The post Kobané’de Suruç Katliamı için Anma Yapıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rojava’nın Kobané Kantonu’nda, Rojava devriminin yıldönümü dolayısıyla gerçekleştirilen törenlerde, Kobané’nin yeniden inşası için yola çıkan ancak cihatçı terör çetesi IŞİD tarafından Suruç’ta katledilen 33 devrimcinin anması yapıldı. 20 Ekim 2015’te gerçekleşen katliamın anmasında, katledilenlerin fotoğrafları taşındı, sloganlar atıldı. Anmada bir konuşma yapan Welat Bakur, Suruç Katliamı’nın, Rojava Devrimi’ni engellemek için gerçekleştirildiğini, bu katliamla, ““kim Rojava devrimi ile dayanışırsa sonucu Suruç katliamı olur” mesajının verilmek istediğini belirtti.
The post Kobané’de Suruç Katliamı için Anma Yapıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 19 Temmuz: İberya’dan Rojava’ya, 1936’dan 2012’ye Devrim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>19 Temmuz tarihi, farklı coğrafyalardan ezilen halkların, devrimle özgürlüğe adım attıkları gündür.
İberya’da 1868’den itibaren anarşistler, 1936 devrimiyle taçlanacak süreci “eşek üzerinde” köy köy gezerek, adeta iğneyle kuyu kazarcasına örgütlediler. 1936’ye giden bu süreçte anarşistler, anarşizmin örgütlü tarihine bir mücadele geleneği bıraktılar.
Bu gelenek, coğrafyaları ve sınırları aşarak, toplumsal devrimci anarşizm mücadelesi olarak, devletlerin ve kapitalizmin tüm saldırılarına karşı varlığını güçlenerek korumaya devam ediyor.
İberya Anarşist Devrimi Marşı : A Las Barricadas
2012 yılının 19 Temmuz’un ise, halen sürmekte olan Suriye Savaşı’nın içinden bir devrim süreci süzülecekti.
Suriye’nin kuzeyindeki Rojava bölgesinde oluşturulan kantonal yönetimler, bu bölgelerdeki yerellerin öz örgütlenme öz yönetim deneyimleri bugün savaşın yıkıcı etkileri altında bile olsa varlığını sürdürüyor.
Gerek cihatçı terörizmin, gerekse çevredeki devletlerin saldırılarına karşı, kadınların önemli yer tuttuğu öz savunma stratejisi Rojava Devrimi’nin bu askeri saldırılara, karşı koyuşunu sağlarken, İberya Devrimi’nde olduğu gibi komünlere ve kooperatiflere dayalı oluşturulan ekonomik model, kapitalizmin fiili saldırılarına bir karşı koyuş anlamı taşıyor.
Rojava Devrimi Marşı : Şoreşa Rojava
Tarihsel olarak, İberya Devrimi’yle önemli bir aşama kaydeden bu devrimler süreci, Meksika devletine karşı Magonların ve Zapataların geleneğinin sürdürücüsü EZLN’nin özgürlük mücadelesi sonucu oluşan devletsiz deneyimlerle ve yanı başımızdaki Rojava Devrimi’yle içinden geçtiğimiz savaş, cihatçı terörizm ve devletlerin OHAL baskılarına rağmen güncelliğini koruyor.
The post 19 Temmuz: İberya’dan Rojava’ya, 1936’dan 2012’ye Devrim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Strateji Olarak Seçimler
Özgürlük mücadelesi veren tüm hareketler dönemsel stratejiler kurar ve bu stratejilere göre hamleler yaparlar. Kürt Özgürlük Hareketi de 40 senedir sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, farklı dönemlerde, farklı stratejiler kurmuştur. Hareketin seçimlere girmesi ve halktan oy istemesi, bu stratejilerden sadece bir tanesidir. Bu yazıda, halkın bütünlüklü var olma mücadelesinin içerisinde, hareketin parlamentoda da var olma stratejisi olan “seçimlere katılma ve oy isteme” hamlesinin yanı sıra, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oy istemiyle başlayan siyasi sıkışmayı ve 13 Mart Ankara bombası sonrası başlayan siyasi savrulmayı tartışacağız.
Sokağın Beraberliğinden Sandığın Birleşmesine
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde yaşanan toplumsal patlamaların en genişi ve en uzunu Taksim İsyanı’ydı. Çok özneli bu patlamanın öznesi başta birkaç ağacın kesilmesine karşı koyan çevreciler gibi yansıtılmak istense de, gerçekte olan hükümetle karşı karşıya kalmış tüm öznelerin katılımıyla oluşmuş bir isyan olmasıydı.
Toplum ve bireyler üzerinde her gün artan baskı, isyanı tetiklemişti. Baskının karaktersizliği yani sadece bir kesime değil her kesime, her karaktere değiyor olması, Taksim İsyanı’nın karakterini de zorunlu olarak birleştirici kıldı. İdeolojisi, dili, dini, cinsiyeti, sıkıntıları sorunları birbirinden farklı olan birçok birey ve topluluk, isyanın birer öznesi olabildi. İsyanın bu özne çokluğu hem Taksim işgali süresince hem de sonrasında, isyanın, devlet tarafından kontrolünü zorlaştırdı. Kolluk kuvvetlerinin, Taksim Dayanışması’yla ya da ‘kitle’ örgütleriyle yapmaya çalıştığı anlaşmaların, isyanın başka özneleri tarafından sürekli bozuluyor olması, isyanın çapını genişletiyor ve etkisini büyütüyordu. Taksim’in yaklaşık 15 günlük işgalinin sonlanmasıyla başlayan “Her yer Taksim her yer direniş” sürecinin yayılmasında da, bu çok özneli karakter belirginleşiyordu. Bu çok özneliliğin korunmasını ilkeleştirerek oluşturulan forumlar, -bayraksızlık, flamasızlık, dövizsizlik- “biz”, “barışcıl bir yürüyüş yapacağız”, “barikat yok, taş yok” gibi tutumlarla bir “biz” tanımlayarak, farklılıkları aynılaştırıyordu. Çok öznelilikten tek özneliliğe ve salt AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığına indirgenen forumlarda aslında seçimlere hazırlık yapılıyordu.
Bir meydanda başlayan ve sokaklarda süren isyanı anlamlandırmak önemliydi. Arzulanan bir devrime benzetmenin, ya da teslimiyetçi bir “olmadı”yla atlatmanın ötesinde; belirtmek gerekir ki paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örgütlenmiş bir karşı koyuşla, iktidarın korkarak ve şaşırarak saçmaladığı bir süreç yaşadık. Belki de kazanacağımız en önemli anlamdı bu. Taksim İsyanı’nın çok çok sonrasında bile, sokak yürüyüşlerinde, cadde kapatmalarda, polisin onlarca uyarısına rağmen yapacağını yapan, yürüyüşlerde ya da toplanmalarda izin istemeden doğrudan eylemler örgütleyen bir anlayıştı bu. Böylesi anlamlarla dolu bir sürecin her halde en anlamsız evresi ise bir seçim süreciyle sonlanması oldu. Bu anlamsızlık meydandan, sokaktan gelerek; foruma, seçime, sandığa, adeta açık alandan kapalı alana giden, madden yaşanan bir kapatılmanın manevi etkisiydi. Seçim sürecinin şartlarına uymak için sokağın sakinleşmesini istemek ise, bu sıkışmanın başlangıcı olacaktı.
Seçimlere Girmek ve Herkesten Oy İstemek
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 8. seçim stratejisi olan 7 Haziran seçimlerinin, Taksim İsyanı sürecinin hemen sonrasında şekillenmiş olması, isyan bakımından bir talihsizlikti. Seçimler için bir avantaj olarak kullanılmak istenen isyan süreci, isyanın her öznesinin seçim kampanyasının da bir öznesi olmasını amaçlıyordu. Ulusalcı özneler dışındaki herkes HDP içerisinde kabul ediliyor ve forumlar döneminde AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı zeminleştirilerek oluşturulan birleşik anlayışın çatısı HDP yapılıyordu. Ufak tefek tartışmaların ötesinde herkes, HDP için oy çalışması yapmaya ya da oy atmaya çağrılıyordu. HDP içerisindeki reformist çevrelerin üstlendiği seçim kampanyasının en önemli mottosu, başkanlık rejimi karşısında parlamenter rejimi savunacak tek gücün HDP olduğu mottosuydu. Tabi ki bu motto, böylesi bir sade söylevle değil, üst mesajında allanıp pullanarak seçmene sunuluyordu. Seçmene sunulan alt mesajda ise biraz tehditkar bir taraflaşma tarifleniyordu: “HDP’ye oy atmayan AKP’den taraftır”. Bu mottolarla oluşturulan kampanyanın sorunu; yeni çıkılmış “hak istenmez alınır” sürecinden “başkanlık sistemi diktatörlüktür, parlamenter sistemde hakkımızı istemeliyiz”- sürecine çekilen bireyler ve topluluklar olmuştur. Hem de, bu seçimin asıl öznesi olan Kürt halkının -dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin- stratejilerinden bir tanesi olan “parlamentoda var olma” stratejisinin, HDP ve içerisindeki reformistler tarafından herkese, bir “kurtuluş planı” olarak sunulmasıdır.
Bu yanılgı bile çelişiktir. Kurtuluş, devletten-kapitalizmden yani sistemin kendisinden olmalıyken, sistemi bir hükümete indirgemek, bu kurtuluş planının çelişkisini göstermiyor mu? Başkanlık rejimine karşın parlamenter rejimi savunmamızı istemek alaycı değil mi? Seçime kadar sokakta iktidarı şaşırtan-saçmalatan bu isyan sürecinin öznelerine, seçimler için “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek alaycı değil mi?
Herkes için sorduğumuz bu soruların cevapları illa ki verilecektir. Şöyle ya da böyle, seçimler ve oylar savunulacaktır. Biz anarşistler için ise, sorulan bu soruların cevabı bile yok. Anarşistlerden parlamenter rejimin savunucusu olmasını istemek sadece sığlıkla tanımlanamaz. Bu istek, sığlığın saflığının ötesinde en derininden densizlikle tanımlanmalıdır.
Seçimlerde muhalefet de hükümet de meşrudur.
Parlamenter sistemde azınlığın çoğunluğu yönettiğini anlamak için toplama çıkarma yapmak yeterli olacaktır. Birçok seçimde en yüksek oy oranını alarak hükümet olan AKP’nin bile toplam 80 milyonluk nüfusun sadece 22 milyonundan oy alarak seçilmesi, bunu anlamamız için oldukça yeteridir.
Parlamenter sistem gibi başkanlık sistemi de çoğunlukçu demokrasinin benzer paradoksudur. Bu paradoksun en önemli dinamiği olan seçimlerin, adalet ve özgürlük için uygulanabilecek bir sistemi oluşturması beklenemez. Seçimlere katılmak ve oy istemek bütünlüklü bir stratejinin parçası bile olsa, bu, seçimleri ve dolayısıyla seçim sonucunda seçilenlerin tümünü meşrulaştıracaktır. Seçimlerde kazananın kazancı da kaybedenin kaybı da meşrudur.
Son süreçteki 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oluşan tüm meşruluk tartışmalarını, bu kaçınılmaz birincil ilke ile algılamamız gerekmektedir. Yalnız, iktidarların ilkelerinin olmayacağını, seçimi kazanan partinin 7 Haziran seçimlerinden sonra meclisi işletmeyerek hükümet kurma krizi içerisinde oluşturduğu karmaşayla deneyimledik. Karmaşa, seçimlerin yenilenmesiyle sürdü. Bu süreç bize, sistemin kendi kendine ihanetini ve bu ihanetin olağanlığını deneyimletti. Olağandışı bir seçim süreci değil, seçimin ta kendisiydi 7 Haziran. 1 Kasım seçimlerindeyse hükümet, halktan aldığı oyların “meşruluğu”yla Kürdistan’da sürdürdüğü savaşı sertleştirdi, rejim tartışmaları içerisinde parlamenter sistemden başkanlık sistemine belirsiz fiili bir geçiş başlattı. Mahalle mahalle süren savaşın bir saldırısı da Ankara’nın Çankaya Mahallesi’nde sürmekteydi. Bu günlerdeyse, sistemin bir başka olağan ihaneti tartışılmaya başlandı: Dokunulmazlıklar. Fezlekelerle parlamenter sistemin seçimlerinin meşruluğu tartışılıyor. Dokunulmazlığa da dokunulacak ve seçimlerin meşruluğu bir kez daha sistemin içinden ihlal edilecek. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a değişen bir şey yok. Parlamenter sistemin olağan ilkesizliği sürüyor.
Kendi kendine sürekli ihanet içerisinde ilkesizlik timsali olan bu sistem, yakında, bir başka benzer ilkesiz sistemle, başkanlık sistemiyle değiştirilecek. Değişim için anayasa değişikliği şart, bunun için de referandum. Referandumlar sanki partilerden bağımsız bir seçim atmosferinde başlar ve biter. Bir önceki seçimlerde HDP rejim değişikliğinin önündeki tek güçtü ve bu güce dahil olup olmamak bir “ak’la kara” meselesiydi. Reformistler böyle bir algı örgütleyip seçimleri bir kurtuluş planı olarak savunuyorlardı. Şimdi, referandumla beraber aynı algı örgütlenmek istenecek hatta “kendin için oy at”, “kendine oy at” diyerek bizden yine oy atmamızı isteyecekler. Dolayısıyla; attığımız taraf kazansa da kaybetse de yine seçimleri, dolayısıyla çoğunlukçu demokrasiyi meşrulaştırmamızı isteyecekler.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden sonra oluşan bu sıkışmış sürecin Rojava Devrimi’nin tüm olumlu rüzgarına rağmen esintisiz kalması, durağanlığı; Fırat Nehri’ne konmuş bir terazinin hafifliğinden havada kalan kefesi gibi havada duruyordu. Terazinin Bakur kefesindeki tek ağır şeyse, Fırat’ın bu tarafında hendek ve barikatların ardında halkın mahallelerini savunmasıydı. Bölgenin tamamını sadece coğrafik değil sosyolojik ve psikolojik olarak da bölen Fırat, TC için de adeta geçilemez bir sınır. Terazinin dengesizliği Rojava’dakilerin ağırlığının ötesinde savaşın “bu kadar alçaklaşacağı ve vahşileceği” düşünülememişti. Düşünülemeyen bir başka şeyse, parlamentoda var olma stratejisinin son hamleleriydi. HDP’nin 7 Haziran’daki seçimlerde yükselişinin ardından 1 Kasım seçimlerindeki düşüşün yarattığı olumsuzluktu. Bu olumsuzluk Bakur’da çok hissedilmezken, Ankara ve batısındaki HDP’li seçmeni oldukça olumsuz etkilemişti. Meşru mücadelesiyle, seçimlere ve seçim kampanyalarına yüklenen seçmene, tüm savaş karşıtı barışcıl söyleve rağmen, seçimleri savaş isteyenler kazanmıştı. HDP içerisinde bu kampanyalara kapılarak tüm motivasyonunu buraya yoğunlaştıranların yaşadıkları demotivasyonu batıda yaşayan Kürtler aracılığıyla Bakur’a aktarmış olmaları, sürecin en olumsuz etkiydi.
İstanbul, İzmir ve Ankara’dan başlayarak Amed’e, Wan’a taşınan bu etki, aşırı motivasyonun ve demotivasyonun yarattığı algı göçleriyle ve çözüm sürecinin çözümsüzlükle sonuçlanmasıyla bir hareketsizlik başlattı.
Burası Bakur’dur. Hendeklerin barikatların ardındaki çocukların gençlerin ve kadınların yarattıkları öz yönetim ve öz savunmalarla Farqin’den Nusaybin’e hareket, sokak sokak mahalle mahalle yine yeniden örgütlendi. Hareketsizlik Bakur’da uzun sürmedi ve hendeklerin, barikatların arkasındakiler tarafından yeni bir hareketlilik örgütlendi.
Ankara ve batısı içinse benzer bir olumlu yorum yapılamaz. Taksim İsyanı’nın sokaktan sandığa sıkışmasının olumsuzluğunu yaşayan batıda bu hareketsizlik, aşılamayacak bir engelle karşı karşıya. Batının doğusunda taş üstünde taş kalmıyorken, savaş tüm alçaklık ve vahşiliğiyle sürerken; mücadelelerin yarattığı hareketler, savaşın etkisiyle azalmakta. Sokaktan uzaklaşanlar artık sokağa yakınlaşmamaktadırlar. “Taksim İsyanı’nda yaptık olmadı” düşüncesiyle çözümlemelerden kaçınarak, eleştiri özeleştiri süreci işletmeden savaşı duymaz ve görmez hale gelmeyi tercih etmektedirler.
Bir oyla birleşenlerin bir bombayla ayrışması kaçınılmazdı. Bir “yardımlaşma” ilişkisinin ötesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak paylaşma ve dayanışma mücadelesinde olanlar için, Kürt halkıyla seçimler üstünden yardımlaşma bir gereklilik değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamentoda var olma, seçimler ve oy isteme stratejisinin yanlışlığını eleştiriyorsak, savaşın etkisini batıya taşıma stratejisiyle halk içinde patlatılan bombaları da tabii ki eleştireceğiz. Ve herkes eleştirilmelidir, ama sonuç olan bu bomba, Kürt halkının meşru mücadelesinden ayrışma için bir sebebe dönüşmemelidir. Aksi halde böylesi bir dönüşüm, siyasi savrulmanın başlangıcı olabilir.
Bir seçmen için, HDP’nin tarafında olmak, Kürt halkının asimilasyona karşı koymak için başlattığı mücadelenin de tarafında olmaktır. Taraflık algısını bir çizginin herhangi bir tarafında olmaya indirgememiş olsak bile bazı olayların yorumlanmasında adeta bir çizgi gibi taraflar ayrışırlar. HDP öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki adayları ya da partilerinin seçmenleriyle, HDP’nin bugünkü aday profillerinin ve seçmenlerinin tam tamına örtüştüğünü söyleyemeyiz. Zaten HDP’nin önemli amaçlarından biri de buydu. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketi’ne oy vermemiş olan seçmenin oyunu alabilmekti. Bunun sonucu olarak artık HDP’nin bir değil iki seçmeni var. İkinci seçmen de HDP’nin tarafını bilmekte ve bu tarafın tarifini de yapabilmektedir. Yalnız HDP’nin seçim kampanyalarının renkli atmosferinde bu taraflaşmanın bilgisinde bulanıklaşmalar yaşanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki ‘özgürlükçü’ sosyalist partilere benzetilen ve sanki Kürt Özgürlük Hareketi’nden tamamen ayrık bir parti çalışması gibi görünümler oluşmuştur. Bu oluşan görüntünün çevresinde toplananlar, Ankara Kızılay bombası sonrasında bulundukları taraf konusunda endişelenmişlerdir. Artık HDP’nin tarafında olmayacakları kesin gibi olan bu ‘özgürlükçü’ reformistlerin cevaplaması gereken bir soru vardır: Şimdi kime oy vereceksiniz? Yoksa oy atmayarak parlamenter sistemin ya da başkanlık sisteminin bir parçası olmayacak mısınız? Size, sizin sözünüzle cevap vermek isteriz: “HDP’den taraf olmayan AKP’den taraftır”.
Bizim tarafımız başından beri belli, biz anarşistiz. Size sözümüz, bizim tarafımızdan olmayın da sizden başka bir şey istemeyiz.
Baştan beri HDP içerisinde pozisyon alan reformist bireylerin yanı sıra STK’lar, güruhlar ve gruplar 13 Mart’la beraber savrulmalar yaşayacaktır. Savrulmaların sadece HDP’den olması bizi hiçbir şekilde kaygılandırmasa da HDP’den başlayan bu kaçış, Kürt Özgürlük Hareketi’nden ve Kürt halkının meşru mücadelesinden kaçışa dönüşecektir. Bir oyla adaletsizliğe karşı koymak ve özgürlük için bir araya gelme romantizmi, bir bombanın ardından bir gerçekle karşılaştı ve bu gerçek herkesi savuracaktır.
Sıkışmalar sonrasında oluşabilecek savrulmaların tümü otoriteyle, devletle, kapitalizmle yüzleşemeyenler için bir muammayken; biz devrimci anarşistler için tüm sıkışmışlıklara rağmen savrulmamanın berraklığı örgütlülüğümüzde, teorimizde ve eylemimizdedir. Mücadelemizin berraklığı geleneğimizdedir.
The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yaşamın Yeniden Yapılandırılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Özerklik, konfederalizm, özyönetim gibi kavramları Rojava Devrimi sonrasında konuşuyor olmamız, Rojava’daki deneyimin yaşadığımız topraklardaki mücadelelere kattığı perspektifi ve beraberinde gelişen bir dizi toplumsal olayı anlamamız, ezilen halkların özgürlük mücadelesi açısından önem taşımaktadır.
Köy, mahalle ve şehirlerde oluşturulan halk meclislerinden demokratik özerk yönetime, günlük ihtiyaçların giderilmesi, ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçların karşılanması, güvenlik ve savunmanın halkın özörgütlülükleri tarafından savaş sürecinde dahi uygulanıyor oluşu, buradaki toplumsal işleyişin özyönetim olduğunun en açık göstergesidir.
Bu devletsiz işleyiş, çevresindeki devletli siyasal biçimleri zorlamakta, kendi siyasal kültürünü ve yapısını örgütlemeye çalışmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin Ortadoğu’da ortaya koyduğu bu deneyim ve beraberinde şekillenen politikası, devletin siyasal alanının dışında yeni bir siyasal alanın inşa ediliyor oluşuyla ilgilidir.
Demokratik özerkliğin temeli, özyönetime dayanır; halkın kendi gerçekliğini yaratmasıdır. Devlet dışında bir siyasetin örülüyor oluşu özerklik projesi ilk ortaya konduğundan bu yana vurgulanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu söyleminin temelinde anarşizmin devlet eleştirilerinin iyi bir okuması, dolayısıyla iyi bir devlet çözümlemesi yatıyor.
Özünde devlet olan ya da sonucunda devleti ortaya çıkaracak siyaset türlerinin halkı temsil etmekle ilgisi olmadığı ortadadır. Kendine halkı kurtarmak üzerinden paye biçen, bunu da bir devrimle devlet aygıtını ele geçirerek gerçekleştirebileceğini düşünen devrim ve devrimcilik anlayışı iflas etmiştir. Sosyalizmin “ulusal kurtuluş mücadeleleri” tezi ile ortaya çıkan devletlerin uygulamalarında yaşanan sorunların çözülemeyeceği, Kürt Özgürlük Hareketi tarafından 2000’lerin ortalarından bu yana Abdullah Öcalan’ın birçok yazısında olduğu gibi ısrarla vurgulanmaktadır. Merkeziyetçi, bürokratik yönetim yerine özyönetimin savunulması da özgürlükçü bir çözüm arayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bir yanda Güney Amerika’da, Meksika devletine karşı Magonların ve Zapataların verdiği uzun süreli mücadeleler ve devamcısı konumundaki EZLN’nin özgürlük mücadelesi sonucu oluşan devletsiz deneyimler, öte yanda yanı başımızdaki Rojava Devrimi; devletsiz, özörgütlülüğe ve özyönetime dayalı bir işleyişin yakın tarihlerdeki örneklerindendir.
Anarşizm ve Özyönetim
Geçmişten günümüze özyönetim, farklı coğrafyalarda anarşistler tarafından deneyimlenen bir örgütlenme modelidir. Anarşizm, toplum içindeki bireylerin paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir yaşam anlayışıyla doğrudan demokratik karar alma süreçlerini işleterek toplumsal ve ekonomik ihtiyaçları yerel, bölgesel ve mahalle düzeyindeki komün ve halk meclisleri; genelde de federasyon, konfederasyon gibi özörgütlenmeler aracılığıyla organize edilmesini esas alır. Anarşizm, insanın doğayla kurduğu ilişkide ekolojik uyuma, cinsiyet ilişkilerinde tahakkümünün ortadan kaldırılmasına, mülkiyet ve kapitalizmin dayattığı tüketim kültürü karşısında paylaşımcı bir kültürün örgütlenmesini esas alan ve kendi ekonomik ve sosyal özörgütlülüklerini oluşturan, yani tahakküme dayalı bütün ilişki biçimlerini ortadan kaldıran bir sisteme dayanır.
Bu sistemin sürdürülebilir işleyişi olarak özyönetim, devletsiz bir siyasetin toplumsal meşruluğunu sağlayabilmesi halkın karar alma süreçlerinin yaratılmasıyla ortaya çıkar. Toplumun yönetilmesi değil, kendi kendini örgütleyebilmesi amaçlanmaktadır. Bugün başta Kürdistan olmak üzere farklı coğrafyalardaki mahalle, bölge, sokak meclisleri, komünler, kadın ve gençlik örgütlenmeleri, meslek örgütlenmeleri üzerinden bir tartışma ve kararlaşma süreci gerekliliğini fazlaca hissettirmektedir.
Özyönetim ve Yerel Yönetimin Karıştırılması
Özyönetim, yerel yönetimin güçlendirilmesini savunan bir modelle karıştırılmamalıdır. Özyönetim bütünlüklü bir anlayışı esas alır; siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel boyutlardan sadece bir kısmına önem veren işleyiş, özyönetim olmaktan uzaktır. Örnek model olarak gösterilen Avrupa’daki kanton yönetimleri, devletli siyasal işleyişten uzak kalamamış, dahası özyönetim gibi gösterilen işleyişi devlet mekanizmasının içerisine yedirmeye çalışmıştır.
Özyönetim alanları olarak mahalle, sokak, bölge… ve diğer yerellikler, kendi toplumsal işleyişini yaratır. Nicelik olarak bütün bireylerin karar alma sürecine ve kararla ortaya çıkan uygulamaya katılımı esas alınır. Ancak Avrupa’daki kanton yönetimleri her ne kadar özyönetime yakınmış gibi iddia edilse de böyle değildir. Yerelden genele değil, genelden yerele bir merkeziyetçi yönetim söz konusudur. Devlet kontrolündeki idari birimler, referandum gibi süreçlerle revize edilerek, çoğunluğa dayalı bir demokrasi uygulanmaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda İsviçre kantonlarında birçok referandum gerçekleştirildi. Göçmenlere ilişkin yapılan bir referandumda ortaya çıkan sonuç %51 ile “göçmenler kalsın” oldu. Kanton demokrasileri aslında tam da bu nitelik ve nicelik sorununu gözler önüne sermektedir. Kalan %49’un “yabancı düşmanlığı” bir başka referandumda %51’e dönüştüğünde “yabancı düşmanlığı”, belki de “faşizm” demokratik bir sonuç olarak kabul edilecektir.
Ekonominin Özyönetimsel İnşası
Siyasal dönüşüm kadar ekonomik dönüşüm de özyönetimin işleyiş ilkelerine uygun olmalıdır. Bu uygunluk özyönetimin sürdürülebilirliğinin garantisidir. Özyönetimin ekonomik işleyişinin üretim, tüketim ve dağıtım ilişkileri, kesinlikle ve kesinlikle her bireyin gönüllü çalışma esası gözetilerek, yani sömürüsüz bir ilişki biçimiyle örgütlenmelidir.
Konfederasyon, özerklik ve özyönetimin tartışıldığı günümüzde, bu tarz bir ekonomik işleyiş, 1936 Anarşist Devrimi’nde İberya’da deneyimlendi. CNT-FAI (Ulusal Emek Konfederasyonu-İberya Anarşist Federasyonu) gibi özörgütlenmeler aracılığıyla özyönetim komiteleri sadece devletsiz bir siyasal işleyiş değil, aynı zamanda fabrika ve atölyelerin işleyiş biçimleri, toprak ve üretim araçları üzerindeki devlet ve kapitalizm etkisini yıkan bir süreci yarattı. 1936 Devrimi’nde CNT-FAI gibi özörgütlülüklerle, toplum bir yandan politikleşirken, bir yandan da ekonomik faaliyetler komünist ilkelere göre yeniden inşa edildi; üretim, tüketim ve dağıtım ilişkileri, sendika ve mesleki özörgütlenmeler yardımıyla özyönetime uygun bir şekilde yeniden oluşturuldu.
1936 İberya Devrimi, özellikle günümüzde Rojava Devrimi gibi toplumsal süreçlerde gözden kaçırılmaması, hatta irdelenerek model alınması gereken bir deneyimdir. İberya Devrimi’ndeki özyönetimin ekonomik etkilerini anlamak için dünyanın farklı bölgelerinde hala yaşanmakta olan kooperatif deneyimlere; İberya Devrimi’nin etkisiyle Franco sonrasında bile yaratılan gelenekle oluşan Katalonya’daki kooperatiflere ve Meksika’daki Zapatistlerin kooperatiflere dayalı ekonomisine bakmak gerek.
Biliyoruz ki toplumsal devrimlerin, siyasi, ekonomik, sosyal tüm boyutlarıyla inşa edilmesi zordur. Bunu, savaş koşullarında dahi bölgede çıkarı olan tüm devletlere ve kapitalistlere karşı yürüten ve yaşamı yeniden inşa etmeye çalışan Kürt Özgürlük Hareketi de bu zorlu aşamalardan geçmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bugün vermiş olduğu bu mücadele, ancak kapitalizm karşıtı ve devletsiz bir temelde sürdürüldüğünde sadece Kürdistan’ı değil beraberinde tüm Ortadoğu’yu özgürleştirecektir.
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yaşamın Yeniden Yapılandırılması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İberya’dan Rojava’ya Anarşist Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarşizm tarihte hep özgürlük mücadelesi oldu. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız. Şimdi ideolojimizi pratiğe geçirme zamanı.
Rojava Devrimi, sınırları aşan bir devrim olduğunu sadece farklı coğrafyalarda yarattığı etkiyle değil, uluslararası dayanışmanın somutlaştığı yer olarak sürecin başından bu yana gösterdi. F.D. bu dayanışmanın bir parçası olmak için İberya’nın farklı yerlerinden gelen anarşist yoldaşlardan sadece birisi. Madrid’den Rojava’ya sürdürdüğü mücadelesi, anarşist hareket ve Rojava Devrimi üzerine F.D.’yle yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Rojava Devrimi’nden nasıl haberdar oldunuz?
Kürdistan’daki mücadeleden zaten daha önce haberimiz vardı. Kürt Hareketi, otonom yapılanma, kantonlar ve hareketin ideolojisine ilişkin okuma çalışmalarımız olmuştu. Bölgedeki devletlerin Kürdistan coğrafyasındaki mücadeleyi baskıya uğratmaya yönelik politikalarına ilişkin bilgimiz olsa da çok derinlikli değildi. Yakın zamanda Suriye genelinde yaşananları da takip etme fırsatımız oldu. Ana akım medyada Suriye’de yaşananlar, yanlı da olsa televizyonlarda ve gazetelerde genişçe yer buldu.
Peki, Rojava Devrimi’nin sizin için önemi nedir? Neden bu mücadelenin bir parçası olmak istediniz?
Rojava Devrimi, Suriye’de yaşananları düşündüğümüzde çok daha önemli bir noktada duruyor. Devrim bölgedeki devletlere verilmiş en güzel cevap. Son süreçte yaşananlar, yaşadığım coğrafyada biz anarşistlerin ilgisini çok çekti. Her şeyden önce devletsizliğe yapılan vurgu, halkın öz-örgütlülükle yeni bir yaşamı örüyor olması beni buraya getiren nedenler arasında. Özellikle Kobanê Direnişi, tarihi bir direnişti. 1936’daki Anarşist Devrim sürecinde gerçekleşen, Madrid direnişiyle benzerlikler taşıyordu. Daha önce süreci gözlemlemek için burada bulunmuştum. İkinci geldiğimde mücadelenin bir parçası olmak istedim. Buradaki deneyim benim açımdan birçok açıdan önem teşkil ediyor.
Bulunduğunuz süre içerisinde devrimi doğrudan gözlemleme fırsatınız oldu. Anarşist bir perspektiften bakacak olursanız, bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Yaşadığımız coğrafyada bu tarz bir deneyimi en son Anarşist Devrim sürecinde yaşadık. Böylesi bir deneyimi toplumsal devrim olarak ele almak önemli. Yaşanacakları önceden kestirebilmek, hele böylesi bir ortamda, oldukça zor. Beklentileri, bütün bunları göz önünde tutup gözden geçirmek gerek.
Oradaki insanların bu süreçteki heyecanını gördüm ve hissettim. Rojava’daki herkes bu toplumsal devrime inanıyor. Bu nokta önemli, çünkü Batı’da ana akım medya tarafından, bu sürecin sonunda liberal demokratik bir yapının olacağının propagandası yapılıyor. Rojava’daki herkes Batı’dakine benzer liberal demokratik bir yapı ya da batılı kapitalizmi değil, farklı bir şey gerçekleştirdiklerini biliyor.
Zaman zaman ulusal karakter ve merkeziyet meselesine ilişkin devrime yönelik eleştiriler oluyor. Ancak Rojava’daki herkesin öncelik verdiği şey daha önceki devrim deneyimlerini akılda tutmak. Eski devrimlerin iyi yanları dışında hatalarını görerek, aynı hatalara düşmeden yeni bir deneyime hazırlanılıyor.
Özyönetimin iyi işlemesi için önemli bir çaba var. Halk olmadan, halkın karar alma süreçlerine katılmadan bir devrim gerçekleşmeyeceği biliniyor. Bu gerçek, özellikle toplumsallaştırılmaya çalışılıyor.
Gündelik yaşam, bu gerçekle ve kolektif bir dayanışma aracılığıyla örgütleniyor. Herkes, tek bir vücut gibi hareket ediyor. Özellikle savaşın yoğun olduğu bölgelerde bu durum daha belirgin. Günlük yaşam kantondan kantona farklılık gösteriyor. Ben daha fazla Kobane’deydim. Kobane neredeyse tamamen yok edildiğinden, gündelik yaşam insanlar için daha zor. İhtiyaçların kolektif karşılanması burada da diğer kantonlarda olduğu gibi işliyor. Yiyecek ve giyecek ihtiyaçları, herkesin ücretsiz alabileceği kolektiflerden temin edilebiliyor. Herkes ihtiyacı kadarını almaya özen gösteriyor. Su ihtiyacı büyük tankerler aracılığıyla gün içerisinde şehir dolaşılıp evlerin depoları doldurularak gerçekleştiriliyor.
Bütün bu koşullarda, bir yandan savaş devam ederken devrimi yaratmaya yönelik çabanın güçlendiğini görmek çok önemli.
İspanya’da halk son 5 yıldır ekonomik krizle uğraşıyor. Bunun toplumsal yansımasını görüyor musunuz?
Aslında hem evet, hem hayır. Kriz, insanların sisteme biraz daha eleştirel bakmasına neden oluyor. 11M Hareketi gibi örnekler bu açıdan umut verici. Ama diğer kesim için durum biraz daha farklı. Krizden önce İspanya’nın içinde bulunduğu refaha özlem duyanlar da var sokağa çıkanlar arasında. Kapitalizm, kriz ve devlet arasındaki ilişkiyi göremiyorlar. Tabi bunun üzerine devletin son 5 yıldır uyguladığı baskıcı politikalar eklemlendiğinde korku unsuru daha ön plana çıkıyor. İnsanlar bir yandan da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir şeyler yapmaktan korkuyorlar.
Dolayısıyla, İspanya genelinde durumlarını muhafaza etmeye çalışan bir toplumdan bahsedebiliriz. Devlet bu korkuyu biliyor. Ve buna göre taksit-taksit politikasını uyguluyor. Ekonomik ya da sosyal açıdan halka kabul ettirmeye çalıştığı bir uygulamayı azar azar yapmaya başlıyor. Bu bazen bir vergi oluyor, bazen ezilenlerin lehine olan bir haktan mahrum etme oluyor.
İspanya’da şu an ki durum, zengin daha zengin; fakir daha fakir. Ekonomik kriz kapitalizmin sadece bir unsuru. Avrupa’daki daha genel sıkıntıysa, insanların kapitalist yaşam biçimine ses çıkarmaması. Çalışma hayatı özellikle Avrupa’daki ezilen kesimler için büyük bir sorun. Kapitalizmin yarattığı bu monotonluk hali, insanları düşünmekten ve refleks göstermekten alıkoyuyor. İnsanlar, kapitalist sistem, devlet ve kriz arasında ilişki kuramıyor.
Peki, bu koşullarda anarşist hareket ne yapıyor?
Krizle ilgili eylemler başlamadan önce yoğunluklu olarak anti-faşist mücadeleye yoğunlaşıyorduk. Mücadele süresinde bir yoldaşımız katledildi. İspanya’nın farklı yerlerinde özellikle göçmenlere yönelik faşist baskılar var. Anti-faşist mücadele bu açıdan da önem taşıyor.
Kriz sonrası sokak hareketleriyle beraber, anarşist hareket de bir değişim geçirdi. Birbirinden farklı anarşist perspektiflere sahip yoldaşlarla gündemimize bu toplumsal hareketlenmeyi aldık. Toplumda anarşizmin propagandasını yapmaya daha fazla ihtiyaç olduğunu hissettik ve çalışmalarımızı bu doğrultuda yeniden şekillendirdik.
Anarşist hareketin biraz ivme kazanmaya başladığı bir dönemde, devlet baskısını arttırdı. 11M gibi bir süreç bizim için bir olanaktı ancak şunu kabullenmek gerekir ki, bu olanaktan yararlanmaya kimse hazır değildi. Şimdi yenisi için hazırlanmak gerekiyor.
Devlet baskısının arttığından bahsettin. Yakın süreçte özellikle anarşistlere yönelik bir dizi operasyon gerçekleşti. Bu operasyonlarla devlet aslında neyi hedefledi?
Çok basit; devlet insanları korkutmayı hedefledi. Toplumsal hareketlenmelerin yoğunlaştığı dönemlerde, anarşist harekete yönelik bir ilgi oluştu. Bunu kırabilmek için, anarşizmi kriminalize etmeye çalıştılar. Anarşistlere yönelik operasyonlarda insanları tutuklayarak toplumda korku salmaya çalıştılar.
Bu operasyonların toplumsal muhalefet içerisinde yer alan kurum ve örgütlerin de pozisyonunu değiştirdi. Bir kısmı bizimle dayanışma noktasında devlet baskısından çekinmedi, diğer kısmı reformist bir çizgiye kaydırdı.
Aslında, devlet korktu. Yakın süreçte İberya’da anarşizm giderek örgütlendi. Devletin planlamadığı bu gidişat devleti bir refleks göstermeye itti.
Farklı coğrafyalarda toplumsal, ekonomik ve politik baskılara rağmen son yedi sene içerisinde anarşist hareketin gittikçe daha güçlü bir pozisyon elde ettiğinden bahsedebiliriz. Ezilenlerin verdikleri farklı mücadelelerde kara bayrak yükselmekte. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz ve nereye evrileceğini düşünüyorsunuz?
Anarşizm, tarihte hep özgürlük mücadelesi oldu. İnsanların özgürlük için verdikleri mücadelelerde anarşizmi anlaması önemli. İnsanlar, devletin yok edici doğasını her geçen gün daha fazla anlıyor. 21. yüzyılda, artık, klasik toplumsal modellerin, sıkıntıları aşmada yetersiz kaldığı anlaşılıyor. Geçmiş mücadelelerin ve deneyimlerin yeni bir perspektiften değerlendirilmesi gerekti. Anarşizmle beraber, sisteme karşı bir pratik geliştirilebileceği anlaşıldı.
Örneğin Rojava Devrimi bu yüzden önemli. Daha fazla pratiğe ihtiyacımız var. Bu deneyimler başka deneyimlere yol açacak. Tabi ki başka bağlamlarda ve kendi özgün pratikleriyle.
İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız. Şimdi ideolojimizi pratiğe geçirme zamanı.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post İberya’dan Rojava’ya Anarşist Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Unutmayacağız Affetmeyeceğiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Arkadaşlarımız Kobanê’ye geçemedi, ama onların düşünceleri, hayalleri, umutları hiç bir zaman son bulmayacak. Oyuncaklar başka başka çantalarda, hayaller başka başka yüreklerde Kobanê’ye akmaya devam edecek.
Efrin, Kobanê ve Cizire kantonlarının oluşumunun ardından Rojava Devrimi’nin gerçekleşmesi ve Kürt halkının öz örgütlülüğü, bölgede çıkarları olan devletleri rahatsız etti. IŞİD, bu devletlerin de desteğiyle saldırı gerçekleştirince Kobanê’yi ortadan kaldırabileceklerini düşündüler. Ancak IŞİD, bölgede yaşayan halkların öz savunma birlikleri olan YPG ve YPJ güçleri tarafından önce duraklatıldı, ardından da geri püskürtüldü. Şimdi de uzaklaştırılıyor. Sonunda kaybeden, savaş boyunca IŞİD’i desteklemeyi sürdüren TC devleti oldu.
Savaşın sonlarına doğru, ağır silahlar ve bombalarla yıkıntıya dönen Kobanê’ye bakıp “düştü, düşecek” diyenler, orada yıkılanın yalnızca binalar olduğunu, halkların öz örgütlülüğüyle örülen yaşamın ise bu saldırılarla yok edilemez olduğunu anlamakta zorlandılar.
Ellerine geçirdikleri kazma kürekle direnenleri, ilerlemiş yaşlarına rağmen ellerine silah alıp nöbet tutanları, okullarını bırakıp direnişe katılmak için sınırdan geçmeye çalışırken askerlerce vurulanları anlamadıkları gibi. Kobanê’nin sesini dünyaya duyurmak için tüm sokakları eylem alanına çevirenlerin, üzerlerine gerçek mermiler yağdırılmasına rağmen geri çekilmemelerini de anlayamadılar. Tüm dünyadan devrimcilerin Kobanê için bir şeyler yapmak isteğiyle Suruç’a akın etmelerini de.
Parayla maaşa bağladıkları, sahte cennet vaatleriyle beyinlerini yıkadıkları IŞİD’in, bir nevi cihattaymış gibi saldırarak, boğaz keserek, kadınlara tecavüz ederek ya da köle gibi pazarda alıp satarak ortaya koyduğu manzara, bir süre sonra değişti. Değişmek zorundaydı. Çünkü aslında Kobanê, IŞİD’in işgal etmek istediği herhangi bir yerden farksız, ama Kobanêliler için, Rojava Devrimi için yaşamsal. Yaşamla ölümün, yaşatmakla katletmenin savaşıydı bu. Ve yaşam mutlaka kazanacaktı. Kobanê’de bu oldu, yaşam kazandı.
Sıra Kobanê’nin yeniden inşasına gelmişti. Bu konuda herkes neler yapabileceğini konuşmaya başlamıştı. Öncelikli olarak hastaneye ihtiyaç vardı, bir sağlık ocağına en azından. Konuta da.
Hemen herkesin yapabileceği bir şeyler muhakkak olmalıydı. Gençler de bu inşaya bir yerinden dahil olmak istiyorlardı. Onlar da çocuklar için bir şeyler yapmayı planladılar. Bu savaşın en ağır yüklerinden biri çocukların omzundaydı. Belki oyun oynama yaşındaydılar. Ama savaşın ortasındaydılar. Buldukları mermileri bilye gibi oynamak olmuştu oyunları. İşte şimdi, hiç tanımadıkları insanlar onlara oyuncak getirecekti.
Gençlerin kimisi oyuncak alabilmek için harçlıklarını biriktiriyor, kimisi kapı kapı dolaşıp oyuncak topluyordu. Çantalar, oyuncaklarla beraber umutlarla da doldurulmuş ve yola çıkılmıştı. Ama devlet yine devletliğini göstermiş, patlattırdığı bir bomba ile bu yolculuğu Kobanê’ye varmadan sonlandırmıştı.
Eylem alanlarında, direnişlerde yan yana durduğumuz, omuz omuza mücadele ettiğimiz, arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, yoldaşlarımız, devletin sinsi bir planı sonucu katledilmişti. Kader’leri, Bedrettin’leri, Suphi’leri, Arin’leri katledenler bu kez 33 arkadaşımızı aldı aramızdan. Polen’i, Büşra’yı, Ezgi’yi, Çağdaş’ı, ellerinde kara bayraklarıyla iktidarlara, devletlere öfkesini dillendiren Alper’i, Vatan’ı, Evrim Deniz’i, Med Ali’yi… Çünkü devlet, Kobanê devrimini istemediği gibi şimdi de Kobanê’nin yeniden inşasına tahammül edememiş, dayanışmayı engellemek üzere bombasını bu kez de Suruç’ta patlatmıştı.
Oysa anlamadığı bir şey daha vardı devletin. O da, ölümle bizi korkutamayacakları gerçeği. Evet, arkadaşlarımız Kobanê’ye geçemedi, ama onların düşünceleri, hayalleri, umutları hiç bir zaman son bulmayacak. Oyuncaklar başka başka çantalarda, hayaller başka başka yüreklerde Kobanê’ye akmaya devam edecek. Çünkü her birimiz, yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Ta ki özgür bir yaşamı yaratana kadar.
Anarşist Gençlik’in Suruç Katliamı’nda yaşamını yitiren arkadaşlarının anısına yazmış oldukları yazıdır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Unutmayacağız Affetmeyeceğiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bedrettin Akdeniz Ölümsüzdür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Rojava Devrimi’nde Serêkaniyê şehrindeki Mebruka ve Dehma cephesinde YPJ/YPG güçlerinin IŞİD çetelerine karşı yoğun çatışmaları sürüyor. Köy köy özgürleştirilen Rojava’da 25 Mayıs günü Mebruka’da IŞİD çetelerinin döşediği mayınları temizleyen “Suphi Şoreş” kod adlı Bedrettin Akdeniz, mayının patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Suphi Şoreş’in Serêkaniyê’de düşmesinin ardından coğrafyanın birçok şehrinde taziye çadırları kuruldu.
Ankara’da Yüksel Caddesi’nde kurulan taziye çadırına taziye ziyaretleri gerçekleştirilirken, SDP’nin çağrısıyla burada bir anma etkinliği düzenlendi. Anmanın ardından eli bıçaklı bir faşist, gruba saldırdı. Saldırıda ESP’li Servet Toygar ile SDP’li Ahmet S. yaralandı.
İzmir’de de anma etkinliği düzenlenirken Konak eski Sümerbank önünde kurulan taziye çadırına polis saldırarak 35 kişiyi gözaltına aldı. İstanbul’da ise öğlen saatlerinde Kadıköy’de SDP il binası önünde taziye çadırı kuruldu. Gün içerisinde aralarında DAF’ın da bulunduğu devrimci kurumlar çadırı ziyaret etti. Taziye çadırını farklı gerekçelerle taciz eden polis, saat 16.00 sularında SDP Kadıköy ilçe binasını bastı. Saatlerce süren aramaların ardından SDP Kadıköy İlçe Başkanı Sera Yelözer, Özkan Soydaş, Gamze Akbaba, İmge Tabakçı, Ufuk Erhan ve Ezgi Aydın gözaltına alındı.
Baskına ve gözaltılara rağmen Bahariye Caddesi’nde Bedrettin Akdeniz için anma etkinliği gerçekleştirildi. Anma etkinliğinde kurumlar adına taziye ve dayanışma mesajları okundu. DAF adına konuşan Abdulmelik Yalçın, “Rojava Devrimi’nde ve Kobanê Direnişi’nde verilen mücadele bizlere demirci Kawalardan mirastır. Bizler de sonuna kadar Kawaların, yoldaşlarımızın, Bedrettin’lerin yolundan yürümeye devam edeceğiz. Bedrettin Akdeniz Ölümsüzdür” dedi. Anma konuşmalarının ardından oturma eylemi, SDP Kadıköy ilçe binasındaki polis kuşatması son bulana dek sürdü.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post Bedrettin Akdeniz Ölümsüzdür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yaşamın Yeniden Yapılandırılması Kobanê’nin İnşası” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Her şeyin, özgür komünlerde örgütlenmiş köylüler ve işçiler arasında paylaşılması, yeni bir yaşamın yaratılması hem de bu yaratımın savunulması noktasında belirleyicidir.”
Nestor Makhno
Suriye Savaşı’nda, devlet otoritesinin ortadan kalkmasıyla 2012 yılı ortalarında Rojava bölgesinde başlayan öz örgütlenme süreci sonucunda üç kentte oluşan kantonlar, 2014 yılı başlarında özerkliğini ilan etti. Aslında bu, savaşın ortasında sessiz sedasız yeşeren bir devrimin, yaşamın yeniden yapılandırılmasının ilanıydı. İlan edilen şey, kapitalizmden bağımsız üretim-paylaşım ilişkilerinin ve devletsi olmayan özyönetim mekanizmalarının halk tarafından oluşturulduğu; her türlü tahakküm ilişkisinin sorgulandığı ve ortadan kaldırılması için mücadelenin devam ettiği devrim süreciydi. Bu devrime yönelik Şam yönetimi ve Türkiye dâhil bölge devletlerinin itirazları ve tehditleri devam ederken; bu kez 2014 yılı Eylül ayının ortalarında, IŞİD çetesi Rojava Devrimi’ne saldırı başlattı.
Erdoğan -Ankara’dan bir akbaba sesi de denilebilir- 7 Ekim 2014 tarihinde, savaştan kaçıp Antep’e sığınmış insanlara yaptığı konuşmada, “Kobanê düştü düşüyor” diyordu. Ancak halkın özsavunma güçlerinin dört aya yakın süren direnişi ve devrimci dayanışma sonucunda, çete yenilgiye uğrayarak Kobanê’den çekilmeye başlamış; takvimler Ocak’ın 26’sını gösterdiğinde ise zafer halayları, Kobanê’nin özgürleşen topraklarından coğrafyanın dört bir yanına yayılmıştı.
Bölgedeki hesapları tutmayan akbaba, bu kez 29 Ocak’ta B planını açıkladı. Zafer halaylarına yönelik tahammülsüzlüğünü ortaya koyduktan sonra, TOKİ’ye ve müteahhitlerine göz kırparak devam etti: “Şimdi bu DEAŞ terör örgütü tamam oradan çekildi. Ama bakın o kadar insan ne olacak? Orayı kim inşa edecek?” Sonra da gönlünden geçen sömürgeci planlarını açıklamaya başladı: “’TOKİ gitsin orayı inşa etsin’ diyorlar. Bu kadar sahipleniyorsunuz, hadi gidin inşa edin. Tamamen orayı inşa etmek gibi bir çalışmanın içine giremeyiz.”
İktidar, “Düştü düşecek” dediği Kobanê düşmeyince, hiç olmazsa yıkılan binaları inşa ederek oradan rant elde etmeyi geçiriyordu gönlünden. Kimsenin ne TOKİ’den, ne de her savaşta olduğu gibi akbaba misali bekleyen müteahhit ve şirketlerden beklentisi yoktu ya; şecaat arz ederken sirkatin söylüyordu sadece.
Hemen ertesi gün Diyojen’in sözüyle cevap geldi: “Gölge etme başka ihsan istemez. Dost halkların seferber olacağı bir inşa süreci olacaktır. Dayanışmaya giden halkları engellemeyin, biz orayı inşa ederiz.” şeklinde konuşan YPJ’li Beritan Kobanê, erkek iktidara cevabını şöyle verdi: “Kobanê kadının eliyle, kadının rengiyle inşa edilecek.”
Aslında Kobanê derken duvarlardan ve damlardan; yani kentin inşasından söz ediliyorsa, 1936’dan beri yankılanan Durruti’nin sözleri bu soruyu fazlasıyla cevaplıyordu: “Biz hep varoşlarda ve izbe duvarların içinde yaşadık. Bir süre için nasıl barınacağımızı bileceğiz. Şunu aklınızdan çıkarmayın, biz aynı zamanda inşa da edebiliriz. İspanya’da, Amerika’da, her yerde, sarayları ve şehirleri kuran biz işçileriz. Biz işçiler, onların yerini alacak başkalarını da yapabiliriz. Ve hatta daha iyilerini! Yıkıntılardan hiç korkmuyoruz. Biz dünyayı miras alacağız, bu konuda hiçbir şüphemiz yok. Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz, şimdi şu anda bu dünya büyümekte…”
Kentin yeniden inşası da elbette yaşamın yeniden yaratılmasının bir parçasıdır. Bu anlamda kentin inşası süreci, yaşamın yeniden yaratılması sürecinden bağımsız olarak ele alınamaz. Nasıl ki Rojava Devrimi halkın örgütlülüğüyle yaratıldı ve dayanışmayla savunuldu ise; Kobanê kenti de özörgütlü bir şekilde ve dayanışmayla inşa edilecektir.
Ancak herkes biliyor ki, Rojava’da yıllardan beri binalardan çok daha önemli bir şey inşa ediliyor; devlet, kapitalizm, ataerki ve benzeri her türlü tahakküm ilişkisinden arındırılmış özgür yaşam. Şimdi koca bir yıkıntı olan bu binaların arasında yıllardan beri inşa edilen bu yaşam, tam da saldırının ortadan kaldırmaya çalıştığı şeydi. Kobanê’de yıkılmak istenen de binalar değil, halkın inşa etmeye çalıştığı bu özgür yaşamdı.
Özgür yaşam mücadelesi, saldırı sonrasında cephelerdeki direnişte, sınırdaki dayanışmada devam etti. Sonunda sadece binalar yıkıldı, ancak Kobanê hala dimdik ayakta. Çünkü bizler çok iyi biliyoruz; “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez.” Ve yaşamı inşa eden bir halk için, binalar inşa etmenin lafı bile olmaz. “Bir sabah güneş doğar; sevgiden tuğlalarla yeniden kurarız bu kenti…”
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yaşamın Yeniden Yapılandırılması Kobanê’nin İnşası” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” DAF; Selanik, Gümülcine ve Atina’da Kobanê Direnişi’ni Anlattı ” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gerçekleştirilen her 3 etkinlikte de, Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz, Anarşist Kadınlar adına Mercan Doğan ve RoarMag editörü Joris van Eyck konuşma yaptı.
İlk konuşmayı yapan Joris van Eyck, Kobanê direnişinin başlıca sosyo-politik koşullarından bahsetti. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Rojava devriminin tarihsel gelişim süreci hakkındaki temel bilgilerin aktarımını yaptı. TC sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkının Rojava devrimi ile bağlantısını ise, üç temel unsura bağladı: “Birincisi, devletlerin çizdiği sınırlar, yapay yapılardır. Bu sınırlar, TC içinde yaşayan Kürt halkının Rojava ile bağlantısını koparamamıştır. İkinci olarak, TC devletinin IŞİD’e sağladığı destek, TC sokaklarında Rojava ile dayanışmak ve TC’nin bu tavrını protesto etmek için yapılan eylemleri meşrulaştırıyor. Üçüncüsü, Rojava’da gerçekleşen devrim, Türkiye’deki demokratik özerklik süreci ile aynı ilkelere dayanıyor.”
Ardından konuşan Alp Temiz, Devrimci Anarşist Faaliyet’in Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi’ni destekleyişinin haklı gerekçelerini açıklarken, kendini anarşist olarak adlandıran ya da toplumsal devrim mücadelesi veren örgütlenmelerin de bu direnişi desteklemek zorunda olduğunu şu sözlerle belirtti:
“Rojava’da oluşan durum, ne Esad’ın bölgeyi bırakmasıyla; ne de küresel güçlerle yapıldığı iddia edilen anlaşmalarla oluşmuştur. Rojava’da iki buçuk yıl öncesinde gerçekleşen büyük dönüşüm; siyasal hareketliliğin Ortadoğu’yu iki zıt kutuptan (cuntacı sekülerler-muhafazakar demokratlar) birinin iktidarını seçmeye zorladığı bir konjonktürde gerçekleşmiştir. Rojava ortadoğu coğrafyasındaki “baharların” kışa döndüğü bir dönemde, halkın bu iki kutuba sığmayıp kendi çözümünü yaratmasıdır.
Rojava’da yaşam yeniden yapılandırılırken, yaratılmaya çalışılan toplumsal mekanizmaların merkeziyetçi olmayan yapısı, devletsizliğe yapılan ısrarlı vurgu, üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin kapitalizmden olabildiğince uzak bir şekilde örgütleniyor oluşu, öz-örgütlenmenin toplumsal işleyişin sürdürülmesinde garantör olması, üç kantondaki komünlerin ayrı ayrı karar süreçleriyle komünlerin işleyişini şekillendiriyor oluşunun önemini, yaşadığımız çağda kimse inkar edemez.
Yakın coğrafyada toplumsal mücadele veren devrimciler olarak bize sadece umut vermeyen, mücadele verdiğimiz coğrafyalarda mücadelemizi besleyen bu toplumsal dönüşümün; olumsuz ya da daha olumlu bir yola gireceğini bilemeyiz. Ancak bizler, devrimci anarşistleriz. Bir kenarda oturup olanları izleyip, sadece yorum yapamayız; toplumsal mücadelelerin içerisinde yer alır, anarşist bir devrim için mücadele ederiz.”
Son olarak, Anarşist Kadınlar adına konuşma yapan Mercan Doğan ise, Kobanê direnişinde kadınların rolünü, kadın mücadelesinin cephede ve aynı zamanda cephe gerisinde nasıl gerçekleştiğini anlattı. Kadın Savunma Birlikleri YPJ’nin Kobane direnişindeki rolünün, 1936’da İberya’da anarşist devrim mücadelesindeki Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) birliklerininki ile taşıdığı benzerliklere vurgu yaptı.
Türkiye, Suriye, Irak ve İran devletlerinin sınırlarla bölmeye çalıştığı Kürt halkının özgürlük mücadelesine gösterilen dayanışmada “Li Dijî Dehaqan, Em Hemû Kawane” söyleminin önemini Kürt mitolojisindeki Ezen Dehaq’a karşı Ezilenlerin, Kawa’nın mücadelesi üzerinden anlattı. Son olarak sınırda yaşanılan deneyimleri aktaran Mercan Doğan, konuşmaların ardından, sınırdaki deneyimleriyle ilgili soruları yanıtlayarak konuşmasını detaylandırdı.
Gümülcine (Komotini)’de yer alan Adelante Özgür Sosyal Merkezi’nde, bu yıl 10’uncusu düzenlenen Antiotoriter Festival kapsamında 13 Kasım akşamı “Modern Totaliterliğe Direnmek: Kobane Savaşı” başlıklı panel gerçekleştirildi. Dinleyicilerin sosyal merkezi tümüyle doldurduğu etkinlikte, gerçekleştirilen konuşmalardan sonra sorulan sorular, kadın mücadelesinde yoğunlaştı. Bir kadın dinleyicinin “Genç yaşta kadınların savaşta aktif yer aldığını görüyoruz. Bu şekilde savaşmak kadının doğasına aykırı değil mi?” şeklindeki sorusunu Anarşist Kadınlar’dan Mercan Doğan şu şekilde yanıtladı: “…bunca katliam ve tecavüz karşısında buna direnmemek, bununla mücadele etmemek kadının doğasına aykırı olurdu.” Saat 20:00’de başlayan etkinlik, gece 01:00’de sonlandı.
14 Kasım akşamı Selanik’te yer alan Mikropolis Özgür Sosyal Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik, saat 19:30’da başladı. Mikropolis konferans salonunun tümüyle dolduğu etkinlik gece 12:00’de sonlandı.
16 Kasım akşamı Atina’da Excharia mahallesinde yer alan Nosotros Özgür Sosyal Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik ise, saat 20:00’de başladı. 5 saatten fazla süren etkinlikte, Türkiye’deki devrimci mücadelelerinde yasal engellerle karşılaşarak Avrupa’da siyasi sürgün olarak yaşamlarını sürdüren çeşitli devrimci kurumlardan bireylerin de dinleyici olarak katılımları gözlemlendi. Konuşmaların sonlanmasının ardından söz alarak Kobane direnişini ve Devrimci Anarşist Faaliyet’in mücadelesini selamladıklarını ifade eden sürgündeki devrimciler, panelistlerin dayanışma çağrılarını tekrarladılar.
18 Kasım akşamı Ioannina şehrinde gerçekleştirilmesi planlanan etkinlik ise, program yoğunluğu nedeniyle iptal edildi.
Alp Temiz
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” DAF; Selanik, Gümülcine ve Atina’da Kobanê Direnişi’ni Anlattı ” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşistlerden: Rojava Devrimi ve Kobane Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin ve kapitalizmin Rojava’da yaşananlar karşısında aldığı tutum ve saldırısı, bu noktada beklenilir bir durumdur. Ancak bizim aynı zamanda yüzümüzü toplumsal muhalefetteki iç tartışmalara dönmemiz gerekiyor. Keza, burada yapılan tartışmaların, Rojava’nın etkisinin ne olduğunu anlamak noktasında önemli bir uğrak olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Sürecin başından bu yana, farklı coğrafyalardan anarşist yoldaşların Rojava’yı anlamaya, direnişi sahiplenmeye yönelik tutumları; uzun süreden bu yana, bu denli örgütlü bir şekilde görmeye alışık olmadığımız uluslararası dayanışmayı hatırlamak açısından önemliydi. Böylece, dayanışmanın en büyük silahımız olduğunu bir kez daha deneyimledik.
Anarşistler arasında oluşan bu dayanışma durumunun, Kobanê’deki direnişi, tüm dünyadaki anarşistler arasında bu denli gündem etmesi kaçınılmazdı.
Farklı coğrafyalardaki anarşist örgütler ve gruplar da, yükselen bu gündeme ilişkin düşüncelerini, farklı mecralarda dile getirmektedir. Bu değerlendirmelerin bir kısmı, özellikle Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi hakkında yanlış ve eksik bilgi içerirken, öte yandan indirgemeci bir bakış açısıyla ele alınmaktadır.
Farklı coğrafyalardaki anarşist örgütlenmelerin, farklı bakış açılarıyla geliştirebilecekleri yorumların olabileceğini göz önünde tutmakla beraber; savaş koşullarında varlık mücadelesi veren bir halkın mücadelesine yönelik politik eleştirilerin, bu durumdan bağımsız yapılamayacağını tekrar tekrar hatırlamak lazım. Bu eleştiriler, belli bir önyargıyla yapılıp kesin genellemelerle şekillendiriliyorsa, bu eleştirilerin hakkaniyetini düşünmek de…
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor; Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi’yle kurulan bir dayanışma ilişkisi, duygusal bir ilişki değildir. Çünkü anarşist örgütlenmeler ,dayanışma ilişkilerini “sempati”ye dayandırmazlar. Bu ilişkiler, yoğunluklu olarak politik bir perspektif ve bu doğrultuda gerçekleştirilmek için planlanan stratejiler paralelinde geliştirilir. Dolayısıyla dayanışma ve mücadeleyi sahiplenme, objektiflikten uzak değildir.
Bazı değerlendirmelerde, PKK’ye yönelik eleştirilerin temel dayanağı, partinin geçmiş siyasal geleneği ile ilişkilendirilmeye çalışılırken, “özgür belediyecilik”in iyi uygulanamaması, siyasal değişimin tam gerçekleşmemiş olması ve özünde milliyetçi olması gibi eleştirilerle Kürt Özgürlük Hareketi’nin şu an bulunduğu konuma ve perspektife yönelik bir önyargı yaratılmaya çalışılıyor. Bütün bunlar yapılırken, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde eksik bilgilendirmeyle bu önyargı temellendirilmeye çalışılıyor. Kimsenin Kürt Özgürlük Hareketi’nin anarşist bir hareket olduğu yönünde bir iddiası yoktur. Dolayısıyla, eksik ya da yanlış uygulandığı iddia edilen pratiklerin değerlendirilmesinin, bu açıdan yapılması önemlidir. Öte yandan, bir halk hareketinin “devlet ve kapitalizm eleştirisi”ni bu kadar önemsiyor olması, anarşistler açısından görmezden gelinemez. Bu mesele sadece Bookchinci “özgür belediyecilik”le sınırlandırılamaz. Hareket, anarşizmle teorik anlamda kurduğu ilişkide, Bakunin’den Kropotkin’e farklı birçok yoldaşı referans olarak vermiş; devlet sorunsalına oldukça geniş bir perspektiften yorum geliştirebilmiştir. Öte yandan, bu düşünce pratiğe dökülürken de; özgürlükçü, komünal ve merkezi olmayan bir şekilde işlerliğe geçmiştir. Bu bilgi, makaleler ya da kitaplardan yapılan alıntılardan ziyade, aynı mücadele alanını paylaşan politik örgütlenmelerin birbirini gözlemlemesine dayanan bir bilgidir.
Rojava’da oluşan durum ne Esad’ın bölgeyi bırakmasıyla, ne de küresel güçlerle yapıldığı iddia edilen anlaşmalarla oluşmuştur. Rojava’da iki buçuk yıl öncesinde gerçekleşen büyük dönüşüm, siyasal hareketliliğin Ortadoğu’yu iki zıt kutuptan (cuntacı sekülerler-muhafazakâr demokratlar) birinin iktidarını seçmeye zorladığı bir konjonktürde gerçekleşmiştir. Rojava, Ortadoğu coğrafyasındaki “baharların” kışa döndüğü bir dönemde, halkın bu iki kutba sığmayıp kendi çözümünü yaratmasıdır.
Rojava’da yaşam yeniden yapılandırılırken, yaratılmaya çalışılan toplumsal mekanizmaların merkeziyetçi olmayan yapısı, devletsizliğe yapılan ısrarlı vurgu, üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin kapitalizmden olabildiğince uzak bir şekilde örgütleniyor oluşu, öz-örgütlenmenin toplumsal işleyişin sürdürülmesinde garantör olması, üç kantondaki komünlerin ayrı ayrı karar süreçleriyle komünlerin işleyişini şekillendiriyor oluşunun önemini; yaşadığımız çağda kimse inkar edemez. Hele mevzu bahis kişi bir anarşistse, bu işleyişin, farklı coğrafyalarda benzer örnekleri çoğaltmak adına umut verici bir deneyim olduğunu nasıl inkar edebilir?
Anlamamakta ısrar eden yoldaşlar için tekrar edelim. Mevcut işleyişin anarşist bir işleyiş olduğunu iddia etme çabası değildir bu. Ancak Rojava’daki işleyişin anarşizan karakteri, toplumsal devrim için mücadele eden anarşistleri mutlu edecektir. Bu mutluluk, romantiklikten uzak politik hedeflerimizin, stratejilerimizin böyle bir sistemde, böyle bir çağda yaşayabilir olduğunu anlamakla ilintilidir.
Devletsiz toplum pratiklerinin, toplumsal devrim mücadelesi veren anarşistler için olumsuz olduğunu kimse iddia edemez. Farklı coğrafyalarda yaşanan benzeri pratikler, kendi özgün koşullarında gelişebilir. Bu özgün mücadelelerin anarşist ilkelerle uyumlu olmadığını söyleyip önemini azaltmak, teorik kibire dayanan ve pratikten yoksun bir anarşizmin anlayışını sergilemektir. Anarşist hareketlerin farklı coğrafyalarda statik konumlarından kurtulamamalarına da yol açan bu düşünce tarzı, anarşizmi entelektüel bir çabaya indirgeyen bir düşünce tarzıdır.
Fazla kuşkucu olmak için neden arandığında, nedenler yaratılabilir. Ancak bu nedenlerin gerçeklikle ilişkisini sorgulamak, her noktada önem taşımaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’ni milliyetçi bir hareket gibi tanımlamaya çalışmak hatalıdır. Bu ve benzer tanımlamalar, hareketin dönüşümünü görmezden gelmeyle; eski politik yapısını devam ettirdiğini iddia etmekle eştir. İşleyişin nasıl olduğuna ilişkin herhangi verisi olmayan, tek bilgi kaynağı hareket hakkındaki eleştirel yazılar olan bir bakış açısı son derece sorunludur. Çünkü bu eleştirilerin önemli bir kısmı, devletçi zihniyet ve uzantıları tarafından dile getirilmektedir. Sağlıklı eleştiri, politik pratiklerin gözlenmesi ve deneyimlenmesi ile yapılır. Coğrafyadan ve pratiklikten uzak her eleştiri, oryantalizm tehlikesini içinde barındırır.
Rojava’daki işleyişin ve hareketin anarşist olmadığından daha önce bahsetmiştik. Özellikle Mezopotamya coğrafyasında yüzyıllar boyu mücadele eden Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bu tarihsellikten uzak ele alınıyor oluşu da bir başka eksikliktir. İdeolojik doğruluk adına gerçeklikten uzaklaşıp, bir halkın yüzyıllardır devam etmekte olan mücadelesini değersizleştirenler; sadece devrimci sorumluluklarını yerine getirmemekle kalmayıp, kiminle aynı cepheye düştüğünü iyi görmelidir.
Sınıf perspektifini sığ bir şekilde algılayıp, toplumsal mücadeleleri salt ekonomik mücadelelerle anlamlandırmaya çalışmak, ezilenlerin verdiği mücadeleler arasına hiyerarşi koymaktır. Ezilenleri sadece işçilere indirgeyip, geri kalan iktidar ilişkilerini yok sayan anlayış, anarşist hareketin tarihiyle çelişmektedir. Anarşizmin devrimci tarihi; ezilenlerin ekonomik, siyasi ve sosyal mücadeleleriyle doludur. Hareketin, farklı yüzyıllarda Avrupa’dan Uzakdoğu Asya’ya halkların özgürlük mücadelelerindeki etkisini görmezden gelmek, bu etkinin Güney Amerika’da sınıf mücadelelerini besleyen pratiğini değerlendirmelere katmamak, anarşist hareketin bütüncül yapısını yok saymak anlamına gelir.
İçinden geçmekte olduğumuz süreç, turnusol kağıdı niteliğindedir. Ezilenlerin varoluş mücadelesinin içinde yer almayı duygusallık olarak anlayan, teorik olarak uygun düşmediği için devletsiz bir topluma giden bir deneyimi acımasızca eleştirmeyi görev edinen bakış açısının, dolaylı ya da doğrudan, nereye denk düştüğü aşikardır.
Medyum değiliz; bir ay sonrasında ya da bir yıl sonrasında Rojava’da neler olacağını bilemeyiz. Yakın coğrafyada toplumsal mücadele veren devrimciler olarak, bize umut vermekle kalmayan, aynı zamanda mücadele verdiğimiz coğrafyalarda mücadelemizi besleyen bu toplumsal dönüşümün, olumsuz ya da daha olumlu bir yola gireceğini bilemeyiz. Ancak bizler, devrimci anarşistleriz. Bir kenarda oturup olanları izleyip sadece yorum yapamayız; toplumsal mücadelelerin içerisinde yer alıp anarşist bir devrim için mücadele ederiz.
Yaşasın Rojava Devrimi!
Yaşasın Kobanê Direnişi!
Yaşasın Devrimci Anarşizm!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devrimci Anarşistlerden: Rojava Devrimi ve Kobane Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rojava’da ve Kobanê’de yaşanan, halkların özgürlük mücadelesinin toplumsal devrime dönüşmesinden başka bir şey değildir. Toplumsal devrim, toplumun siyasi dönüşümü ile beraber ekonomik dönüşümü ve toplumsal yapısının tamamen yeniden yaratılmasını içerir. Yani toplumsal devrim süreçlerinde siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşüm beraber gerçekleşir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ezilenlerin farklı alanlarda verdiği mücadeleler toplumsal devrime giden yolda, devrimin “toplumsal” niteliği kazanmasında oldukça önemlidir. Tarih bunu defalarca göstermiştir. 1930’ların İspanya’sında Katalanların ve Bask’ların özgürlük mücadelesi, toplumsal devrim sürecinde işçi sınıfı mücadelesinden ayrı verilmemiştir. Bask’taki ve Katalonya’daki özgürlük mücadelelerini veren en güçlü yapıların işçi sendikaları olması bunun en büyük göstergesidir.
Bugün Rojava’da gerçekleşen devrim, toplumsal devrimin ilk adımlarıdır. Bu yüzden işçi sınıfı da bu toplumsallaşmaya başlayan devrime gereken değeri vermelidir. Kobanê Direnişi’ni ve Rojava Devrimi’ni kendi dışında bir mücadele olarak görmekten ziyade genel grevler ve işgallerle Rojava’daki devrimin toplumsallaşmasına; tıpkı Kobanê sınırlarını aşarak bu süreci sınırların dışına taşıyanlar gibi, Rojava Devrimi’nin sınırları aşmasına ve farklı coğrafyalarda benzeri süreçlerin gelişmesine ön ayak olmalıdır.
Kobanê Direnişi süresince yapılan serhildan çağrılarının Anadolu şehirlerindeki etkisi istenilen düzeye ulaşmadı. Bu durum Rojava Devrimi’nin işçi sınıfı tarafından yeterince sahiplenilmemesiyle ilgilidir. Ancak bu da tabi ki işçi mücadelesi verdiği ve işçi sınıfının örgütlü olduğu iddiası taşıyan sendika ve konfederasyonların etkisiyle oluşmuştur. Toplumsal devrime giden bu yolda, sendikaların görevi tabi ki genel grev çağrılarıyla devrimi büyütmektir. Ancak taban örgütlenmesi iddiası ile hareket eden sendikalar genel grev çağrısı yapmamış/yapamamıştır. Gerekçesi ise işçi sınıfının yeterince örgütlü olmaması olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu örgütsüzlüğün de en önemli sebebi bahsi geçen sendikaların öz örgütlülük temelinde örgütlenmemesinden kaynaklanmaktadır.
Tüm olumsuzluklara rağmen işçiler, coğrafyalara sığmayan böylesi devrim süreçlerinde yaşananlara, bir parçası olduğu ezilenlerin penceresinden bakabilmeli, ezilenler sınıfının devrim mücadelesi olarak değerlendirebilmelidir. İşte o zaman Rojava’da temelleri atılan toplumsal devrim daha geniş coğrafyalara yayılacak ve yaşayacaktır.
Halil Çelik
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kasım 1967’de devletin siyasal şiddetinin tartışıldığı ve panelistlerin arasında Hannah Arendt ve Susan Sontag’ın da bulunduğu bir panelde, Noam Chomsky, rasyonel bir devletin, şiddet eyleminin sonunda daha kötü olan yok edilmediği sürece, şiddetin meşru olmadığını savunacağını söyler.
Burada Chomsky’nin vurguladığı, eylemin meşru olmayacağı koşullardan ziyade, bu meşruluk için kötünün yaratılmasıdır. “Meşru” şiddet tekeli konumundaki devletin siyasal şiddeti kullanmasındaki en önemli neden de budur; kötü olarak adlandırdığını yok etmek.
TC devleti, “meşru” iktidarının şüpheye düştüğü zamandan bu yana, meşruluğunun kaynaklarını arttırma niyetiyle “dâhili ve harici bedhahlar” yaratmaya başlamıştır.
Doğrudan Şiddet
Devletin üst düzey kademelerinde yer alanların açıklamalarındaki şiddetle sokakta yaşanan arasında o kadar büyük bir uyum var ki. Devlet, “ürettiği şiddeti” sadece Kobanê sınırındaki sınır köylerinde, sınır dışında kullanmak üzere yaptığı provalarla hissettirmiyor. Bu şiddetin benzer biçimleri TC sınırları dâhilinde kendini belli etmekte.
Kobanê’yle dayanışma eylemlerinde 30’un üzerinde insan katledildi. Gaz bombası ve polis kurşunuyla katledilenler; özellikle Taksim-Gezi İsyan’ı sonrasındaki sürecin “devletin normaline” dönüşü için kullanılan en belirgin yöntemdi. Kobanê dayanışma eylemlerinde ortaya çıkan şiddet bunun birkaç katıydı. Özellikle TC sınırından içeriye girmek zorunda bırakılanların uğradığı şiddete, jandarmanın katlettikleri eklenince, devletin öldürmek için/ siyasal şiddetini dayatmak için neden bulmada çok da sıkıntı çekmediği ortaya bir kez daha çıktı.
Katledilen 30 kişi, sadece devletin polisi, jandarması, askeri ya da Siirt’te katledilenler gibi korucular tarafından vurulmadı. Özellikle Antep’te IŞİD yanlıları ve Hizbulkontra devredeydi. Açığa çıkarılan şiddetten nemalanmaya çalışan iktidar odakları, Kobanê’de niyetlendiği şeylere, farklı şehirlerde girişmeye başlamıştı. Üniversitelerdeki saldırılarla, şiddet politikalarını yayanları; ırkçı saldırılarla özellikle İstanbul’da ve Antep’te belirginleşen kesimler takip etti. Okyanustaki köpekbalıkları gibi kan kokusunu alan, iştahla kana doğru yüzüyordu.
Şiddet Ortamının Hazırlanması
Tayyip Erdoğan’ın “Artık polisin kalkanıyla yaşanan durumun önüne geçilemeyecek, bedeli ne olursa olsun, devlet olarak herkesin anladığı dilden konuşacağız” sözleri, devlet şiddetinin nedeni değil bir parçasıdır. Tabi ki bu, devletin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, iç işleri bakanıyla, valisiyle buna benzer bir ağız yaptığı açıklamaların devlet eliyle yönlendirilen şiddette etkisi olmadığı anlamına gelmez.
Şiddet, özellikle son dönemde toplumsal iletişim araçlarıyla oldukça yükseltilerek toplumsal kesimlerin bu şiddet sarmalının içerisine girmesi istendi. Bu durum tabi ki sadece TC devletinin psikolojik politikası değildi. Küresel iletişim ağlarındaki yaygın şiddet görüntüleri, şiddetin normal kılınmasında önemli rol oynadı. Özellikle sosyal ağların hızlı ve yaygın kullanımı düşünüldüğünde, şiddetin bu ağlar üzerinden salıkverilmesinin toplum-devlet ilişkisinde etkisinin ne olacağını anlayabilmek için toplum mühendisi olmaya gerek yok.
Devlet bir yandan kolluk kuvvetleriyle “meşru şiddet” tekelini kullanarak adaletsizliklere karşı tepki verilmesinin önüne geçmeye çalışırken, toplumda bir kendiliğinden devlet kontrolü gerçekleştirebilmek için, şiddet sarmalının içerisine soktuğu (ya da içine girmeye meyilli) kesimlerin yarattığı şiddeti yönlendirmeye çalışıyor. Devletin boşluk bıraktığı alanlarda, bu yönlendirilmiş şiddetin toplumsal adaletsizliklere yönelecek tepkiyi kırmasını bekliyor. Kobanê sürecinden önce de, Suriyeli mültecilere yönelik şiddet; bu durumun ön aşaması konumunda bulunuyor. Kobanê dayanışma eylemlerine yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehrin, Suriyelilere yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehirle aynı olması rastlantı değil.
Kendini AKP muhalifi diye adlandıran kesimlerin, bu süreçte /faşist söylemleri AKP’ye muhalefet etmek bir kenara; devlet şiddetini besliyor. Bu nedenle artan faşist şiddetin sadece hükümetle ilişkilendirilmesinin bir mantığı yok.
Irkçı/faşist şiddetin toplumun geneline yayılıyor olma durumu, tabi ki bu şiddeti yönlendireceklerin işine yarayacak. Bu toplumsal zıtlaşma üzerinden TC sınırlarının içinde ve dışında kendi politikalarını sorgusuz sualsiz işletebileceği bir zemin bulacak siyasal iktidarın da, genel anlamıyla bölgede bu tarz bir şiddet sarmalını yaratmak isteyen küresel iktidarların da bu durumdan yararlanacağı açık.
Toplumsal Devrim Kobanê’den Yayılacak
Kobanê yaklaşık bir aydır direniyor. Direnen Kobanê meşruluğunu, bir varoluş mücadelesinden alıyor; Rojava Devrimi’nin kaçınılmaz toplumsal gerçekliğinden alıyor. Üretilmiş şiddetin ayrımındayken destek alacağımız ancak böyle bir gerçekliktir.
Kobanê’deki direnişten; Rojava Devrimi’nden korkanlar bu şiddetin üreticileridir. Kobanê ve Rojava Devrimi için dayanışmanın sınırları eritiyor oluşu, devrimin yayılacak olma korkusuyla devlet şiddete sarılmıştır. İspanya’dan Ukrayna’ya tüm toplumsal devrimlerde olduğu gibi…
The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>