The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi?
“Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu.
Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen dünyayı dolaşan dümeni elinde bulunduran insanı yüceltmek istiyoruz.” diyerek amacını ortaya koymaktaydı. 20. yüzyılın henüz başlarındayken, hızın kontrolünü elinde bulunduran ve diğer yandan o hıza ayak uyduran insanı sanata konu haline getirmişti. Bu, Marinetti’nin ve dolayısıyla fütürizmin, kendinden önceki akımları sanatın tüm alanlarında yok saymasını beraberinde getirmişti.
Müzeleri ve Kütüphaneleri Yerle Bir Etmek
Fütürizmin ilk örneklerinden itibaren görebileceğimiz bu yok sayma, fütürist eserlerde eski olana karşı yeninin savunulmasıyla açığa çıkmaktaydı. Durağanlığa karşı hareket, ilerleme ve hız; portre ve manzaralara karşı makineler ve teknoloji. Fütüristlerin, eskiyi sürdüren yapılar oldukları için müzeleri ve kütüphaneleri yıkma isteği de burayı işaret ediyordu.
Boccioni’nin “Kent Yükseliyor” isimli tablosu fütürizme dair ortaya çıkan ilk eserlerden biriydi. İsminden de anlaşılacağı üzere eser, kentin insan yaşamıyla kesiştiği hızlı yaşama, ilerlemeye, makineleşmeye ve endüstriyel üretime bir övgüydü.
Giacoma Balla’nın ise 1912 yılında yaptığı “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”inde anlaşılmaya yeterince açık olmayan bu övgü, yayınladığı Fütürist Resmin Teknik Manifestosu’nda ve Balla’nın diğer eserlerinde açıklığa kavuşuyordu.
Savaş Güzeldir, Çünkü Çiçekler Açan Bir Çayırı Mitralyözlerin Ateşten Orkideleriyle Zenginleştirir…
1. Dünya Savaşı’na kadar etkisi süren fütürizm, bulunduğu coğrafyalarda, özellikle İtalya’da, yalnızca hız ile özdeşleşmekle kalmamış; sonuna kadar savunduğu teknolojinin, savaş dönemlerinde ürettiği silahları da saldırganlığa övgüsüyle savunmuştu. Bu yüzdendir ki savaş, ırkçılık ve faşizmle de doğrudan ilgisi bulunmaktaydı. Paul Virilio’ya göre ise bu itki teknoloji ve faşizmin kaçınılmaz bağdaşıklığından kaynaklanmaktaydı. Diğer bir deyişle teknoloji hakkında iyimser olanlar faşizmle de yakından ilgiliydi. Oysa gerçek sanatçının teknolojiyle ilişkisi Virilio’ya göre onu deforme etmek üzerinden olmalıydı.
Fütürist Manifesto’da faşizm pek çok farklı şekilde dile getirilmekte ve faşizmin karşısında bulunan tüm hareketlerin yok edilmesi gerekliliği vurgulanmaktaydı: “Savaşı yücelteceğiz (dünyanın tek hijyen yöntemi); militarizm, vatanseverlik, özgürlüğün yıkıcı tavrı ve kadınlar uğruna ölmeye değer ölümcül güzel fikirler taşıyacağız.” ve manifestoyu yazan Marinetti ekliyordu: “Savaş, gün ışığını gören en güzel fütürist şiirdir.” 1. Dünya Savaşı’nın ardından kübizme teknik olarak bıraktığı bu savaş övgüsü fütürizmin son dönemlerine dek etkisini sürdüren bir odak noktası oldu.
Makineleşen İnsan, İnsanlaşan Makine… Hız ve Durağanlık
Paul Virilio 1990 yılında yayımlamış olduğu “Kutupsal Durağanlık” kitabında teknoloji, enerji ve hızın bir tür durağanlığa sebep olduğunu söylüyordu. 20. yüzyılın teknolojik kazaların yüzyılı olduğunu söylerken de anlaşılacağı gibi her yeni teknolojik gelişmenin beraberinde olumsuzluklar getirdiğini ve genel anlamıyla bir olumsuzluğun da hızın sebep olduğu durağanlık olduğunu kastediyordu. “Örneğin uçakta oturup ekranları izleyen pilotun durağanlığı. İnsanlar seyahat etmenin ne kadar hızlı gerçekleştiğinden bahsederek memnun oluyorlar ancak bir tür felce sebep olduklarının farkında bile değiller.” Telekomünikasyonun da büyük bir felce sebep olduğunu belirten Virilio, makinelerin hızla gerçekleştirdikleri işleri yalnızca izlemekle yükümlü insanın halini durağanlık olarak adlandırıyordu. Eylemler, eylemleri hızla gerçekleştiren etken bir makine ve olup bitenlere müdahalesi olmaksızın edilgenleşen, durağanlaşan insan.
Dünden Bugüne, Bugün de Makine
Fütürist bir yaklaşım olduğu belirtilmeden ve fütürist olma iddiası taşımadan gerçekleşmiş olsa da bedenini karmaşık operasyonlar, prostetikler ve robot kolları ile modifiye eden Stelarc’ın performanslarında teknoloji, makine ve hıza övgü görülür. Bedenin, insanla bedenin kurduğu ilişkinin çağa uygun olmadığı düşüncesiyle gerçekleştirilen performanslarda Stelarc’ın yapmaya çalıştığı şeylerden biri de bedenin makine ile uyumlu hale getirilmesidir. Kendi ifadesiyle beden, şekil ve işlev olarak yetersiz ve şu an içinde yaşadığı kompleks teknolojik dünyada var olan makinaların hassasiyeti, hızı ve gücü ile yarışamayacak bir yapıdadır.
Farklı dönemlerde ortaya çıkmış olsa da Fütürist sanatçılar ile Stelarc arasında gözle görülür bir ilişki söz konusu. Her ikisi de sanatın nesnesi haline getirdiği makineye bir tapınma gerçekleştirirken bu tapınma karşı konulmaz olarak hız kavramını bizim karşımıza çıkarır. Şimdilik makineyi kullanma işlevine sahip insan, asla makineye üstünlük sağlayabilme pozisyonuna erişmemiştir. Dolayısıyla fütürizmde yapılan bu tespit daha sonraki dönemde Stelarc’ın insanı, teknolojiye ayak uydurmak zorundalığıyla gelişmek ve ilerlemek için tasarlanmış ve tek işlevi bu olan bir prototip olarak algılamasıyla tekrar ortaya çıkmış olur. Bu gelişme ve ilerleme ise hız ile doğru orantılı bir çizgisel düzlemde yer almaktadır.
Sanayi Devriminde Hızlı Üretim, Hızlı Tüketim, Daha Çok Hareket
Fütürizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildi elbette. Üretimin ve tüketimin; yaşam biçimlerinin tamamen başkalaşmasını beraberinde getiren Sanayi Devrimi hemen bu dönemin öncesinde 18. yüzyılda kendini göstermiş ve 19. yüzyılın sonlarına kadar hızla coğrafyalara yayılmıştı. Sanayi Devrimi her şeyden önce daha hızlı üretim demekti. Dolayısıyla bu, bir insanın tek başına ürettiği ürünün kat kat fazlasının daha kısa bir sürede üretilmesi anlamına geliyordu. Fütürizmin insanı yetersiz görecek derecede makineye tapınması, bir anlamda Sanayi Devrimi’nde inanılmaz bir hareketliliğe sebep olan makinelerin icadı ve kullanımıyla ilişkiliydi. Makinelerin ürettiği bir ürünün yine makineyle hızlı bir şekilde taşınması, hızla işleyen tüketim süreci ve her defasında tekrar eden bu hız döngüsü fütüristik eserlerde rastlanan arabaları, edebi eserlerde yer alan insanı makineye benzetme sanatını ve kentlere yapılan övgüyü açıklamamıza yardımcı oluyor.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber ürettiği her şeye yabancılaşan insanın, elbette kendini dışavurmanın bir yöntemi olarak görülebilecek sanatla da kurduğu ilişki aynı kalamazdı. Sanatın anlamı, eylenişi, işlevi zamanla farklılaşıp değişecekti. İktidarların kendi gücünü sembolleştiren eserleri yaptırdığı, egemen olduğu kimselerden saray içinde vakaları en ince detayına kadar çizenlere… Sanat zaman içerisinde yalnızca kişinin kendi ifadelerinin bir biçimi olarak değil aynı zamanda farklı birçok amaca da hizmet eden bir hal aldı.
Fütürizm aslında yabancılaşmanın belli bir oranda yansımasıdır. İnsanın kendi doğasına yabancılaşmasının, makine insan olmasının ve kendine özgü ifade biçiminin dış dünya ile doğrudan ilişkilenmesi, ondan ayrılamamasıydı…
Sanayi devrimiyle beraber yabancılaşma ne kadar hız kazanmışsa, üretilen şeyler üreten kişinin onda yarattığı özgürlükle değil ürün olarak değerlenmiş ve görülmüş olması da aynı şekilde hız kazanmıştır. Haliyle sanat da içinde bulunduğu çağın hızına maruz kalmış ve yabancılaşmaya uğramıştır.
Geçmişte makineleştirilmeye çalışılan insanın yerini günümüzde robotların almaya başlaması hiç kuşku yok ki fütürizmi daha fazla etkileyecektir. Robotların meydana getirecekleri eserlerin, Yunan heykellerinden daha güzel olup olmadığı tartışmasını insanların mı yoksa robotların mı yapacağınıysa çok geçmeden göreceğimizi iddia edebiliriz.
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarihsel İlerlemecilik ve Marksizm – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarih boyunca her dönemde gelecek üzerine kaygı duyulmuş ve bu kaygılar nedeniyle geleceği değiştirmenin yolları aranmıştır. Ancak bu arayış hiçbir zaman “Aydınlanma” altyapısıyla kendini oluşturan pozitivizmden etkilenen kişiler kadar öne çıkarılmamış, bu konuda bir yol haritası çizilmemiştir. Son raddesine bilimsel sosyalizmde ulaşan bu düşünce akımları masa başında oluşturulduğu kadar kolay hayata geçirilememiş, milyonlarca insanın hayatında doğrudan etkilere yol açmıştır.
Pozitivistler, Saint-Simon’dan oldukça etkilenen en ünlü pozitivistlerden Auguste Comte’un da belirttiği gibi, insanlık tarihini uygarlığın aşamalı olarak ilerleyişi olarak görmüştür. İçinde yer aldığı Batı uygarlığını baz alarak görüşlerini oluşturduğu açık olan pozitivistler, tarih boyunca dini baskılardan uzaklaşılarak bilimsel dünya görüşüne göre ilerlenildiğini iddia etmişler ve bilimi sürekli ön plana çıkarmışlardır. Çoğunlukla toplumsal farklılıklar görmezden gelinmiş ve bilimsel ilerleme bir inanç haline gelmiştir. Örneğin pozitivizmin kurucusu olarak da kabul edilen Saint-Simon insanın toplumsal tarihinin üç ayrı aşamadan, yani sırasıyla çoktanrıcılık/kölelik, teizm/feodalizm ve pozitivizm/endüstriyalizm evrelerinden geçtiğini öne sürmüştür. Bilimsel düşünceye dayanan bir toplum bilimi kurmanın zamanının geldiğini söyleyen Saint-Simon’un öğrencisi Auguste Comte da sosyolojinin diğer bilim dalları arasında yerini almasını amaçlamış ve çalışmalarını buna göre şekillendirmiştir. Saint-Simon ve Auguste Comte’un bu görüşleri zaman içinde birçok ismi etkilemiştir. Toplumsal değişimlerin hızını yeterli görmeyenler, iktidarlarını korumak için bilimi kullanarak kendi ideolojilerindeki dünyanın hızlıca oluşturulabileceğini iddia etmekten de geri durmamışlardır. Bu düşünceleri takip etmek için Aydınlanma düşüncesine kadar gitmemiz gerekir.
Aydınlanma Düşüncesi ve İlerleme Fikri
Aydınlanma düşüncesi, tarihsel süreç içinde aklın hiç olmadığı kadar öne çıkarıldığı, aklını kullanmanın en yüksek değer olarak görüldüğü bir düşünce biçimidir. Aynı zamanda “Akıl Çağı” olarak adlandırılan Aydınlanma düşüncesinin tarihsel arka planına baktığımızda Rönesans’ı, bilimdeki ilerlemeler ve Reformasyon’u, matematik ve felsefedeki gelişmelerin doğrudan etkisini görmekteyiz. Fransız Devrimi ile birlikte “kitlelerin”, büyük insan topluluklarının tarih sahnesine çıkmasıyla özgürlük için verilen mücadeleler de Aydınlanma düşüncesini etkileyen büyük tarihsel gelişmelerdir. Ancak özgürlük uğruna despot yönetimlerden kurtulmak adına başlayan mücadele, akılcılık ve ilerleme söylemleri içinde başka bir despotluk biçimine dönüştürülmüştür. Bu dönüşümde kendilerini “aydın” olarak konumlandıranlar, dünyayı ileriye doğru yönlendirmeyi amaçlamışlardır. Aydınlanma düşüncesi dönemin sanatçıları, bilim insanları, hukukçuları ile filozoflar tarafından hep birlikte yaratılmıştır; bu nedenle farklı görünümler edinmiştir.
Tipik aydınlanmacı tarih görüşü, her aşamanın “kendiliğinden” daha ileri olarak değerlendirilen aşamaya ulaşacağını ve sonuç olarak ilerleme diye tanımlanan bütünlüğü oluşturacağı yönündeydi. İlerleme fikri, toplumsal yaşamda ve felsefi düşünce tarihinde en uç noktasına Aydınlanma yüzyılında kavuşmuştur. İlerleme fikri Aydınlanma için bilginin birikimselliği ve insanın etrafındaki tabiattan maddi zenginlikler üretmesine yardım edecek araçların (teknoloji) gelişmesiyle mümkün ve kaçınılmaz olan bir süreci işaret etmiştir. İlerleme, aklın kullanımının yaygınlık kazanmasıyla birlikte insanlara daha mutlu, daha ahlaki ve medeni bir hayatı vaat etmiştir. Bu fikir kendinde, tarihsel süreç içerisinde “kötü” olarak görülen şeylerin tedricen ortadan kalkarak yerlerini “iyi” olarak nitelendirilen şeylere bırakacağı inancını ve bu eğilimin yine tarihsel süreç içerisinde sonsuza kadar devam edeceği ümidini taşımıştır.
Bunda önemli tarihsel gelişmelerin oldukça büyük payı olmuştur. 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimleri büyük gelişmeler göstermiş ve bu bilimlerin teknik buluşlar yoluyla toplumsal yaşama sağladığı katkılar, özellikle 18. yüzyılda Avrupa’daki aydın çevrelerde bir ilerleme inancı doğurmuştu. Ancak bu düşünce sadece aydın çevrelerle sınırlı kalmayıp tarihte “Aydınlanmış Despotlar” olarak bilinen çeşitli devletlerden hükümdarları dahi etkisi altına almıştır. Teknik buluşlar ve bilimdeki ilerleme Avrupa’nın hemen her yerinde aynı düzeyde ilerlememiş, bazı devletler diğerlerine göre geri kalmıştır. Bu nedenle bir an önce bu “geri kalmış devletler”, “modern devletler”le yarışabilmek için bir şeyler yapmak zorunda kalmışlardı ki bu durum karşımıza aydınlanmış despotları çıkarmıştır.
Aydınlanmış Despotizm
“Aydınlanmış despotizm” kavramı ile Prusya, Rusya, İspanya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde iktidarı elinde bulunduranların toplumsal düzeni geliştirmeye yönelik eylemleri anlatılmaktadır. Aydınlanmış despotların belirleyici özelliği “aydınlanma” felsefesinin ilkelerini paylaşan bir zemine yaslanmış olmalarıdır. Böylelikle kurumsal olarak kiliseye, toplumsal tabaka olarak da ruhban sınıfına karşı, ticaret ve mübadelenin geliştirilmesi ve eğitimde reformlara gidilmesi (örneğin zorunlu eğitimin sanayide ihtiyaç duyulan nitelikli insanın yetiştirilmesi için kurulması) sağlanmış olmaktaydı.
Bu “Aydınlanmış Despotlar” reformlarını otoriter biçimde dayatan ve uygulayan yöneticilerdi. “Aydınlanmış Despotizm”in çok önemli bir yönü de çeşitli reformlar gerçekleştirilerek kendilerine karşı oluşabilecek başkaldırının önüne geçmek için giderek artan bir otoriterleşmeyi de temsil etmeleridir.
Bu otoriterleşme sadece devletlerin topluma karşı uyguladıkları baskıda değil fikirsel ayrılıklarda da kendisini göstermiştir. Aydınlanma olarak adlandırılan dönemlerde en önemli tartışmalarını toplum sözleşmesinde bulan ve modern devletin şekli şemali üzerine dönen tartışmalar otoriter bir biçim almıştır. Buna karşın özgürlüğü en yüksek değer olarak gören sesler de yükselmiştir.
Demokrasiyle Kol Kola Yürüyen Milli Devletler Doğuyor
Hemen hemen her yeni gelişimin bir ilerleme olarak görüldüğü bu dönemde aydınlar tarafından örneğin milliyetçi devletlerin oluşumuyla birlikte ekonomi ve teknikte gelişmelerin yavaşladığı gözden kaçırılmış veyahut görmezden gelinmiştir. 18. yüzyılın sonlarından başlayarak daha sonra topyekun savaşa kadar uzanacak olan savaşlar özellikle 19. yüzyılı oldukça etkisi altına almıştır. Fransız Devrimi de bu anlamıyla kraliyet fermanlarının genel irade tarafından yırtılıp atılmasını simgelemektedir.
Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleriyle bilinen Fransız Devrimi, cumhuriyetçiler için tarihteki en büyük ilerlemelerden biri olarak kabul edilirken aslında zayıflamakta olan iktidar fikrini yeniden güçlendirmiştir. Özellikle dini baskılara karşı olduğu söylenen devrimin getirdiği tarihsel koşullar devleti kilisenin yerine koyarak milliyetçiliği -deyim yerindeyse- yeni bir din olarak tarih sahnesine çıkarmıştır. Ve bunu da bilimsellik iddiasıyla yapmıştır.
Bilimsel Tarih Anlayışı
19. yüzyılda, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da, Sanayi Devrimi’yle birlikte bilimsel gelişmelerin ekonomiye ve günlük hayata yansımaya başlaması, insanlarda “bilimsel bilgi ve yöntemlerin evrenin tüm sırlarını çözeceği” ve “insanlığı daima ileriye götüreceği” yönünde büyük bir inanç oluşturdu.
Tarihçiler de aynı bakış açısıyla, tarih yazıcılığını bilimsel ilke ve kurallara oturtarak, bilimsel nesnelliğe sahip bir tarihsel bilgi üretimi arayışına girdiler. 19. yüzyıldaki bu “bilimsel tarih” arayışı, iki farklı yaklaşım üretti. Bunlardan biri, doğa bilimleri yöntemlerinin tarihyazımı alanında uygulanmasını; diğeri de tarihin kendine özgü bilimsel yöntemleri olan bağımsız bir beşeri bilim dalı olması gerektiğini savunuyordu.
Auguste Comte, öncülüğünde gelişen Pozitivizm yaklaşımı, doğa bilimlerinde uygulanan ilke ve yöntemlerin tarih gibi beşeri ve sosyal bilimlere de uygulanmasını savunuyordu. Buna göre her türlü bilgi, doğrudan gözlemlenebilen olgulara dayanmalı ve bilimsel çalışmaların temelinde yatan genel kanunların keşfine yönelik olmalıdır.
Doğa bilimlerinin doğanın kanunlarını bilimsel bir şekilde açıklaması gibi, sosyal alanlarda da bilimsel metotların kullanılmasıyla insanlık ve toplum yapısını belirleyen kanunlar bilimsel ve kesin bir şekilde ortaya konulabilirdi. Böylelikle tarihsel gelişimin değişmez kanunları keşfedilebilirdi.
Bilimsel Tarihin Bir Uzantısı: Bilimsel Sosyalizm
Saint-Simon’dan etkilenen tek isim Auguste Comte değildi. Auguste Comte’un düşüncelerinin de oldukça etkisinde kalan bu isimlerden biri de Karl Marx’tır.
Marx, Engels ile birlikte yazmış olduğu Alman İdeolojisi adlı kitabında “Doğa için doğru olan, bu yüzden de tarihsel bir gelişme süreci olarak kabul edilen şey, bütün dalları içinde toplum tarihi ve insansal şeyleri işleyen bilimlerin tümü için de doğrudur.” demektedir. Karl Marx, yaşamış olduğu 19. yüzyılda sosyalizmin otoriter niteliğini ön plana çıkaran çalışmalarda bulunmuş bir isim olarak her zaman bilime başvurmuştur. Hatta bununla kalmayan Marx ve Engels “Biz yalnızca bir bilim tanırız. O da tarihtir.” diyerek geleceğe dair görüşlerini “aksi ispatlanamaz” hale getirmeye çalışmışlar ve bir o kadar da bunda başarısız kalmışlardır. Bunun ilk akla gelen örneklerinden biri, Komünist Manifesto’da burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle milletlerin de zaten kaybolduğunu iddia etmiş olmalarıdır. Ancak 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda da görüldüğü üzere milliyetçilik hiç olmadığı kadar yükselmiş ve özellikle faşizm adı altında milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştır.
Bu bilimsellik iddialarına rağmen yaşamış oldukları trajedileri, kendi düşüncelerinde kalmamış; bilimsel sosyalizmi dilinden düşürmeyen Lenin’in yazılarında komedi olarak tekerrür etmiştir. Marksizme göre tarihte devrimci bir rol oynayan burjuvazi, iktidara geldiği her yerde tüm feodal ilişkileri darmadağın etmiş ve tarihi ilerleten en büyük güç olmuştur. O kadar ki marksizme göre burjuvazinin Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamaları dahi “ilerici” olarak değerlendirilmiştir. Ancak tarih böyle durmayacaktır. Burjuvazinin ilerici özellikleri bunlarla kalmıyor; burjuvazi, kendi mezar kazıcılarını da üretiyor. Bu nedenle tarihsel süreçte burjuvazinin yıkılması, komünizme giden yolda bir durak oluyor. Yani komünizme varmak için en azından feodalizmden kapitalizme, kapitalizmden de sosyalizme geçmek gerekiyor. Hiç kuşku yok ki tarihsel ilerlemeci bu görüşün komedisi, Lenin’in 1917’yi takip eden yıllarda tarihin tekerlerini hızlandırma çalışmalarında ortaya çıkıyor. Çünkü Marx ve Engels devrimin Avrupa’nın en gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayıp yayılacağını iddia etmişlerdi ancak Rusya’da toplumsal bir devrim söz konusuydu.
Rus Devrimi’nin Krizi: “Gerçekleşmeyen” Burjuva Devrimi
Rusya’da Şubat Devrimi gerçekleşmiş ve Çarlık devrilmişti. Ardından Çarlık iktidarı yerine Kurucu Meclis toplanana kadar Geçiçi Hükümet denilen bir hükümet oluşturuldu. Bu hükümet aslında toplumsal devrim sürecinde halk tarafından özörgütlülük sonucunda elde edilen kazanımları kararnamelere bağlamaktan öte birşey yapmıyordu. Ancak devletler tarafından aynı ay içerisinde resmi olarak tanınması dahil birçok yönden meşru olarak kabul edilmekteydi. Toplumsal devrim sürecinde bir başka etkin güç olarak Petrograd Sovyeti ortaya çıkmıştı. Belirtmek gerek Petrograd Sovyeti, tek bir siyasi partinin elinde değildi. Petrograd Sovyeti, devrimin başlarında toplumsal devrimin en önemli göstergelerinden biriydi.
Var olan politik tartışmalardan faydalanmaya çalışan Lenin’in gözü -Bolşevikler sayısal olarak çok düşük olmasına rağmen- iktidardaydı. Lenin’in önündeki en büyük sorunsa politik konjonktürden öte tarihsel ilerlemeci marksist öğretiydi. Marksist öğretiye göre feodalizmden burjuvaya geçiş yapılmadığı için doğal olarak “kapitalizm kendi mezar kazıcıların üretemediği için” sosyalist bir aşamaya da geçilemeyecekti. Yani öncelikle burjuva devrimi yapılmalıydı. Ekim Devrimi’ne giden süreçte yazmış olduğu Nisan Tezleri’nde Lenin, devrimin birinci aşamasının gerçekleştiğini yani devlet iktidarının burjuvaziye geçtiğini belirtti. Ancak bu durum marksist Lenin’e yetmiyordu. Lenin’in tarihsel süreci bekleyecek ne zamanı ne sabrı vardı. Ona göre bir an önce iktidar ele geçirilmeliydi. İktidarın sosyalist bir iktidara geçmesi için burjuva devriminin de tamamlanması gerekiyordu.
Diğer marksist isimlerle tartışmalar yaşayan Lenin, bütün tartışmaların önüne geçebilmek, dolayısıyla bir marksist olarak iktidarı ele geçirebilmek için burjuva devriminin dolayısıyla burjuva demokratik devriminin tamamlandığını da iddia ediverdi! O’na göre bolşeviklerin fikirleri tarih tarafından tamamıyla doğrulanmışlardı! Ama bir farkla: Somut gerçek olaylar, onların önceden görebildiğimizden başka şekilde olmuştur (!).
Lenin, kendisinin bu iddialarının marksizmle uyuşmadığını iddia eden bolşevikleri de eski-bolşevikler olarak adlandırarak onları tarihsel gelişmeleri marksist formüllere uydurmaya çalışan kendisi değilmiş gibi “yeni ve canlı gerçeğin özgünlüğünü incelemek yerine, ezberlenmiş bir formülü ahmakça yinelemekle” suçluyordu. Bu formüle göre doğal olarak “proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nden başka bir söz eden kimse de proletaryaya karşı küçük-burjuva safına geçmiş oluyordu. Bunun anlamı da o yıllarda oldukça açıktır: Tasfiye ve yok edilme. Marksizme göre yüzlerce yılda tarihin zorunlu olarak geçireceği evreler Leninizmle birlikte oldukça hızlanıyor ve aylarla tarif ediliyordu.
Stalin de marksizmin bu ilerlemeciliğinden vazgeçmemiştir. Stalin, 1930’ların sonunda hızlı bir şekilde ilerlediklerini ve komünizme doğru gidildiğini iddia ediyordu. Stalin’den sonra iktidara gelen ve “Stalin’in günahlarından arınmaya çalışan” Kruşçev, komünizmin 20 yılı sloganıyla sosyalizmden komünizme geçileceğini söylemekten geri durmamıştır. Bunun için de 20 yıllık süreyi yeterli gören Kruşçev, iktidarını kaybetmemek için tarihi iyice hızlandırmış ve 1980’de SSBC’de sosyalizmden komünizme geçişin tamamlanacağını iddia etmiştir.
Sonuç Olarak
Yüzlerce yıllık gelişmelerin, dine karşı verilen mücadelelerin ve daha birçok şeyin sonunda gerektiği gibi aklın ve bilimin zaferi ilan edilmişti. Kralların, rahiplerin baskılarından kurtulmaya başlayan insanlık nihayet özgürlük yolunda ilerleyebilir, yaşamını kendi kararlarına göre şekillendirebileceği şekilde örgütlendirebilirdi. Ancak akıl ve bilim, insanlığın yolunu “aydınlatmak” yerine insanlık üzerinde yeni despotluğun görünümü şekline sokuldu. Yolun sonu özgürlük denilerek hızlı hızlı o özgürlük anına doğru “ilerlemeye” çalışıldı. Geliştirilen tarihsel ilerlemeci fikirler, her zaman bilimin otoritesini en yüksek otorite olarak görerek insanlara bu fikirlere karşı çıkabilecekleri alanlar bırakmamaya çalıştı.
Tarihsel ilerlemeci isimlerin peşinde tarihsel gelişmeler belli formüllere sıkıştırılmaya çalışıldı. Ezilenlerin devrimi bu formüllerin altında 1917’de ellerinden alınarak otoritenin, diktatörlüğün savunucularının iktidarı için meşrulaştırılmaya çalışıldı. Üstelik bu formüllerin hızı yeterli görülmedi. Tarihsel gelişmelerin, fikirleri etkilemesi gerçeği tersine çevrilerek fikirler, tarihsel gelişmeleri bilimsellik adı altında bir düzene sokmaya çalıştı. Bütün bunların sonunda kazanan özgürlük mücadelesi değil iktidarlar oldu.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tarihsel İlerlemecilik ve Marksizm – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hedef 2050
Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.
Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.
Akıllı Paris
Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?
Çünkü;
Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!
Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.
Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı
Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.
Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.
Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.
2023’den 2050’ye Aynı Hikaye
Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.
Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>