The post “Yaşamı Yok Eden Enerji NÜKLEER” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Sayın Bașkan, Tarafıma bildirilen bazı son çalışmalar, uranyumun yakın gelecekte yeni ve önemli bir enerji haline geleceğini östermektedir. Son dört aydır, Fransa’da Joliot’un, Amerika’da Fermi ve Szilard’in çalıșmaları, yüksek miktarda uranyum ile büyük nükleer zincirleme reaksiyonu üretebilmenin mümkün olacağını göstermektedir. Bu sayede çok büyük bir miktarda enerji ve çok büyük miktarda benzeri radyum elementleri üretilebilir. Șimdi, neredeyse kesindir ki çok kısa sonraki bir gelecekte bașarılacaktır. Bu yeni fenomen yeni tip, așırı güçlü bombaların yapımını ortaya çıkarabilir. Bir gemi tarafından tașınabilirler ve limanı yok edebilecek kadar güçlü olabilirler. Ne var ki hava yoluyla tașınmak için çok fazla ağır olacaklardır.”
Bu sözler Albert Einstein tarafından 2 Ağustos 1939’da dönemin ABD başkanı Roosevelt’e hitaben kaleme alınmış bir mektuptan bazı alıntıları içeriyor. Mektubun yazıldığı tarihten kısa bir süre önce ABD’ye sığınan Einstein ile birlikte bir grup fizikçi, yakın zamanda patlak veren savaşta Nazi Almanya’sının atom bombası üretimi için çalıştığına emindiler. Ne var ki bu kaygı felaketle sonuçlanacak bir paranoyadan başka bir şey değildi. Zira fazla maliyetli ve gereksiz olduğu düşüncesi ile bu proje, Nazi Almanyası için uçuk bir hayal olarak değerlendirilip ciddiye dahi alınmamıştı. Nazi tehdidine karşı bilimcilerin, savaşı sonlandıracak bu barışçıl girişimi Hiroşima ve Nagasaki de somutlaşmıştı.
Nükleerin barışçıl amaçlarla kullanımı
Hiroşima ve Nagasaki’nin ardından bu katliamların tüm paydaşları ve onların savunucuları birer birer günah çıkarmaya başladılar. Einstein, deneyin uygulanma aşamasının Roosevelt’in ölümünün ardından onun yerini alan Truman’ın dönemine denk gelmesinin büyük bir talihsizlik olduğunu belirtmiş, “Eğer Roosevelt bu operasyonu yürütseydi böyle devasa bir enerjiyi sadece Almanları korkutmak için kullanacağını Hiroşima ve Nagasaki’nin asla yaşanmayacağını” söylemişti. Mektubu kendisinin yazmadığını, imzalamaya ısrarla ikna edildiğini ifade etmiş sonra da “evet düğmeye ben bastım” demişti.
Silahı Almanlardan önce yapıp, silahın gücünü zararsız bir şekilde dünyaya kanıtlaması beklenirken bu çabanın aslen ünlü Manhattan Projesi’nin ilk adımı olduğunun farkında olunup olunmadığı tartışılabilir. Ancak söz konusu mektubun Roosevelt’ gönderilmesinde ısrarcı bir başka fizikçi Leo Szilard 1945’te nihayet erişebildiği farkındalıkla itiraf ediyordu: “Artık korkumuz Almanların bize ne yapabileceği değil, ABD’nin başka ülkelere yapabilecekleridir”.
22 yaşında yeni mezun genç bir fizikçi olarak Manhattan projesinde yer alan Herbert E.Kubitschek; projedeki işinin aslında neye yaradığını Hiroşima ve Nagasaki’den sonra öğrenmiş, fizik alanında çalışma yürütmekten vazgeçerek Szilard dâhil, projedeki pek çok fizikçi gibi biyolojiye yönelmişlerdi.
Oysaki tüm bu bilimciler başlangıçta nükleeri barışçıl amaçlarla kullanacaklarından, böylece savaşı ya da faşizmi durduracaklarından eminlerdi.
Nükleerin daha barışçıl amaçlarla kullanımı
Halen pek çok devletin elinde kullanıma hazır nükleer silahlar bulunsa da günümüzde pek çok kesimce nükleer silahsızlanma yanlısı bir tutum hakim. Hiroşima ve Nagasaki’nin ardından sıkça dillendirilen nükleer teknolojilerin “daha” barışçıl amaçlarla kullanım alanları arasında nükleer tepkimelerden enerji üretimi kimin hangi ihtiyacını karşılamak için bir çözüm olarak sunuluyor?
İlerlemeci, kalkınmacı, merkeziyetçi, devletçi tüm yaklaşımlarda nükleer enerji yeri doldurulamaz bir öneme sahip. Kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacını karşılamada nükleer santraller sunduğu güç kapasitesi ile vazgeçilmez konumda. Bu faydacı yaklaşımda yaşamın yok edilişinin bir önemi olmadığı gibi yaşamı yok edebilme potansiyeli de santrale sahip olan siyasal ya da ekonomik iktidarlar için bir avantaja dönüşüyor. Bir nükleer enerji santraline sahip olmak, nükleer teknolojiye sahip olarak nükleer silah yapabilmenin de önünü açıyor.
1986 Nisan’ının 25’ini 26’sına bağlayan gece gerçekleştirilen deneyde meydana gelen patlamanın duyulması yetkililer tarafından büyük bir çabayla engellendi. Patlamanın ardından Kiev’de yayınlanan bir yerel gazete ancak 3 Mayıs günü reaktörlerden birinde yangın çıktığı yönünde bir haber yayınlamıştı. Patlamanın hemen ardından devlet erkânının kıymetli yakınları uçaklarla bölgeden uzaklaştırılırken patlamanın gerçekleştiği Pripyat kentinin insansızlaştırılmaya başlanması patlamadan 36 saat sonra başladı. 30 saat içerisinde bölgedeki tüm insanlar santral çevresinden uzaklaştırıldı.
Üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen Çernobil nükleer katliamının etkileri halen sürüyor. Karadeniz başta olmak üzere Asya ve Avrupa kıtalarının tamamında yüksek oranda artış gösteren kanser vakaları, ölü ve sakat doğumlar bu katliamın yalnızca insanlar üzerindeki etkilerini göstermektedir.
Bölgeden apar topar uzaklaştırılan insanların ardından geride kalanlar için yalnız yaşam değil ölüm de imkânsız hale elmiştir. Günümüzde Kızıl Orman olarak anılan Çernobil yakınlarında yer alan çam ormanlarındaki ağaçlar kuruyup yaşamını yitirmesine karşın halen dimdik ayaktadır. Radyasyon etkisi ile pek çok çürükçül organizma da yaşamını yitirmiş, bütüncül yaşamın döngüsü işleyemez hale gelmiştir.
Pripyat’ta patlama sonrası yayılan tüm radyoaktif maddelerin etkisiz hale gelmesi için 48000 yıl gerekmektedir. Tüm bunlara rağmen ne yazık ki Çernobil de, Fukuşima da nükleer katliamların sonuncusu olmadı. Devletlerin kaza diye geçiştirdikleri katliamlar göz göre göre “ulusal çıkarlar” için, “ekonomik büyüme” için, “gelişme” için, “kalkınma” için, feda edilen yaşamların birer “teferruat” olduklarını göstermektedir.
Bilinmelidir ki; kapitalizmin enerji ihtiyacını karşılamak için hiçbir nükleer, termik, hidrolik, güneş, rüzgar, jeotermal santral yeterli gelmeyecektir. Anadolu’da 9 köyün deresinde kurulu Hidroelektrik santralin ürettiği elektrik, İstanbul’da bir alışveriş merkezinin anlık ihtiyacını ancak karşılayabiliyorsa, üretilen elektrik bizlerin değil, sistemin varlığını sürdürebilmek için gereksinimidir. Bizlerin yaşamlarımızı sürdürebilmek için gereksinim duyduklarımız ise o dokuz dere gibi yaşamın içindeki diğer tüm varlıklardır.
Günümüzden 30 yıl sonra da Sinop’ta gerçekleşecek sızıntının, Akkuyu’da meydana gelecek kazanın, İğneada’da patlayacak reaktörün yaşamlarımızı yok etmemesi için şimdiden mücadeleye!
Yaşamı yok eden enerjilere hayır!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yaşamı Yok Eden Enerji NÜKLEER” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Seçimler ilk olarak Eski Yunan’da karşımıza çıkmış, sonrasında Ortaçağ Hindistan’ında köy meclislerinin oluşturulması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Bu seçimlerde insanlar mecliste görmek istedikleri kişinin ismini bir palmiyenin üzerine yazıp, sayılması için bir toprak kabın içine bırakıyordu. Tabi ki köprünün altından çok sular aktı; palmiye yapraklarından, sanal alemde oy kullanmaya kadar geçen süreçte birçok şey değişti ama seçimin ne kadar “gerçek bir seçim” olduğu sorusu anlamını yitirmedi. Biz de Meydan Gazetesi olarak dünyadaki seçimlere göz atarak, bu konuyu değerlendirdik.
ABD
ABD’de, seçimler adeta bir oyun gibi geçer. Bu oyunun yönetmenleri küresel kapitalist şirketler ve onların devlet aygıtı içerisindeki bürokratları iken, Demokrat ve Cumhuriyetçi parti adayları ise adeta Hollywood yıldızlarıymışçasına ABD’nin “demokratik seçimleri”nde arz-ı endam ederler. Bu oyunun diğer ayağı ABD halkları, yegane izleyicileri ise seçmenlerdir. Fakat şu açıktır ki, oyunun sonu bellidir. Küresel kapitalistlerin nasıl bir imaja ve politikaya ihtiyacı varsa, o imaj seçilir. “Saldırgan” imajı ile Bush ya da ılımlı imajı ile siyahi başkan Obama. Bu yüzdendir ki, oyun çoğu zaman yarı yarıya boş geçer. İstatistiklere bakılırsa 1960’da oy kullanma oranı % 64 iken, 1996’da % 50 ‘ye kadar düşmüştür. Az önce de belirttiğimiz gibi seçimler birkaç istisna (Roosevelt 1927’de İlerici Parti ile % 27 oy almıştır) hariç, hep iki parti arasında geçmiştir. Öyle ki 1852’den bu yana başkanların tümü, bu iki partiden gelmiştir. Ayrıca açıklanmış veriler de bize İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kullanılan oyların % 95’inin bu partilere ait olduğunu göstermiştir.
ABD seçimleri her ne kadar trajediyi andırıyor olsa da, yaşanan bazı olaylar yüzümüzde hafif bir tebessüm bırakabiliyor. 2012 seçimlerinde Obama’nın rakibi olan Cumhuriyetçi Romney’in destekçileri, Obama seçimi kazandıktan sonra 100.000 imza toplayıp eyaletlerinin ABD’den ayrılmasını talep etmesi gibi olaylar ise komedi örneğidir.
Avrupa Birliği
İskandinavya ülkeleri, Belçika, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerin devletleri özellikle “demokrasinin tam olarak işletildiği”, seçimlerin usulüne uygun olarak yapıldığı, toplumun belirli bir refah düzeyine eriştiği ülkeler olarak anılırlar. Bu ülkelere Ortadoğu ve Afrika’dan bakan ezilenler, derin bir iç çekerek niye onlar gibi yaşamadıklarına yakınırlar. Ama işin gerçeği şudur ki, mahalleye ağaç dikerken bile mahalle halkına referandum yapan akıl, üçünü dünyayı sömürmekle ilgili olarak, kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymaz. Dünyanın her yerindeki efendiler, ezilenlerin sırtından kazandıkları paraları bankalarında saklarken, o çok inandıkları demokrasinin kuralları işlemez. Savaştan ve yoksulluktan kaçan mültecileri sınır boylarında bekletip, onları kaçmak zorunda bırakıldıkları ülkelerine geri göndermek için referandum yapmaya çekinmezler. Ezilenler için Kuzey Avrupa demokrasisi “sınırın dışında kalmak”tır. Antik Yunan demokrasisi ile algısal bir akrabalığa sahip olan bu ülkelerin demokrasisi, insan hakları, katılımcılık ve sosyal devlet safsataları ardında, kölelerin üzerinden yükselen bir demokrasidir.
Kuzey Kore
Kuzey Kore’de seçimler, bütün çıplaklığı ile “seçim” gibi ilerler, başka bir deyişle “formaliteden”. Her şey açık ve nettir. Hiçbir siyasetçi Hollywood yıldızı gibi bir hava takınmaz. DPRK (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti)’nde, ülkenin kurulduğu günden bu yana, İşçi Partisi iktidardır. Dolayısıyla İşçi Partisi’nin aday gösterdikleri seçilecektir. Öyle de olur. Genç ve yeni Devlet Başkanı Kim Yong-Un babasının babasından devraldığı iktidarı korumak için, elinden geleni ardına koymaz. Kim Yong-Un, partinin genel sekreteri, Kore ordusunun başkomutanı ve mareşal unvanlarını taşıyan eniştesi Chang Song Thaek’i idam ettirip, takipçisi olabilecek yaşlı vekilleri ise öteledikten sonra, kendisi gibi genç muktedirleri aday gösterir.
Kaldırım Taşlarının Altında Kumsalı Değil, Oy Pusulası Arayanlar
Seçimler, yukarıdaki örneklerde bahsettiğimiz gibi, bir oyun ya da bir formalite olmanın ötesinde, birçok yerde ve zamanda patlamakta olan isyanları dizginlemek için kullanılan bir emniyet sübabı işlevi de gördü ve görmeye devam ediyor. Buna en iyi örneklerden bir tanesi Occupy Wall Street Hareketi olabilir. Bu hareket sonrasında ortaya bir şey çıkmadığı gibi, hareket adeta Obama’nın seçim çalışmasına dönüşmüştü. Occupy Wall Street’in talepleri ile Obama’nın programında açıkladığı reformlar örtüşüyor, toplumun adaletli bir yaşam arzusu bir seçimle daha boğuluyordu. Aynısı olmasa bile, bir benzeri Fransa ‘68’inde kendisini gösteriyordu. İktidarın özellikle öğrenciler ve işçiler üzerindeki yoğun baskısı önce Sorbonne Üniversitesi’nde patlak veriyor, sonrasında öğrencilerden işçilere kadar toplumun tüm ezilen kesimlerine hızlı bir şekilde yayılıyordu. Her sokak başında barikatlar kuruluyor, başta Paris olmak üzere Fransa’nın hemen hemen tüm şehirleri yanıyordu. Ta ki iktidardaki De Gaulle işçilere ve öğrencilere birkaç basit hak tanıyıp, erken seçime gideceklerini açıklayana dek. Koca bir toplumsal hareket bir ay içinde tutuşup, seçim safsatasıyla söndürülüyordu.
Güney Afrika
1948’den 1994’e kadar Apartheid (Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan Ulusal Parti iktidarı) rejimi içinde yok sayılan, katledilen ve yoksul siyah halk, onlarca yıl verdikleri özgürlük mücadelesinin sonunda bu rejimden kurtuluyordu. Fakat 1994’de Güney Afrika’nın ilk “demokratik seçimi”nde ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ve SACP (Güney Afrika Komünist Partisi) ittifakının iktidarı devralmasından hemen kısa bir süre sonra, iktidarın ezilen halklar üzerindeki kılıcı, yoksulları biçmeye devam etti. Siyahilere yönelik ırkçılık nispeten azalsa da, halihazırdaki hükümet tüm etnik ayrımcılıkları körüklüyor. Kentsel dönüşüm projeleri ile yoksul halkı evinden ediyor, madenleri, belki de geçmişte olmadığı kadar, küresel kapitalist şirketlerin talanına açıyor. İşçilerin üzerindeki baskıyı arttırıp, onların hayatta kalmasına bile tahammül etmiyordu. (Bkz. Marikana Katliamı)
Yunanistan
Yunanistan’da son seçimlerde alnının akıyla çıkan, “meclis dışı siyaset” oldu. Ne yıllardan beri ülkeyi değişerek yöneten Panhelenik Sosyalist Hareket(Pasok) ve Yeni Demokrasi Hareketi, ne de sokakta var olan hareketin mecliste temsil edilmesi gerektiğini savunan ve oylarını arttıran Radikal Sol Koalisyon (Syriza) başarılı olabildi. Seçimlere katılım oranı %65’te kaldı. Toplumun azımsanmayacak bir bölümü devlete ve onun önümüze seçim diye sunduğu aldatmacaya kanmadı ve sandığa gitmedi. Her ne kadar bu oranın tamamı olmasa da büyük çoğunluğu parlamenter sistemin temsili demokrasisinde değil, doğrudan demokrasi alanlarında, öz-yönetim ve öz-örgütlülük anlayışıyla devlet dışı başka bir örgütlenmenin peşinde olduklarını gösterdiler.
Tarihin ve coğrafyanın farklı zamanlarında ortaya çıkan tüm bu deneyimler gösteriyor ki temsili demokrasi ve gözümüzün önünde oynanan tüm bu “demokrasicilik oyunu” biz ezilenleri köleleştirmeye ve başımızı kaldırıp isyan bayrağını çektiğimiz her an için bizi etkisiz kılmaya yarayan bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Seçim sandığından “özgürlüğü” çıkarmayı vadedenler, gün geldiğinde” özgürlük için mücadele edenler”i susturmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetes’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>