RES – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Wed, 01 Nov 2017 09:09:05 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Gökova’ya Yeni Bir RES Projesi https://meydan1.org/2017/11/01/gokovaya-yeni-bir-res-projesi/ https://meydan1.org/2017/11/01/gokovaya-yeni-bir-res-projesi/#respond Wed, 01 Nov 2017 09:06:51 +0000 https://seninmedyan.org/?p=19451 Muğla-Bodrum’da tarihi ve antik kalıntıların bulunduğu Geriş Mevkii’nde Rüzgar Elektrik Üretim Limited Şirketi tarafından dikilen rüzgar tribünleri, mahkeme kararlarına rağmen dönmeye başladı. İzmir Bölge İdare Mahkemesi ve Bodrum Belediye Meclisi’nin “yıkım kararı” olmasına rağmen dikilen rüzgar tribünlerinin faaliyete geçmesinin yanında, Gökova bölgesinde de Yıldız Enerji Üretim A.Ş. isimli firma tarafından Rüzgar Enerji Santrali (RES) kurulması […]

The post Gökova’ya Yeni Bir RES Projesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Muğla-Bodrum’da tarihi ve antik kalıntıların bulunduğu Geriş Mevkii’nde Rüzgar Elektrik Üretim Limited Şirketi tarafından dikilen rüzgar tribünleri, mahkeme kararlarına rağmen dönmeye başladı.

İzmir Bölge İdare Mahkemesi ve Bodrum Belediye Meclisi’nin “yıkım kararı” olmasına rağmen dikilen rüzgar tribünlerinin faaliyete geçmesinin yanında, Gökova bölgesinde de Yıldız Enerji Üretim A.Ş. isimli firma tarafından Rüzgar Enerji Santrali (RES) kurulması için hazırlık yapıldığı ortaya çıktı.

Tanıtım dosyasını sunan firmanın, Gökova bölgesinde 750 adet rüzgar tribünü dikmek için Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecini başlatmaya hazırlandığı belirtildi.

The post Gökova’ya Yeni Bir RES Projesi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/11/01/gokovaya-yeni-bir-res-projesi/feed/ 0
Aliağa’da Köylüler, Ağır Sanayiden Nefes Alamıyor https://meydan1.org/2017/06/02/aliagada-koyluler-agir-sanayiden-nefes-alamiyor/ https://meydan1.org/2017/06/02/aliagada-koyluler-agir-sanayiden-nefes-alamiyor/#respond Fri, 02 Jun 2017 06:22:37 +0000 https://seninmedyan.org/?p=8022 İzmir Aliağa ilçesine bağlı Horozgediği köylüleri, ağır sanayinin yarattığı kirlilik nedeniyle “nefes alamıyor.” Köyde son dönemde, yaşamını yitirenlerin %10’unun kanser vakalarından kaynaklandığı  belirlendi. Bölgede,  İzmir Demir Çelik Fabrikası, Termik Enerji Santrali, Rüzgar Enerji Santralleri (RES) ile ağır tonajlı araçların yaydığı egzoz gazı, nefes almayı neredeyse imkansız hale getiriyor. Eskiden bir tarım bölgesi olan Aliağa’da biri yapım aşamasında 2 termik […]

The post Aliağa’da Köylüler, Ağır Sanayiden Nefes Alamıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İzmir Aliağa ilçesine bağlı Horozgediği köylüleri, ağır sanayinin yarattığı kirlilik nedeniyle “nefes alamıyor.” Köyde son dönemde, yaşamını yitirenlerin %10’unun kanser vakalarından kaynaklandığı  belirlendi. Bölgede,  İzmir Demir Çelik Fabrikası, Termik Enerji Santrali, Rüzgar Enerji Santralleri (RES) ile ağır tonajlı araçların yaydığı egzoz gazı, nefes almayı neredeyse imkansız hale getiriyor.

Eskiden bir tarım bölgesi olan Aliağa’da biri yapım aşamasında 2 termik santral ve liman işletmelerinden demir çelik fabrikasına 84 adet sanayi işletmesi yer alıyor.

Kaynak: DİHABER

The post Aliağa’da Köylüler, Ağır Sanayiden Nefes Alamıyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/06/02/aliagada-koyluler-agir-sanayiden-nefes-alamiyor/feed/ 0
Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/ https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/#respond Tue, 15 Sep 2015 19:10:51 +0000 https://test.meydan.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/ Geçtiğimiz aylarda, Karaburun’da yapılması planlanan ve faaliyete geçen bir çok RES için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Fakat, yöre halkı Ağustos ayının sonlarına doğru, devletin acele kamulaştırma kararıyla, adeta şaşkına döndü. Çalık Holding tarafından Yarımada’da Haseki-Sarpıncık-Kızıldağ Mevkii’nde  yapılacak olan 14 rüzgar türbini ile 32 MW gücünde enerji üretimi yapılması planlanıyor. Bakanlar kurulunun aldığı “acele kamulaştırma” […]

The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
karaburun

Geçtiğimiz aylarda, Karaburun’da yapılması planlanan ve faaliyete geçen bir çok RES için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Fakat, yöre halkı Ağustos ayının sonlarına doğru, devletin acele kamulaştırma kararıyla, adeta şaşkına döndü.

Çalık Holding tarafından Yarımada’da Haseki-Sarpıncık-Kızıldağ Mevkii’nde  yapılacak olan 14 rüzgar türbini ile 32 MW gücünde enerji üretimi yapılması planlanıyor. Bakanlar kurulunun aldığı “acele kamulaştırma” kararı gereği bu bölgedeki birçok tarım arazisi, çayır ve mera alanları dev rüzgar tribünleri ile talan edilme tehdidi altındayken, köylüler de, adeta bir RES adasına dönüştürülmüş Karaburun’da yeni projelere izin vermeyeceklerini belirttiler.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/09/15/karaburunda-res-icin-acele-kamulastirma/feed/ 0
” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/ https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/#respond Fri, 05 Jun 2015 12:07:26 +0000 https://test.meydan.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/ Hedef 2050 Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş. Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi […]

The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

France, ile de france, paris 4e arrondissement, ile de la cité, cathedrale, notre dame de paris, chimères, vue sur la seine et la rive gauche,

Hedef 2050

Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.

Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.

Akıllı Paris

Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?

Çünkü;

Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!

Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.

Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı

Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.

Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.

Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.

2023’den 2050’ye Aynı Hikaye

Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.

Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!

Emre Bayyiğit

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/06/05/paris-yesile-doyacak-emre-bayyigit/feed/ 0
Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz! https://meydan1.org/2015/04/17/anarsist-gazete-meydan-okuyoruz/ https://meydan1.org/2015/04/17/anarsist-gazete-meydan-okuyoruz/#respond Fri, 17 Apr 2015 11:51:20 +0000 https://test.meydan.org/2015/04/17/anarsist-gazete-meydan-okuyoruz/ 2012 yılının Mayıs ayında çıkan ilk sayısından itibaren, aylık olarak yayınlanan Meydan Gazetesi’nin 26. sayısını elinizde tutuyorsunuz şu anda. Gündelik işleyişe ve var olan gündeme dair anarşist bir perspektifle değerlendirmeler yapan ve bu değerlendirmeleri okuyucularıyla buluşturan anarşist gazete Meydan, yayınlandığı ilk günden bu yana, kolektif bir çabanın ürünü olarak hazırlanıyor ve ulaştırılıyor coğrafyanın dört bir […]

The post Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi- Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz!

2012 yılının Mayıs ayında çıkan ilk sayısından itibaren, aylık olarak yayınlanan Meydan Gazetesi’nin 26. sayısını elinizde tutuyorsunuz şu anda. Gündelik işleyişe ve var olan gündeme dair anarşist bir perspektifle değerlendirmeler yapan ve bu değerlendirmeleri okuyucularıyla buluşturan anarşist gazete Meydan, yayınlandığı ilk günden bu yana, kolektif bir çabanın ürünü olarak hazırlanıyor ve ulaştırılıyor coğrafyanın dört bir yanına.

Şüphesiz ki yalnızca yazınsal bir faaliyetten ibaret olmayan Meydan, ezilenlerin isyanının ve mücadelesinin var olduğu her alandan besleniyor ve bu mücadeleyi büyütmenin bir aracı olarak, okuyucularıyla direniş meydanlarında buluşuyor. Meydan, tüm ezilenlerle birlikte, her türlü tahakküm biçimine meydan okuyor.

Kışın yağmur yazın güneş demeden, sabahın erken saatinde işine gidenin, okuluna yürüyenin yoluna çıkar “patrona, ustabaşına, öğretmene, idarecilere” karşı direnenlerin gazetesi Meydan. Metrobüs durağından geçerken, otobüse binerken, üniversite koridorlarında yürürken, fabrikanın önünde patrona karşı direnirken yankılanır sesi: “Meydan direnenlerin gazetesi”. İktidarların dağıtımına bile tahammül edemediği ve her fırsatta saldırdığı Meydan, Taksim’den Kadıköy’e, Yalova’dan Amed’e, Antalya’dan Suruç’a kadar dört bir yanda dillendiriyor direnişin sesini.

Erkek olmayan toplumsal yaşamın kıyısına itilir; erkeklerin sevgisi her gün en az üç kadını katleder, LGBTİ bireyler ataerkinin dişlileri arasında öğütülürken Meydan, heteroseksizme ve cinsiyetçiliğe karşı direnenlerin meydanı oluyor. Kadınlar, “Katledilen Kadınlar İsyanımızdır” diye haykırırken; Meydan her Mart ayında sayfalarını bedenleri, kimlikleri, varoluşları yok sayılan kadınlara bırakıyor ve coğrafyanın dört bir yanında ataerkiye karşı Meydan okuyan kadınların sesi oluyor.

HES, RES, GES denilerek, ekolojik yıkımlar yaşam alanlarımızı talan ederken Meydan, Loç Vadisi’nde HES’lere, Bergama’da siyanüre, Gerze’de termiğe ve Akkuyu’da nükleere karşı yaşamı savunanların Meydan’ı oluyor, katil şirketlerin karşısına dikiliyor.

Çocukların eline verilen oyuncak silahlarla başlayan; milli marşlarla, nizami sıralarla, üniformalarla ve okullarla normalleştirilen; zorunlu askerlik hizmetiyle kendisini dayatan; kaza, şakalaşma, cinayet adı altında yaşanan “şüpheli ölümler”le yaşamlarımızı çalan militarizme inat Meydan, ölmeyi, öldürmeyi, kardeş kanı dökmeyi ve savaşmayı reddedenlerin meydanı oluyor.

Zengini daha zengin ederken, bizleri daha da hiçleştiren emek sömürüsüne; patronların kar hırsı uğruna fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda her gün yeni bir işçinin daha katledilmesine; Soma’da, Ermenek’te, Torunlar’da yüzlerce işçinin yaşamını yitirmesine karşı isyan edenler yaşamları için direnirken; Meydan da işte bu direniş meydanlarında, 1 Mayıs’larda yazılıyor, okunuyor.

Yeni bir dünya yaratmak için mücadele edenler zindanlara kapatılır, F tipleri, tecritler ve yasaklarla tutsakların benlikleri yok edilmek istenirken Meydan, “yalınayak” direnen özgür tutsakların kalemi, Metris’in, Kandıra’nın, Kırıklar’ın meydanı oluyor.

Halkın isyanı seçimlere kanalize edilip, öfkesi oy sandıklarına hapsedilmeye çalışılırken Meydan “Koltuk Sizin, Özgürlük Bizimdir” diye haykırıyor sokaklarda. Her yeni seçim döneminde parlamentarizme sıkıştırılan özgürlüğü, doğrudan demokrasi mücadelesinde, fabrika işgallerinde, özyönetim deneyimlerinde ve direniş çadırlarında yazıyor.

Bizleri çizdikleri sınırlara hapsedip birbirimize düşman eyleyenler dilimizi, kimliğimizi varoluşumuzu yasaklayıp, bizleri yok etmeye çalışsalar da Meydan, yerinden yurdundan ötelenenlerin, sürgün edilenlerin meydanı oluyor ve milliyetçiliğe karşı halkların kardeşliğini haykırıyor. Sokaklarda taş atan çocuklar, Kobane’de direnen halklar kazanırken Meydan, direniş halaylarında yazılıyor, Newroz meydanlarında okunuyor.

Devletin bakanı polisini korur, cumhurbaşkanı “vur emri”ni verir, sokaklar TOMA’lar, akrepler, gözaltı otobüsleriyle işgal edilirken, devlet terörüne karşı direnenler yine meydanlarda buluşuyor. Meydan, polisin copuna, silahına, mermisine, “iç güvenlik” adı altında sürdürülmek istenen faşizme geçit vermeyenlerin; ekmek, adalet ve özgürlük için sokaklara çıkanların meydanı, Taksim Meydanı, Kızılay Meydanı, Şişli Meydanı oluyor.

Şimdilerde, iktidar hırsıyla yanıp kavrulanlar “Meydan” adında yeni bir gazete çıkartıp, meydanlara çıkmaya niyetlenseler de, bilsinler ki bizim “Meydan”larımızda ne patronlara, ne hırsızlara, ne katillere ne de iktidarlara yer var. Bugüne dek nasıl ki isyanımızı sokaklara taşıdık, üzüntümüzü öfke eyleyip, yeni bir yaşam umuduyla doldurduysak sokakları, yine aynı şekilde dolduracağız “Meydan”ları. Bizi yok sayanlara, katledenlere, kaybedenlere inat özgürlük olacağız Taksim’de, Beyazıt’ta, Kızılay’da, Gündoğdu’da ve her Meydan’da, yayılacağız dalga dalga.

The post Anarşist Gazete Meydan Okuyoruz! appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/04/17/anarsist-gazete-meydan-okuyoruz/feed/ 0
“Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz” – Büşra Cengiz https://meydan1.org/2015/03/07/sirketlerin-yoluna-tas-koyuyoruz-busra-cengiz/ https://meydan1.org/2015/03/07/sirketlerin-yoluna-tas-koyuyoruz-busra-cengiz/#respond Sat, 07 Mar 2015 19:08:54 +0000 https://test.meydan.org/2015/03/07/sirketlerin-yoluna-tas-koyuyoruz-busra-cengiz/ Kapitalizm şehirlerdeki yaşamın zenginler için elverişli olmasını sağlarken, bunun dışında kalan kırsalları da kendi hizmetine sunuyor. Gelişme, kalkınma, ilerleme derken yüzlerce proje üretenler, yüzlerini nükleer santrallere, HESlere, GESlere, RESlere ve termik santrallere dönüyor. Bunun temelini şehirlerdeki AVM’lere, şirketlere, fabrikalara enerji sağlamak ile kurarken, yine kendi cebini dolduruyor. Durmadan büyüyen endüstri, enerji ihtiyacını “daha ucuza gelen” […]

The post “Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi- Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz Büşra Cengiz

Kapitalizm şehirlerdeki yaşamın zenginler için elverişli olmasını sağlarken, bunun dışında kalan kırsalları da kendi hizmetine sunuyor. Gelişme, kalkınma, ilerleme derken yüzlerce proje üretenler, yüzlerini nükleer santrallere, HESlere, GESlere, RESlere ve termik santrallere dönüyor. Bunun temelini şehirlerdeki AVM’lere, şirketlere, fabrikalara enerji sağlamak ile kurarken, yine kendi cebini dolduruyor. Durmadan büyüyen endüstri, enerji ihtiyacını “daha ucuza gelen” kömürden sağlıyor ve çarkın dönebilmesi için her gün bir maden daha kazılıyor.

Kazılan her bir maden onlarca yaşama son veriyor. Bu madenler için yüzlerce işçi göz göre göre ölüme yollanıyor. Kozlu’da, Soma’da, Ermenek’teki gibi yaşamlar yok ediliyor. Ancak devlet ve şirketler durmuyor, her yere yol açıyor; duble yolları, köprülü kavşaklar takip ediyor. Adım başı karşımıza bir inşaat çıkıyor. Bu inşaatların hammaddesi kırlardan, dağlardan, ormanlardan, köylerden sağlanıyor. Devlet ve şirketler bu topraklarda, “kamu yararı”na yaşamı katlediyor. “Kamu” ise bu yarardan payını, bahçesindeki ağacın kesilmesiyle, biraz uzağındaki ormanın yakılmasıyla, çocukluğunda yüzdüğü derenin kurumasıyla alıyor.

Taş ocakları da “kamu yararı”na yapılanların önemli bir parçası. Taş ocakları, geri dönüşü olmayan etkileriyle yaşamın her alanında tehlike yaratıyor. Taş ocaklarında yapılan her patlama, yüzlerce yılda oluşan yer altı su yollarının çökmesine sebep oluyor. Bu yeraltı suyuna sızan suyun da açığa çıkmasına, akış yönünün değişmesine, buharlaşmasına ve kaybına sebep oluyor. Bütün bunların sonucunda, bölgeyi büyük bir kuraklık bekliyor.

Taş ocaklarında yapılacak her bir patlatma işlemi, küçük çaplı bir deprem etkisinde. Bursa ve Trabzon’daki patlatmaların şiddeti rasathaneler tarafından 2,6 olarak ölçülüyor. Bununla birlikte patlatmalarla oluşan enerji birikimi, doğal depremleri tetikliyor. Ortalama bir ocakta ise haftada en az üç patlatma yapıldığını düşünürsek, bölgedeki yaşam alanlarını ne ölçüde etkileyeceği açık.

Taş ocaklarından çıkan kil ve toz, eğimli arazi üzerinden çevredeki su varlıklarına buluşarak, balıkların solungaçlarını tıkıyor ve toplu balık ölümlerinin sebebi oluyor. Bunun yanı sıra, patlatmalar esnasında oluşan kil ve toz bulutları yerleşim yerlerinin ve tarım arazilerinin üstüne çökerek ciddi akciğer rahatsızlıklarına neden oluyor, bitkilerin yapraklarını kaplayarak fotosentezi engelliyor. Böylece meyve oluşumu zayıflıyor.

Taş ocakları arkalarında devasa büyüklükte çukurlar bırakıyor, bu çukurlarda çöp ve atık maddelerin biriktiği, lağım sularının boşaltıldığı bir alana dönüşüyor. Bu atıklar da yine yer altı sularına sızarak, var olan suyu zehirliyor.

Şu sıralar talan projelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor, taş ocakları. 2004 yılında ÇED raporundan muaf tutulmasıyla birlikte, 85.000’i aşkın taş ocağına ruhsat verildiği biliniyor. Bu topraklarda azımsanmayacak kadar çok olan taş ocakları, Antalya ve Muğla’da da oldukça fazla. Kayıt dışı olanlar bir kenara Antalya’da 1059, Muğla’da 450 tane ocak bulunuyor. Kentsel dönüşüm yalanlarıyla talana devam eden şirketler, Düzce’den Bolu’ya, İzmir’den Ordu’ya kadar taş ocağı planlarını sürdürüyor.

Var olan taş ocaklarının genişletilmesi şimdi de Yalova ‘da karşımıza çıkıyor. Güneyköy başta olmak üzere, Orhangazi’yi, Fındıklı’yı, Kurtköy’ü, Soğucak’ı, Hamzalı’yı, Sugören’i, Cihanköy’ü ve Paşakent Mahallesi’ni etkileyecek olan taş ocakları halkın ve yaşam savunucularının tepkisini çekiyor. Yalova’da yapılan taş ocaklarında üç isim öne çıkıyor; Bahadır Madencilik, Gürer Madencilik ve Karayolları. Öncelikle bunlardan ilki olan Bahadır Madencilik’in var olan kapasitesini 8 kat büyütmek için yaptığı çalışmalar dikkat çekici. 

Normal şartlarda, yıllık 260.000 ton olan kapasite yıllık 2.000.000 tona çıkarılmak isteniyor. Bunun beraberinde 95 hektarlık orman arazisinin 78 hektarlık kısmı yok edilecek, 192.444 ağaç yok edilecek. Haftada 3 patlatma yapılacak ve toplam 1694 kilo patlayıcı kullanılacak; nakliye için günde yaklaşık 220 kamyon, köy yollarını kullanarak taş taşıyacak. Günde 54 ton su, köylerin şebekelerinden çekilerek taş ocağı için kullanılacak. Üstelik tüm bu veriler sadece bir şirketin yaratacağı tahribatı anlatıyor. Orada bulunan, üç büyük taş ocağı göz önüne alınırsa rakamlar daha da vahim hale geliyor. Çoğunluğu orman arazisinde ve tarım arazilerinin yakınında bulunan taş ocaklarının 550.000 m2 olan işletme izni 1.085.000 m2’ye çıkartılacak. Yıllık toplam kapasite 889.000 tondan 2.143.000 tona çıkarılacak. Her ay 30 patlatma yapılacak. Her seferinde 2686 kg patlayıcı kullanılacak. Köy ve mahalle yollarını kullanan kamyon sayısı 98’den 238’e çıkacak. Yaz boyunca ana haber bültenlerine konu olan ve kaygıyla suyu bitti bitecek denilen Yalova gibi bir yerde, bu taş ocakları için günde 117 ton su şehir ve köy şebekelerinden çekilecek.

Yaşamlarımızdan her geçen dakika bir parça daha götürülürken, talanın adı ve yeri değişiyor fakat failleri değişmiyor. Havamızı suyumuzu ve toprağımızı çalanların adı dün Loç Vadisi’nde HES olarak karşımıza çıktığı gibi, Bugün Yalova’da, İzmir’de taş ocağı oluyor, tıpkı yarın Mersin’de nükleer olacağı gibi…

Gelişme, kalkınma, ilerleme diyerek talan projelerine tumturaklı isimler verenlerin, aklımızı bulandırmaya çalışanların yalanlarına inanmıyoruz. Hava, su, toprak ve yeryüzündeki tüm canlılar için yaşam mücadelemize devam ediyoruz.

Büşra Cengiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Şirketlerin Yoluna Taş Koyuyoruz” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/03/07/sirketlerin-yoluna-tas-koyuyoruz-busra-cengiz/feed/ 0
21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Kasaları Doldurmak İçin Yaşamı Boschaltan Teknoloji” – Alp Temiz https://meydan1.org/2015/02/10/21-yy-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kasalari-doldurmak-icin-yasami-boschaltan-teknoloji-alp-temiz/ https://meydan1.org/2015/02/10/21-yy-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kasalari-doldurmak-icin-yasami-boschaltan-teknoloji-alp-temiz/#respond Tue, 10 Feb 2015 19:00:48 +0000 https://test.meydan.org/2015/02/10/21-yy-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kasalari-doldurmak-icin-yasami-boschaltan-teknoloji-alp-temiz/ Robert Bosch Gmbh, şu anda 60 ülkede, 350 yan kuruluşuyla faaliyet gösteriyor; şirketin bünyesinde 306 bin kişi çalışıyor. 150 ülkeye satış yapıyor ve yılda ortalama 60 milyar dolara yakın gelir elde ediyor. Eğer R. Bosch ve devamcıları, kapitalist sistem içerisinde ödemeleri para ile değil “güvenle” almış olsalardı; sizce 1886 yılında, Stuttgart’da Robert Bosch tarafından kurulan […]

The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Kasaları Doldurmak İçin Yaşamı Boschaltan Teknoloji” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Robert Bosch Gmbh, şu anda 60 ülkede, 350 yan kuruluşuyla faaliyet gösteriyor; şirketin bünyesinde 306 bin kişi çalışıyor. 150 ülkeye satış yapıyor ve yılda ortalama 60 milyar dolara yakın gelir elde ediyor. Eğer R. Bosch ve devamcıları, kapitalist sistem içerisinde ödemeleri para ile değil “güvenle” almış olsalardı; sizce 1886 yılında, Stuttgart’da Robert Bosch tarafından kurulan küçük atölye bu denli büyüyebilir miydi? Bu sorunun cevabını bulmak için, bugünkü “sosyal sorumluluklu kapitalizm” in yaratıcılarından olan, nam-ı diğer “hayırsever iş adamı” hatta kimileri tarafından “kızıl Bosch” olarak anılan R. Bosch’un yaşamına ve yaptıklarına bir bakmak gerekiyor.

Evet, R. Bosch’un fabrikalarında çalışan işçiler, Almanya’da 1918’te yasalaşan, “8 saatlik iş günü” hakkını 1906’da almışlardır. Fakat yine aynı Bosch’tur ki, “1913’te sonu gelmeyen grevlerle baş edemeyince o güne kadar girmeyi reddettiği söylenen işverenler birliğine katılıverip, sınıf ortaklarıyla beraber işçileri nasıl dize getirebileceklerinin hesabını tutmuşlardır. Ne hikmetse, I. Dünya Savaşı’ndan sonra savaş için yaptığı üretimlerle, şirket biraz daha büyümüştür. Nazi karşıtlığı dillere destan olan şirketin fabrikalarında zorla çalıştırılan, Naziler tarafından tutsak edilen 20.000 köleden pek kimse bahsetmemektedir”.

bosch

Az Enerji, Bol Kazanç!

Son dönemdeki ”tüketici” eğilimlerini iyi hesaplayan, hatta yaptığı kimi kampanyalarla bunları yönlendiren Bosch epey uzun bir süreden bu yana, “kapitalist” pazarın yeşil kısmına oynuyor! Az enerji tüketen beyaz eşyalar, küçük ev aletleri gibi ürünleri satın alarak, her geçen gün biraz daha yıkıma sürüklenen dünyayı, kapitalist yaşam biçimini değiştirmeden kurtarabileceğine inanan insanları yakalamaya çalışıyor. Yerel ekoloji mücadelelerini baltalamak konusunda bir hayli deneyimli olan ve katil şirketlerle iş ortaklığı yaptığı aşikar olan TEMA Vakfı’yla (Bknz. “Milyonları Dozerle Götüren Vakıf, Meydan Gazetesi 21. sayı) beraber gerçekleştirdiği projelerden biri aslında buna iyi bir örnek: Bosch’tan alınan her bir yoğuşmalı kombi karşılığında TEMA da müşteri adına dokuz ağaç dikiyor. Aslında şirket bu yolla hem insanların, kapitalizmi karşısına almadan ekolojik meseleleri çözdüğünü sanmasını sağlarken, hem de bir ürün çeşitlendirmesi yaparak “ekolojik ürün” paketleriyle servetine servet katıyor! Belki de, az enerji tüketen yoğuşmalı kombi alarak, küresel ısınmayı durdurabileceğini düşünen “kahramanlar”ın şu soruları sorması, meseleyi, biraz daha berraklaştırır: Bu ekolojik ürünler üretilirken ne kadar enerji harcanıyor; harcanan enerji hangi HES’ten hangi RES’ten ya da hangi nükleerden geliyor? Asya’da, Avrupa’da ve Amerika’da, bu ekolojik ürünleri üretirken kaç işçi sömürülüyor; işçilerden kaçı fazla mesailerde ömür tüketiyor? Bu ekolojik ürünlerde kullanılan madenler için kaç Afrikalı, yerinden yurdundan ediliyor; kaç kişi madenlerde ya da yaratılan suni savaşlarda sakatlanıyor ya da yaşamını yitiriyor? Ve en önemlisi, bütün bu geçici önlemlerle ve suni yeşil çözümlerle, var olan yaşamsal krizin ne kadar önüne geçilebileceği düşünülüyor?

Nükleer Dışarı, Rüzgar İçeri!

Kapitalizm için enerjinin önemi yadsınamaz. Devasa endüstriler, yine devasa enerji kaynakları olmadığı sürece işlemez, işleyemez. Kapitalistlere göre “insanların sınırsız ihtiyaçları vardır” ve bunlar ancak “sınırsız enerji” ile karşılanabilir. Fakat doğada “sınırsız” hiçbir şey yoktur. Bu yüzden kapitalistler ve onların Truva atları STK’lar “sınırsız” yerine “sürdürülebilir” ve “yenilenebilir” diyerek, asıl amaçlarını gizlemeye çalışırlar!

Şirketler, nükleer ve termik santrallerin yerini alabilecek olan güneş panellerinin ve rüzgar tribünlerinin sorunu ortadan kaldıracağını söylerken, aslında örtük olarak da kapitalizmin tüketim makinesinin önündeki sınırları kaldıracağını anlatırlar. Madem sınırsız ihtiyaçlar, sınırsız enerji ile karşılanabilir; peki o zaman, kurulan, kurulması planlanan ve yapımı halen devam eden bu enerji santrallerinin “sınırı” nedir? Kilometrelerce uzanan devasa güneş panelleri, dev rüzgar tribünlerinden oluşan enerji tarlaları, HES’ten ya da nükleerden ne derece daha zararsızdır? (Ayrıntılı bilgi için Bknz. “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Patika Ekokoloji Dergisi 1. sayı) Bu santraller nerelerde kurulmuş, ne gibi sonuçlar doğurmuştur? (bknz. İzmir – Karaburun)

Tabii ki, böylesine karlı ve yeşil projeler bu kadar revaçtayken, Bosch da bu fırsatı kaçırmadı ve yeni “enerji sektörü”nde yerini almaya başladı bile. Şirket, National Geographic ile beraber yaptığı küresel iklim değişikliği çalışmalarının reklamlarında nükleeri kötüleyip, yerine rüzgar enerjisini koydu. Ama tabi ki “hayırsever”, “kızıl”, “yeşil” ve “güvenilir” olan Bosch’un yaptığı yalnızca bu reklamlar değildi; Bursa’daki BoschRexroth fabrikasıyla şirket, “rüzgar tribünleri” için elektronik ve metal aksam üretimine çoktan girişmişti bile.

Doğayı “Savunmak”tan, “Savunma” Sanayisine

Doğayı savunmak konusunda, bir hayli “güvenilir” görünen Bosch, sadece bu konuda değil dünyadaki devletlerin savunulmasında da oldukça “güvenilir” olsa gerek ki, savunma sanayi içinde üretim yapıyor. Defence Manufacturers Association (Savunma Sanayi İmalatçıları Birliği) üyesi olan Bosch, anlaşılan I. Dünya Savaşı’nda ve Hitler Almanya’sında kazandığı deneyimi, bugün ezilen halklar üzerinde kullanan orduların hizmetine sunuyor. Bosch, savunma sanayi için misyonunu tariflerken “Üreticiler, Savunma Sanayi Bakımcıları, tedarikçileri ve askeri tesisler için servis endüstrisinde küresel ölçekte tercih edilen olmak” diyor ve bu sanayiye özel araçlar ve tamir servisleri, bakım servisleri, araç tasarımı ve mühendislik, GPS ve yön bulma, askeri standartlarda paketleme gibi mal ve hizmetleri üretiyor. Bununla da kalmıyor adeta bir “güven” timsali olan Bosch, yaşamlarımızı daha “güven” içerisinde geçirelim diye, okulları, iş yerlerini, hapishaneleri sokakları yani neredeyse tüm alanlarımızı MOBESE sistemleri ile kuşatan devletlere ve kapitalistlere CCTV (kapalı devre kamera sistemleri) üretiyor.

“Kızıl” da Olsa, Patron Patrondur!

Sözüm ona “Kızıl Bosch”un işçi meselesi hakkındaki, kabahatleri de azımsanmayacak ölçüde kabarık. 2006 yılında Berlin’de bulunan Bosch-Siemens bulaşık makinesi fabrikasında, ücretlerinde, kesinti yapılmak istenen yüzlerce işçi greve çıkmış, bunun üzerine fabrikanın belirli bölümlerinde üretimi durduran şirket, işçileri fabrikayı kapatmakla tehdit etmişti. İşçilerin kararlı direnişi sonrasında geri adım atan şirket, talepleri kabul etmek zorunda kalmıştı.

Yine geçtiğimiz sene benzer bir olay Hindistan’da yaşandı. 350’si taşeron, toplam 2600 işçi daha iyi koşullar, sosyal haklar ve ücret artışı talepleri ile greve gitmişti. Bosch yönetimi grevi tanımayarak, yapılanın yasa dışı olduğu duyurup, polisleri grevcilerin üzerine salarak birçok sendikacıyı ve işçiyi tutuklatmıştı. Görüldüğü üzere, yoksul bölgelerde daha gaddar bir tutum sergileyen Bosch, bu topraklarda da Bursa’da faaliyet yürüten, BoschRexroth şirketinde çalışan işçilere de farklı davranmadı; Türk-Metal’den ayrılıp, Birleşik Metal-İş Sendikası’na katılmak isteyen birçok işçiyi tehdit eden şirket yönetimi, sonrasında Birleşik Metal’e üye oldukları gerekçesi ile de birçok işçiyi sudan sebeplerle işten çıkarmıştı.

Kapitalizmde, büyüyen ve her geçen gün daha büyük paraya ve güce sahip olan tüm şirketlerin tarihi kanla yazılmıştır. Bunda şaşılacak bir şey yoktur nihayetinde kapitalizmin tarihi, katil şirketlerin tarihidir. Burada şaşırılması gereken bir şey varsa, nükleere “karşı”ymış gibi yapıp, enerji pazarına rüzgar enerjisi ve güneş enerjisi ile girmeye çalışan; işçi haklarına saygılı olduğunu söyleyip, yaşadığımız topraklarda, Hindistan’da ve Almanya’da işçileri kapı önüne koymakta ve onların haklarını gasp etmekte bir sakınca görmeyen; doğa dostu ve barışçılığı diline pelesenk edip, savaş sanayine üretim yapan ve şehirleri devasa bir açık hava hapishanesine dönüştüren MOBESE sistemlerini üreten bir şirketin “güvenilir” olarak anılmasıdır. Fakat, bir bakıma bu doğrudur, Bosch kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlamak, işçilerin katledilmesi ve doğanın talan edilmesi işlerini “iki yüzlü” yöntemlerle yapmak konusunda güvenilirdir! Yani, yazının başında geçen R. Bosch’un sözü, aslında şu anlama gelmektedir: “İnsanların güvenini kaybedip para kaybetmektense, insanların güvenini kazanıp daha çok para kazanmayı yeğlerim. “

 

 

Kaynakça :

ttp://en.wikipedia.org/wiki/Robert_Bosch_GmbH#Security_systems

http://www.dailymail.co.uk/news/article-2663635/Revealed-How-Nazis-helped-German-companies-Bosch-Mercedes-Deutsche-Bank-VW-VERY-rich-using-slave-labor.html

http://government.service-solutions.com/

http://nationaldefensemegadirectory.com/Listing/Company/Logistics_Transportation_and_Manufacturing/Welding_Supplies/407435

http://www.boschrexroth-us.com/country_units/america/united_states/sub_websites/brus_brh_i/en/industries_sm/land_systems_special_technology/index.jsp;jsessionid=abcgesbATss_mdk60Zfqu

https://libcom.org/history/interview-bosch-siemens-worker-2005

http://www.boschrexroth.com/tr/tr/industries_18/mobil_applications_87/windenergy_5/windenergy_3

http://www.encyclopedia.com/topic/drive.Robert_Bosch_GmbH.aspx

 

Alp Temiz

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.

The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Kasaları Doldurmak İçin Yaşamı Boschaltan Teknoloji” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2015/02/10/21-yy-teslimiyet-teorileri-ve-pratikleri-kasalari-doldurmak-icin-yasami-boschaltan-teknoloji-alp-temiz/feed/ 0
” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/ https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/#respond Wed, 18 Jun 2014 15:36:18 +0000 https://test.meydan.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/ Arttırılan tüketici bilinciyle, 1980’li yıllardan bu yana hızla gelişerek uluslararası alanda desteklenen Eko-turizm, 1992 Rio Çevre Zirvesi’nde “sürdürülebilir” bir dünya ve “çevre” için kriterleri ortaya konulan, kapitalizmin sömürü kaynaklı varoluşunu devam ettirmesini sağlayacak projelerinden biri olarak bizlere sunulmuştur. Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha […]

The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Arttırılan tüketici bilinciyle, 1980’li yıllardan bu yana hızla gelişerek uluslararası alanda desteklenen Eko-turizm, 1992 Rio Çevre Zirvesi’nde “sürdürülebilir” bir dünya ve “çevre” için kriterleri ortaya konulan, kapitalizmin sömürü kaynaklı varoluşunu devam ettirmesini sağlayacak projelerinden biri olarak bizlere sunulmuştur.

Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.

Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.

En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.

Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.

Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.

Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.

Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.

İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.

Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.

Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.

Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.

Emre Bayyiğit

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır. 

 

The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/06/18/%100-dogal-rant-emre-bayyigit/feed/ 0
“Suyu Satan Kılıfına Uydurur” Beyza Üstün https://meydan1.org/2013/08/31/suyu-satan-kilifina-uydurur-beyza-ustun/ https://meydan1.org/2013/08/31/suyu-satan-kilifina-uydurur-beyza-ustun/#respond Sat, 31 Aug 2013 12:19:15 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/suyu-satan-kilifina-uydurur-beyza-ustun/ Sermaye; 2001 krizinden sonra yeni birikim alanı olarak doğayı seçti. Krizlerin dönemlerine baktığımızda Kapitalizmin; doğal alanları ve doğal varlıkları kullanma çabalarını 1990’lı yıllardan sonra daha sistemli hale getirdiğini görüyoruz. 1992 yılında alınan uluslararası kararlar doğanın; kapitalizmin kıskacına sokulmasını, doğal özelliklerini daha fazla ve daha hızlı yitirmesine neden oldu: 1992’de Rio De Janerio’da BM Çevre ve […]

The post “Suyu Satan Kılıfına Uydurur” Beyza Üstün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sermaye; 2001 krizinden sonra yeni birikim alanı olarak doğayı seçti. Krizlerin dönemlerine baktığımızda Kapitalizmin; doğal alanları ve doğal varlıkları kullanma çabalarını 1990’lı yıllardan sonra daha sistemli hale getirdiğini görüyoruz. 1992 yılında alınan uluslararası kararlar doğanın; kapitalizmin kıskacına sokulmasını, doğal özelliklerini daha fazla ve daha hızlı yitirmesine neden oldu: 1992’de Rio De Janerio’da BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda “Sürdürülebilir Kalkınma” Stratejileri Çevre Koruma Stratejileri olarak kabul edildi. 1992’de Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı’nda su; piyasada fiyatlandırılabilir mal (meta) olarak tanımlandı. 1995 yılında BM Dünya Ticaret Örgütü Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nda (GATS): Erişilebilir su kaynaklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı, kullanılabilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağına dair üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı, içme suyunun üretim ve dağıtımının kimin tarafından ve nasıl yapılacağı kararlaştırıldı. GATS anlaşmaları, Avrupa birliği direktifleri, BM’e bağlı Dünya Su Konseyi’nin kurulması (1996); doğanın sermaye birikimine sokulmasını daha da hızlandırdı, böylece sermayenin emrine verilen emeğin sömürülmesi ve doğanın metalaştırılması ve yıkımı daha güçlü bir boyuta taşındı.

Kapitalistler BM Dünya Su Konseyi aracılığı ile su havzalarını nasıl bütünleşik olarak sermaye birikimine sokacaklarını 2000 Lahey’de yaptıkları 2. Forumda açıkladılar. Lahey’de BM Dünya Su Konseyi; su ve su havzaları üzerindeki hedefini: Suyu fiyatlandırmak, su havzalarını küresel yönetişime devretmek ve suyun üretkenliğini arttırmak etrafında şekillendirdi.

Türkiye’de de yaşamı yok eden projelere karşı halkın verdiği tepkiler de pek çok kez bu projeleri durma noktasına getirmişti. Ancak devlet her seferinde bu projelerin önünü açmak için kanun değiştirmekte, adeta her yalana bir kılıf bulmaktadır.

Kamu kuruluşlarında yapısal değişiklikler

08.05.2003 tarihinde Çevre Bakanlığı ve Orman Bakanlığı birleştirilerek Çevre ve Orman Bakanlığı haline getirildi.

Üst ölçek plan yapma ve onaylama yetkisi Bayındırlık Bakanlığından yasa ile alınarak Çevre ve Orman Bakanlığına geçirildi.

31.08.2007 tarihinde DSİ (Devlet su İşleri) Çevre ve Orman Bakanlığına bağlandı.

2006 yılından itibaren Çevre ve Orman Bakanlığı – İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi)- DSİ ortaklaşa Dünya Su Konseyi Forumları’nı organize etti.

KHK ile 2010 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bölündü.

Yasa ve yönetmeliklerde değişiklikler

5393 sayılı Belediye Kanunu 14.md üzerine, “…hizmetleri yapar veya yaptırır” şeklindeki değişiklikle yerel yönetimlere hizmet alımında taşeron kullanma yetkisi verildi.

Elektrik piyasasında üretim faaliyetinde bulunmak üzere 25150 sayılı “Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile su havzaları (suyun aktığı tüm alan; vadileri, kıyıları, yeraltı) şirketlerin kullanımına açıldı. (2003)

Maden yasasında değişiklikler yapılarak maden aranacak alanlar için izin sınırları kaldırıldı.

6094 sayılı Enerji Yasası’nda değişiklik yapılarak lisansı dağıtılan HES’lerin yerlerinin imar planlarına işlenmesi yasallaştırıldı. (2011)

Orman Kanunu’nda değişiklik yapılarak HES yapımı ve maden aramalar için gerekli doğaya ait alanların kamulaştırılması ve 3. şahıslara devri kolaylaştırıldı.

Köy Kanunu’nda yapılan değişikliklerle meralar ortak alan olmaktan çıkarılarak üretimler için 3. Şahıslara devrinin önü açıldı.

Çevre Kanunu’na bağlı olarak yürürlükte olan ÇED yönetmeliğinde değişiklik yapılarak 3. Köprü projesi gibi su havzalarını, ormanları, tarım alanlarını kullanıma açan rant projeleri, Marmaray projesi, maden arama çalışmaları, 0,5 MW üretimden az üretim yapacak HES projeleri doğaya olumsuz etkisi tartıştırılmayacak şekilde yönetmelik kapsamından çıkartıldı.

Çevre Nazım planları ile su havzalarını ve doğal alanları kullanıma açma:

Üst ölçek plan yapma ve onaylama yetkisini yasa ile alan Çevre ve Orman Bakanlığı protokolle bu yetkisini İstanbul örneğinde olduğu gibi büyükşehir belediyesine aktardı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de mevzuat yasasındaki değişiklikten aldığı yetki ile 1/100.000 lik çevre nazım planlarını bir özel kuruluşa (BİMTAŞ’a) yaptırarak su havzaları, tarım alanları, ormanlar ranta açılacak, sermaye birikimine sokulacak şekilde değiştirdi.

Doğu Karadeniz çevre nazım planına ise HES lisansı dağıtılan, termik santral yapılacak yerler, maden çıkarılacak ve işlenecek yerler ve bu işletmelerle bütünleşik olarak havzayı kullanacak olan işletmelerin yerleri (limanlar, çimento fabrikaları, taşocakları, enerji nakil hatları, maden döküm sahaları) özel proje alanı olarak işlendi.

Mahkeme karalarını yok sayma

Halkın verdiği pek çok yasal mücadelede mahkemeler yürütmeyi durdurmuş ama yürütme fiili olarak durmamış ve şirketlerin işine devam etmesini iktidarlar desteklemiştir: “Hatırlanacağı gibi Bergama altın madenine karşı verilen yasal mücadelelerde yasal süreç halk tarafından yürütüldü. Şirket defalarca mahkemeye verildi. Bergama’da yapılan altın işleme tesisi için mahkemeler yürütmeyi durdurma kararları verdi, ama yürütme hiçbir şekilde durmadı, devam edildi.

Kim kazandı? Sadece şirket kazandı. Kim kaybetti? Bergama’daki yaşam, doğa kaybetti.

Bizler ise Bergama mücadelesinin doğa, yaşam ve sınıf mücadelesi olduğunu öğrendik.

Kütahya’da yirmi küsur yıldır siyanürle gümüş kazanan şirkete ait tonlarca atık suyu barındıran atık havuzundan etrafa ağır metal sızdırmaya, siyanür bileşenleri yayılmaya devam ediyor. Devlet yetkilileri; havuz sızdırmaz, bir tek kaza oldu, bir daha olmadı, olmayacak, bunun için önlemimizi alıyoruz dediler ama işçilerin kanlarında arsenik tespit edildi, suda, toprakta, orada yaşayan insanlarda da arsenik bulundu.

Hatta ödül olarak şirkete Eti Gümüş‘e ilave havuz yapma izni verdiler. Şimdilerde Şirket Dulkadir Köyü çevresinde dev atık havuzları ile ormanı ovayı talan etmeye, yörede yaşayanların üstünde korku yaratmaya devam ediyor.”[1]

Acele ile el koyma:

Şahıs arazilere ve taşınmazlara da HES, Termik Santral, Nükleer Santral, Maden çıkarma ve işleme Tesisi, Kentsel dönüşüm, Enerji Nakil Hattı geçirmek için ve benzeri işletmeler için “Acele kamulaştırma” adı altında; 2942 sayılı kanun 27. Maddesi ve 3634 sayılı kanunun 1. Maddesine göre el konulmaya başlandı:

“Bu yasalarla “Savaş Hukuku” içinde istisnai bir kamulaştırma yolu olarak getirilen “Acele Kamulaştırma” uygulamasına Danıştay “dur” demesine Acele Kamulaştırma kararlarını hukuksuz bulmasına rağmen devletin hukuksuz uygulaması sürmektedir.

Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemi ile EPDK; şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koyarken, KHK (kanun hükmünde kararname) ve yasa değişiklikleri ile tüm canlılara ait olan doğal alanlar her türlü kullanım hakkı ile şirketlere devretmektedir.

“2004 yılında aldığı bakanlar kurulundan yetki ile EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu) tarafından HES (Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), güneş enerjisi üretim tarlaları (GES ( Güneş enerji Santralleri)) için, termik santral, nükleer santral yapmak için, şirketlerin bu santrallarda ürettiği enerjiyi taşıyacakları nakil hatlarını geçirmek için, madencilik, petrol, ulaşım ve kentsel dönüşüm projelerini uygulayabilmek için Siyanürlü madencilik için, taşınmazlara el konulmaktadır. Kentlerde; aynı yağma afet yönetimi ve kentsel dönüşüm, “sokağın sağlıklaştırılması” adı altında rant projeleri ile uygulanmaya çalışılmaktadır. 2011 yılından beri EPDK, Resmi Gazete’de yayınlamaya bile gerek kalmadan istediği taşınmazlara el koymaktadır. Bu yetkiyi bir şekilde TOKİ de kentlerde, gecekondu mahallelerinde aynı şekilde kullanmaktadır”. [2]

Anadolu’nun her yerinde yaşanan bu talanları ve devlet-şirket ortaklığının saldırılarını; önümüzdeki günlerde, Güneş santralları kurmak için tarım topraklarının işgal edilmesi, yenilenebilir enerji kaynağı olarak sunulan biyodizel üretimi için tarım alanlarının endüstriyel olarak ekilmesiyle, yaşanacaktır.

Bunlara karşı halk vadilerini savunuyor, vadisini şirketlere vermemek için direniyor, yaşam alanları için mücadelesini sürdürüyor.

Çok açıktır ki; yaşam alanlarını ve yaşamı korumak için verilen bu meşru, siyasi ve antikapitalist mücadele, devlet şirket ortaklığının tüm kurnazlıklarına rağmen devam edecektir. Özgür olabilmenin, tüm canlıları ile varlığını sürdüren bir yaşam sürebilmenin başka bir yolu yoktur.

[1] Ustun, B. Mesele dergisi, haziran sayısı 2013

[2] Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu “acele kamulaştırma” basın açıklaması 2012

 

Beyza Üstün

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Suyu Satan Kılıfına Uydurur” Beyza Üstün appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/suyu-satan-kilifina-uydurur-beyza-ustun/feed/ 0
“Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/ https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/#respond Fri, 30 Aug 2013 22:34:06 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/ Yarım asrı aşkın zamandır nükleer santrallerin zararları konuşulagelmekte, termik santrallerin yarattığı hava kirliliğine karşı çözüm teknolojileri beklenmektedir. Son yıllarda “temiz enerji” ve “dışa bağımlılığa son” yalanlarıyla gündeme gelen HES’ler (Hidroelektrik Santraller) de kuruttuğu derelerle halkın isyanına neden olmuştu. İnsanlık bir yandan varlığını doğadan ayrıştırarak onu daha ‘verimli’ sömürebilmek için ileri teknoloji ve ‘çevreci’ yöntemler geliştirmeye […]

The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yarım asrı aşkın zamandır nükleer santrallerin zararları konuşulagelmekte, termik santrallerin yarattığı hava kirliliğine karşı çözüm teknolojileri beklenmektedir. Son yıllarda “temiz enerji” ve “dışa bağımlılığa son” yalanlarıyla gündeme gelen HES’ler (Hidroelektrik Santraller) de kuruttuğu derelerle halkın isyanına neden olmuştu.

İnsanlık bir yandan varlığını doğadan ayrıştırarak onu daha ‘verimli’ sömürebilmek için ileri teknoloji ve ‘çevreci’ yöntemler geliştirmeye çabalarken, havanın, suyun, güneşin, yani tüm doğanın metalaştırılarak sömürülmesine de ön ayak oluyor. Yaşam için direnenlerin öfkesi, doğanın katline ferman yazan sürdürülebilir kalkınmacıların karşısında dinmemekte ısrar ediyor.

Dünyada kömür ve petrole dayalı fosil yakıt tüketiminin karşısına ‘yenilenebilir ve sürdürülebilir’’ olduğu iddia edilen enerji üretim yöntemlerinin sunulması Kyoto Protokolü ile ayyuka çıkmış, ardından dünya enerji devlerinin kendi politik hamlelerini de kullanmasıyla, küresel enerji sermayesinin kirli yüzü tekrar bize kabiliyetli manevralarını göstermiştir. Kalkınmacı poitikalarından vazgeçemeyen, ancak her nasılsa ‘çevreye duyarlı’ su çerçeve sözleşmeleriyle gönüllere taht kuran kimi AB ülkeleri ile gelişmekte olan bazı ülkeler, kamuoyunda resmen birer ‘halkla ilişkiler’ simsarları olarak ‘yeşil sermayeyi’ lehlerine kullanmayı ‘temiz enerji’ söylemiyle başarmıştır.

RES’lerin ve GES’lerin zararlarının gerçek boyutları gündem edilmemekte dolayısıyla bunlara yaşam savunucularının gösterdikleri tepki çoğu zaman anlaşılamamaktadır. RES’lerin ve GES’lerin zararlarının başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

RES’lerin Zararları

1- Yüksek dalgaboylu ses dalgaları

Yüksek dalgaboylu ses dalgası Rüzgarda elektrik elde eden pervaneler dönerken dalgaboyları yüksek sesler çıkarmaktadır. Bu seslerin bir bölümü işitilebilir uğultular iken büyük bir bölümü de insanın işitme aralığından dışarıda, ancak maruz kalındığında huzursuzluk verecek cinstendir. Bu yüksek dalgaboylu ve düşük frekanslı dalgaların uzun ve kısa vadede açığa çıkardığı zararlar henüz tümüyle tespit edilememiştir.

2- Dev Mıknatısların Elektro Manyetik Etkileri

Rüzgarın döndürdüğü paneller türbindeki çok güçlü bir mıknatısın dönmesini sağlayarak mıknatısın oluşturduğu manyetik alanın da yörüngesini sürekli değiştirir. Dönen mıknatıs, etrafındaki kablolarda bir elektrik akımı meydana getirir. Kayda değer bir elektrik akımı oluşturabilmek için ya paneller çok hızlı dönmeli ya da mıknatıs çok kuvvetli olmalıdır. Rüzgarın panelleri döndürme gücü belli bir sınırda olduğundan bu mıknatıs olabildiğince güçlüdür. İşte bu denli kuvvetli bir mıknatısın oluşturduğu elektromanyetik alan, etkileşim içinde olduğu alandaki birçok maddeye etkide bulunacaktır. Buna bağlı olarak etki alanında kalan tüm varlıkların kimyasal ve genetik yapısında değişiklikler meydana getirecektir. Elektromanyetik dalgalara maruz kalmak kanserin birincil nedenidir.

3- Göçmen Kuşların Parçalanması

Göçmen kuşlar çok uzun mesafeleri katettiklerinden bünyelerindeki enerjiyi en verimli şekilde kullanabilmek için kendilerini büyük rüzgar akımlarına bırakarak daha az kanat çırparak göç ederler. Bu büyük rüzgar koridorları aynı zamanda göç yollarıdır. Rüzgardan elektrik elde eden santraller de hızlı dönmeleri istendiğinden bu rüzgar koridorlarına kurulurlar. Göç yollarında karşılarına çıkan bu dev pervanelere kapılan göçmen kuşların büyük bölümü bu pervanelerin kendilerine çarpmasıyla parçalanarak ölmektedirler.

4- Kurulum sürecindeki katliamlar

RES’lerin kurulacakları bölgede rüzgarın hız kaybetmemesi için etraftaki mevcut orman alanları “temizlenir”. Genellikle RES’lerin devasa parçaları bölgeye mevcut yollardan sokulamazlar. Bu yüzden daha geniş yeni asfalt yollar inşa edilir. Daha geniş yollar için daha çok ağaç kesilir, daha çok orman varlığı yok edilir. RES’lerin parçaları kurulacakları yere ulaştığında artık bir araya getirilmelidirler. Bu parçaların montajı için ihtiyaç duyulan atölyenin de inşaatı dolayısıyla yeni katliamlar yapılması kaçınılmazdır.

5- İklim değişikliğine yol açan rüzgar yönü ve şiddetindeki değişmeler

Rüzgarlar hareket eden bir hava kütlesi olmalarının yanı sıra beraberlerinde nem ve sahip oldukları sıcaklık dolayısıyla ısı (bu ısı, gideceği yere göre soğuk ya da sıcak olabilir) da taşırlar. Yavaşlayan rüzgarlar, doğal hedeflerine ulaşamadıklarından iklim değişikliğine neden olurlar.

6- Rüzgar momentumdur, varlığı hava akımının hızına bağlıdır

Her ne kadar rüzgarın yenilenebilir enerji kaynağı olduğu iddia edilse de bu basit bir şekilde imkansızdır. Rüzgar, havanın hareketi ile meydana gelir. RES’lerin pervaneleri hava akışının hızını yavaşlatarak rüzgarı azaltır, hatta uzun mesafede yok ederler. Bütün yeryüzündeki hava koridorları birbirleriyle bağlantılı olduğundan bunlardan herhangi birindeki tıkanıklık büyük ölçekte değişiklikleri de tetikler.

GES’lerin Zararları

1- Yansıyamayan radyasyon yeryüzünde kalır

Güneş panelleri güneşten gelen ışınları soğurarak bu ışınlardaki radyasyonu elektrik enerjisine dönüştürürler. Bu panellerin çalışmasındaki ana prensip ışıkla gelen enerjiyi en yüksek düzeyde soğurmaktır. Normalde yeryüzüne düşen ışınların (dolayısıyla enerjinin) büyük kısmı uzaya yansıyacakken güneş panellerinin etkisiyle bu enerji yeryüzünde kalmakta ve ısı yoluyla dağılarak yeryüzünün sıcaklığını artırmaktadırlar.

2- Değersiz görülen yaşam alanlarının yok edilmesi

Yeryüzünün her bölgesi pek çok çeşitte varlık için yaşam alanıdır. Bütün bölgelerin ve bütün varlıkların etkileşim içinde olduğu ve ayrı ayrı ele almanın bazı noktaları gözden kaçırmalara yol açabileceği gerçeği bir yana, güneş tarlaları ile kaplanması planlanan “çorak alanlar” dahi birçok türde (sürüngenlerden eklem bacaklılara, mikroorganizmalardan bitkilere kadar pek çok varlığa ev sahipliği yapmaktadır. Bu alanların çorak olarak nitelendirilmesinin nedeni kendini doğanın efendisi ilan eden insanların bu alanlar üzerinden yeterince fayda elde edilemediği algısından kaynaklanmaktadır. Bu bölgeler her ne kadar insan için gözden çıkarılabilecek yerler de olsa insan dışındaki diğer varlıkların kullanımını kısıtlayacağından büyük bir adaletsizliğe yol açacaktır.

3- Panel soğutma sistemleri suyu kirletir

Güneş santralleri enerji çevrimi esnasında ısınan mekanizmalarını soğutmak için çok miktarda yeraltı suyunu kullanırlar. Her ne kadar kirlilik dendiğinde suyun içine farklı kimyasalların karışması gibi algılansa da normal koşullarında 10 derece olan suyun 60 derecenin üzerine çıkarılıp tekrar geri salınması da bir kirlilik faktörüdür.

Kapitalist toplumun, bugün ekosistemin gördüğü zararı telafi edebilmek adına fosil yakıt ve kömür tüketimine karşı sunduğu ‘temiz’ enerji yöntemlerinin, – yani bir alternatif olarak sözde yenilenebilir enerjinin- mevcut üretim ve tüketim sistemini karşılaması için göstermesi gereken randıman, ancak yaşamları kökten yok ederek mümkün olabilecektir. Sistemin bize sürdürülebilir olarak sunduğualternatifler, aslında sosyal, kültürel ya da canlı yaşamlara karşı, kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlama amacını taşımaktadır. Yani efendiler bizlere “altın yumurtlayan tavuğu kesmeme”yi salık verirken bizleri, tüm varlıkları ‘sürdürülebilemez’ bir yaşama hapsetmektedirler.

Alp Temiz
[email protected]

The post “Rüzgar da Güneş de Kapitalizme Yetmez”- Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/31/ruzgar-da-gunes-de-kapitalizme-yetmez-alp-temiz/feed/ 0
Doğamı Katletme Köyümü Yok Etme https://meydan1.org/2013/08/28/dogami-katletme-koyumu-yok-etme/ https://meydan1.org/2013/08/28/dogami-katletme-koyumu-yok-etme/#respond Wed, 28 Aug 2013 13:02:13 +0000 https://test.meydan.org/2013/08/28/dogami-katletme-koyumu-yok-etme/ Doğamı Katletme, Köyümü Yok Etme Balık çiftliklerinin denizleri kirletilmesine, taş ve maden ocaklarının doğayı talan etmesine, Karaburun yarımadasında kurulmak istenen 1200 Rüzgar Enerji Santralinin (RES) doğal yaşamı katletmesine ve “Büyük Şehir Yasası” ile köylerinin mahalleye dönüştürülerek haklarının elinden alınmasına karşı Karaburundan İzmir konak meydanına yürüyüş gerçekleştirildi. Sabah saatlerinde Karaburun’dan başlayan yürüyüş 19:00 civarında İzmir Valiliği […]

The post Doğamı Katletme Köyümü Yok Etme appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Doğamı Katletme, Köyümü Yok Etme

Balık çiftliklerinin denizleri kirletilmesine, taş ve maden ocaklarının doğayı talan etmesine, Karaburun yarımadasında kurulmak istenen 1200 Rüzgar Enerji Santralinin (RES) doğal yaşamı katletmesine ve “Büyük Şehir Yasası” ile köylerinin mahalleye dönüştürülerek haklarının elinden alınmasına karşı Karaburundan İzmir konak meydanına yürüyüş gerçekleştirildi.

Sabah saatlerinde Karaburun’dan başlayan yürüyüş 19:00 civarında İzmir Valiliği önünde sonlandırıldı.

Yürüyüş sırasınca “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!”, “Mahalleli değil Köylüyüz” sloganları atıldı. Ayrıca “Siz keçileri mi kaçırdınız!,Maden ocağı istemiyoruz,Balık çiftliklerine hayır!,Beton santral istemiyoruz,Mahalleli değil Köylüyüz, Nergis kokla RES yapma” dövizleri taşındı.

Karaburun Yarımadası Ortak Yaşam Platformu’ndan Zuhal Okuyan yaptığı konuşmada; Karaburun’da yüzyıllardır küçük köylü tarımının, nergiz yetiştiriciliğinin ve keçi besiciliğinin uygun koşullarda yapılmaya çalışıldığını İlçeye birden balık çiftlikleri ve rüzgar enerjisi santrallerinin geldiğini ifade ederek “Rüzgar enerjisini temiz bilirdik ama insana rağmen insanların göç etmesini isteyen enerji temiz değildir. Karaburun’da her taraf taş ocağı olmaya başladı. İzin versek her evin arka bahçesine taş ocağı kurulacak. Sadece Karaburun değil tüm yarımada bu tehlikeyle karşı karşıya” dedi.

Büyük Şehir Yassıyla 16 bin köyün kapatılıp mahalleye dönüştürülmesine karşı mücadele etmeyi kendine görev edindiklerini söyleyen platform üyeleri basın açıklamasını sonlandırdı.

Yapılan konuşmalardan sonrası eyleme katılanlar yürüyüşte “Çapulcu Keçiler”i hiç yalnız bırakmayan İzmir Müzisyenleri Derneği’nin melodileriyle halaya durdular.

Bu haber Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.

The post Doğamı Katletme Köyümü Yok Etme appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2013/08/28/dogami-katletme-koyumu-yok-etme/feed/ 0