The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi?
“Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu.
Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen dünyayı dolaşan dümeni elinde bulunduran insanı yüceltmek istiyoruz.” diyerek amacını ortaya koymaktaydı. 20. yüzyılın henüz başlarındayken, hızın kontrolünü elinde bulunduran ve diğer yandan o hıza ayak uyduran insanı sanata konu haline getirmişti. Bu, Marinetti’nin ve dolayısıyla fütürizmin, kendinden önceki akımları sanatın tüm alanlarında yok saymasını beraberinde getirmişti.
Müzeleri ve Kütüphaneleri Yerle Bir Etmek
Fütürizmin ilk örneklerinden itibaren görebileceğimiz bu yok sayma, fütürist eserlerde eski olana karşı yeninin savunulmasıyla açığa çıkmaktaydı. Durağanlığa karşı hareket, ilerleme ve hız; portre ve manzaralara karşı makineler ve teknoloji. Fütüristlerin, eskiyi sürdüren yapılar oldukları için müzeleri ve kütüphaneleri yıkma isteği de burayı işaret ediyordu.
Boccioni’nin “Kent Yükseliyor” isimli tablosu fütürizme dair ortaya çıkan ilk eserlerden biriydi. İsminden de anlaşılacağı üzere eser, kentin insan yaşamıyla kesiştiği hızlı yaşama, ilerlemeye, makineleşmeye ve endüstriyel üretime bir övgüydü.
Giacoma Balla’nın ise 1912 yılında yaptığı “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”inde anlaşılmaya yeterince açık olmayan bu övgü, yayınladığı Fütürist Resmin Teknik Manifestosu’nda ve Balla’nın diğer eserlerinde açıklığa kavuşuyordu.
Savaş Güzeldir, Çünkü Çiçekler Açan Bir Çayırı Mitralyözlerin Ateşten Orkideleriyle Zenginleştirir…
1. Dünya Savaşı’na kadar etkisi süren fütürizm, bulunduğu coğrafyalarda, özellikle İtalya’da, yalnızca hız ile özdeşleşmekle kalmamış; sonuna kadar savunduğu teknolojinin, savaş dönemlerinde ürettiği silahları da saldırganlığa övgüsüyle savunmuştu. Bu yüzdendir ki savaş, ırkçılık ve faşizmle de doğrudan ilgisi bulunmaktaydı. Paul Virilio’ya göre ise bu itki teknoloji ve faşizmin kaçınılmaz bağdaşıklığından kaynaklanmaktaydı. Diğer bir deyişle teknoloji hakkında iyimser olanlar faşizmle de yakından ilgiliydi. Oysa gerçek sanatçının teknolojiyle ilişkisi Virilio’ya göre onu deforme etmek üzerinden olmalıydı.
Fütürist Manifesto’da faşizm pek çok farklı şekilde dile getirilmekte ve faşizmin karşısında bulunan tüm hareketlerin yok edilmesi gerekliliği vurgulanmaktaydı: “Savaşı yücelteceğiz (dünyanın tek hijyen yöntemi); militarizm, vatanseverlik, özgürlüğün yıkıcı tavrı ve kadınlar uğruna ölmeye değer ölümcül güzel fikirler taşıyacağız.” ve manifestoyu yazan Marinetti ekliyordu: “Savaş, gün ışığını gören en güzel fütürist şiirdir.” 1. Dünya Savaşı’nın ardından kübizme teknik olarak bıraktığı bu savaş övgüsü fütürizmin son dönemlerine dek etkisini sürdüren bir odak noktası oldu.
Makineleşen İnsan, İnsanlaşan Makine… Hız ve Durağanlık
Paul Virilio 1990 yılında yayımlamış olduğu “Kutupsal Durağanlık” kitabında teknoloji, enerji ve hızın bir tür durağanlığa sebep olduğunu söylüyordu. 20. yüzyılın teknolojik kazaların yüzyılı olduğunu söylerken de anlaşılacağı gibi her yeni teknolojik gelişmenin beraberinde olumsuzluklar getirdiğini ve genel anlamıyla bir olumsuzluğun da hızın sebep olduğu durağanlık olduğunu kastediyordu. “Örneğin uçakta oturup ekranları izleyen pilotun durağanlığı. İnsanlar seyahat etmenin ne kadar hızlı gerçekleştiğinden bahsederek memnun oluyorlar ancak bir tür felce sebep olduklarının farkında bile değiller.” Telekomünikasyonun da büyük bir felce sebep olduğunu belirten Virilio, makinelerin hızla gerçekleştirdikleri işleri yalnızca izlemekle yükümlü insanın halini durağanlık olarak adlandırıyordu. Eylemler, eylemleri hızla gerçekleştiren etken bir makine ve olup bitenlere müdahalesi olmaksızın edilgenleşen, durağanlaşan insan.
Dünden Bugüne, Bugün de Makine
Fütürist bir yaklaşım olduğu belirtilmeden ve fütürist olma iddiası taşımadan gerçekleşmiş olsa da bedenini karmaşık operasyonlar, prostetikler ve robot kolları ile modifiye eden Stelarc’ın performanslarında teknoloji, makine ve hıza övgü görülür. Bedenin, insanla bedenin kurduğu ilişkinin çağa uygun olmadığı düşüncesiyle gerçekleştirilen performanslarda Stelarc’ın yapmaya çalıştığı şeylerden biri de bedenin makine ile uyumlu hale getirilmesidir. Kendi ifadesiyle beden, şekil ve işlev olarak yetersiz ve şu an içinde yaşadığı kompleks teknolojik dünyada var olan makinaların hassasiyeti, hızı ve gücü ile yarışamayacak bir yapıdadır.
Farklı dönemlerde ortaya çıkmış olsa da Fütürist sanatçılar ile Stelarc arasında gözle görülür bir ilişki söz konusu. Her ikisi de sanatın nesnesi haline getirdiği makineye bir tapınma gerçekleştirirken bu tapınma karşı konulmaz olarak hız kavramını bizim karşımıza çıkarır. Şimdilik makineyi kullanma işlevine sahip insan, asla makineye üstünlük sağlayabilme pozisyonuna erişmemiştir. Dolayısıyla fütürizmde yapılan bu tespit daha sonraki dönemde Stelarc’ın insanı, teknolojiye ayak uydurmak zorundalığıyla gelişmek ve ilerlemek için tasarlanmış ve tek işlevi bu olan bir prototip olarak algılamasıyla tekrar ortaya çıkmış olur. Bu gelişme ve ilerleme ise hız ile doğru orantılı bir çizgisel düzlemde yer almaktadır.
Sanayi Devriminde Hızlı Üretim, Hızlı Tüketim, Daha Çok Hareket
Fütürizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildi elbette. Üretimin ve tüketimin; yaşam biçimlerinin tamamen başkalaşmasını beraberinde getiren Sanayi Devrimi hemen bu dönemin öncesinde 18. yüzyılda kendini göstermiş ve 19. yüzyılın sonlarına kadar hızla coğrafyalara yayılmıştı. Sanayi Devrimi her şeyden önce daha hızlı üretim demekti. Dolayısıyla bu, bir insanın tek başına ürettiği ürünün kat kat fazlasının daha kısa bir sürede üretilmesi anlamına geliyordu. Fütürizmin insanı yetersiz görecek derecede makineye tapınması, bir anlamda Sanayi Devrimi’nde inanılmaz bir hareketliliğe sebep olan makinelerin icadı ve kullanımıyla ilişkiliydi. Makinelerin ürettiği bir ürünün yine makineyle hızlı bir şekilde taşınması, hızla işleyen tüketim süreci ve her defasında tekrar eden bu hız döngüsü fütüristik eserlerde rastlanan arabaları, edebi eserlerde yer alan insanı makineye benzetme sanatını ve kentlere yapılan övgüyü açıklamamıza yardımcı oluyor.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber ürettiği her şeye yabancılaşan insanın, elbette kendini dışavurmanın bir yöntemi olarak görülebilecek sanatla da kurduğu ilişki aynı kalamazdı. Sanatın anlamı, eylenişi, işlevi zamanla farklılaşıp değişecekti. İktidarların kendi gücünü sembolleştiren eserleri yaptırdığı, egemen olduğu kimselerden saray içinde vakaları en ince detayına kadar çizenlere… Sanat zaman içerisinde yalnızca kişinin kendi ifadelerinin bir biçimi olarak değil aynı zamanda farklı birçok amaca da hizmet eden bir hal aldı.
Fütürizm aslında yabancılaşmanın belli bir oranda yansımasıdır. İnsanın kendi doğasına yabancılaşmasının, makine insan olmasının ve kendine özgü ifade biçiminin dış dünya ile doğrudan ilişkilenmesi, ondan ayrılamamasıydı…
Sanayi devrimiyle beraber yabancılaşma ne kadar hız kazanmışsa, üretilen şeyler üreten kişinin onda yarattığı özgürlükle değil ürün olarak değerlenmiş ve görülmüş olması da aynı şekilde hız kazanmıştır. Haliyle sanat da içinde bulunduğu çağın hızına maruz kalmış ve yabancılaşmaya uğramıştır.
Geçmişte makineleştirilmeye çalışılan insanın yerini günümüzde robotların almaya başlaması hiç kuşku yok ki fütürizmi daha fazla etkileyecektir. Robotların meydana getirecekleri eserlerin, Yunan heykellerinden daha güzel olup olmadığı tartışmasını insanların mı yoksa robotların mı yapacağınıysa çok geçmeden göreceğimizi iddia edebiliriz.
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ressam Yapay Zekanın Yaptığı İlk Portre appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Paris’te bulunan Obvious sanat kolektifinin geliştirdiği bir yapay zeka programı ile yapılan Edmond Belamy’nin Portresi isimli eser, New York’taki Christie’s müzayede evinde satıldı.
Açık arttırma ile 432 bin dolara satılan eser, 14. ve 20. yüzyıllar arasında yapılan 15 bin portreyi içeren bir veri tabanına dayanan algoritma ürünü. Algoritma portreyi üretmek için kendi resmini veri tabanındaki diğer resimlerle karşılaştırarak değiştirdi ve artık bir değişiklik yapamadığı noktada resme son halini verdi.
Böylelikle ilk kez, bir sanat müzayedesinde yapay zeka ürünü resim satılmış oldu. Yapay zekaya dayanan farklı ürünler, yaşamlarımızın bir parçası haline gelirken etikten sanata bu ürünlerin etkileri tartışılmaya devam ediyor.
The post Ressam Yapay Zekanın Yaptığı İlk Portre appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tuğlalardan ve Sıvalardan Sokak Sanatı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
The post Tuğlalardan ve Sıvalardan Sokak Sanatı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Çocuk Oyun Oynamaya Takıntılı Mıdır?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Son 25 yılını toplumdan uzak bir şekilde, bir mağarada yanında bir köpekle birlikte geçiren Ra Paulette, zamanını duvar oyarak geçirmiş.
Kendisine mağara oymayla ilgili bir takıntısı olup olmadığı sorulduğunda Paulette şöyle cevap veriyor:
“Bir çocuk oyun oynamaya takıntılı mıdır?”
Kaynak : Gaia Dergi
The post “Bir Çocuk Oyun Oynamaya Takıntılı Mıdır?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sergideki Boş Camekana Bırakılan Ananas Sanat Eseri Zannedildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İskoçya’da Ruairi Gray ve Lloyd Jack isimli üniversite öğrencilerinin süpermarketten 1 sterline alıp sanat sergisindeki boş bir camekana şaka için bıraktıkları bir ananas, 4 gün boyunca sanat eseri sanılarak cam vitrin içinde sergilendi.
Aberdeen’deki Robert Gordon Üniversitesi’nde açılan sergiyi trolleyen öğrencilerden Gray, “boş vitrini görünce, insanların gerçekten sanat eseri sanıp sanmayacağını görmek için ellerindeki ananası oraya bıraktıklarnı” söyledi. Durumun anlaşılması üzerine ananas sergiden çıkarıldı.
The post Sergideki Boş Camekana Bırakılan Ananas Sanat Eseri Zannedildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında, istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir. Manipülasyonlar, algılama ve öğrenme gibi zihinsel süreçlere etki ederek kişilerin davranışlarında veya fikirlerinde değişikliklere ve dönüşümlere neden olur.
Genellikle, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanılan planlanmış mesajlar bütünü olan zaman zaman propaganda ile aynı anlamda kullanılan manipülasyon; ancak, bireyi düşünme ya da eylem aşamasında edilgenleştirdiği için, olumsuz propaganda ile eş tutulabilir.
Çıkar elde etme uğruna bireyi edilgenleştiren farklı manipülasyon teknikleri, Nazi Almanyası’nda yoğun ve sistematik bir şekilde kullanılmıştır. Almanya’da 1933 yılında sırf insanlara kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve halkın sadakatini kazanmak için özellikle de ırkçılık temelinde propagandalar yapılmış; propagandaların güçlü bir şekilde yapılması için de “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” kurulmuştur. Dr. Paul Joseph Goebbels’in sorumluluğundaki bakanlık, iktidarın kalıcılığı ve meşruluğu için gazete, dergi, kitap, miting ve toplantılar, sanat ve radyo gibi Almanya’daki her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirmiştir. Nazi inançlarına veya rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramıştır. Ayrıca en çok tercih edilen propaganda türlerinden biri olan korkuya başvurma yöntemi kullanılarak “Müttefikler Alman halkını yok etmeyi amaçlıyor” iddiası ile halkın desteğini ve sadakatini sağlamaya çalışmıştır.
Kapitalizmin rekabete dayalı çıkarcı ekonomisi insanları daha kolay sömürebilmek için propaganda yerine halkla ilişkiler kavramını oluşturmuş ve geliştirmiştir. Manipülatif pek çok öğe barındıran, olumsuz yönde propagandalar içeren halkla ilişkiler kavramı; kapitalizmin işleyebiliyor olmasına katkılarını sunmaktadır. Kapitalizmin kurumlarının halkın birincil taleplerine “nesnel” yaklaşması üzerinden söylem üreten halka ilişkiler, sadece kendini tanımlaması ve anlamlandırmasıyla bile ciddi bir manipülasyon gerçekleştirmektedir.
Manipülasyon kapitalist sistem için güçlü bir araçtır. Gerçeklikten uzak olarak ürettiği bir takım olgular ve genellemelerle sistemin sorgulanmasının da önüne geçmektedir. Bu genellemelerden en önemlisi, bireyin özgürlüğü durumudur. Fakat bu özgürlük, kapitalizmin savunduğu şekilde rekabetçi ve çıkarcı bireylerin özgürlüğüdür.
Bireyi edilgenleştiren olumsuz propagandanın ve doğal olarak manipülasyonun yayılması için çok farklı araçlar kullanılabilir; haberler, devletin resmi tarihinin yazılması, kitaplar, filmler, reklamlar, radyo, televizyon ve internet gibi…
Manipülasyon ve medya sıklıkla birlikte kullanılan iki kavramdır. Medyanın inandırıcılığı göz önünde bulundurulduğunda bu kullanımın nedeni daha iyi anlaşılabilecektir. Medya, yeni bir gerçekliğin yaratılmasında, dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve ilgisizleştirmede başarılı olmaktadır. Örneğin, bölünmüşlük yöntemiyle, kimi toplumsal ve siyasal olayların haberlerinin reklamlarla veya alakasız haberlerle kesilip dikkatlerin o konuda toplanması engellenir.
İktidar ve rant mücadelelerinde sıkça kullanılan manipülasyonla olumsuz bir propaganda hattı yürütülmektedir ve bu durum gerek devletlerin kendi tarihlerinin oluşumunda ve yazımında, gerekse sistemin meşruluğunu sağlayan “nesnel gerçeklik”lerde gizlenmektedir.
Tüm bu vurgulananlar üzerinden sorgulanması gereken; kapitalizmin ve devletlerin “nesnel gerçeklikleri”nin, manipülasyonlardan ne kadar bağımsız olabileceğidir. Manipüle edilmemiş bir gerçeklik arayışı olabilir mi?
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Manipülasyon ” – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Haydi Türkiye bu 100 yılda gelen bir şans, kullan bu şansını ve kır iç-dış siyasal-ekonomik-finansal vesayeti! Yaşasın tam bağımsız cihanşümul büyük Türkiye!” -Yiğit Bulut-
Bir insan isterse her şeyi yapabilir, her alanda yetkinleşebilir diyor Leon Battista Alberti. Alberti, İtalyan Rönesansı’nın önemli isimlerinden birisi. Yazar, şair, sanatçı, mimar, dilbilimci ve filozof… On parmağında on marifet. Alberti’nin olduğu gibi farklı alanlarda yetkinleşmiş bu çok yönlü insanları nitelemek için kullanılan bir kelime var; polymath. Birebirinden farklı birçok disiplinde çok bilgili ve yetkin olan kişi anlamına gelen sözcük 17. yüzyılda kullanılmaya başlıyor. Rönesansın ve Aydınlanmanın “ideal insanı”nı tanımlamak için kullanılan sözcük, bu dönemde bilim ve sanat alanında ön plana çıkan büyük düşünürlerden bahsedilirken sıkça kullanılır. Biz de polymath’ı karşılamak için kullanılan bir kavram var: Hezarfen. Hezar Farsça‘da bin, fen de Arapça ‘da bilim anlamına geliyor. Yani binbilimle uğraşan kişi…
Mevcut siyasi iktidar, kendi döneminin rönesansını mı yaşıyor olduğunu zannettiğinden ya da başka bir sebepten mi bilinmez ancak; polymath’larını bir bir sahaya sürüyor. Örneğin Rasim Ozan Kütahyalı… Kütahyalı’nın yetkin olmadığı konu yok. Siyasetten futbola her konuya ilişkin fikri ve bu geniş alanda hareket edebilen uzun elleri var.
Kütahyalı’nın ekonomist versiyonu olan Yiğit Bulut, farklı alanlardaki yetkinliğinin karşılığını Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı olarak almış görünüyor. Ekonomi haberleri sunuculuğundan başdanışmanlığa giden yolda, farklı alanlarda yetkinliğini iyi kullanmış!
Tarihten yakın/uzak dönem siyasetine, ekonomiden uluslararası ilişkilere, kamu yönetiminden din bilimlerine varıncaya geniş yelpazesine sığdırdığı sonsuz bilgisiyle siyasi iktidarın ekonomik-politik perspektifini yaratıyor.
Turbo Kapitalizm
Ana akım medyanın neredeyse hepsi iktidar tarafından yönlendirildiğinden artık gündem sözcüğü anlamsız. Hele bir de Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanıysanız, söylediklerinizin, yazdıklarınızın gündem olmama ihtimali var mı?
Bunun bilinciyle olsa gerek, Yiğit Bulut devletin attığı her adımı anlamlandırmaya, haklılaştırmaya ve mantık yüklemeye çalışıyor. Doktrin üstüne doktrin, tez üstüne tez… Danışmanlık yaptığı zat-ı muhteremle aynı retoriği tutturmaya özen gösteriyor.
Bulut’un bir ay içerisinde üstünde durduğu en önemli mesele, TC’nin batı politikası… Mevcut iktidarın (tabi burada artık iktidardan anarşistlerin kastını neden ısrarla sadece hükümetle ilgili olmadığını, Tayyip Erdoğan’ın hükümet üstü konumundan daha iyi anlayabiliriz) yakın dönem hamlelerini okuyabilmek adına ne yazık ki Bulut’un yazdıkları az da olsa önem taşıyor.
Tabi bunu yapabilmek için Yiğit Bulut retoriğine biraz bulaşmış olmak gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dış politikada yönünü şaşıran TC’nin, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı burjuva sınıfına ve onların uzantısı olan siyasetçilere teslim olduğu bir TC tarihi teziyle yola çıkıyor Yiğit Bulut. Erdoğan’ın ağzından düşürmediği faiz lobisi ve dış güçler gibi kavramlara bir tarihsellik de atfetmiş oluyor. Ve tabi şu an küresel kapitalizmin parçası haline gelmiş olan sermayedarlar da bu tarihsellikten nasibini alıyor.
Dış odakların tezgahları, bu tezgahın parçası olan türeme taşeronlar, sanal kamuoyu… Bu yeni terimlerin hepsi, Bulut’un Turbo Kapitalizm diyerek, kapitalizmin son aşaması tartışmalarına son noktayı koyduğu yerli yapım olan kavramlaştırmasının alt başlıkları…
Ancak şunu hemen belirtiyor. Burada eleştirilen ve yoğunluklu olarak batıyla ilişkilendirilen kavramın, ABD ile herhangi bir ilişkisi yok. Bu turbo durumun nedeni Avrupa, özelinde Almanya ve İngiltere… Osmanlı’dan kalan bir dava…
İngiliz Emperyalizmine Karşı Başkan Obama
ABD ile nasıl ilgili olsun? Bulut’a göre Obama’nın başkanlığı İngiliz Emperyalizmi’ne karşı ABD’de ezilen halkların en büyük cevabı… Dolayısıyla batıda TC’ye bir müttefik aramak gerekiyorsa bu ABD’den başka bir devlet olamaz.
Yeni Dünya Düzeni (bu polymath’ların en çok sevdiği kavramlardan biri) içerisinde Avrupa’ya artık yer yok. Yeni dengede ABD ve Rusya gibi devletlerin yanı sıra TC’ye de yer var. Överek bitiremediği Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki başarılarıyla, bu yeri TC’nin kazandığını her yazısında vurgulayan Bulut, denge siyaseti izlemenin en doğru hamle olduğu kanaatinde.
“Türkiye batıdan doğuya doğru kayıyor diyenlerin anlayamadıkları şey, batı diye neyi işaret ettiğimiz” diyen Bulut, 200 yıldır yaşadığımız topraklara en büyük kötülükleri yapan İngiltere ve Almanya’ya yönelik tarihsel kini her fırsatta kusuyor.
AB sınırı aştı, sınırlarını öğrenecek! Yesinler sizi insanlık örneği Avrupa! Çanakkale Geçilmez Doktrini… Bulut’un son ayda yazdığı yazıların başlıklarından birkaçı… Bu söylemsel sertlik bir yerden tanıdık geliyor ama kim kime danışmanlık yapıyor çok anlaşılmıyor.
Tam Bağımsız Türkiye
Erdoğan’ın iktidarı eline geçirmesiyle başlayan süreci, TC’nin bağımsızlaşma süreci olarak gören Bulut, tam bağımsızlık şartının başkanlık sistemi ve yeni anayasa merkezli bir devlet olduğunu vurguluyor. Anlaşılan Başkanın Başdanışmanı olmanın hazırlıklarını yapıyor Bulut.
Sınırsız hayal dünyası, kadim öfkesi, dünya ekonomisine yönelik içgüdüleri, sayısız komplo teorileri… Bulut, devlet zihniyetinin sözcüsünden başka bir şey değil. Yeni kavramlar, yeni anlamlar türetmeyi iyi öğrenen siyasi iktidar, sözcüleri vasıtasıyla düşman yaratma politikası üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. Yegane meşruluğunu dayandırdığı şey olağanüstü durumlara müdahil olabilme kapasitesi olan devlet, sürekli bir düşman (ekonomide faiz lobisi, dış odaklar, yabancı sermaye ile ilişkili yerel sermayedarlar; dış politikada Almanya, İngiltere gibi devletler; iç politikada dıştan yönlendirmeli illegal güçler…) politikası üzerinden imitasyon durumlarının peşinde kendi iktidarlı konumunu stabil tutmaya çalışıyor. Bütün bunları yaparken de turbosunu eleştirdiği kapitalizmin özgün versiyonunu hegemonyasını sürdürdüğü coğrafyada kendi istediği şekilde işletmeye devam ediyor.
Ancak açık olan bir şey var, yaratılmaya çalışılan iç politikanın da dış politikanın da özü bir düşmana karşı savaş durumuna endekslenmiş konumda. Devletin bu politikalarında ön plana çıkan isimler, sürekli şekilde düşman yaratan, savaşa hazırlanan söylemler üretenler… Devletin bu söylemlerle kendisini kurmasına ihtiyacı var; mantıksızlığın bir mantığa ihtiyacı var.
Çünkü olur da bu mantıksızlık anlaşılırsa…
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kapitalizmin Yapıbozumu BAUHAUS” – Deniz Tanfener appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Evet, yavaş yavaş mobilyacıların, nalburların, marangozların yerini bu devasa marketler alıyor. Her şey belirli bir merkezde toplanıp tüketilmesi kolay hale getiriliyor. Başka bir deyişle, nakitler bu tekellere akarken, üretim nesneleri daha kolay satılır hale getiriliyor. Mobilyalar sözde kişileştirilirken ya da “sanat” haline getirilirken, gündelik yaşamın ekolojisi AVM’lere ve diğer tüketim cennetlerine sıkıştırılıp yok ediliyor.
Bunlar bildiklerimiz, bilmesek bile yavaş yavaş kapanan mahalle esnaflarının yerini alan bu soğuk cennetlerle her çarpıştığımızda alttan alta hissettiğimiz bir şey.
Yalnız bu marketlerden birinin biraz farklı bir hikayesi var. Günümüzde yapı market şirketi olan “Bauhaus’’ adını kelime kökeni olarak “bauhütte’’ kelimesinden almıştır. Bauhütte kelimesi, ortaçağda kapitalizm öncesi üretim koşullarında, kilise yapımlarında kullanılan “yapı kulübesi” anlamına gelmektedir. Adından belli olacağı üzere, Bauhaus yapı ile ilgilenen bir kurum ama tabii ki bir yapı market değil. Bir sanat okulu. 1918 yılında kurulan bu okul yenilikçi bir sanat anlayışıyla ilerlemiş, çok başarılı sanatçılar ve mimarlar yetişmiştir. Mimariye olan katkıları tiyatro sanatında da fazlaca etkilerini göstermiştir. Tiyatroyu çerçeve sahneden kurtarmış, yerine çember ve arena sahne anlayışını getirmiştir. Kostümler üzerine de değişiklikler getirmiştir Bauhaus. İşlevsel olan ile estetik olanı bir araya getirmiştir. Dünya sanatına en büyük katkısı da budur.
Her ne kadar bir okul olarak anılsa da, ortaçağın komünal atölyelerini andırmaktadır. Zaman zaman dışavurumcu etkiler gösterse de komünist olmakla itham edilmiş, dönemin devlet adamları tarafından defalarca hedef gösterilmiş, sonunda 1933 yılında 200 polis tarafından kuşatılarak, kapatılmıştır. Daha sonradan bazı üyelerin katılımıyla, başka bir isimle kendini sürdürmüştür.
Estetik ile işlevselliği bir araya getiren bir akım, tabi ki kapitalizm için bulunmaz bir nimettir. Yani bu akımın, bir market zinciri olarak karşımıza çıkmasının en temel sebebi budur. Çünkü kapitalizm, dokunduğu her şeyi dönüştürür, kendinde anlamlı olan her bir nesneyi, bir kâr nesnesi haline getirerek içini boşaltır, koflaştırır gerçek anlamından kopartıp, market raflarına dizilmiş ambalajlı saçmalıklara dönüştürür.
Her ne kadar o bize hayatımızı kolaylaştırdığını söylese de asıl yaptığı şey yaşamı çalmak, doğrusu “şey”lerin içindeki yaşamı öldürüp içine kocaman bir hiçlik yerleştirmektir. Tabi ki, bir domatesin, bir ağacın ya da bir taşın kaçamadığı dönüşümden kısmen sanat da kaçamamış, bir sanat akımı olarak yola çıkan Bahaus, bir yapı marketine dönüşmüştür.
Deniz Tanfener
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kapitalizmin Yapıbozumu BAUHAUS” – Deniz Tanfener appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>