roma – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sat, 22 Feb 2020 17:31:41 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Romulus’un Lahiti Bulundu mu Bulunmadı mı? https://meydan1.org/2020/02/22/romulusun-lahiti-bulundu-mu-bulunmadi-mi/ https://meydan1.org/2020/02/22/romulusun-lahiti-bulundu-mu-bulunmadi-mi/#respond Sat, 22 Feb 2020 17:31:39 +0000 https://meydan.org/?p=55043 İtalya’nın başkenti Roma’daki Forum alanında yapılan kazı sonrası Romulus’a ait olduğu düşünülen bir lahit bulundu. Forum’un altında yanında daire biçiminde bir sunak ile birlikte keşfedilen lahitte herhangi bir kalıntıya rastlanmadığından, arkeologlar MÖ 6. yy’a ait bu lahitin şehrin efsanevi kurucusu Romulus’a ait olup olmadığı konusunda emin olamıyor. Lahitin içinde herhangi bir kalıntı olmaması sebebiyle arkeologlar mezarın […]

The post Romulus’un Lahiti Bulundu mu Bulunmadı mı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İtalya’nın başkenti Roma’daki Forum alanında yapılan kazı sonrası Romulus’a ait olduğu düşünülen bir lahit bulundu. Forum’un altında yanında daire biçiminde bir sunak ile birlikte keşfedilen lahitte herhangi bir kalıntıya rastlanmadığından, arkeologlar MÖ 6. yy’a ait bu lahitin şehrin efsanevi kurucusu Romulus’a ait olup olmadığı konusunda emin olamıyor. Lahitin içinde herhangi bir kalıntı olmaması sebebiyle arkeologlar mezarın kime ait olduğunun bilimsel olarak bilinemeyeceği fikrinde olsa da; Forum’daki kazıları yöneten Kolezyum Arkeoloji Parkı, lahitin Romulus’a ait olduğuna dair birçok delil olduğunu söylüyor.

The post Romulus’un Lahiti Bulundu mu Bulunmadı mı? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/02/22/romulusun-lahiti-bulundu-mu-bulunmadi-mi/feed/ 0
Dayanışmayla Güçlenmek: Roma-Meltem Çuhadar https://meydan1.org/2019/03/04/dayanismayla-guclenmek-roma-meltem-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/03/04/dayanismayla-guclenmek-roma-meltem-cuhadar/#respond Mon, 04 Mar 2019 11:15:44 +0000 https://test.meydan.org/2019/03/04/dayanismayla-guclenmek-roma-meltem-cuhadar/ “Sonunda, insan muamelesi gördüğü bir yer bulmuştu. Birkaç gün içinde, ayrıldı. Hoşuna gitmeye başlamıştı.” Uluslararası Hizmetçiler Günü vesilesiyle 2012 yılında yazdığı bu şiirinde Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın fakir, siyah, yerli yani bütün ezilen kimliklerini sırtlarında taşıyan hizmetçi kadınları için oynatmıştı kalemini. Ondan altı yıl sonra üçüncü dünyada ekonomik olarak ezilenin de ezileni sınıflarına mensup; ten […]

The post Dayanışmayla Güçlenmek: Roma-Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Sonunda,
insan muamelesi gördüğü bir yer bulmuştu.
Birkaç gün içinde, ayrıldı.
Hoşuna gitmeye başlamıştı.”

Uluslararası Hizmetçiler Günü vesilesiyle 2012 yılında yazdığı bu şiirinde Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın fakir, siyah, yerli yani bütün ezilen kimliklerini sırtlarında taşıyan hizmetçi kadınları için oynatmıştı kalemini. Ondan altı yıl sonra üçüncü dünyada ekonomik olarak ezilenin de ezileni sınıflarına mensup; ten rengi farklı diye, konuştuğu dil farklı diye sürekli yok sayılan; nefret edilen ve böylece sömürülen milyonları, başka birinin de dikkatini çekti. Sadece Meksika’daki 18 milyonun hikayesi, Alfonso Cuaron’un perdesine yansıdı geçtiğimiz yılın son çeyreğinde.

Gravity (Yerçekimi), Harry Potter Serisi (Harry Potter ve Azkaban Tutsağı) gibi popüler yapımların yönetmeni Alfonso Cuaron’un Latin Amerika meselesini gündem ettiği ilk filmi değil Roma. Daha öncesinde “Y tu mamá también” (Anneni de) adlı 2001 yapımı filminin de arka planını oluşturan Meksika’daki sosyo-politik atmosfer, bir anlamda zamanında En İyi Yönetmen Akademi Ödülü’nü kazanan ilk Latin Amerikalı olarak tarihe geçen yönetmenin içinden çıktığı toplumun gerçekliklerine ilişkin de bir vefa borcu olarak okunabilir.

Roma, şimdiye kadar çektiği filmlerdeki mesaj verme kaygılarının yanı sıra, yönetmen için bir hayli kişisel bir nitelikte olmasıyla öne çıkıyor. Çocukluk yıllarında deneyimlediği yaşam, ilişkilendiği insanlar, istekleri ve heyecanları Roma’yı bir hayli kişisel bir anlatım yapıyor. Filmin ilk sahnelerinde astronot kıyafetleriyle oyun oynayan Pepe, bu göndermelerin doğrudan cisimleştiği ilk örneklerden biri. Çocukluğundan beri astronot ya da sinemacı olmak isteyen Cuaron’un, ilk gençlik yıllarına gönderdiği ilk selam.. Roma, kişisel olmasına kişisel, ancak 1970’li yıllar Meksikası da bir hayli politik bir atmosfere sahip olduğundan olsa gerek, yönetmenin bu filmi ister istemez politik yorumlar yapmaya müsait bir düzleme geçiyor.

Dayanışmayla Güçlenen İki Kadın: Cleo ve Sofia

Filmde hikayesini izlediğimiz iki kadın Cleo ve Sofia farklı toplumsal sınıflardan, farklı hayat deneyimlerinden kopmuş ancak kadın olmanın onları bir araya getirdiği benzerliklerle hikayeleri ortaklaşan iki ayrı insan. Cleo, Sofia ve eşi Antonio’nun evinde hizmetçilik yaparak hayatını kazanıyor. Yoksul bir ailede büyümüş, yaşamak istediği yaşantıya bir türlü ulaşamamış bir ezilen. Sofia ise dört çocuğuna bakan Cleo’nun yanı başında içinde bulunduğu adaletsizliğin farkında olan, ancak durumu kabullenmiş bir karakteri simgeliyor. Cleo’yla kurduğu ilişki ve ortaklaştıkları deneyimler, onları birbirlerine daha çok yaklaştırarak Sofia’nın farkındalığının artmasına olanak sağlıyor.

Film üzerine yapılan yorumlar, bu durumun söz konusu adaletsizliğin farkındalığını oluşturmak amacıyla yoğunluklu bir şekilde üzerinde durulduğu noktasında hemfikir. Sofia’nın farkındalık edinme süreci, filmde göze parmak bir şekilde sunuluyor. Cleo’nun hamile olduğunu öğrenen Sofia, onun kaç yaşında olduğunu soruyor. Birlikte yaşadığı insanın yaşını dahi bilmeyen Sofia’nın ev içi ilişkilerindeki pozisyonunu farketmesi, filmin üzerine kurulduğu yapının önemli bir parçası. Anlatımın bu şekilde olması, Cuaron için bilinçli bir tercih.

Sonrasında başka birine aşık olan eşi tarafından terk edilen Sofia’nın dönüşüm süreci hızlanıyor. Cleo’nun hamile kaldığı sevgilisi tarafından, Sofia’nın ise evli olduğu eşi tarafından uğradığı ihanet, iki kadının hayatını birlikte yeniden kurmalarına yol açan, onların sonraki hayatlarını değiştiren temel dönüştürücü güç haline geliyor. Yönetmenin bu yöntemle kadın dayanışmasını, farklı alanlardaki ezen-ezilen olma durumunu çözen bir formül olarak gösterme çabasının olduğu çıkarımı yapılabilir. Kimseye ihtiyaç duymayan iki kadının birbirleriyle omuz omuza hayatı yeniden kurabilmelerinin tarafını tutan bir anlatım, zamanla onların yaşadığı dışsal sorunları çözmeye çalışan da bir ayraç oluyor. Gelelim filmin anlattığı bu özel hikayeyi üzerine kurduğu toplumsal sorunlara…

Meksika’da Devlet, Faşizm ve Şiddet Sarmalında Kadın Olmak

Filmde şiddet vurgusunun somutlaştığı sahneler mevcut. Bu sahnelerin birbiri ardına veriliyor olması, Meksika toplumunun o dönemde şiddetle iç içe olan kültürünü yansıtıyor. Orta yaşlı, zengin aileler ellerinde silahlarla ormana atış talimi yapmaya giderken genç ve yoksul erkekler militer bir düzende bir araya gelmiş çetelerle, spor adı altında ellerinde uzun sopalarla dövüş eğitimi alıyor.

Cleo birlikte olduğu erkek Fermin’le son kez konuşmaya gittiğinde bir sahneyle karşılaşıyoruz. Gerçekleşecek saldırılara hazırlanan yüzlerce kişiyi eğiten dövüş eğitmeni, gözleri kapalı halde yapılan bir duruşun talimini yaptırıyor. İçleri nefretle, öfkeyle dolmuş erkeklerin hepsi bu sakin hareketi yapmakta çuvallarken ortamda tek yapabilenin Cleo olduğunu görüyoruz. Bu sahne bize Cleo’nun aslında kendisi üzerinde kurulmaya çalışılan baskılara inat nasıl ayakta kaldığını, güçlü bir karakter olduğunu hissettiriyor.

1968’in Gerçekliğiyle 1971’e Bakmak

1968’de gençlik hareketlerinin dünyayı sarıp sarmaladığı, mücadeleyi farklı bir eksene çekmeye başladığı günlerde dünya muhalefetinin geçirdiği dönüşüm Meksika’daki toplumsal muhalefeti de etkiliyor. Meksika’da da başlayan bu isyan dalgası yolsuzluk olayları, değiştirilen eğitim programı vb. konulara ilişkin yükselen tepkiyle devlet şiddetinin muhatabı haline geliyor. 2 Ekim 1968’de başkent Plaza de las Tres Culturas’da gerçekleşen mitingde, onbinlerce kişi devlet şiddetine karşı bir araya geliyor. Dönemin Dirty War (Kirli Savaş) olarak adlandırılan kavramıyla açıklanan devlet politikasının bir parçası olan bu katliamda yüzlerce genç keskin nişancıların açtığı ateş sonucu katlediliyor.

Aradan çok geçmeden, 3 yıl sonrasında devlet şiddetini artarak sürdürüyor. Birkaç sene önce bu savaşı kendi güçlerini kullanarak açığa çıkaran devlet, 1971’te filmde de gösterilen, Fermin’in üyesi olduğu Los Falcones adlı grubun gerçekleştirdiği Corpus Christi Katliamı’yla devam ediyor. 10 Haziran 1971 tarihli bu faşist saldırıda -devlet kayıtlarda dört kişi gösterse de- yüzlerce öğrenci yaşamını yitiriyor. Meksika tarihi için bir dönüm noktası olan bu olaylar, insan hakları eylemcisi Sergio Aguayo’nun yorumuyla “gençler için silahlı mücadeleden başka çarenin kalmadığı” bir boyuta geçiyor. O güne kadar “demokratik” yollarda ısrarcı olan Meksika toplumsal muhalefeti katliamlarla ehlileştirilmeye çalışılmasının ardından, deneyimlediği acılar ölçeğinde, devlete karşı bir refleks geliştirmeye başlıyor. Cuaron için vefa borcu olan kısım biraz da burası. Meksika’da doğan, büyüyen ve sinemacı olarak Hollywood’a filmler yapan bir yönetmenin sorumluluğunu yerine getirmekten öte bir şey değil yaptığı.

Alfonso Cuaron’un iki kadından yola çıkarak devlet şiddetini, ezen ezilen ilişkisini gözler önüne seren bu filmi, sinemadaki yaygın bir alışkanlıktan dolayı akla başka soruları da getiriyor. Sinemada, gençlik yıllarında etrafında olup biten toplumsal olaylara ilişkin göndermeli filmler çekmek yaygın bir alışkanlık. Roma filmi, coğrafyamızda da son günlerde gündem olan bazı yönetmenlerin devlet ağzıyla benzeri örnekler verdiği düşünüldüğünde, politika/kültür-sanat arasındaki ilişkiye farklı bir alternatif sunuyor. 8 Mart için hazırladığımız bu sayımızda Roma, kadın dayanışmasının; erkek iktidarın hem evde hem de sokaktaki yansımalarına karşı nasıl mücadele ettiğini göstermesi için güzel bir araç olabilir.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.

The post Dayanışmayla Güçlenmek: Roma-Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/03/04/dayanismayla-guclenmek-roma-meltem-cuhadar/feed/ 0
Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/#respond Fri, 22 Dec 2017 08:19:48 +0000 https://test.meydan.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/ “Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur” Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak […]

The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur”

Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak içindeki bütün şüpheyi silip kendini arkadaşlarının kollarına bırakabilen kişi sahnede rahattır, rolünü artık özgürce ve güven içinde kotarabilecektir. Aksi durumda ise hem oyuncular hem de seyirciler keyifsiz, tutuk, ahenkten uzak bir performansla zamanlarını ziyan etmiş olacaklardır.

Her ne kadar düşünce tarihi açısından önemli bir enstrüman ve kişinin gerçeğe ulaşması konusunda ısrarcı bir yardımcı olsa da “şüphe” insan ilişkileri açısından oldukça yıpratıcı bir duygudur. Çevresindekilerle bir güven ilişkisi oluşturamamış, her şeyden işkillenen, bir yerden geleceği kesin olan ama ne zaman belireceği belli olmayan bir tehlikeler yumağının arasında kalmış kişiler ya da kimsenin kimseye güvenmediği, her şeyin potansiyel tehlikelere göre düzenlendiği toplumlar; tıpkı yukarıda bahsettiğimiz oyunda olduğu gibi keyifsiz, tutuk ve ahenkten uzak bir yaşamın mimarı olacaklardır.

Şüphelenmek isteyen için her şey bir şüphe kaynağı olabilir. Dünyadaki her şeyin sahip olanlar ve sahip olunanlar olarak ayrıldığı bir uzamda ise en çok “sahip olunan şeyi kaybetmek” şüphesi hakimdir. Kimi sevgisini kaybetme, kimi servetini kaybetme kimisi de gücünü kaybetme şüphesi içinde hem kendini hem de çevresinde olup biten her şeyi kurutur. Tarih ve söylenceler böyle hikayelerle doludur.

Bu hikayelerden en bilineni Caligula’nın hikayesidir. Asıl adı Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus olan Caligula, M.S 37-41 yılları arasında Roma’ya hükmetmiş ve insanlara yaptığı ve yaptırdığı işkencelerle, katliamlarla adı “deli kral”a çıkmıştır. Marifetleri arasında, kendisine hakaret ettiğini sandığı bir aileyi babalarından başlayarak, en küçük çocuğuna kadar herkesin gözü önünde, işkenceyle öldürtmesi, kel olduğu için kendisine yukarıdan bakılmasını yasaklaması ve Roma İmparatorluğu’nda yaşayan tüm erkeklerin zorla saçının kesilmesi gibi absürt ve korkunç örnekler sayılabilir. Caligula’nın en büyük tedirginliği ise üzerinde oturduğu tahtı ve gücünü kaybetmekti. Bu şüpheyle kıvranan kral bir suikaste uğrayacağı endişesiyle birçok kişiyi öldürtmüştür. Ama bu 4 senenin sonunda “kendini gerçekleştiren kehanet” vuku bulmuş, en yakınındaki adamlar tarafından öldürülerek cesedi köpeklere verilmiştir.

İsveç Kralı 14. Eric de Caligula ile aynı kaderi paylaşmıştır. Onun insanlardan şüphesi öylesine derindir ki, kendisine uzaktan gülümseyen veya çevresinde fısıldaşan herkesi kendisine komplo kuruyor endişesi ile öldürtmüştür. O çok sevdiği tahtını kaybetmesine neden olan şey ise arsenik zehirlenmesidir.

Dikkat ederseniz yukarıdaki hikayelerin ortak noktasını kaçırmazsınız. Tarihte şüphe ile anılan birçok şey, belki de her şey “gücünü yitirmeme” ya da en kötü ihtimalle sahip olunan bir şeyi kaybetmeme endişesini taşır. Sahip olunan şeyin kudreti büyüdükçe şüphe oranı artar, karısını kaybetmek istemeyen bir erkek bir kişiyi, iktidarını kaybetmek istemeyen bir devlet adamı binlerce kişiyi öldürebilir. Dükkandaki küçük kasasını korumak için kapının önüne demir parmaklık yaptıran esnaf için sadece “hırsızlar” şüpheliyken, bankalara balya balya para aktaran bir iş adamı için herkes “hırsız”, en iyi ihtimalle şüphelidir.

İşte tam da bu yüzden, şüphe denilen şeyin tohumları en fazla şeye sahip olanlar tarafından atılır. Parasıyla, askeri gücüyle ve güçlü propaganda yöntemleri ile toplumlara yön verme kabiliyeti sahip muktedirler, kendi hastalıklarını topluma bulaştırırlar. Yazının başında da söylediğim gibi, herkesin birbirinden şüphelendiği bir toplum ahenkten yoksundur. Bu toplumlarda ortaklıklar azalmış, değerler yok olmaya yüz tutmuş, binlerce yıldan beri yaşamını beraber ören insanlık birbirine düşman kesilmiştir. Bu ağır şüphe sarmalı toplumlarda güvenlik kaygısını arttırmış, devlet tarafından eklenen her bir yeni güvenlik önlemi çevreyi daha da güvensiz hale getirmiştir. Tıpkı Caligula’nın ve diğerlerinin hikayelerinde olduğu gibi “kendini gerçekleştiren” kehanet vuku bulmuş, günümüz toplumları devlet ve kapitalizmin attığı şüphe tohumlarıyla bir güvenlik krizinin içine sokulmuştur.

Yaşadığımız coğrafyada ve dünyanın devlet sınırları içerisinde kalan her noktasında “güvenlik” en önemli ihtiyaç haline getirilmiştir. Adım başı MOBESE’ler, çipli kimlik kartları, yüz tanıma sistemlerine sahip güvenlik gözlükleri, parmak izi bankaları, muhbirler, toplum destekli polisler, sanal ayak izlerinin takip edilmesi gibi uygulamalar günden güne artmakta; şehirler ve tüm yaşam alanları bunaltıcı bir denetime tabi tutulmaktadır. Fakat bu bunaltı tek taraflı değildir. Artan güvenlik kaygısı muktedirlerin sahip oldukları şüphelerin artması ile doğru orantılıdır.

Yaşadığımız coğrafyada da iktidar sallantılı bir süreçten geçmektedir. Darbe girişimleri, davalar, küresel güçlerle yapılan anlaşmaların çökmesi gibi tedirgin edici birçok vakayla karşılaşan iktidarın “şüphesi” günden güne artmakta, sahip olduklarını koruyabilmek için denetim mekanizmalarını güçlendirmekte ve şüphelerini topluma aktararak güvenlik paranoyasını büyütmektedir.

* * *

Her Sokağa Bir Kamera

Geçtiğimiz Kasım ayında halkla emniyet birimlerinin ilişkilerinin sıkılaştırması için yapılan bir toplantıda konuşan Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu, iktidar tarafından bir denetim aracı olarak kullanılan MOBESElerin yaygınlaştırılacağını ve bunun da Esenler’in güvenliğini arttıracağını söylemişti.

Bu ve benzer uygulamalar, özellikle birkaç yıldır farklı yereller tarafından uygulanıyor olsa da işin ilginç yanı “suç” oranlarında bir azalma olmadığı gibi ciddi bir artış gözlenmektedir. Demek ki, sokakları kamerayla donatmak huzur ve güvenliği sağlamamaktadır. Hal böyle olunca insanın aklına şu soru gelmektedir: Bir sonraki adım ne olacak? Meydanlar ve kalabalık noktaları gözetlemek içi kurulan MOBESE’ler işe yaramadığı için her sokak başına yerleştirilen kameralar da işe yaramazsa, evlerimize de mi kamera koyacaklar? Belki sonra yatak odaları, kim bilir?

7 Milyon Kişi Şüpheli

Yine geçtiğimiz Kasım ayında Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit iş yükünden yakınarak şöyle demiş: “2016 yılı adli sicil istatistiklerine göre 80 milyonluk ülkemizde yaklaşık 6 milyon 900 bine yakın şüpheli vardır. Demek ki Türkiye’de nüfusa oranladığımız yüzde 8 civarında kişi şüphelidir…”

Ama Cirit eksik söylemiş, çünkü ne demiştik; kaybetme korkusu arttıkça şüphe de artar, şüpheli de. Dolayısıyla bu sayı 7 milyon değil 80 milyon, belki daha da fazlasıdır. Çünkü devletlerin gözünde “aksi ispatlanana kadar herkes suçludur.”

Önce Çipli Kimlik Kartları, Şimdi Tek Kart Uygulaması

Geliyor, gelmek üzere derken bir anda hayatlarımıza giren yeni çipli kimlik kartları bir başka denetim hamlesi olarak görülebilir. Farklı noktalara entegre edilmesi ile beraber hayatı kolaylaştıracağı söylenen kimlik kartları için damar, parmak ve avuç içi izi gibi kişisel verileri ve biyometrik verileri de bir merkezde toplayan devletin, bunlarla ne yapacağı bir tartışma konusu… Aslına bakılırsa tartışmanın konusu şu: Devlet yaşamlarımızı kolaylaştırmak bahanesiyle denetim mekanizmaları kurmak için kendi işini kolaylaştırıyor.

Öte yandan geçtiğimiz günlerde yeni bir uygulamadan bahsedilmeye başlandı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, 2018 yılında tüm coğrafyada kullanılması planlanan Türkiye Kartı anlattı: “Kredi kartıyla yapabildiğiniz her şeyi yapabileceksiniz. Bununla sınırlı değil, İstanbul başta olmak üzere tüm belediyelerle anlaşmalar yapıyoruz. Otobüsünden metrosuna, her yerde geçecek. İl değiştirdiğinizde ayrı bir kart almanız gerekmeyecek. Milli parklarda, müzelerde, uçaklarda -her yerde- geçecek.”

Kişiye özel olarak verilecek bu kart, başta zorunlu olmasa da ileride zorunlu hale getirilebileceği ya da çipli kimlik kartları ile birleştirilebileceği söyleniyor. Burada anahtar sözcük ise bu kartın “kişiye özel” olması. Acaba bununla yapılmak istenen kişinin bütün hareketlerini takip etmek olmasın? Çok mu şüpheci oldu? Sanmam, diğer hamlelerle beraber düşünüldüğünde akla yatkın geliyor.

Takbul: GBT Yapan, Suçluları Tespit Edebilen Gözlük

ODTÜ’den kimi akademisyenler ve eski askerlerce tasarlanan bu gözlük, distopya filmlerinden çıkma bir icat gibi gözüküyor. Kişinin kimliğine bakar bakmaz bilgileri algılayan gözlük, kişinin bütün bilgilerini gözlüğü takan görevlinin ekranına anında yansıtıyor. Üstelik gözlüğün marifeti bununla da bitmiyor. Yüz tanıma teknolojisine sahip olan gözlük, kalabalık bir grup içerisinde “aranan şahısları” otomatik olarak tespit edebiliyor. Sahte plaka, sahte kimlik… Bunların hiçbiri gözlüğün gözünden -afedersiniz devletin gözünden- kaçmıyor.

* * *

Adını andığımız örnekleri çoğaltabiliriz. Yine yakın zamanda, binlerce bekçinin işe alınması ve alınacak olması, cezaevlerinin kapasitelerin arttırılıp sadece 2018 yılında 45 cezaevi daha açılacak olması gibi hamleler iktidarın neyi hedeflediğini açık seçik gösteriyor. İktidarlarını, zenginliklerini, toplumdan çaldıklarını koruyabilmek için güvenliklerini arttırıyorlar; sahip olduklarının başkalarının eline geçeceği endişesiyle herkesten ve her şeyden şüpheleniyorlar.

Burada bize düşen ise iktidarların aramıza ekmeye çalıştığı şüphe tohumlarının filizlenmesini engellemek ve güvenlik paranoyasıyla ezileni ezilenden korkutmaya çalışan devletin denetim mekanizmalarına karşı çıkmaktır. Devletin güvenliği kendi güvenliğidir, toplumları kapsamaz; aksine onların güvenliklerini tehdit eder. Biz ise sadece bizim gibi olanlara güvenebiliriz. Bizim gibi ezilenler, bizim gibi her gün devlet ve kapitalizmin saldırılarına maruz kalanlardır.

Bu bir güven testidir. Komşumuza, arkadaşlarımıza, ailelerimize gözlerimizi kapatıp kendimizi bırakabiliyor muyuz?


Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2017/12/22/supheliyiz-ozgur-erdogan/feed/ 0