The post Devletin Eğitim Krizi Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarın gerçeklikten uzak bir şekilde uyguladığı politikalar başarısızlıkla sonuçlanmaya devam ediyor. Hiçbir tedbir alınmadan açılan okullarda kalabalık sınıflarda fiziki mesafe ve gerekli hijyen koşulları sağlanmadan sürdürülmeye çalışılan eğitim sistemi, krizi daha fazla büyüttü.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kapatılan hiçbir okul olmadığı söylenirken geçen hafta Ordu Aybastı Fen Lisesi’nde, bu hafta ise Giresun Şebinkarahisar Fen Lisesi’nde tüm sınıfların karantinaya alındığı öğrenildi.
Okullarda dezenfektan bulunmuyor, küçük ve kalabalık sınıflarda havalandırma sorunu nedeniyle kapı açık ders işleniyor ve öğretmen sayısı yetersiz.
The post Devletin Eğitim Krizi Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj |Özel Tiyatro İşçileri Eylemde: “Neden Susuyoruz?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On beş gün boyunca Kadıköy’deki özel sahnelerin/tiyatroların önünde susma eylemi gerçekleştiren ve dün BOA Sahne önünde basın açıklaması yaparak eylemlerine farklı biçimlerde devam edeceklerini açıklayan özel tiyatro işçileri Cenk Dost Verdi, Ulaş Kaya ve Deniz Elmas ile Korona Krizi’ni, tiyatro işçilerinin yaşadıkları sorunları ve bu krizden tiyatrocuların nasıl etkilendiğini konuştuk.
Meydan Gazetesi: On beş gün boyunca özel sahnelerin/tiyatroların önünde eylemdeydiniz. Öncelikle eyleme geçiş sebeplerinizi detaylandırabilir misiniz?
Cenk Dost Verdi: Bugün salgın koşullarında derinleşen sorunların gün yüzüne çıkması sebebiyle tiyatroların içinde bulunduğu durumla ilgili olarak ses çıkarma, dikkat çekme ve dayanışma eylemleri yapılıyor. Fakat çözüme yönelik tiyatro meslek örgütlerince yapılan çalışmalar bürokrasinin kendi diline mahkum olduğu için belli bir sürece yayıldı. Biz Kültür Bakanlığı’nın ideolojik perspektifi sebebiyle bu sürecin hızlı işleyeceğine inanmadığımız için eylemdeyiz. Tiyatro sanatçısı olarak beş aydır işsizim ve böyle devam ederse önümüzdeki sürecin nasıl devam edeceğini seziyorum. Bu sebeple kendi adıma bir şey yapma ihtiyacı duydum. Bunun görünür olması, bunun hayati olduğunu vurgulamak adına böyle bir eyleme kalkıştık. Fakat hala bir muhattabı yok, hem içeriden hem dışarıdan. Bu sebeple eylemlerimiz böyle devam edecek galiba. Çünkü ben hala tiyatrodan hiç bir şey kazanamıyorum. Yine hala tiyatrodan güvencesi olmayan bir sürü arkadaşım hayatlarını ve mesleklerini devam ettirememe noktasında. Hatta bir çok kişi bize şöyle sorular yöneltiyor: “Neden diğerleri de burada değil?”. Çünkü hayatlarını idame ettirmek zorundalar. Ben bunu yapamadığım için buraya geldim. Bir kafede çalıştım. Yorgunluktan artık çalışamaz hale gelip “Noluyor ya, ben bunu daha ne kadar yapacağım?” diyince karar verdim. Ulaş ve Deniz de öyle. Asıl problemi gündelik hayatın idamesi bahanesiyle ötelemekten vazgeçip buraya geldik.
Bir susma eylemi gerçekleştiriyorsunuz. Neden eylem biçimi olarak susmayı, sessizliği tercih ettiniz?
Ulaş Kaya: Ben insanların bu duruma dair bir hassasiyeti oluşacaksa eğer, eylemin türünün o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Sonuç olarak biz bu gidişata kayıtsız kalmadık. Susuyor olmamız mecburiyetten, teslimiyetten değil. Bu durumun içinde böyle devinip sürekli başka işler yaparak, başka meslekler öğrenmek zorunda kalarak asimile olmak ve kendi işimizden uzaklaşmak istemiyoruz, kendi işimizi yapmak istiyoruz. İnsanlar soruyor: “Niye susuyorsunuz?” Sürekli biçimiyle ilgileniyorlar. İçerik olarak neden yaptığımızla ilgilenmiyorlar. Yani sormuyor neden yapıyorsunuz? Hatta bildiri yazıyoruz, bildiriyi dahi okumadan bunu soruyorlar. Bildirinin içinde bunun, her şeyin cevabı var.
Cenk: Tiyatrocu hayatını konuşarak kazanıyor. Bir şeyler söyleyerek, anlatarak kazanan üç tiyatrocu bir özel tiyatro önüne gelip susuyor. “Neden susuyorlar ki?” diye soranlar var. Bu art niyet demektir. Bu, başını çekemediği hiç bir şeyin içinde bulunmayan kapitalizmin getirdiği o çıkarcı ve bencil bireyin ve bunun getirdiği atıl toplum anlayışının yansımasıdır. Bundan birazcık kurtulmuş bir zihnin üç tane tiyatrocunun on iki saat boyunca bir tiyatro önünde susarak ne anlatmak istediğini anlamaması imkansız. İçinde kocaman bir ironi barındırıyor. İçinde binlerce anlam var. Yani gelin ve kepenkleri kapanmış şu tiyatroya bakarak on iki saat bir susun bakalım. Bu tiyatroyu kışın dolduran binlerce insanı, burada yaşadığınız oyunun anısını, oyundan sonra seyircilerle kurduğunuz sohbetleri, sonra bir de kepenklerin bir daha açılmama ihtimalini bir bütün hale getirip burada on iki saat dursanıza.
Niye susuyoruz? Konunun muhattabını denk almayan, onu masaya oturtmayan her sohbet zaten asıl büyük sessizlik. Biz bunu görünür kılmaya çalışıyoruz. Burada performatif de bir şey var. Çok yakın bir arkadaşım 2 saat oturduğunda, “Napıyorsunuz? Bu çok zormuş” dedi. Bir de on dakikasını bize ayırmayan, “Susarak bir yere varılır mı?” diyen, tam da bu kapitalist düzenin, tam da bu faşizan düzenin bireyde yarattığı etkiyi kusan bakış açısıyla eleştiriliyoruz. “Ne olacak, bir şey mi olacak?” Olacak evet, ben kendi devrimimi yaratmaya çalışıyorum. Deniz kendi devrimine inanıyor. Ulaş da. Ben artık “Bu hal devam etmeyecek.” dedim kendi adıma. “Gidip bir kafede çalışmayacağım.” dedim. Bu köle seviciliğini reddetmezsem başkasının bunu yapmasını eleştiremem. Ben en son, bu köle ahlakını, bu sınıfsal farkları ortaya koyan bir oyun oynadım, adı Joko’nun Doğum Günü idi. Oyundaki karakter daha fazla para kazanmak için “Ben sırtımda insan taşıyacağım” dedi ve benliğini kaybetti. Biz seyirciye bunu söyledik: “Sırtınızda insan taşırsanız benliğinizi kaybedersiniz.” Moda Sahnesi’ndeki arkadaşlar Hamlet’le başka bir şey anlattı. Eğer biz oynadığımız metinlerin içeriğine inanmamış insanlarsak sanatçı olamayız, ancak iki yüzlü oluruz. Ben bu iki yüzlülüğe, kendimdeki bu iki yüzlülüğe son verdim, o yüzden susuyorum.
Deniz Elmas: John Cage’in 4’ 33’’ diye bir tane eseri var ve tamamen sessiz. 4 dakika 33 saniye sessiz ama notaları var, konuşan bir şey bu aslında. Dinliyorsun, görüyorsun, duyuyorsun. Bu da aynı şey. “Neden ki?” “Niye işe yaramıyor ki?” demek yerine mesela gelip bizimle 1 saat sussa zaten bir şekilde dilimizi de anlayacak kendi dilini de bulacak.
Ulaş: Buna zaten bir dil arayışı da dedik. Susuyoruz ama şöyle, sürekli bu içinde bulunduğumuz tahakkümle baş başa kalıyoruz. Bunu hissediyoruz, bunu nasıl çözebileceğimizi düşünüyoruz, “neler yapabiliriz”i düşünüyoruz. Tabii ki sadece susmuyoruz, meseleyi daha iyi anlamak için çabalıyoruz aynı zamanda.
Cenk: Evet kendimize de bir susma, kendimizi de dinliyoruz. Şimdiye kadar ne yaptık, tiyatro seyircisi nerede, arkadaşlarımız nerede? Ben acaba sadece bu meslekten geçinen biri olarak ve artık geçinemezken hayatımı sürdürememek noktasında kendi yakın çevremi ikna edemiyor muyum? Arkadaşlarım, benim tiyatroda sadece oynayıp, alkış alıp, egomu besleyip sonra da evime gidip yattığımı mı zannediyor? Kendime de bir özeleştiri bu. Demek ki en yakın çevrem bile buna inanmış. Tiyatro benim için yaşamsal bir kaynak. Hem maddi hem manevi. Siz manevi kısmına yükleniyorsunuz o zaman demek ki. Burada o zaman benim hayatımla ilgili bir yanlış var. İşte o yanlış, tamamen bu işten para kazanıp hayatımı sürdürmek yerine başka şeyleri bu işin yedeğine koymak yani tiyatroyu bir tali yol olarak görme yanlışı. Hayır, tiyatro benim yaşam kaynağım, çünkü işim. Aman sanattır, bilmem nedir, bu beni ilgilendiren kısmı. Ama toplumu ilgilendiren kısmı şu: Ben bu işi yaparak hayatta kalabilmeliyim. Garsonun garsonluk yaparak hayatta kalması gibi, doktorun doktorluk yaparak hayatta kalması gibi, KHK ile atılan, öğretmenlerin, akademisyenlerin, tekrar öğretmenlik, tekrar akademisyenlik yapma hakları olduğu gibi.
Bir üst boyutu da, kamu kaynaklarından eşit yararlanmak istiyoruz biz. Bu kadar basit. AVM’ler açılsın diye milyonlarca lira hibe ettiler koca koca patronlara. Vestel’de işçiler koronayken hala onları kapattırıp çalıştırmayı biliyorlar. Patronlara destek oluyorlar. Bunu ödenekle yapıyorlar. Ben de diyorum ki o kaynaklar kültür varlıklarına aktarılmak zorunda. “Burası neden kapalı, yazın biz neden burada kurs vermiyoruz?” Hep söylüyorum: Her özel tiyatroyu en azından yazın finanse edebilecek yerel yönetimler yok mu? Kültür Bakanlığı yok mu? Bir tane gösteri için Okçular Vakfı’na aktarılan milyonları biliyoruz. Diyanet’in bütçesi ortada. “Açım” deyip konser yapan sanatçıların boğazda restoran açtıkları ortada. Ben o bütçeden hakkıma düşen parayı almalıyım, alırım da. Susa susa da alırım. Benim en başta buna inanmam lazım, buradaki meşruluğuma, buradaki hakkıma inanmam lazım. “Neden yalnızız?” Bu hakkını bilmeyen, bu hakkını aramaya cesaret etmeyenler yüzünden bugün buradayız. Belki biraz da onlara bir kapı açar, bizim gibi düşünüp harekete geçmemiş olanlarla tanışırız diye buradayız.
Ulaş: Biz, tiyatro kazansın istiyoruz. Özel tiyatroda seyirciye bilet 60-70 liraya satılmak zorunda kalınıyor. Bu durumla karşılaşmak istemiyoruz. İstiyoruz ki biletler 10 liraya satılabilsin. Meslek tanımımız olsa, Ticaret Odası’na bağlı olmasak biz de ekonomik olarak rahatlayacağız. Dolayısıyla “Tiyatroda para yok!” da denilmeyecek. Zaten aslında tiyatroda para bu düzen yüzünden yok.
Cenk: Korsan çocuk tiyatrosu var, geçen hesapladım, neredeyse günlük 1,5 trilyon para dönüyor. Okulları doldur boşalt yapan tiyatrolar var. Demek ki bunlar kaynak. Demek ki bir ekonomi dönüyor burada. Bu ekonomik boyutu da konuşmalıyız. Tiyatroyu ekonomik kaynak olarak görmek istiyorsan ben sana bunu da söyleyeceğim. Ama asla yanaşmıyor. Neden korkuyorsun o zaman? Tiyatronun değiştirip dönüştürücü gücünden mi korkuyorsun? Muhalif olmasından mı korkuyorsun? Tiyatro devleti yıkmaz. Tiyatro devleti sallar. Ve buna ihtiyacınız var.
Korona Krizi’nde devlet kamu tiyatroları ve özel tiyatrolar için nasıl bir politika işletti?
Cenk: Kamu tiyatrolarına ödenek ayrıldığı için Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda maaşlar ödeniyor. Ama yeni oyun yapılıp yapılmayacağı belli değil. Muhtemelen onlar da kendi canlarını düşünüp kalabalık işler yapmamaya gayret edecekler. Özel tiyatroların pandemi dönemini atlatabilmesi içinse hiçbir şey yapılmadı. Oysa diğer tarafta koca bir kaynak var. Özel tiyatrolar için geçici bir KDV indirimi ilan edildi, o da zevahiri kurtarmak adına. İndirimi açıklandığı tarihten itibaren başlatıyorlar. Zaten 5 aydır hiçbir şey yapmıyorum. SGK borcu, sahnelere olan kira borcu, borç üstüne borç… Oyunlar yok. Zaten yazın özel tiyatrolar çalışmıyor. Bir de öyle bir açıklama yapıyorlar ki alay etmenin de ötesinde.
Soruya dönersek, pandemi sürecinde tüm sektörlerde olduğu gibi sanat alanında da çok büyük bir vurdumduymazlık var. “Nasıl olacak, neyle geçineceksiniz?” diye soran yok. Meslek örgütleri dayanışma, başka bir ekip yardım kampanyası başlatmaya çalıştı ama bizim şunu görmemiz lazım: Bunlarla olacak mesele değil. O dayanışmalar herkese ulaştırıldığında miktar çok az ve komik bir hale geliyor. Ulaş düşerse ben Ulaş’ı kaldırırım, sen düşersen seni kaldırırım. Ama hepimiz bu çukurun içindeyiz. Diyelim ki herkes birbirinin üstüne basarak çıktı, en alttaki ne olacak? En alttakinin hakkını bile aramak zorundayız. O yüzden sadece birbirimizin üstüne çıkıp anlık rahatlamaya değil krizi derinleştirip çözmeye yönelik de adımlar atmalıyız. Her krizde kapısını kapatan bir Kültür Bakanlığı var. O kapıyı zorlayıp açmak zorundayız.
Özel tiyatro işçileri olarak bu sürecin sonunda elde etmek istediğikleriniz nedir?
Cenk: Aciliyetli olarak yeni bir kültür-sanat politikasının uygulanmasını istiyoruz. Odağı tiyatro olan bir kültür-sanat politikasının, işin ehillerince masada konuşulması gerekiyor. Oyuncular Sendikası, Tiyatro Kooperatifi, Kadıköy Tiyatroları Platformu buna hazır. Kültür Bakanlığı sorunu çözmeye biraz niyet ederse biz o masadan 3-4 günde bütün sorunları, bütün tiyatroları tasnif edip bütün çözüm önerilerini sunmuş olarak kalkarız, sorunu çözeriz.
Eylem süreciniz nasıl devam edecek?
Cenk: Basın açıklamasıyla birlikte bu susma eylemi bitecek. Daha sonrası için başka şeyler planlıyoruz. Günlük hayatımızı idame ettirebilme durumumuza göre şekillenecek biraz. Benim provasının başlama ihtimali olan başka bir işim var. Ama nasıl olacağını bilmiyoruz, bir sürü soru işaretiyle başlıyor. Ama eylemlerimiz sürecek.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Cenk: Ben özellikle meslektaşlarımızdan şunu istiyorum: O kılıcı elimizden bırakalım, sadece eylemeye başlayalım. Kahraman beklemeyelim, kahramanlı tiyatronun bile modası geçti. İçinde yaşadığımız mesleğe olan inancımız zaten bize ne yapmamız gerektiğini fısıldıyor.
Ulaş: Bizim bu süreçte istediğimiz tiyatro yasasının çıkıyor olması, taleplerin karşılanması. İstiyoruz ki gerçekten insanlar özel tiyatroların içinde bulunduğu durumu bilsinler. Bize ticarethane olarak bakmasınlar, 60-70 liralık biletin hesabını bize sormasınlar. Sebebini bilsinler ve bize değil Kültür Bakanlığı’na sorsunlar.
Deniz Elmas: Derdimiz ortak ve bu ortak derdimiz için kuvvetle durmamız gerekiyor. Yılmamamız gerekiyor. Yaşam mücadelesi vermemiz gerekiyor. Bu öfke güzel bir öfke. Bunu iyi lanse etmemiz lazım.
The post Röportaj |Özel Tiyatro İşçileri Eylemde: “Neden Susuyoruz?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Genç İşçi Derneği, Virüs Saçan Vestel’e Karşı Eylemde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Manisa’da bulunan Vestel fabrikasında Covid-19’a bağlı olarak 17 işçi yaşamını yitirmişti. Fabrikada işçilerin korunması ve güvenliği için yeterli tedbir alınmadığından işçi ölümleri giderek artarken test olmaksızın işçiler bir arada çalıştırılıyor ve işçiler “dışarı” bilgi vermemek üzere tehdit ediliyor.
Aralarında Genç İşçi Derneği’nin de (GİDER) bulunduğu işçi örgütleri yarın saat 16:00 ‘da Zorlu Holding önünde virüs saçmaya ve işçilerin yaşamlarını tehlikeye atmaya devam eden Vestel’e karşı eylemde olacak.
The post Genç İşçi Derneği, Virüs Saçan Vestel’e Karşı Eylemde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post KentLeşmenin Krizleri: Salgınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklar ve o kalabalıkların uğultusu doldurmuyor artık şehrin sokaklarını. Salgın filmlerinin distopik mekanları gibi, koca koca caddeler bomboş. Şehrin en kalabalık, en cıvıl cıvıl semtlerinin bile sakinleri sadece kediler, köpekler, martılar ve kuryeler oldu. Pek çok dükkan, işyeri, mağaza kapalı. Korona kriziyle birlikte belirli saatlerde ve sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde şehirler, terkedilmiş şehirler misali sessiz.
Tabi ki sessiz semtler daha çok tüketim mekanları ile dolmuş semtler. Salgından önce neoliberal ekonomik sistemin ve soylulaştırma pratiklerinin sonucunda belirli semtler kafe, bar, fast food ve butik işletmeler gibi tüketim mekanları ile dolup taşmıştı. Bir semtteki ilgiyi ve kalabalığı da sağlayan bu mekanlar, kalabalıktan kaçınılması gereken böylesi bir salgın durumunda ilk kapanan mekanlardan oldu. Örneğin İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş ve Taksim bir anda boşaldı ve sessizleşti. En gözde sokaklar, artık en sessiz sokaklar.
Yasağın olmadığı günlerde ise belirli semtler hala hareketli. Çünkü iktidarın karantina ve salgın politikaları ekonominin çarklarını döndürmeye devam etme konusunda ısrarcı. İhtiyaçlarının giderilmesi noktasında desteklenmeyen halk evde kalamayıp çalışmak için dışarı çıkmaya devam ediyor ve tehlike altında.
Salgının Coğrafik ve Mekansal Boyutu
Toplumsal yaşamın hemen her evresi ve alanı değişime uğruyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de salgının sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel sonuçları onu bir hastalık düzeyinden tarihsel bir olgu düzeyine çıkarıyor.
Vakaların yaygınlaşması ve küresel bir salgın haline gelmesi ile birlikte hastalığın coğrafik boyutu gözler önüne seriliyor. Bütün insanlığı ve toplumsal sistemleri küresel çapta etkiliyor ve daha da etkileyecek olması bu salgına farklı bağlamlar içerisinden de yaklaşmamız gerektiğini anlatıyor.
Ayrıca 21. yüzyılın en büyük salgınını yaşadığımız bugünlerde dünyanın her yerinde çeşitli boyutlarda karantina uygulamaları sürüyor. Her salgının bedenlerden başka bedenlere ve mekanlardan başka mekanlara taşınabilmesi ve bulaşmayı engellemek için uygulanan karantina uygulamaları ile salgının sosyo-mekansal bir olgu olduğunun da altına çizmek gerekiyor. Özellikle bulaşmayı engellemek için evlerin, caddelerin ya da tümden bir şehrin karantina altına alınması başlı başına mekansal bir tedbir olarak ortaya çıkıyor.
Tarihsel verilere de bakarsak insanların yerleşim alanlarının salgın dönemlerinden etkilendiğini görüyoruz. Mevcut ve yaygın yerleşim alanı olarak kentler, kentleşme dinamikleri, bu mekanların yönetimi ve üretimi bu salgınlardan derinden etkileniyor.
Yeni bir toplumsal yaşamın parçası olacak toplumsal mekanları oluştururken mevcut kentlerin salgın hastalıklarla mücadele etmede uygun yapıya sahip olup olmadığını analiz etmemiz ve yeni toplumsal mekanımızı salgınlara göre nasıl kurgulamamız gerektiğini sorgulamamız gerekiyor.
Bugün içinde bulunduğumuz sürecin oluşmasında kentlerin rolünü ortaya koymak ve yaşadığımız kentlerin bu salgından nasıl etkileneceğini öngörebilmek için de salgınların tarih boyunca kentteki dönüşüme ve kentin yeniden şekillendirilmesine dair etkilerine bakmamız gerekiyor.
Tarihsel Örneklerle Kent ve Salgın
Antik Yunan’da Salgın
Tarihteki ilk salgın olmasa da belgelerle ayrıntılarını bildiğimiz ilk salgın M.Ö. 5. yüzyılda Atina’da gerçekleşmiştir.
Helenistik döneme kadar, her Yunan kentinde caddeler ve sokaklar oldukça dar ve sokakların çoğu da birkaç metre genişliğe sahip geçit boyutlarındaydı. Kentin çevresinde çöp ve pislik yığınları birikmiş, bunlar da hastalığa sebep olmuştu. Salgın sırasında da dar sokaklar ve pislik hastaların sayısını arttırmıştı. Atina’daki salgın Atina ile Sparta şehir devletlerinin arasında gerçekleşen Peloponez Savaşları sırasında görülmüştü. Savaştan önce Atina yöneticilerinin, halkı Atina’yı çevreleyen duvarların iç kısmına çağırması sonucunda kentteki artan kalabalık, beslenme bozuklukları ve düşük temizlik koşulları salgına neden olmuştu. Thucydides’e göre şehir nüfusunun %30’u bu hastalık nedeni ile yaşamını yitirmişti.
İmparatorluk Roması’nda Salgın
Kentlerin salgın hastalıkların yayılmasındaki payı ve salgın hastalıkların kentler üzerindeki etkisi döneminin büyük kentlerinden olan Roma’da da görülmüştü. Roma’da çok katlı kira evlerinde su ve atık su, birincisi yukarı, ikincisi aşağı doğru olmak üzere elle taşınıyordu. Roma her ne kadar su kemerleri, yeraltı lağımları ve taş döşeli yollarıyla mühendislik konusunda kendisini geliştirmiş olsa da uygulamada bunların toplamı etkisizdi ve kent sağlığıyla ilgili ilkelere hiç de sahip değildi. Büyüklüğü ve açgözlülüğü nedeniyle Roma kendi kendini yıpratmış ve asla kendi ihtiyaçlarını karşılamayı başaramamıştı. Ayrıca büyük bir kentte biriken büyük atık ve çöp kütlelerinin kaldırılmasında hastalığa karşı alınması gereken en temel tedbirler eksikti. Bütün bunlar da salgınlar için fırsatlar yaratıyordu.
İmparatorluk’taki aristokratlar genellikle -taşra kentlerde yaşamanın kimi faydalarına rağmen- prestiji sebebiyle Roma’da yaşıyorlardı. Fakat bu sınıfa mensup kişiler veba gibi olaylar nedeniyle Roma’da yaşamanın mümkün olmadığı zamanlarda da bir kır villasına taşınıyorlardı. Üst sınıfların salgın hastalıklardan kurtulmanın yolu olarak kalabalık ve hastalıklı mekanları terk edip gitmeleri sınıfsal ayrımlar ve ayrıcalıklar sebebiyle sosyo mekansal bir yöntem olarak yaygınlaşmaya başlamıştı.
Büyük Yıkım Kara Ölüm/Kara Veba
Tarihsel süreç olarak Roma’daki salgından sonra Ortaçağ ve salgın denince akla, döneminde çok büyük yıkımlara yol açmış ve Kara Ölüm/Kara Veba diye adlandırılan, yaklaşık 200 milyon insanın yaşamını yitirmesine sebep olmuş veba salgını geliyor. Bu kadar çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden olmuş büyük bir salgın pek tabi kentleri yeniden şekillendirmiş ve toplumsal yaşamda büyük değişikliklere yol açmıştı.
1347-1348 tarihlerindeki bu salgından sonra nüfusun yayılması kesilmiş, kentleşmenin hızı oldukça azalmış, hatta durma noktasına gelmişti.
Üst üste inşa edilen evlerin tuvaletlere ve sürekli akan suya sahip olmaması; basık tavanlı bu evlerde kaz, ördek, domuz gibi hayvanların insanlarla beraber yaşaması ve bunların yanı sıra yetersiz beslenme koşulları salgının yayılmasında etkili olan önemli olgulardı. Kısacası kentlerin düzensizliği ve pisliği, uzun süreli savaşlarla beraber yaşanan toplu insan hareketliliği, sefalet ve gittikçe artan ticaretle beraber veba Avrupa’ya yayılmıştı. Vebanın ana giriş kapıları Avrupa’nın liman kentleriydi. Gemilerin ahşap olması sebebiyle veba buralarda barınacak ve üreyecek uygun ortam buluyordu.
Bu yüzyılla birlikte veba korkusu kentten periyodik kaçışlara neden olmuştu ve bu anlamda modern banliyönün tohumları atılıyordu. Zenginler için vebadan korunmak şehri terk etmekti. Ölümden kurtulmak için şehir dışında villalar satın almış ve boşalttıkları kent evlerine dönmeden önce konutlarını sülfürle dezenfekte edecek tütsücüler tutmuşlardı.
Ayrıca zenginler, içinde farenin barınma ihtimalinin daha az olduğu taştan evlerde yaşarlarken yoksullar farelerin bolca var olduğu toprak evlerde yaşıyorlardı.
Bu dönemde de salgının mekansal sebepleri kadar, salgının kentteki düzenlemelere etkisi de bulunuyordu. Dönemin siyasi örgütlenmesi/yapısı gereği farklı bölgelerde farklı önlemler alınıyordu. Yerel yetkililer yayınladıkları genelgelerle de salgının önüne geçmeye çalıştı; pazar alanları her akşam temizlenmeye başlanmıştı.
1356 yılında ilk kanalizasyon sistemi yapılmış ancak çöplerin sokağa ya da Seine nehrine atılmasını önlemek için XVI. yüzyıla kadar tüzükler çıkarılmaya devam etmişti. Karantina, bugünkü anlamda ilk kez 1377 yılında Adriyatik kıyısındaki Ragusa şehrinde uygulanmaya başlanmıştı.
Milano’da yetkililer, hastaları gözden çıkararak evlerine hapsetmiş ya da vebaya yakalanmış olanları şehir dışına sürmüşlerdi. Birçok Avrupa şehri Milano ve Venedik örneklerini benimsemişti. Kimi şehirlerde ise vebaya yakalananların tutulduğu veba evleri vardı ve bu evler genellikle kalabalıktı, birkaç battaniyesi ve çok az erzağı vardı.
Veba Avrupa’da mimariyi, yapılarda kullanılan teknikleri ve temel yapı malzemelerini önemli ölçüde değiştirmişti. Avrupa, vebadan kurtuluşunu bir bakıma, evlerin yeniden planlanmasına da borçluydu. Veba döneminde, yoksullar penceresiz kulübelerini kurutulmamış keresteyle yapıyor, damlarda saman kullanıyorlardı.
Bu dönemde Kuzey Avrupa’da nüfus ve tarımsal üretim azalmıştı, bu durum kentleşmeyi de olumsuz bir şekilde etkilemişti. Bu dönemde son derece az sayıda yeni yerleşim alanı kurulmuş, kentleşme olgusu bir duraklama dönemine girmişti.
Veba, tarım dışı ekonomik faaliyetlerin yürütüldüğü kentlerin hayat akışını kökünden değiştirmişti. Veba uğramayan kentler de vebanın sosyal ve ekonomik alanlarda göstermiş olduğu yıkıcı etkileri derinden hissetmişti.
Londra’da Veba Salgını
Ortaçağ’da da salgınların çoğunun ortak noktası ticaret yolları üzerinden yayılması ve salgın başlangıcının limanlardan gerçekleşmesiydi. 1660’lı yıllarda Londra’da ticaret yoluyla bulaşan veba etkili oldu. Bulaşmayı kolaylaştırıcı diğer bir etken ise Londra’nın Ortaçağ’daki birçok şehir gibi duvarlar içindeki kalabalık yerleşimiydi. Şehrin güneyinde salgın başlayınca sert tedbirler alınmış ve çok sıkı bir karantina uygulanmıştı. Kraliyet ailesi ve aristokratlar kuzeye, salgından uzak bölgelere taşınmıştı. Şehirde kalan yoksul kesim ise vebanın kurbanı olmuştu.
Bir evde vebalı olduğu tespit edilirse veya vebadan ölenler varsa, evlerinin kapısına kırmızı bir haç çiziliyor ve o eve kimsenin girip çıkmasına izin verilmiyordu.
Sanayi Devrimi Sonrası Salgın Hastalıklar
18. ve 19. yüzyıllarda toplumsal yapıda, ekonomik ve siyasi alanlarda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte kentlerin yapısında birçok değişiklik meydana geldi. Sanayi kapitalizminin gelişmesi, fabrikalar ve işçi evleri ile giderek çehresi değişen kentler daha da kalabalıklaşıyordu.
Özellikle fabrikaların çevresinde işçi yoğunluklu apartmanlar ve semtler oluşuyordu. Bu apartmanların ve semtlerin fiziki şartları oldukça kötüydü. Karanlık odalar, rutubetli duvarlar ve işçilerin yaşadıkları odaların, apartmanların aşın kalabalıklaşması hastalıkların üremesi ve yayılması için ideal bir ortam sunuyordu.
Su tesisatının ve belediyenin temizlik çalışmalarının olmayışı bu yeni kent bölgelerinde korkunç kokulara neden oldu, hastalıklı dışkıların kuyulara sızarak yayılması tifo salgınlarına yol açtı. Hepsinden kötüsü de yeterli suyun olmayışıydı. Su kıtlığı, ev içi temizlik veya kişisel hijyen olanağını yok ediyordu.
Takip eden yıllarda da daha yüksek kentsel sağlık standartlarına ve ev hijyenine sahip olmasına rağmen modern kentler dönem dönem grip ve çocuk felci salgınlarına maruz kalmaya devam etti. Örneğin 1918’deki büyük grip salgınındaki ölüm oranı, Ortaçağ salgınlarının en büyüğü olan Kara Ölüm’deki ölüm oranına neredeyse eşitti.
19. yüzyılın büyük kısmında kentlerin salgınla mücadelesi karantina uygulamaları, temiz havada vakit geçirmek, beslenmeye dikkat etmek ve kenti temiz tutmaya yönelik bir dizi önlemle sınırlıydı.
Sıtma ve koleranın şehirlerde yayılmasına engel olmak üzere gerçekleştirilen -19. yüzyılın ortalarına tarihlenen- sanitasyon (temiz içme suyu, insan dışkısı ve kanalizasyonunun yeterli arıtımı ve bertarafı ile ilgili halk sağlığı koşulları) gelişimi ise modern planlama ve inşaat mühendisliğinin temeliydi.
Salgınlarla mücadelede kentin plan ve haritalandırması kullanıldı. Veriler haritalandırıldı ve yayılımın kaynağı bulundu. Örneğin sokağın köşesindeki tulumbadan kaynaklı ölümlerin mekânsal verisi ile tulumbaların kırılması ya da kapatılması sonucunda salgın yayılımı azaldı.
Günümüzde Salgının Mekansallığı
Kentin planlarının medikal verilerle çakıştırılması yürütülen tartışmalar için etkili bir araç sağlıyordu. Haritacılığın bilgiyi mekânsallaştırma işlevi kriz zamanlarında ve zorlanan sistem koşullarında anahtar bir rol oynadı. Günümüzde de çeşitli güvenlik riskleriyle birlikte dijital uygulamalarla bu işlevin sürekliliği sağlanmaya çalışılıyor. Haritaların işaret etme ve öne çıkarma özellikleri ile hangi bölgelerin, semtlerin daha riskli olduğuna dair veriler sosyo ekonomik anlamda farklılıkları da ortaya çıkarıyor.
Bugün kapitalizmin sektörel boyutlarının çeşitlendiği ve coğrafik açıdan küreselleştiği bir çağda gerçekleşen yoğun mal ve insan hareketliliğinin küresel salgınlar için gerekli şartları oluşturduğunu hep birlikte deneyimledik. Halkların öz denetiminden yoksun olarak patronların ve yöneticilerin kontrolünde gelişen mal ve insan hareketliliğinin var olduğu, siyasi ve ekonomik iktidarların çıkarları çerçevesinde planlanan devasa nüfus yoğunluğuna sahip merkezi yaşam alanlarının bulunduğu 21. yüzyıl koşulları krizin etkilerinin daha derinden yaşanması ihtimalini taşıyor.
Bu sebeple içinde bulunduğumuz küresel salgın süreci doğrudan mekânı ve coğrafyayı işaret eden farklı boyutlarıyla; küresel, bölgesel ve yerel ölçeklerde mekân politikalarını derinden etkileyen birtakım çelişkileriyle günümüz kentini sorgulamamızı, kentleri düşünme şeklimizi değiştirmemizi gerektiriyor ve yeni mekansallıklar oluşturmamız için dikkat edilmesi gereken konuları işaretliyor.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.
The post KentLeşmenin Krizleri: Salgınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarihsel Kırılmalar Salgın Krizleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz yılın sonlarından bugüne değin bir virüs, tüm yerküreyi sarsıyor. Eski tarihlerde salgın hastalıklara neden olan virüsler gibi, o dönemlerin ulaşım kanalları olan deniz ve kara yollarının yanı sıra ve onlardan farklı şekilde, günümüzün revaçta ulaşım yöntemi olan hava yoluyla ve “jet hızıyla” yayılan Covid-19’un yol açtığı Korona Krizi yeni bir tarihsel kırılmanın güçlü sinyallerini veriyor. Salgın hastalıklar tarih boyunca siyasi, ekonomik ve sosyal gidişatı direkt etkilemiştir. Covid-19 virüsü kaynaklı Korona Krizi’nin de tarihin akışına benzer bir etkide bulunması kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz durumun boyutlarını, kapitalizmin ve küreselleşmenin geldiği nokta, devletlerin yer yer ciddi gerilimlere evrilen rekabetleri gibi gerçeklikleri akılda tutarak, çok da uzak olmayan bir gelecekte görmemiz muhtemel.
Tarih boyunca yaşanan salgın hastalıkların da iktidarların değişmesinden üretim ilişkilerinin farklılaşmasına, kültürel alt-üst oluşlar ve yeni sanat eserlerinin ortaya çıkmasından keşiflere dek dönüm noktalarındaki izleri son derece belirgin. Genellikle de bu dönüm noktalarında veba salgınlarının etkili olduğu görülüyor.
M.Ö. 14. yüzyılda Hitit Uygarlığı döneminde, 20 yıl süren ve dönemin Hitit Kralı 1. Şuppililuma’nın ölümüne yol açan, tarihsel etkisi de sınırlı olan veba salgını sonrası kayıtlara geçen ilk büyük salgın, Atina Vebası. M.Ö. 430’da Atina ve Sparta arasındaki Peloponez Savaşı sırasında ortaya çıkan veba sonucu, 100 bin kişi yaşamını yitirdi. Savaştan kaçanların yarattığı nüfus yoğunluğu salgının da yayılmasına yol açarken Sparta karşısında yenilgiye uğrayan Atina’da nüfusun azalması, kısmi reformları getirdi. Bunların en belirgin olanı ise bireylerin “vatandaş” sayılabilmesi için, ebeveyninin her ikisinin de Atina “vatandaş”ı olması şartının kaldırılmasıydı.
Antonine Vebası olarak bilinen ve M.S. 165-180 yılları arasında gerçekleşen salgının nedeni de bir savaştı. 5 milyon insanın yaşamını yitirmesine sebep olan veba, Part İmparatorluğu ile yapılan savaştan dönen Roma askerleri tarafından taşınmış ve İtalya’dan Mısır’a uzanan geniş bir coğrafyayı etkilemişti. Salgının bir sonucu olarak Roma İmparatorluğu’nda iktidar savaşları yaşanırken Hristiyanlık güç kazanmaya başlamıştı. Diğer taraftan ordusu veba nedeniyle ağır kayıplar veren ve dış tehditlere açık hale gelen Roma İmparatorluğu, “düşman” Cermen toplulukları ile işbirliği yapmak zorunda kaldı. Bu süreç sonunda imparatorluk “Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu” adını aldı.
Roma İmparatorluğu’nda Antonine Vebası ile görünür hale gelen Hristiyanlık, bir başka veba salgını ile devlet yapısı içinde hakimiyetini artırdı. 250-270 yılları arasında görülen Kıbrıs Vebası sırasında misyonerler tarafından yayılan Hristiyanlık, zamanla devletin resmi dini oldu. Ancak bir başka veba salgını Roma İmparatorluğu’nun birleşmesi ihtimalini ortadan kaldırmıştır. 541-750 yılları arasındaki Jüstinyen Vebası olarak bilinen salgında farklı kaynaklara göre 30 ila 100 milyon arasında kişi yaşamını yitirdi. Salgının imparatorluğa siyasi sonucu ise Doğu Afrika ve Ortadoğu’daki toprakların Müslümanların eline geçmesi oldu.
Dünya tarihi boyunca görülen salgın hastalıklar içinde belki de en belirleyici olanı ise Kara Veba ya da Kara Ölüm olarak bilinen salgındı. 1330’larda, şimdi yaşadığımız Korona Krizi gibi Çin’de başlayan ve Avrupa’ya 1346’da ulaşan salgında 150 milyon insan yaşamını yitirdi. Salgın 1480’lere kadar Avrupa’yı kasıp kavurdu ve nüfusunun yarısının yok olmasına neden oldu. Önemli bir tarihsel kırılmaya yol açan Kara Veba’nın yaşandığı yıllarda Avrupa’da şehir devletlerin varlığı söz konusuydu, ancak salgın sonrası şehir devletleri ortadan kalkmaya başladı. Kara Veba sonucu yaşamını yitirenlerin önemli bir kısmının emeğiyle yaşamını sağlamaya çalışan nüfus olması, “işgücü” açığını ortaya çıkarırken emeğin “değer” kazanmasını ve ücretlendirilmesini beraberinde getirdi. Feodal sistemde taşları yerinden oynatan “işgücü” kaybı, emeği ile yaşamını sürdüren köylülerin de “efendilere karşı” elini güçlerindirecekti. Bu anlamda güçlerinin farkına varan köylüler, İngiltere’de devletin salgını bahane ederek yeni vergiler almak istemesi sonrası 1381 köylü isyanlarını başlattılar.
Salgın sonucu ekilebilir arazi sayısının azalması nedeniyle tarıma dayalı ekonomi, yerini ticaret burjuvazisinin gelişimine bıraktı. Akdeniz’in Atlantik Okyanusu’na açılan limanlarını kendilerine merkez alan Avrupa ticaret burjuvazisi, salgın sonrası azalan “işgücünü” köle ticareti ile kapatmaya yönelirken siyaset literatürüne de sömürgecilik kavramını sokuyordu. Bu durum, aynı zamanda sonraki yüzyıllarda Avrupa’nın dünya siyaseti ve ekonomisinde hegemon bir güç olmasını sağladı. Avrupa’da ileride giderek gelişen ulus-devlet fikri, gelişmiş ordu ihtiyacını da ortaya çıkardı.
Kara Veba’nın toplumsal anlamda bir diğer sonucu ise Katolik Kilisesi’nin telkinleriyle salgının müsebbibi olarak görülen Yahudiler, Çingeneler ve “cadı” olarak tanımlanan kadınlara yönelik ırkçı ve cinskırımcı saldırılardı. Daha sonra, mizojini ve özellikle ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber milliyetçiliğin temellenmesini sağlayan bu hareketler sonucu kadınlara yönelik katliamlar yaşanırken, katledilmekten kaçan Yahudiler Doğu Avrupa’da Polonya ve Rusya’ya yerleşti. Kara Veba nedeniyle “tedavi merkezi” olarak görülen kiliselerde bizzat din insanlarının salgından ölmesi ile otoritesi sarsılan Katolik Kilisesi’nin, bu ırkçı ve kadın düşmanı telkininin Kilise’ye “olumlu” etkisi ise kısa süreli oldu. Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı, Katolik Kilise’nin Avrupa’daki merkezi otoritesini ortadan kaldırdı.
Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan bir diğer küresel salgınsa İspanyol Gribi’ydi. 1918 yılının Nisan ayında ABD’de muhtemelen bir askeri birlikte ortaya çıkan salgına İspanyol Gribi denmesinin nedeni ise virüsün ilk kez İspanya’da ortaya çıkmasıyla değil devletlerin savaş ve sansür politikalarıyla ilgili. Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda ortaya çıkan salgına dair ilk haberler savaşa katılmayan, dolayısıyla savaş nedeniyle basına sansür uygulanmayan İspanya’da yayınlandı. İki dalga halinde yaklaşık iki yıl süren bu küresel salgın nedeniyle yaklaşık 500 milyon insan enfekte olurken 50 milyon kadar insan da yaşamını yitirdi. İspanyol Gribi’nin, savaşın bitmesi başta olmak üzere bir dizi politik, sosyal ve ekonomik sonucu oldu. Kara Veba’da olduğu gibi salgında yaşamını yitirenlerin ağırlıkla ezilenler olması nedeniyle aktif “işgücü” büyük oranda yok oldu. Bu durum, dünyada işçi hareketlerinin yükselmesini sağladı. İspanyol Gribi nedeniyle sağlık ve sosyal güvenlik talepleri ise Hindistan’da bir başka toplumsal hareketliliği doğurdu. Salgında, yaklaşık 18 milyon gibi bir rakamla, en çok insanın yaşamını yitirdiği Hindistan o dönemler bir İngiltere sömürgesiydi. Cepheden dönen sömürge askerlerinin yol açtığı salgın tehdidine karşı “sağlık güvencesi” taleplerine kulaklarını tıkayan İngiltere, savaş döneminde başlattığı ve olağanüstü hal uygulamaları içeren Rowlatt Yasaları’nı tekrar güncelledi. Hindistan’da bu uygulama karşısında tepki olarak sokağa çıkanlara İngiltere’nin yanıtı en ez 400 insanın yaşamını yitirdiği, 13 Nisan 1919’daki Amritsar Katliamı oldu. Ancak bu katliam, Hindistan’daki bağımsızlık hareketinin önünün açılmasına ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen İngiltere’nin sömürge coğrafyalarındaki egemenliğinin giderek sonlanmasına yol açtı.
Dördüncü ayını geride bırakmak üzere olduğumuz ve iktisadi yıkım bazında 1929 Buhranı ile kıyaslanan Korona Krizi’nin yol açacağı tarihsel kırılmanın sosyal, ekonomik ve politik etkilerinin Kara Veba’dan da İspanyol Gribi’nden de geri kalır yanlarının olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Korona Krizi sonrası sıklıkla tekrarlanan “Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” öngörüsünün olumlu ya da olumsuz olası sonuçları, kuşkusuz bu etkiler dahilinde.
Dünya tarihi boyunca kısa vadede büyük toplumsal yıkımlara neden olan salgın hastalıklar ya da küresel salgınların uzun vadedeki etkileri, tarihsel örnekler bağlamında önümüzde duruyor. Korona Krizi’nin yol açacağı olası sonuçlara dair fikir üretmek için de yaşanan duruma olabildiğince geniş bir açıdan bakmak gerek. Bu geniş açıda, küresel ekonominin ağır tahribatından bazı devletlerin yıkılabileceği ya da yenilerinin ortaya çıkabileceği olasılığına, politik dengelerdeki alt-üst oluştan yeni sınıf tanımlamalarına dek birçok pencere yer alıyor.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.
The post Tarihsel Kırılmalar Salgın Krizleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Torino Anarşist Federasyonu: Salgın? İtalya’da Devlet Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Cenazeler, Bergamo’daki mezarlığın önünde sıralanmıştı. Bu görüntü, diğerlerinden daha da fazla, bize tüm çıplaklığıyla gerçekliği gösteriyor. Bir çiçek bile bırakamazdınız. Akrabaları onlara yolun sonuna kadar eşlik edemediler. Yalnız, her şeyin farkında ve yavaşça boğularak öldüler.
Pencerelerden belirli zamanlarda insanlar bağırır, şarkı söyler, tencere tava çalar, politikacılar ve medya tarafından uyandırılan milliyetçi bir ruhla toplanırlar. “Her şey yoluna girecek. Başaracağız.”
Çılgınca bir hızla birbirini takip eden emirler yağdıran hükümet; tartışmayı, hatta çelimsiz ve demokratik bir karşı çıkışı, hatta temsili demokrasinin bitkin törenini bile askıya aldı ve hepimizi askeriye gibi kayıt altına aldı. “İtaat etmeyen veba yayıcısıdır, suçludur, delidir.”
Gelin birbirimizi anlayalım. Her birimiz kendi eylemlerimizden sorumluyuz. Biz anarşistleriz ve bu durumun gayet farkındayız; bizim için eylemlerimizin bireysel sorumluluğu, özgürlük ve eşitlik toplumunun temel dayanağıdır. En güçsüzlerle, yaşlılarla, canlarını -diğerlerinden daha fazla- riske atanlarla ilgilenmek; muazzam bir önemle hissettiğimiz sorumluluğumuzdur. Her zaman. Bugün her zamankinden de fazla.
Eşit derecede önemli bir sorumluluk ise gerçeği söylemektir. Üstü örtülen gerçeği favori düşmanları tarafından çarpıtılmış karanlık bir komploda arayanlar, gözlerini gerçekliğe kapatırlar; çünkü gözlerini açık tutanlar toplumun adaletsiz, şiddetli, köleleştirici, ölüm saçan işleyişini değiştirmek için savaşmak zorundadır.
İtalyan hükümeti, her gün olduğu gibi insanların hastalanıp öldüğü bugün bile askeri harcamalar için 70 milyon avro harcıyor. Bu artık yılın 366 gününden sadece birinde harcanan 70 milyon ile 6 yeni hastane inşa edilebilir ve donatılabilirdi; yine de maskeler, analiz laboratuarları ve gerçek gözlemlemeler için eküvyon çubuklarına yetecek kadar fazladan para kalırdı. Bir solunum cihazının maliyeti 4000 avro, günde 17500 adet solunum cihazı satın alınabilirdi; şu anki ihtiyacımızdan çok daha fazlası.
Son yıllarda, birbirini takip eden tüm hükümetler sağlık, tıbbi koruma ve yaşamlarımız için olan harcamaları sürekli azalttı. Geçen yıl, istatistiklere göre, ortalama yaşam süresi ilk kez azaldı. Kira, gıda ve ulaşım masraflarını karşılamak zorunda olan birçok insanın ilaçlara, muayane ücretlerine ve uzman doktorluk hizmetlerine yetecek parası yok.
Onlar küçük hastahaneleri kapattılar, doktor ve hemşire sayısını düşürdüler, yatak sayısından kıstılar; sağlık işçilerini yeteri kadar sağlık çalışanı olmadığı için fazladan çalışmaya zorladılar.
Bugün salgınla birlikte, masalarda oluşan kuyruklar yok, aylarca yıllarca süren teşhis süreci için oluşturulan bekleme listeleri yok; bütün randevuları ve incelemeleri iptal ettiler. “Salgın bittiği zaman geriye kalanları halledeceğiz.” Devletin karantinası yüzünden kaç kişi teşhis ve tedavi edilebilir kanserlerden ölecek, kaç kişi hastalıklarının kötüleşmesini izleyecek, kamu sağlığından geriye ne kaldı? Bu arada, özel klinikler birkaç reklam hamlesi yapıyorlar ve işlerini katlıyorlar çünkü zenginler hayatlarına tedavi olmadan asla devam edemezler.
Tam da bu yüzden hükümet bizden balkonlarda “Ölmeye hazırız, İtalya seslendi” şarkıları söylememizi istiyor. Onlar bizden tıpkı iyi askerler gibi, kesilecek hayvanlar gibi sessiz ve itaatkar olmamızı bekliyorlar. Sonrasında kalabilenler bağışıklı ve daha güçlü olacaklar. Ta ki bir sonraki salgına kadar.
Bu yüzden balkonlarımızdan, şehir surlarından, alışveriş kuyruklarından -maskelere rağmen- yüksek sesle haykıralım; devlet katliamı ile karşı karşıyayız. Eğer hükümet bunca yıl bizim sağlığımızı korumak amacıyla
seçimler yapsaydı kaç tane ölümden kaçınılabilirdi?
Yaptıkları şey hata değildi, canice bir seçimdi.
Enfektivologlar bizi şu anda içinde bulunduğumuz ciddi salgın riskinin ihtimal dahilinde olduğu konusunda yıllardır uyardılar. Nefeslerini boşa harcadılar.
Kâr mantığı insanlara bir şeyler vermenize izin vermez. Korumaya yatırım yapmamış ilaç şirketleri, salgın bittiği zaman iş yapacaklar. Onlar, toplum için çalışan ve zaten zengin olanları daha da zengin yapmaya çalışmayan araştırmacıların keşfettiği ilaçlar üzerinden kâr elde edecekler.
Yoksulları, kendilerini koruyacak hiçbir şeyleri olmayanları, içme suyuna bile erişimi olmayanları etkileyen salgınlara karşı bağışıklı olduğumuza inanmaya alışkınız. Dang, Ebola, sıtma, tüberküloz, yoksulların, “geri ve az gelişmiş” popülasyonların hastalıklarıydı.
Sonra, bir gün virüs birinci sınıfı da etkiledi ve İtalya ekonomisinin kalbine ulaştı. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Başlangıçta medya, uzmanlar ve hükümet bize hastalığın sadece yaşlıları, hastaları ve önceden başka rahatsızlığı olanları etkileyeceğini söyledi. Bu, sıradan bir olgu: Bunu bilmek için tıp mezunu olmaya gerek yok.
Böylece herkes -en kötü ihtimalle- bu yıl bir kez daha grip olacağını düşündü. Bu canice hazırlanmış bilgi; meydanları, partileri, etkinlikleri doldurdu. Bu, bilgilendirme ve anlama kabiliyetini de kapsayan bireysel sorumluluğun kaybolduğu anlamına gelmez, aksine hükümetin krizin etkisinden kurtulmak için giymeye çalıştığı kutsallık maskesini ortadan kaldırır. Hem kim bilir? Belki de bu sorumluluk duygusunu daha da güçlendirir.
Bize evimizin güvenli tek yer olduğunu söylüyorlar. Bu doğru değil. İşçiler her gün fabrikaya, Confindustria [İtalya’daki sanayi işverenlerinin örgütlenmesi] tarafından “devlet” sendikalarına [patronların çıkarları için her zaman çalışan daha büyük sendikalar] sunulan küçük ödüllere rağmen, herhangi bir gerçek koruma olmadan gitmek zorundalar. Orada yaşlılar, çocuklar, zayıf insanlar var.
Alışverişe çıkanlar veya biraz hava alanların sadece küçük bir kısmının koruması var; maskeler, eldivenler, dezenfektanlar hastanelerde bile mevcut değil.
Hükümet sağlıklıysanız korumanın gerekli olmadığını iddia ediyor ve bu bir yalan! Virüsün yayılması hakkında bize söyledikleri, açıkça bu yalanı ortaya çıkartıyor. Gerçek ise başka bir şey: İtalya’daki salgının başlamasından iki ay sonra, hükümet hastalığın yayılmasını durdurmak için gerekli korumayı satın almadı ve dağıtmadı.
Maliyetleri çok yüksek. Piedmont bölgesinde, aile doktorları telefonda ateş, öksürük, boğaz ağrısı olan kişilerle konuşur, onlara antipiretik almalarını ve beş gün boyunca evde kalmalarını tavsiye ediyor. Kimseye tahlil yapılmıyor. Hasta insanlarla yaşayanlar kendilerini tuzağa düşmüş bir halde buluyorlar: Acı çeken ve dayanışmaya ihtiyacı olanları yalnız bırakamazlar, eğer solunum hastalığının sebebi koronavirüsüyse enfekte olma riskini göze alıyorlar. Kaç kişi bilmeden enfekte oldu ve daha sonra hastalığı başkalarına yayarak onları da korumasız bıraktı?
Ev hapsi ve sokağa çıkma yasağı bizi salgından kurtarmayacak. Virüsün yayılmasını yavaşlatmaya yardımcı olabilirler ama durduramazlar.
Salgın, şirketlerin daha az harcama yapmalarını ve daha fazla kazanmalarını sağlayan çalışma koşullarını uygulama fırsatı haline geliyor. Conte’nin [Hükümet Başkanı] kararnameleri mümkün olan her yerde uzaktan çalışma imkanı sağladı. Şirketler bundan faydalanarak koşullarını çalışanlarına dayatıyorlar. Evde kalıyorsunuz ve internet üzerinden çalışıyorsunuz. Uzaktan çalışma, şirketlerin teklif edebilmesini ancak çalışanlarına dayatamamasını sağlayan 2017 yasası ile düzenlenmektedir.
Bu nedenle işçilere çalışma saatleri, kontrol şekilleri, bağlantı maliyetleri
ni karşılama hakkı, kaza durumunda masrafların karşılanması konusunda garanti veren bir anlaşmaya tabi olmalıdır. Bugün -Conte hükümeti tarafından Covid 19 salgını ile başa çıkmak için verilen kararname sonrasında- şirketler, evde kalma fırsatı için minnettar olması gereken işçiler için anlaşma veya garanti olmaksızın uzaktan çalışmayı zorlayabilirler. Bu nedenle salgın, direnç olmadan yeni sömürü formları dayatmak için bir bahane haline geliyor.
Sisteme entegre işçiler için sosyal güvenlik uygulamaları, işten çıkarılma fonları ve ek fonlar vardır; kayıtsız işçiler ve taşeronlar için neredeyse hiç bir güvence olmayacaktır. Çalışmayanlar ise herhangi bir gelire sahip olamayacaklar.
Her kim ki eleştirmeye cesaret ederse, rahatsız edici gerçekleri söylemeye cesaret ederse tehdit edilir, bastırılır, susturulur.
Hiçbir ana akım medya kuruluşu, herhangi bir tahrip ediciliği bulunmayan bir kurum olan Hemşireler Birliği’nin avukatlarının şikayetlerini dikkate almadı. Hemşireler, hastanelerde ne olduğunu söylemeden, hastalandıkları ve sessizce öldükleri sürece kahraman olarak tanımlanırlar. Gerçeği söyleyen hemşireler işten çıkarılma tehdidi altındadır. Enfekte olmanın bir iş kazası olduğu kabul edilmez; bu nedenle hastane şirketleri, kendilerini her gün koruma olmadan veya yetersiz koruma ile çalışırken bulanlara tazminat ödemek zorunda kalmazlar.
Kadınların özerkliği, Covid 19 salgınının hükümet yönetimi tarafından saldırıya uğruyor. Okullar kapalı olduğu için evde kalan çocukların bakımı, risk altındaki yaşlılar, engelliler -halihazırda iş güvencesizliğiyle ağır bir şekilde ezilen- kadınların omuzlarına kalıyor. Bu arada ev hapishanelerine dönüşen evlerde, kadın cinayetleri katlanıyor.
Birçok kişinin gürleyen sessizliğinde, bir hapishane isyanı sırasında 15 tutsak öldü. Polisin propagandası dışında, ölümleri hakkında hiçbir şey söylenmedi. Zaten ciddi durumda olan bazıları hastaneye kaldırılmadı, yüzlerce kilometre ötedeki hapishanelerde ölmeleri için polis minibüslerine bindirildiler. Bir katliam, bir devlet katliamı!
Diğerleri ise başka yerlere sürüldü. Hapishaneler dolup taşıyor, insanları parmaklıklar ardına kilitlemenin “normal” olduğu bir dünyada, tutsakların sağlığı ve onuru “normal” koşullarda bile garanti edilmiyor. Hükümet onları korumak için görüşleri askıya almaktan daha iyi bir şey bulamazken gardiyanlar her gün giriş-çıkış yapıyor. Tutsakların isyanı, aşırı kalabalıklığın norm olduğu yerlerde yayılma riskiyle, göz göre göre patlak verdi. Tutsakların mücadelelerine destek verenler saldırıya uğradı ve haklarında polis tarafından suç duyurusunda bulunulduğu bildirildi. Hükümetin kararnamelerinde yer alan tedbirlerin yardımıyla baskı acımasız boyutlara ulaştı. Torino’da tutsakların akrabalarının basit bir şekilde toplanmasını ve hapishanenin girişindeki faaliyetleri, Vallette hapishanesini [Torino’daki hapishane] çevreleyen sokaklara ulaşan her yere asker yerleştirerek engellediler.
Bulaşma riskine karşı kendiliğinden grev yapan işçiler, sağlık için sokaklarda gösteri yaptıkları için hükümetin emirlerini ihlal ettikleri gerekçesiyle kriminalize edildiler.
Üretimin bedeli hayatlarımızdan başka bir şey olmasa bile, hiçbir şey üretimi durduramaz. Kâr mantığı ve üretim önce gelir. Hükümet hapishane isyanı sonrası, başka toplumsal mücadelelerin de alevlenebileceğinden korkuyor. Takıntılı polis kontrolüne rağmen, ordu -tarihi boyunca ilk defa- çeşitli polis güçlerini desteklemek haricinde kamu düzeni işlevini de üstlendi. Askeriye polise dönüşüyor; birkaç onyıl önce başlayan geçiş süreci sona yaklaşıyor. Savaş durmuyor. Askeri görevler, askeri tatbikatlar, silah testleri son sürat devam ediyor. Covid 19 zamanında ise bu savaş yoksullara karşı.
Hükümet her türlü halka açık gösteri ve siyasi toplantıyı yasakladı.
Efendin için hayatını riske atmak sosyal bir görevdir, kültürel ve siyasal eylem suç faaliyetleri olarak kabul edilir.
Bu en çok sorun yaşayan kişilere gerçekten destek vermeyi sağlayan her türlü yüzleşme, tartışma, mücadele, dayanışma ağlarının inşasını önlemek için üstü pek örtülü bile olmayan bir girişimdir.
Demokrasinin ayakları kildendir. Salgın karşısında demokrasi yanılsaması, güneşte kalan kar gibi eridi. Konsey başkanının önlemleri coşkuyla kabul edildi; tartışma yok, parlamentodan geçiş yok, temsili demokrasi tapınağı sadece basit bir fermandır. Bu emirlere saygı duymayanlar, veba dağıtıcısı, katil, suçludur ve merhameti hak etmez.
Bu şekilde gerçek suçlular, sağlık bakımını kesen ve askeri harcamaları çoğaltanlar, hemşirelere maske bile garanti etmeyenler, her şeyi militarize eden ancak testleri “Her biri 100 avroya mal oluyor.” diye yapmayanlar, korku mahkumlarının övgüsüyle kendi suçlarından arınıyorlar.
Korku insancıldır. Bundan utanmamalıyız ama korkunun siyasi girişimcilerinin kendi suç politikalarına rıza göstertmek için onu kullanmasına da izin vermemeliyiz.
Onların küçük hastaneleri kapatmasını, herkes için değerli sağlık tesislerini yok etmelerini önlemek için mücadele ettik. Valdese’in, Oftalmico’nun, Maria Adelaide’nin [son yıllarda kapatılmış devlet hastaneleri], Susa’daki hastanenin ve ilimizin diğer birçok köşesindeki işçilerinin yanında, meydanlardaydık.
Kasım ayında Havacılık, Uzay Sanayi ve Savaş Fuarı’na karşı çıkmak için sokaktaydık. Her gün militarizme ve savaş harcamalarına karşı savaşıyoruz. No Tav [hızlı trene karşı hareket] mücadelesinin yanındayız, çünkü bir metrelik Tav [yeni demiryolu projesi] için 1000 saatlik yoğun bakım ücreti ödeniyor.
Bugün hapishanede ölmek istemeyenlerin yanındayız, polisin soruşturmalarla saldırdığı ve rapor ettiği işçilerin tarafındayız, çünkü virüsün yayılmasına karşı koruma eksikliğine dikkat çekiyorlar. Hemşirelerin korunmadan çalışmasına karşılar ve işlerini riske atarak hastanelerde neler olduğunu anlatıyorlar.
Bugün pek çok siyasi ve sosyal muhalefet hareketi sessizdir, tepki veremezler, ahlaki baskı ile ezilirler. Bu da dünün ve bugünün hükümet seçimlerinin tetiklediği, artan tehlike durumunu tartışmadan kabul etmeyenleri cezalandırır.
Hareket ve temasları sınırlamak mantıklıdır, ancak güvenlik için savaşmak daha da mantıklıdır. Bizi hapsedenlerin şiddetine karşı savaşacak yerler ve yollar bulmalıyız, çünkü bizi tanımıyorlar ve korumak istemiyorlar.
Anarşistler olarak biliyoruz ki özgürlük, dayanışma ve adalet mücadeleyle elde ediliyor, tek etiği kendileri için bizim koltuğumuzu ele geçirmek olan kimselere, özellikle hükümete devredilerek değil.
Hayır. Biz “ölmeye hazır değiliz”. [İtalyan milli marşının ünlü dizesi] Ölmek istemiyoruz ve kimsenin de hastalanıp ölmesini istemiyoruz. Sessiz katliam için askerliğe kayıt yaptıran piyadelerden değiliz. Biz firariyiz, isyancıyız, partizanız.
Hapishanelerin boşaltılmasını, evi olmayanlara bir tane verilmesini, savaş masraflarının iptal edilmesini, herkesin klinik muayenelere tabi tutulmasını, kendilerini ve başkalarını salgından koruyacak araçlara sahip olmasını istiyoruz.
Sadece en güçlünün hayatta kalmasını istemiyoruz, çok uzun yaşamış olanların da yaşamaya devam edebilmelerini istiyoruz.
Hasta olanların kendilerini seven ve onları rahatlatabilecek birine sahip olmalarını istiyoruz: İki tane eksik F35 avcı bombardıman uçağı ile, artık kimsenin yalnız ölmemesi için gerekli tüm korumaya sahip olacağız.
Her şey yoluna girecek mi? Başaracak mıyız? Bu, her birimize bağlı.
15 Mart 2015’te Kurulan Torino Anarşist Federasyonu Yoldaşları
(Bu yazıyı hayatını bilimsel araştırmaya adamış, hayatı sadece kâr getiren şeyi finanse eden endüstrinin açgözlü elinden almaya çalışan anarşist bir doktor olan Ennio Carbone’un anısına adadık. Ennio, normal zamanlarda, bugün yaşadığımız gibi bir pandemi riskini anlatmıştı. Bu zor günlerde sesini ve deneyimini özlüyoruz.)
Bu çeviri Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post Torino Anarşist Federasyonu: Salgın? İtalya’da Devlet Katliamı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post DAF: “Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devrimci Anarşist Faaliyet, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada giderek yayılan KoronaVirüs salgınının devletlerin ve kapitalizmin yanlış politikaları sonucu bir kriz haline gelmesine ve salgının etkilerinin giderek artmasına karşı toplumsal dayanışmanın örgütlenmesine yönelik bir çağrı yayınladı. İstanbul’un genelinde afişleme çalışmalarına bugün başlandı.
Çağrının tam metni:
Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!
Bir krizle daha karşı karşıyayız. Krizin adı Korona. Korona salgını bölge bölge, gün gün ilerliyor. Virüs elden ele, nefesten nefese bulaşıyor; camda, kumaşta, metalde, plastikte yaşıyor.
Virüsün belirtileri belli. Kuluçka süresini, hastalığın nasıl başladığını ve nasıl sonlandığını her gün dinliyor ve izliyoruz. Virüsü tanıyoruz, o da bizi tanıyor; yani yeni yeni tanışıyoruz. Yarın ne yapıp ne yapmayacağını bilmiyoruz. Değişecek mi? Değişmiş halleriyle insanlığı yenecek mi? Ya da insanlık virüsü durduracak mı? Virüsü yenecek mi? Bunlar şimdilik bilinmezler.
Aşı, Covid-19, hastalık, pandemik, salgın, tedavi gibi sağlıksal tanımları içeren bir terminoloji bir anda katıldı günlük konuşmalarımıza ve gündelik yaşantımıza. Bu sağlıksal sorun yavaş yavaş aştı kendisini ve yaşamsal bir krize dönüştü. Ekonomik ve sosyal tüm yaşamımız alt üst oldu.
Virüsü durdurmak için geçici uygulamalarla, genelgelerle tüm dünyada yeni bir yaşam yaratılıyor. Bencilliğin, rekabetin ve ihtirasın yani iktidarın dünyası perçinleniyor. Yalnızlık artıyor. Toplumsal dayanışma, bu yalnızlık yüzünden mahallelerde komşudan komşuya yapılamıyor. Toplumda yalnızlaşan birey, devletin-hükümetin kurumlarının ve kapitalizmin şirketlerinin adaletine kalıyor. Yani adaletsizliğe!
Korona artık bir kriz. Bir virüs salgını olarak başlayan bu sağlıksal gündem, ekonomik ve sosyal bir adalet gündemine dönüşmüştür. Tarih, yüzlerce salgının kendini krize dönüştürmesini yazar. Her salgın, ilahi ve ilahi olmayan iktidarı kuvvetlendirir; bireyi hiçleştirir, hasta sayısı ya da yaşamını yitirmiş ölü sayısı olarak istatiksel bir sayıya indirger. Hiçleşen birey hiçleşen toplum demektir. Başta şaşıran ve saçmalayan iktidar da bir iktidarsızlık süreci yaşar. Önce ortadan kaybolurlar çünkü korkarlar. Yavaş yavaş bu süreç atlatılır ve sonra her şey kontrollerindeymiş gibi davranarak iktidarlarını perçinlemek isterler. Şimdi Korona krizinin hangi evresindeyiz bu bilinmez ama hükümet standart salgın sürecindeki iktidar davranışlarını yapıyor.
Korona tehlikeli mi? Tabi ki tehlikeli ve biz kazandığıyla yaşayan, katı yatı olmayanlar için daha da tehlikeli. Çünkü bizim için kriz arttıkça ekonomide olumsuz etkileşimler de artacak. Gündelik yaşamı idame ettirmeye çalışırken ihtiyaçlar karşılanamayacak. Sosyal yalnızlaşma, kaygı ve korkuyla artacak. Paranoyaklık ve umursamazlık paralel bir yükselişteyken toplumsal iletişim azalacak. Bunlar, salgın süreçlerinde örgütsüz toplumların yaşadığı gerçekler. Salgın süreçlerinde her şeyden daha çok ihtiyacımız olan şey örgütlülüktür.
Korona krizine örgütlü bir şekilde karşı koymalıyız. Adaletine inanmadığımız devletin ve kapitalist şirketlerin şefkatinde değil toplumsal paylaşma, dayanışma ilişkilerini kuvvetlendirerek yaşamımızı kazanabiliriz.
Öncelikle ödemediğimiz-ödeyemediğimiz için faturalarımız kesilmeden tüm arkadaş dostları aramak ve hal hatır sormakla başlayabiliriz. Buna ihtiyacımız yok mu? Var. Sonrasında tanıdığımız tanımadığımız tüm komşularımıza selamımızı vermeliyiz. Dikkatli davranarak belli mesafeleri koruyarak komşularımıza bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sormalıyız. Sorunlara beraber cevaplar aramalıyız. Bireysel ekonomimize ve enerjimize paralel paylaşma dayanışma iletişimimizi planlamalıyız. Planlarımıza çevremizdeki arkadaş ve dostlarımızı çağırmalıyız. Korona krizi bilgilerini verileştirerek bireysel yorumlarımızı kuvvetlendirmeliyiz. Paranoyaklık ve umursamazlık hastalıklarına kapılmamalı, çevremizde kapılanları da uyarmalıyız. Bu iki hastalığın, salgını arttıran iki unsur olduğunu unutmamalıyız. Ekonomik sorunları çözemeyeceğimizi düşünmeden, kişiler arası ekonomik olandan olmayana köprüler kurmaya çalışmalıyız. Faturalardan dolayı elektrik, gaz, su gibi ihtiyaçların kapatılmasını veya kesilmesini beraberce engellemeliyiz (Şimdilik Ankara, İstanbul gibi bir kaç belediye gaz ve su kesilmeyeceğini açıkladı).
Bu özörgütlenme çabalarımız çalışmalarımız sonrasında toplumsal muhalefetin örgütlü topluluklarıyla ilişkilenmeliyiz. Biz Devrimci Anarşist Faaliyet olarak bu paylaşma dayanışma sürecinin örgütlenmesinin bir kuvveti olarak davranacağız. Biz birbirimize lazımız.
Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiç birimiz!
Paylaşma Dayanışma için: 05531340334
DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET
https://anarsistfaaliyet.org/sokak/korona-krizine-dikkat-paylasma-ve-dayanismayla-beraberce/
The post DAF: “Korona Krizine Dikkat! Paylaşma ve Dayanışmayla Beraberce!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dünya Sağlık Örgütü: Koronavirüs Artık ‘Küresel Salgın’ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Açıklamayı yapan DSÖ başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus, şu an 114 ülkede 118 bini aşkın Koronavirüs vakası bulunduğunu ve 4 bin 291 kişinin virüsten yaşamını yitirdiğini belirterek Koronavirüs’ün yayılma hızı ve etkilerinin “alarm verici düzeyde” olduğunu söyledi.
The post Dünya Sağlık Örgütü: Koronavirüs Artık ‘Küresel Salgın’ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dünya Sağlık Örgütü Ebola Uyarısı Yaptı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yeniden görülmeye başlanan ebola salgınının yayılma riskinin yüksek olduğunu belirterek, en kötü duruma hazırlandıklarını bildirdi.
WHO Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus twitter üzerinden yaptığı açıklamada salgının önüne geçmek için büyük çaba gösterdiklerini ve Kongo’ya mümkün olan en kısa sürede aşı göndermeye başlayacaklarını duyurdu.
Ebola, son 40 yıldır Orta ve Batı Afrika’da en çok öldüren hastalıklar arasında ilk sırada. Batı Afrika’da, 2014’te başlayan salgında iki yıl içinde 11 bin 300 kişi hayatını kaybetmişti.
Sağlık ekipleri, öncü aşıların salgını önlemesi konusunda ümitli. Nisan ayından bu yana Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde şimdiye kadar 32 şüpheli veya doğrulanmış vaka bulunuyor.
The post Dünya Sağlık Örgütü Ebola Uyarısı Yaptı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kara Veba 3 Ayda 124 Can Aldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Salgın kontrol altına alınana kadar Acil Kriz Komitesi oluşturuldu. Şimdiye kadar 124 kişinin vebadan dolayı yaşamını yitirdiği gelen bilgiler arasında.
The post Kara Veba 3 Ayda 124 Can Aldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>