu coğrafyaya uyarlanmış hali ve yaratacağı etki ise merak konusu. Yarışmanın düzenleneceği ve her bir köşesi kameralarla gözetlenecek olan sınırlı arazi içerisinde özel banyoların, tuvaletlerin kısacası mahremiyetin olmaması, yarışmanın Hollanda formatındaki kadar ilgi çeker mi bilinmez. Ancak Ütopya’nın Amerika formatında olduğu gibi, bir eşcinselin de yarışmaya “renk katacak” biçimde katılımının sağlanması, sanıyoruz “buranın ütopyası”nın tahammül sınırlarını zorlar.
Ütopya yalnızca sahip olduğu formatıyla değil, show dünyasının kurallarına getireceği yenilikler ve yeni yöntemleriyle de merak uyandırıyor. Bugüne kadar düzenlenen tüm yarışmaların aksine, yarışmacıların eleneceği açık oylamalar için, “her şey açık ve adil” denilse de, düzenlenecek açık oturumların sonucunda katılımcılardan birinin elenecek olmasının yarışmacılar arasında büyüteceği hırs ve rekabet duygusu, bu duygunun Ütopya’daki gündelik yaşayışlara yansıması ise bugünden belli.
Biri Bizi Gözetliyor’dan bu yana show dünyasında büyük yer edinen “gözetlenme”, Ütopya ile doruk noktasına ulaşacak gibi görünüyor. Kısa süreli şöhretlerin, 7/24 gözetlenmelerin, kayıt altına alınan yaşamların sergilendiği reality showların belki de son noktası olacak “Ütopya deneyi”.
“Mahremiyet”in olmadığı, “her şeyin açık ve adil” olduğu, sınırları belirli bir alanda her anınızın kaydedildiği ve naklen yayınlandığı bir dünyanın ne kadar idealize olduğu tartışılır. Ancak bir yıl boyunca yaşayacağınız her günün, Orwell’ın 1984’üne benzerliğini düşündüğünüze, bir distopyaya dönüşeceği fikri de çok da uzak sayılmaz.
Rekabetçi Topluma Geçiş
Öteden beri sistem karşıtlarına “atfedilen” ütopya kavramının kapitalizmin ve show dünyasının kazananları arasında yer alan Acun ve De Mol tarafından bu şekilde piyasaya sürülmesi, bu programın esasen neye hizmet edeceği konusunda bizlere yeterince fikir vermelidir.
Programın yapımcıları bugünkü kapitalist sistemin koşullarının geçerli olmadığı bir dünyayı “sıfırdan yaratma şansı”nı katılımcılara sunmakta ve yarışma boyunca yaşanacak her şeyi internet ve televizyon aracılığıyla tüm toplumun gözetimine açmakta. Programın ismi itibariyle oluşması beklenen mutlu tablonun yerine hırs, rekabet ve bencilliğin ortaya çıkması halinde ise, topluma-düzene ilişkin eleştirilerin boş birer safsata olduğu, sorunun sistem sorunu değil insan doğasına ilişkin olduğu mesajı verilmekte. Tabi ki programın baştan sona kurgu olduğu iddiasında değiliz. Ancak, ayda üç kez yapılan ve her elemede bir katılımcının, programdan çıkarılacağı elemelerin ve yarışmanın sonunda bir kazananın olacak olmasının katılımcılar arasında bencillik, rekabet ve gruplaşmalara yol açacağı aşikârdır.
Böylesi bir tablonun izleyiciye sunduğu alt metin, “hayalcilere” düşünü kurdukları koşullar sağlandığında dahi, eninde sonunda bugünkü dünyanın yeniden yaratılmasının kaçınılmaz olduğudur. Yani kapitalizm kaçınılmaz bir sonuç olarak dikte edilmekte ve bu şekilde topluma hayalcilikten vazgeçip, mevcut sisteme razı olmaları ve sisteme adapte olmaları öğütlenmektedir.
Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz 13 Mayıs günü Soma’da yaşanan katliamda (açıklanan rakamlara göre) 301 işçinin yaşamını yitirmesinin ardından madenlerdeki ağır çalışma koşulları, güvencesizlik, taşeron sistemi çokça konuşulmaya başlandı. Yerin yüzlerce metre altında, yüzlerce işçi katledildikten sonra, bu coğrafyada sanki daha önce hiç iş cinayeti yaşanmamış, işçiler sanki hiç göz göre göre katledilmemiş gibi, herkes işçilerin güvenliğinin sağlanmasına ve bunun denetiminin gerekliliğine dem vuran açıklamalarda bulundu. Televizyonlardaki tartışma programları, gazetelerdeki köşe yazıları hep bundan bahsetti; çalışma alanları daha güvenli hale getirilmeli, bunun denetimi eksiksiz sağlanmalıydı. İşte tam da bu konuyla alakalı olarak herkes baz alınması gereken bir “standart”tan bahsediyordu. Televizyoncular, gazeteciler, sendikacılar, milletvekilleri… Soma benzeri “elim kazaların” önlenmesi için ILO standartlarının tanınması gerekiyordu.
Sendikalar, yazarlar-çizerler, muhalefet partileri bir noktaya odaklanmış, hükümetin ILO sözleşmelerini imzalaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Öyle ki ana sendika DİSK “TBMM, ILO’nun Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni İmzalasın” açıklamaları yapmış, ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da “AKP hükümetinin derhal yapması gereken öncelikli görevlerden biri ILO’nun ilgili maddelerini derhal imzalamak” diyerek ILO’yu meclis gündemine taşımıştı.
Peki, katledilen yüzlerce işçinin ardından böylesine gündem olan, gerekli önem arz edildiği takdirde benzer katliamların önlenebileceği iddiasını yaratan ILO neydi?
ILO Nedir?
1919 yılında, Versailles Barış Antlaşması’na bağlı olarak İsviçre’de kurulmuş ILO (International Labour Organisation – Uluslararası Çalışma Örgütü), 1946 yılında Birleşmiş Milletler’in uzmanlık kuruluşu haline gelmiştir. Örgüt, “Evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ilkesi iddiasıyla kurulmuştur.
Temel çalışma hakları, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkı, zorunlu çalıştırmanın kaldırılması gibi alanlarda belirli standartlar yaratan ILO, çatısı altında bulunan üye ülkelere de bu standartlara uyma noktasında sözleşmeler sunarak tavsiyeler vermektedir. “Bağımsız işçi ve işveren örgütlerinin gelişiminin teşviki”ni amaçları arasında tutan ILO, “eşit katılım” ilkesinden de vazgeçmeyerek işçiyi, işvereni ve hükümeti bir araya getirmektedir. Yani Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, işçiyi, işçinin katili patronu ve katliama göz yuman devleti aynı masada çözüm aramaya itmektedir.
ILO’da Çözüm: İşçi, Patron, Devlet El Ele
Her yılın Haziran ayında ILO’nun Cenevre’de düzenlenen ve örgütün bütçesinin de oluşturulduğu Uluslararası Çalışma Konferansı’na ikisi hükümet delegesi, biri işveren, biri ise işçi temsilcisi olmak üzere her ülkeden 4 delege katılım gösterir. Ülkelerin çalışma koşullarıyla ilgili değerlendirmeler yapan ILO’nun toplantısına, katılımcı ülkelerin ilgili bakanları da katılır. Çalışma hayatına ilişkin sorunların halledilebilmesi savıyla yola çıkan bu toplantıda patron, bakan, devlet üçlüsü işçilerin koşullarının “iyileştirilmesi” noktasında fikir teatisinde bulunurlar; yani aslında işçiyi az ücretle çok saat-kölece koşullarda çalıştıranlar etrafında toplandıkları masalarda planlarının devamını getirirken, bunu da “işçiyi düşünen” imajına bürürler.
Global Compact ve Şirketleri Maviye Boyamak
“Sürekli rekabet içerisindeki iş dünyasına ortak bir kalkınma kültürü yaratmak” kaygısıyla oluşturulan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi olan Global Compact, imzacısı olan şirketlerin sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik ilkelerini benimseyerek çalışmalar yürütmesini öngören bir BM sözleşmesidir. ILO’nun da imzacısı olduğu Global Compact, sürdürülebilir ve kapsamlı küresel ekonomiyi – yani kapitalizmin gelişmesini – amaçlarken, bu noktada BM ajanslarını, çalışma örgütlerini ve sivil toplumu şirketlerle bir araya getirir.
Sözleşmeye taraf olan şirketlerin orta vadede ekonomik kazançlarını arttırmasını, kısa vadede ise toplumsal sorumluluklarını en bilinçli şekilde yerine getirmenin “prestij”ini sunan sözleşmenin, BM’nin şirketlere uzattığı “iyiliksever ve güler yüzlü” kılıfın ardında, çok daha büyük bir sömürüye sebep verdiğini görmek gerek.
Bluewash denilen kavram aynı Greenwash (yani yeşille yıkama) denilen yöntemde olduğu gibi şirketlerin aslında ekoloji yanlısı olmadığı halde “öyleymiş gibi gösterildiği” bir yöntemdir. Bluewash’ın mavisi BM’nin mavisinden gelmektedir. Arkasına BM’nin uluslararası yardımsever bir kuruluş olma niteliğini alan şirketler her ne kadar öyle olamsa da “öyleymiş gibi” kendilerini gösterebilirler. Şirketlerin “imaj yenilemesi”ne ve sosyal sorumluluk sıfatı altında kapitalizm sürdürülmesine fırsat yaratan Global Compact aracılığıyla bugüne kadar yaşanan talanlardan örnekler vermek de mümkün tabi. Örneğin; Global Compact’ın imzacısı olan Brezilya menşeili Yaguarete PORA isimli şirket, Paraguaylı Ayoreo yerlilerinin yaşamakta olduğu ormanı yok etmiş, bunun ardından yerliler şirketin Global Compact’ten çıkarılmasına dair bir dilekçe yazmış ancak konuya ilişkin BM’den herahangi bir açıklama gelmemişti.
Küresel kapitalist sürdürülebilirliği kendine ilke edinmiş bir uluslararası sözleşmenin emekçiden yana taraf olma olasılığı, tabi ki yoktur. ILO, Global Compact’a attığı imza ile Global Compact’a imza atan şirketlerin saygınlığını arttırmış, “emek sömürüsü”nde bulunmayan şirketler yanılsamasının oluşmasına izin vermiştir.
ILO’nun Esas Amacı
Emek sömürüsüne ilişkin verilerin birincil kaynağı konumunda bulunan ILO, yaptığı tespitlerle her ne kadar “emek”ten yana bir tarafmış gibi görünse de, ILO’nun hedefi ezilenlerin artık ezilmediği bir dünya yaratmak değildir.
ILO, kapitalizmin kusursuz işleyebilmesinin garantörü olma rolüne soyunmuştur. Olabildiğince az hak ihlalleri, iş cinayetleri, sömürünün olmaması kapitalizmin tıkır tıkır ve herkes için işlediği bir dünya olabileceği yanılsamasıyla oluşan kuruluş, şirketlerin ekonomik hedeflerine hızlı ve daha verimli ulaşabilmek adına şirketlere yardımcı bir nitelik taşır.
ILO’nun küresel karakteri, kapitalizmin küresel niteliğiyle uyumludur. Bu sürdürülebilir kapitalist hedefler, tüm coğrafyalarda savunulur.
ILO’nun verilerini biz ezilenler nasıl kullanırsak kullanalım, ortadaki veriler kapitalist şirketlerin kar-zarar hesaplamalarını daha düzgün yapabilmeleri adına gerçekçi olmak zorundadır.
Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kuruluştan, daha adil bir var oluş beklemek boşunadır. Hele bu küresel kuruluşlara umut bağlamak… Muhalefetiyle, sendikalarıyla yaşadığımız coğrafyanın toplumsal muhalefetinin temsilcilerinin de bel bağladıkları kuruluş, küresel rantlardan dolayı geçtiğimiz Mayıs ayında Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalıştırılan çocuk işçileri gündemine almamayı seçmiştir.
İçinde bulunduğumuz günlerde 103. konferansını gerçekleştiren bu örgütün, Soma Katliamı’nın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Halil Etyemez’i de Türkiye’nin ILO Yönetim Kurulu Asil Üyeliğine seçmesini de düşünerek, ILO’nun ne kadar “emekten yana” olduğunu bir kez daha düşünmek gerek…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir! – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
27 Mayıs günü, Taksim Gezi Parkı’nın yıkılıp, yerine AVM ve rezidans yapılacağının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından duyurulması üzerine, bir grup direnişçi, parkı terk etmeme eylemine başlamıştı. O günün gecesi ve takip eden gecelerde, belediyeye ait iş makineleri, çevik kuvvetin biber gazlı, TOMA’lı desteğiyle parka ve direnişçilere müdahalelerde bulundu. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ilk günlerde, park duvarını yıkacak ve ağaçları kesecek iş makinasını engellemesiyle yıkım kısmi olarak durduruldu. Ancak 31 Mayıs günü sabaha karşı 05:00 sıralarında, direnişçilerin çadırlarının yakılmasıyla başlayan sert polis müdahalesi, karşısında dalga dalga büyüyecek bir direniş ve isyan hareketi başlattı.
31 Mayıs Cuma günü direnişçilerin parktan çıkartılmasıyla, park çevresinde ve İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarında gün boyu süren küçük çaplı çatışmalar, akşam saat 19:00 sularında başka şehirlere yayılacak bir isyan hareketine dönüştü. Saatler ilerledikçe kolluk kuvvetlerinin direnişi kıramaması ve şiddetini arttırması, destek için Taksim’e gelenlerin sayısının katlanarak artmasını sağladı. Devletin, bu desteği engellemek için toplu ulaşım seferlerini iptal etmesi de çare olmadı ve 1 Haziran Cumartesi günü sabah saat 05:00’te Anadolu yakasından binlerce kişi Boğaziçi Köprüsü’nden yürüyerek Taksim’e ulaştı.
Bu, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi’nden bu yana görülen en büyük “uzun yürüyüş”tü. Cumartesi günü boyunca kırılamayan direniş sonucu, saat 17:00 sıralarında yüzbinlerce kişi, devletin kolluk kuvvetlerini Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ndan püskürttü. 1 Haziran tarihinden itibaren yaklaşık 10 gün boyunca Taksim Meydanı, Gezi Parkı ve çevresi polisten, dolayısıyla devletten arındırıldı. Bu durum, yaşadığımız toprakların mücadele tarihinde bir ilkti.
Peki hükümetin, dolayısıyla devletin ve güdümündeki ana akım medyanın “çevreci duyarlılık” olarak küçümsemeye çalıştığı ve jargonuna “Gezi Parkı Olayları” şeklinde yerleştirdiği isyan süreci, arka planında hangi sebepleri barındırıyordu?
Devlet, bu süreci “Gezi Parkı Olayları” vurgusuyla dillendirerek, aslında bu isyanın bizzat kendisine yöneldiğini görmek istememektedir denilebilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, eylemler sürdüğü sırada kendisiyle görüşen Taksim Dayanışması heyetinden, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun “meselenin sosyolojik arka planı olduğunu” ifade etmesinin ardından, sinirlenerek üzerine yürümesinin ardında, bu gerçeklik yatmaktadır.
31 Mayıs İsyanı, birbirinden farklı sınıfsal, etnik, inanç grupları ve toplumun çeşitli ezilen katmanlarını eylemde bir araya getirdi.
Sünni İslam Merkezli Yaklaşıma Öfke
29 Mayıs tarihinde temeli atılan 3.Boğaz köprüsüne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği haberi, bahsettiğimiz toplumsal katmanlardan Alevilerde bir öfke patlamasına neden oldu. Devletin, Alevilere yönelik, geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımı, bu öfkenin asıl kırılma noktasını oluşturuyordu.
Kadın Bedenine Müdahaleye Öfke
Devletin kadınlara yaklaşımı ve kadın politikalarının bir sonucu olarak, bu isyanın dinamiklerinden birinin de kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Günden güne artmakta olan kadın cinayetleri, 2012 Haziranı’nda ortaya atılan “Kürtaj Cinayettir!” yaklaşımı, dolayısıyla kürtajın yasaklanmak istenmesi ve bizzat Başbakan’ın kendisince sık sık dile getirilen “en az 3 çocuk” söylemi, kadınların aktif olarak bu isyan sürecine katılmasını sağladı.
Sınavlarla Yaratılan Rekabete ve Adaletsizliğe Öfke
2011 YGS’de patlak veren “şifre skandalı” o dönem liseli gençlerin “İsyandayız” diyerek tepki verdikleri sokak eylemlerine neden olmuştu. Hali hazırdaki adaletsiz sınavlarla, kapitalizme kalifiye köleler yetiştiren üniversite sistemi, adaletsizliklere öfkeli liseli ve üniversiteli on binlerce genci bu ayaklanmanın doğal bileşenleri yaptı. Ana akım medya da, bu süreçte boy gösteren bazı akademisyenlerin,”90 kuşağı, Y kuşağı ya da Bilgisayar Kuşağı” gibi birtakım tanımlamalarla apolitize etmeye çalıştığı bu insanlar, aslında bizzat kapitalizmin doğasındaki adaletsizliklerin mağduruydu ve öfkeleri bunaydı.
Taşeronlaşmaya ve Kapitalist Sömürüye Öfke
Bundan birkaç ay önce, Antep’te bir galvaniz fabrikasında gerçekleşen patlama sonucu, 8 işçi yaşamını yitirmişti. Başbakan Erdoğan, partisinin meclis grubundaki konuşmasında bu olaydan bahsederken, ölen işçi sayısını 5 olarak telaffuz etmiş; partililer tarafından uyarıldığında ise cevabı “Neyse…” olmuştu.
Ankara’da, çevik kuvvet polisi Ahmet Şahbaz’ın silahından çıkan kurşunla yaşamını yitiren direnişçi, Ethem Sarısülük ise Erdoğan’ın “Ha 5, ha 8, neyse…” diyerek ölümlerini basit bir sayısal hata ayrıntısına indirgediği taşeron işçilerden biriydi.
Ethem Sarısülük gibi, AKP iktidarı döneminde daha da artan taşeronlaştırma politikalarına olan öfkesiyle sokağa çıkan, aynı sistemden mustarip, kapitalizm tarafında ölesiye sömürülen binlerce taşeron işçisi, direnişte hep ön saflardaydı.
Kentsel Dönüşüm Bahanesiyle Soylulaştırmaya ve Yıkımlara Öfke
İktidarın, kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü, ezilenleri ve yoksulları yaşam alanlarından tehcir etme, evsiz bırakma ya da TOKİ eliyle borçlandırma politikasından muzdarip on binler de bu isyan hareketinin öznelerindendi. İsyanın mekansal ve ismen sembolleşmiş merkezi olan Gezi Parkı’nın hemen yanı başındaki Tarlabaşı’nda, devletin savaş politikalarının bir sonucu olarak bölgeye yerleşen Kürt yoksulları, yakın bir zamanda buradaki yaşam alanlarından da çıkartılmıştı. İşte bu kapitalist saldırıya maruz kalan Kürtler, ellerinde taşları, kendi anadillerinde şarkıları, halayları ve sloganlarıyla isyana katıldılar.
Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Ankara Dikmen’de de, aynı şekilde kentsel dönüşüm saldırılarına maruz kalan yoksullar, günlerce barikatlarda, devlete ve devletin rant politikalarına karşı öfkelerini haykırdılar.
LGBTT Bireylere Yönelik Polis Şiddetine ve Linç Girişimlerine Öfke
Kürtlerle aynı yaşam alanlarını paylaşan ve devlet tarafından benzer ötekileştirmelere maruz bırakılan LGBTT bireyler de, bu isyan hareketinin de, en başından itibaren direnişin de önemli dinamikleri oldular. Sistematik olarak polis şiddetine maruz kalmaları, son zamanlarda artarak süren trans cinayetleri ve linç girişimleri, polisin bu durumlardaki tutumu, LGBTT örgütlenmelerinin direniş sürecinde ciddi bir dinamik olmasının nedenleriydi.
Yaşanan isyan süreci sonrası, sürecin de etkisiyle, bu yılki Onur Yürüyüşü rekor bir katılımla (yaklaşık 50 bin kişi) gerçekleşti ve yoğun olarak polise yönelik sloganların atıldığı bir eylem oldu.
Baskılara ve Yasaklamalara Öfke
Geçtiğimiz 1 Mayıs, devlet tarafından yasaklanan 1 Mayıs’lar arasında en sert polis şiddetine tanık olunanlardandı. Devlet, o gün, kentin her iki yakasında, neredeyse tüm toplu ulaşım seferlerini durdurmuş, Taksim’e çıkan tüm yolları, diğer illerden yaptığı polis takviyesiyle kapatmıştı. Buna rağmen Taksim’e yürümek isteyen binlerce kişiye, polis gaz bombalarıyla saldırdı ve birçok kişi ciddi biçimde yaralandı. Öte yandan, 2007 yılında çıkarılan “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu” ile pervasızlaşan polis şiddeti, muhalif ya da politik olsun olmasın herkesin, ciddi biçimde hayatını tehdit eder hale gelmişti. 1 Mayıs günü binlerce insan üzerinde aleni biçimde, polis eliyle estirilen devlet terörü, bu sistemli şiddetin son derece somut haliydi.
Başbakan Erdoğan’ın, Taksim, Kadıköy vb. kamusal alanların gösterilere kapatılacağını ve bundan sonra söz konusu, eylem, basın açıklaması vb. gösterilerin, “kendilerinin göstereceği alanlarda” yapılacağını açıklaması sonrası, özellikle Taksim İstiklal Caddesi civarında yapılmak istenen bütün eylemlere, polis saldırıları gerçekleştirildi. İşten atılan taşeron işçilerden, tacizi ve tecavüzü protesto etmek isteyen kadın örgütlerine dek, yapılmak istenen tüm basın açıklamaları ve eylemlere polis, sert bir şekilde saldırdı. İşte, 1 Haziran günü yüzbinler olup, polisi Taksim Meydanı’ndan kovan insanlarda, bu devlet terörüne öfke vardı.
Bu isyan, arka planında, bu yazıda ancak bir kaçını sayabildiğimiz nedensellikleri ve mağdurlarını barındırıyor. Evet, mesele sadece Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçlar meselesi değil. Hatta başlı başına, Recep Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşen bir mesele ya da gün geçtikçe otoriterleşen AKP iktidarı da değil. Mesele, sistemli bir şekilde yaşamlarımızı çalmakta olan kapitalizm ve onun adaletsizliklerinin uygulayıcısı olan devlettir.
31 Mayıs günü on binler ve izleyen günlerde yüzbinlerce insan, işte bu adaletsizliklere “Artık Yeter!” demek için çıktı sokaklara. ”Artık Yeter!” dediğinde, nasıl bir kudrete sahip olduğunu bilen bir farkındalık var insanlarda. Polisin direnişçilere saldırarak Gezi Parkı dışına çıkarmasıyla atılan “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
Şimdi, 31 Mayıs’ta başlayan bu isyan hareketi, coğrafyanın birçok kentindeki semt parklarında, her akşam yapılmakta olan forumlarla, başka bir noktaya evrilmiş durumda. Bu forumlarda katılımcılar, bir yandan bu hareketin geleceğini konuşurken, öte yandan yerellerinde maruz kaldıkları adaletsizlikleri tartışıyor ve buna karşı mücadele yollarını aramaya devam ediyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır
The post Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir! – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>