The post Kapıdaki Yeni Savaş – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sovyetler Birliği’nin yıkılışından 3 yıl önceydi. ABD Başkanı Bush ile SSCB Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov Malta’da görüşmüş; görüşme sonunda Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın kesin olarak sona erdiğini, Soğuk Savaş boyunca süren silahlanma yarışının ve ideolojik mücadelenin bitişini ilan etmiş, Sovyetler Birliği’nin asla ABD ile bir savaşa girmeyeceğini iddia etmişti. Gorbaçov’un bu iddiasından bir kaç yıl sonra Sovyetler Birliği dağılmış ve gerçekten de iki devlet arasındaki Soğuk Savaş sona ermişti.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından 26 yıl geçti. Bugün, Gorbaçov’un genel sekreter olduğu Sovyetler Birliği yerine Putin’in liderliğinde bir Rusya var ve ABD ile Rusya, zaman zaman Soğuk Savaş döneminden daha sert ve şiddetli ekonomik, askeri ve siyasi mücadelelerin içine giriyor. Yani bu iki devlet aslında adı konmamış yeni bir savaş var.
Yeni Savaşın Ekonomik ve Politik Dünyası
Soğuk Savaş döneminde bu iki devletin ideolojik üstünlük mücadelesi olarak yükselen savaş; askeri anlamda silahlanmanın artışını, siyasi anlamda da çift kutuplu dünyayı yaratmıştı. Günümüzde ki bu yeni savaş, ideolojik farklılıktan kaynaklı bir üstünlük mücadelesi olmaktan öte küreselleşen ve neo-liberal politikaların hakim olduğu ekonomik sistemdeki iktisadi bir savaş olma özelliğini taşıyor.
Ayrıca bu savaş hali, kapitalizmin küreselleştiği bir ekonomik dünyada yaşandığı gibi siyasi anlamda da çeşitli faktörlerin aynı anda ve hızlı bir biçimde etki edebildiği bir dünyada gerçekleşiyor. Çift değil çok kutuplu bir dünyada, yeni bölgesel ve küresel güçlerin sahne aldığı bir politik düzlemde yaşanıyor. 11 Eylül saldırılarından, Afganistan ve Irak’ın işgalinden, “Arap Baharı” hareketlerinden ve Suriye Savaşı’ndan izler taşıyor.
Kısacası savaş, vekalet savaşları yoluyla, yeni denklemlerle, yeni araçlarla, sıcak çatışmaların yaşandığı bir savaşa dönme ihtimaliyle ve farklı coğrafyaları kapsayarak sürüyor.
Yeni Savaş’ta ABD
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin önderliğindeki Batılı devletlerin savaşı kazandığı ve dünya siyasetinin “tek kutup” tarafından yönlendirileceği yani, ABD’nin “tek süper güç” olarak dünya siyasetini belirleyeceği anlayışı son olarak Suriye Savaşıyla birlikte giderek gerçekliğini kaybediyor.
Bu durumun oluşmasına da ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasi politikaları neden oluyor. ABD’nin 11 Eylül’den sonra Afganistan ve Irak’a gerçekleştirdiği işgallerin olumsuz sonuçlarını işgal dönemlerinde yaşadığı gibi, işgalden yıllar sonra da yaşıyor. Irak işgalinin ardından bölgeyi daha da karmaşık hale getiren ABD’nin, IŞİD’in oluşmasında doğrudan ya da dolaylı şekilde katkılarının bulunduğuna kimsenin kuşkusu yok. Ayrıca Afganistan ve Irak’ta gerçekleştirdiği işgal dönemlerinde de yaptığı katliamlar ve yaşadığı asker kayıpları sonrası tıpkı Vietnam Savaşı’nda olduğu gibi özellikle kendi içinde kendi vatandaşlarının bu savaşların ne uğruna yapıldığını ve bu savaşların meşruluğunu yüksek düzeyde tartışmasını istemiyor. Yeni dönemde artık -Suriye’de olduğu gibi- savaşlara büyük ve geniş çaplı bir kuvvetle katılmakta meşruluk problemi yaşıyor. Bu durum da onun siyasi ve askeri alanda müdahaleciliğinin sınırlarını çiziyor.
2008 yılında yaşadığı ekonomik kriz, büyüyen ve etkili olmaya başlayan İran gibi bölgesel ve Rusya gibi küresel güçler ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri alanda hakimiyetini paylaşmasına neden oluyor.
Rusya Savaşa Hazır
Bugünkü savaş halinin oluşmasından çok önce SSCB’de Genel Sekreter Gorbaçov döneminde dış politikada ilişkiler Glasnost ve Perestroyka politikalarıyla birlikte kapitalist dünyanın ekonomik ve siyasi sistemine entegre olma yolunda gerçekleşmişti. Birlik dağıldıktan sonra Rusya Federasyonu Başkanı Yeltsin de kapitalist sistemle uyumlu bir ekonomi oluşturmaya ve Batı ile iyi ilişkiler oluşturmaya dikkat etmişti. Fakat Batı’ya dair duyulan güven duygusu kısa sürmüş, Rusya NATO’nun genişleme ve yeniden Rusya’yı çevreleme politikaları dolayısıyla yeni Başkan Putin’le birlikte dış politikasında dönüşüme gitmişti. Nihayetinde 2000 yılında yeni bir “Dış Politika Kavramı” tanımlandı. Bu kavramla Rusya, dünyanın etkili bir merkezi olma konumunu sürdürme ve Rusya’nın büyük bir güç olduğunu gösterme amacını ortaya koymuş oldu.
2000 yılında iktidara gelen Putin, ekonomiyi büyük ölçüde neo-liberal politikalara açmak yerine devlet otoritesini güçlendirmek amacıyla ekonomik ve siyasi adımlar atmış; merkezi yönetimi güçlendirmiş, sanayide ve altyapıda geniş kapsamlı devlet yatırımları gerçekleştirmiş, haber alma kaynaklarını, ekonomik dağıtım ve bölüşüm olanaklarını merkezileştirmişti. Yani, ABD ile Avrupalı devletlerin etkisinden kurtulmak ve onlarla rekabet edebilmek için yeniden aktif politikalar yürüten Rusya; şuan içinde bulunduğu, pek çok coğrafyanın dahil olduğu, ekonomik ve siyasi yönlere sahip savaşa etkili bir şekilde hazırlanmış oldu.
Savaşın İlk Sahası: Gürcistan
Rusya’nın Batı’ya dair güvensizliğini ve Batı tarafından çevrelenmek istendiğini kanıtlayan ilk olay Kafkasya’da gerçekleşmişti. SSCB’nin Eski Dışişleri Bakanı ve o dönemin Gürcistan devlet başkanı olan Eduard Şevardnadze’nin 2004’teki ayaklanmalar sonucu istifası gerçekleşmiş ve yerine ABD güdümlü Mihail Saakaşvili yönetimi devralmıştı. Bu olay ABD’nin Rusya’yı çevrelemesinden daha fazla olarak Kafkasya’da önemli enerji bölgeleri üzerinde etki sahibi olma hamlesiydi. Yani ABD, Rusya’nın ekonomik ve siyasi anlamda eski nüfuz alanlarını ele geçirme niyetinde olduğunu göstermiş ve yeni bir soğuk savaşın davetiyesini çıkarmış oldu.
Rusya da aynı zamanda bu olaylara bir cevap olarak 2008’de Gürcistan’ın Güney Osetya’da başlattığı operasyon ve 2 Rus Savaş uçağının düşürülmesi üzerine, Osetya’ya girmiş ve Gürcistan’a savaş açmıştı. Savaşın ardından Rusya 26 Ağustos’da Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk devlet olmuştu. Rusya açtığı bu savaşla hem enerji boru hatları üzerinde tekrar söz sahibi olmak hem de bölgenin hakimiyetinin ABD ve Avrupalı devletler tarafından ele geçirilmesini engellemek istemekteydi.
Karadeniz’de Savaş: Ukrayna ve Kırım Krizi
Savaşın bir başka sahası kendi iç dinamikleri, Rusya’ya coğrafi yakınlığı, stratejik konumu ve Karadeniz’in enerji sahası olması nedenleriyle Ukrayna oldu. Ukrayna’da etkinlik kurma mücadelesi ilk olarak Turuncu Devrim olarak adlandırılan eylemlerle yaşanmıştı. 2004’te gerçekleştirilen seçimlerde AB devletlerinin ve ABD’nin desteğini alan Viktor Yuşçenko ve Rusya’nın desteğini alan Viktor Yanukoviç yarışmıştı. Seçimlerin ilk turunu Yanukoviç kazanmış, bunun üzerine Yuşçenko, Rusya’nın etkili olduğu Donetsk ve Lugansk bölgelerinde seçime hile karıştırıldığını belirterek seçmenlerinden Kiev’de gösteri düzenlemesini istemiş, gerçekleştirilen eylemler sonucu seçimlerin tekrar edilmesiyle Yuşçenko başkanlığa seçilmişti. Böylece şimdilik mücadeleyi ABD tarafı kazanmıştı. Tabi bu süreçte pek çok coğrafyada darbeleri ve eylemleri vakıfları yoluyla fonlayan ABD’li finans spekülatörü Geroge Soros devreye girmiş, bu savaşta sermayenin desteğini esirgememişti.
ABD ve Rusya’nın Ukrayna siyasetine tesir etmek için çekişmesi 2013 yılında tekrarlandı. Ukrayna’da Rusya’ya yakınlığı ile bilinen devlet başkanı Yanukoviç -Rusya’nın AB’nin bölgedeki hamlelerini etkisiz kılmayı istemesi ile ilişkili olarak- AB’yle olan ortaklık ve serbest ticaret anlaşmasını askıya aldı. AB ile ilişkilerin geliştirilmesini isteyen partilerin yönlendirmesiyle Kasım 2013’te başlayan eylemler 2014’te şiddetini arttırdı. Eylemler sonucu başkan Yanukoviç görevinden azledildi ve yerine ABD ve AB destekli yeni bir hükümet kuruldu. Yaşanan tüm bu olaylar sırasında da nüfusunun büyük bir bölümü Rus olan Kırım, Ukrayna’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti ve ardından Rusya’ya bağlanma kararı aldı. Ardından Ukrayna’nın doğusunda Rusya destekli Donetsk ve Lugansk bölgeleri Ukrayna ile Donbass Savaşı’nı başlattı ve bağımsızlıklarını ilan etti. Donetsk, Lugansk ve Kırım bölgelerinin bu kararları kuşkusuz Rusya’nın karşı hamleleriydi ve Rusya bu enerji sahalarını ve eski sovyet ülkelerindeki hakimiyeti kolay kolay Batı’ya bırakmazdı. Bu dönemde Ukrayna’dan ayrılmak isteyen bölgelere destek olduğu ve Kırım’ı işgal ettiği gerekçesiyle Rusya, karşılık olarak ABD ve AB devletlerinden sert tepkiler aldı, ekonomik ambargolara tabi tutuldu. Ukrayna hükümetine desteğini bildiren NATO da, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından Doğu Avrupa’ya en büyük askeri teçhizat sevkiyatını gerçekleştirdi.
AB ve ABD’nin Ukrayna’daki Rus etkisini kırmak için hamle yaptığı, Rusya’nın Ukrayna’nın kendi kontrolünden çıkmaması için karşı hamleyle cevap verdiği bu savaşta Rusya, hiç şüphe yok ki Ukrayna üzerindeki hamlelerine devam edecektir. Aynı şekilde Batılı devletleri kendi hamleleri sürdürecektir. Nitekim Soğuk Savaş hamlelerini andıran bu hareketlenmeler ise tarafların birbirlerine karşı dişlerini gösterdiğinin bir işareti.
Ortadoğu’da Savaşın Seyri
Rusya’nın 2000’ler sonrası, nüfuz alanlarındaki gücünü domine eden hamlelerine ABD’nin yeni yönetiminden gelebilecek karşılıklar da işaretlerini vermeye başladı. Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni güç dağılımında dünya ekonomisinden aldığı pay önemli ölçüde düşen Rusya’nın Suriye Savaşı’nda, daha açıktan olmak üzere, Ortadoğu’daki diğer çatışma alanlarındaki (Libya/Yemen gibi) saflaşmasıyla bu nüfuz alanlarını genişletme ve “kayıplarını telafi etme” eğilimi taşıması, ABD yönetimi açısından bu ezeli düşmana karşı, hamle yapmayı elzem hale getiriyor. ABD’deki seçimler öncesi Trump’ın dış politikada içe kapanmacı bir yol izleyeceği ve öncelik anlamında Ortadoğu yerine Pasifik’e yoğunlaşacağı söylense de bugün gelinen noktada ABD yönetiminin tersi icraatlarıyla karşılaşıyoruz.
Trump’ın İran karşıtı sert söylemleri, Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmayı iptal edeceğini belirtmesi, seçim vaatleri arasındaki Kudüs’ü başkent olarak tanıma sözü, Ortadoğu’da ipleri germe eğiliminin ipuçlarını vermişti.
Bunlar dışında somut olarak Suriye ve Irak’ta askeri varlığın artırılması, IŞİD’e yönelik hava operasyonları dışında özel kuvvetlerin postallarının bu coğrafyalarda “yere değmesi” gibi hamleler ABD’nin bölgede proaktif politika izleyeceğinin işaretleri. Bu hamlelerin, ABD basınında yer alan haberlere göre, Trump’ın Ulusal Güvenlik Konseyi’ne aldırdığı taktik değil, stratejik meselelere yoğunlaşılması yönündeki kararın sonucu.
Tüm bu gelişmeleri, Pentagon’un bu yıl için bütçeden 30 milyar dolar ek bütçe talebi ve toplamda askeri harcamalar için 54 milyar dolarlık bütçe oluşturulması gibi somut bilgilerle okuduğumuzda ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik “yeni savaş hali” konseptine yüzünü döndüğünü görebiliriz.
Nitekim bu yeni savaş halinin, sahadan pratik yansımaları da gelmeye başladı. ABD Savunma Bakanı James Mattis’in Suudi Arabistan Savunma Bakanı Muhammed Bin Selman ile yaptığı görüşmede Suudi Arabistan’a yönelik “bölgede istikrarın teminatı” övgüleri sonrası Suriye’de Şam ve Lazkiye kırsalı ve Hama’da cihatçı çeteler yeni cepheler açtı. Suud istihbaratının kurdurduğu İslam Ordusu ve yine Suud’un ideolojik ve dolaylı olarak ekonomik sponsorluğundaki El-Kaide menşeli bu çetelerin açtığı cephelerin, Halep sonrası yönünü Rakka’ya çevirmek isteyen Rus-Rejim ittifakının bu olası hamlesini geciktirdiğine kuşku yok. Bununla birlikte yeni savaş haline dair ABD basınındaki bazı yorumlar Halep’in Rejim güçlerince alınması sonrası oluşan “savaşın bittiğine” dair izlenimin, bu yeni cephelerle birlikte dağıldığı yönündeki memnuniyeti gizlemiyor.
ABD Rakka özelinde, rakiplerine bu “çalımları” atarken diğer yandan Washington’daki bazı think-tankların yayınladıkları bazı raporlar “yeni IŞİD’lerin” oluşmasının zeminini hazırlar nitelikte. The Washington Institute for Near East Policy’nin hazırladığı Rakka Sünni-Arap aşiretleri raporu IŞİD’e karşı çözüm olarak, daha önce Irak’ta denenen ve sonuçları El-Kaide, IŞİD gibi çetelerin doğuşu olan, cihatçı teröre karşı Sünni Arap aşiretlerin silahlandırılmasını öneriyor. ABD’nin Irak işgali sonrası işgale karşı olası bir direnişi bastırmak için Irak’ın Sünni bölgelerinde Sahve (Uyanış) Konseyleri adıyla milis güçleri oluşturulmuştu. Ancak bu milislerin karıştıkları yolsuzluk, tecavüz, hırsızlık gibi suçlar Irak’ın Sünni bölgelerinde El-Kaide’nin güçlenmesine, sonra da IŞİD’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan etkenlerden olmuştu.
Bu adımlarla birlikte Astana, Cenevre gibi süreçlerle devletlerin Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştığı izlenimi kazanan “barış rüzgarlarının” dindiği ve bir tarafta Körfez-ABD ile bu ittifakın gediklisi ve heveslisi TC saflaşması tekrar oluştu. Diğer tarafta ise hali hazırda süren Rejim-Rusya ittifakında İran, son süreçteki askeri ve diplomatik hamleleriyle daha da belirginleşiyor. Keza Batı devletlerince bu ittifakın “zayıf halkası” olarak nitelenerek kapitalist globalizasyona entegrasyonu öngörülen İran, bu “öngörülerin” aksine pratikler sergiliyor. ABD-Körfez-TC saflaşmasındaki ezeli -ABD- ve mezhepsel -Suudi Arabistan- düşmanları ile son süreçte gerilim yaşadığı TC’nin bu ittifaktaki varlıkları İran’ın Rejim-Rusya tarafında belirginleşmesi için yeterli nedenler. Bu belirginliğin pratik sonuçları olarak ise, Suriye Savaşı için Rusya’ya açılan üsler ve İran destekli Şii milislerin sahadaki varlıklarını artırması karşımıza çıkıyor.
Yeni Savaş Kapıda
Romanya’da yapılan askeri tatbikat dolayısıyla ABD askerlerinin ve tanklarının kısacası NATO güçlerinin Rusya sınırına konuşlanmasına kadar varan, bölgedeki vekilleri yoluyla Donbass (çatışmalar çok görünür olmasa da) ve Suriye Savaşlarında devam eden bu yeni savaş hali başka alanlarda da kendini göstermeye açık bir pozisyonda. Rusya, içinde bulunduğu savaşta başarılar elde etmekteyse ve savaş şimdilik Rusya içinde destek buluyorsa da ambargolar ve düşük petrol fiyatları nedeniyle daralan ekonomisine daha fazla dikkat etmek zorunda kalacak. ABD’de Trump’ın Amerika’yı “yeniden büyük yapma” söylemi ve daha şimdiden gerçekleştirdiği icraatleri de bu savaşın daha da şiddetli bir geleceğe sahip olacağının ip uçları oluyor. Şayrat’taki Esad rejiminin askeri üssüne düzenlenen füze saldırısı bunun sadece ilk aşaması. Saldırı sonrasında Rusya ve İran’ın saldırıya yönelik tutumları, taşeronlar arası savaşın sonuna gelindiği gibi okunabilir.
Bugün Karadeniz ve Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik nüfuz alanı kapma yarışı halindeki savaşta devletlerin günümüzde ve gelecekte alacağı pozisyonlarını, yani vekiller yoluyla doğrudan sıcak savaşların yaşandığı bu yeni savaş halinin nasıl bir seyir izleyeceğini ve hangi yönde gelişmeye devam edeceğini birlikte yaşayıp göreceğiz fakat bu savaşların geliştikten sonra nelere yol açacağını geçmişte yaşanan deneyimlerin doğrultusunda şimdiden öngörebiliyoruz.
Yaşanan olaylar ve gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde küreselleşme çağındaki bu savaş; Soğuk Savaş’tan daha tehlikeli olarak daha küresel düzeyde askeri, siyasi ve ekonomik etkileri olan, bir fiil ABD ile Rusya’nın savaştığı bir savaşa doğru gelişme seyri gösteriyor.
2008 yılında yaşadığı ekonomik kriz, büyüyen ve etkili olmaya başlayan İran gibi bölgesel ve Rusya gibi küresel güçler ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri alanda hakimiyetini paylaşmasına neden oluyor.
The post Kapıdaki Yeni Savaş – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ENERJEOPOLİTİK” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Jeopolitiğin kurucusu Friedrich Ratzel , “Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur” sözüyle, devletin doğasındaki yayılmacılık arzusunu açıkça ortaya koymuştu. Ratzel her ne kadar bu sözü olumsuz bir yerden kurmuyorsa da, devletin varlığını sürdürebilmesini genişlemekle sağlayabileceği tespitini iyi yapıyor. Nasyonal-sosyalist düşünceye armağanı olan Lebensraum- yaşama alanı kavramını da bu düşünceyle şekillendiriyor.
Jeopolitik, özellikle uluslararası siyaset analiz edilirken en çok başvurulan yaklaşımlardan biri. Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezinden Huntington’ın Medeniyetler Çatışması’na; Büyük Ortadoğu Projesi’nden Brezezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’na, jeopolitik yaklaşım güncel uluslararası siyasetin nabzını tutmaktadır. Bu bakış açısından yapılacak bir devletler tarihi okumasında, 19. yüzyılda Almanya’nın, 20. yüzyılda ABD’nin uluslararası siyasetteki yükselişlerinin, öncekinin kömürü, sonrakinin petrolü kontrolü ile ilgili olduğu iddia edilebilir.
Ancak 20. yüzyılda, uluslararası siyasete yeni bir paradigma damga vurdu: Yenilenebilir enerji fikri… Devletlerin dış politikalarını belirlemesinde, hatta devlet dışı ekonomik ve siyasi aktörlerin bu politikaları etkilemesinde en büyük olgu, yenilenebilir enerjiydi.
Bu fikirle birlikte sadece dış politikalar değil, yeni kapitalizm tanımları, küresel şirketlerin dünya siyasetine etkileri konuşulur oldu. Jeopolitikçi yaklaşımların büyük bir çoğunluğu, bu süreç sonunda komplo teorileriyle ilişkilendirildi.
Siyaset biliminde, jeopolitikçi yaklaşımların nesnelliği tartışmalıdır. Örneğin Brezezinski, ABD Başkanı Carter’ın danışmanıdır. Dolayısıyla, uluslararası siyaseti okumasının tarafsız olması beklenemez.
Jeopolotikçi yaklaşım bu haklı ya da haksız itibarsızlaştırmaya karşı yeni bir argüman üretmiş durumda. TC devletinin son aylardaki uluslararası siyasette üzerinde yoğunlaştığı meselenin ne olduğu düşünüldüğünde bu durum daha kolay anlaşılacaktır. Devletlerin enerji politikaları dengeleri, her geçen gün değişmektedir. Bu dengeler güncel siyaseti etkileyebilmekte, devletlerin uluslararası siyasetteki konumunu belirleyebilmektedir.
Bu durum jeopolitikçileri, uluslararası sistemdeki aktörlerin yeni enerji düzeninde rol almalarına ve dış politikalarını buna göre belirlemeleriyle yeni bir kavram ortaya atmaya itmiştir: Enerjeopolitik.
Bu yaklaşıma göre yenilenebilir enerjiye geçiş bir süreçtir ve bu süreçte petrol ve doğalgaz önemini koruyacaktır. Hatta bu süreçte, daha önce petrol ve doğalgaz konusunda tekel durumunda olanların (ABD ve AB gibi) karşısına yeni aktörler (Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan gibi) çıkacaktır. Küresel siyaset yapılandırılırken petrol hala öncelikli bir role sahiptir ve doğalgaz kullanımı hızla artmaktadır. Hal böyle olunca Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar, Hazar Havzası ve Orta Asya coğrafyalarındaki küresel siyasi ve ekonomik çekişmelerin asıl dayanağı enerji olarak ortada durmaktadır.
Erdoğan’ın Enerjeopolitik Arka Planı
Barış Süreci ile ilgili gelişmelerin hızlandığı bir dönemden geçerken, Tayyip Erdoğan, 17 Mart günü, TANAP’ın yani Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı’nın, Kars ayağının açılışında yaptığı bir konuşmada, “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” dedi. Ancak buna benzer her konuşmada olduğu gibi yine, devlet erkanının konuşmalarını gerçekleştirdiği “arka planlar” üzerinde çok durulmadı. Fakat Erdoğan’ın Türkiye’nin enerji ve ulaşım koridoru olmasını vurguladığı bu konuşma esnasında kurduğu cümlelerin, hangi ruh haliyle kurgulandığını anlamak ve bunun, konuşmanın “arka planı” ile olan ilgisini düşünmekte fayda olabilir.
Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, son süreçte, Romanya’dan Azerbaycan’a, Rusya’dan İran’a dek, hummalı bir çalışma içerisinde. Bu çalışmaların sürdüğü her bir yeni yer ise, siyasi konjonktüre ilişkin soruların cevaplandığı, devlet meselelerine ilişkin konuşmaların yapıldığı yerler olma niteliğinde. Gidilen her bir mekanın, devletlilerin demeç verdiği mekanlara dönüşmesi durumu söz konusuyken, bunun nedenini tartışmak, mekanlar üzerinde şekillenen politikaları anlamak açısından da önem taşıyor.
TANAP nedir?
Taner Yıldız Kandil’de petrol aramaya niyetlenmiş; Tayyip Erdoğan’la birlikte Türkiye’ye biçtikleri geleceğin, büyük bir enerji dağıtım şirketi olduğunun sinyallerini verir ve bunu da yaptığı her açıklamaya, her çalışmaya yansıtırken son zamanlarda kulağımıza çokça çalınan bir proje var. ABD’nin dolara müdahalesi iddialarının karşısında, 10 milyar dolarlık bir anlaşma olma niteliği taşıyan; bu yönüyle de II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ve AB’nin kökeni sayılan “Kömür-Çelik Topluluğu”na benzetilen TANAP’a dair ilk anlaşma, 2012 yılında imzalandı.
1850 km uzunluğunda, Kars’tan Çanakkale’ye toplamda yirmi ilden geçecek olan Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı, BOTAŞ ve Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR arasındaki anlaşmayla oluşturuldu. Projeyle hedeflenen Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz 2 Gaz Sahası’ndan çıkacak gazı Avrupa’yla buluşturmak. %30’luk hissesiyle BOTAŞ, %58’lik hissesiyle SOCAR’ın çok da konuşulmayan bir ortakları daha var, projedeki %12’lik hissesiyle, kendi krizini şimdi de Avrasya’da yürüteceği politikalarla aşmaya çalışan BP.
BP Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye Bölge Başkanı Gordon Birell, projede Türkiye ile birlikte yer almanın öneminden “Türkiye son 5-10 yılda önemli bir enerji merkezi oldu. TANAP’ta partner olmamız bizim için önemli bir adım. TANAP, Türkiye’nin enerji güvenliği için önemli bir fırsat” diyerek planlanan projeyi övgüler dizmeye şimdiden başlamışken; projenin asıl büyük ayağı ise dikkat çekiyor.
Projenin bütününde planlanan şey, esas olarak şu: Güney Kafkasya Boru Hattı (SCP) ile Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şahdeniz 2 Gaz Sahası’nda ve diğer sahalarda üretilen doğalgaz öncelikle Türkiye’ye, yani TANAP’a, ardından Trans Adriyatik Boru Hattı (TAP) ile Yunanistan, Arnavutluk ve İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaştırılacak. Taner Yıldız’ın “siyasi engeller çıkarılmaya çalışıldı ama bu projenin önünde siyasi bir engel olmayacaktır” açıklamaları da, TANAP’ın daha şimdiden nasıl bir “namus meselesi”ne dönüştüğünü anlatır nitelikte.
Yeni Enerji Düzeni
Jeopolitiğin önemi noktasında ısrarlı duranların altını çizdiği duruma göz atmak gerekirse; Rusya, Ukrayna’daki gelişmelerden kaynaklı olarak iptal ettiği Güney Akım Projesi’ni, Türkiye-Yunanistan’dan geçecek yeni bir doğalgaz projesiyle ikame edecek. Putin’in yakın bir zamanda gerçekleştirdiği Erdoğan görüşmesi ve Çipras’ın Rusya ziyaretini buradan okumak doğru olacaktır.
Peki, İran’ın ABD ile nükleer müzakereleri sonrasında, İran tarafından yapılan eleştirilere rağmen Erdoğan’ın İran’a gidiyor oluşunu nasıl anlamak gerekecek? Yeni jeopolitikçilerin cevabı, Yeni İpek Yolu projesi. Çin’in ticari kaygılarla hazırladığı bu projenin yolları, karadan ve denizden Türkiye ile kesişiyor. Ancak yolların bir tanesinin üzerinde Yemen bulunuyor. Dolayısıyla Yemen’deki hareketliliği bir de buradan okumak gerekiyor! Öte yandan çok gündemde olmasa da, İpek Yolu’nun bir ayağının geçtiği Kenya’da ise 150 kişi radikal İslamcı Eş-Şebab tarafından katledildi.
Bu tarz bir okumayla, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, petrolü Kandil’de aramasını da anlamlandırabiliriz.
Enerji, Rant ve Savaş Üçgeni
Doğalgaz projeleri, yeni ticaret anlaşmaları.. Küresel ekonomik ve siyasi gelişmelerin hız kazandığı ortamda, bu hızdan kimlerin kar edeceğini görebilmek için strateji uzmanı olmaya gerek yok. Petrol ve doğalgaz gibi enerjilerin siyasette ve ekonomide hala daha ne kadar önemli olabildiğini anlamak için de… ABD ordusunun bir günlük ihtiyacının, Yunanistan Devleti’nin günlük ihtiyacından daha fazla olduğunun bilinmesi bile bunu anlamak için yeterli bir örnek.
Ancak bu, bizim küresel şirketlerin dünya siyasetindeki ve ekonomik sistemindeki rolünü önemsizleştirmemize yol açmıyor. 20. yüzyılın yarısında, Dünya Savaşı sonrası küresel şirketlerin, ABD güdümlü bir ekonomik ve siyasi hegemonyanın bir parçası olarak görüldüğü dönemde değiliz. Bugün bu küresel şirketlerin ekonomik amaçları ile devletlerin güvenlik politikaları uyuşmayabilir. Dünya üzerinde nükleer, doğalgaz ya da petrol enerjileri ile ilgili hatırı sayılır miktarda küresel organizasyon var ve bunlar dünya siyasetinde söz sahibi.
Biz ezilenlerin, meseleyi değerlendirmedeki ölçütünü nereye koyacağı önemli. TANAP projesi ve benzeri projeleri değerlendirmemizdeki kriter ne bu projelerin zenginliklerine zenginlik katacağı kapitalistler, ne de küresel siyasette gücünü arttıran mevcut sınırlara hükmeden devletlerdir. Zaten ortadaki enerji ihtiyacı da ne halkındır, ne de kazanılacağı iddia edilen milyonlar halka dağıtılacaktır.
Küresel siyasetin ve kapitalist ekonominin böyle hız kazandığı dönemlerde ortaya çıkan tek tablo savaştır. Masa başlarında imzalanan kağıtlar bazen bir bomba olarak bazen de kriz olarak karşımıza çıkacaktır.
The post “ENERJEOPOLİTİK” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>