The post Sık Bakalım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sık bakalım, sık bakalım biber gazı sık bakalım
kaskını çıkar, copunu bırak delikanlı kim bakalım…
Taksim direnişinde adeta direnişin marşı haline gelen bir tribün bestesi vardı. Bu beste Taksim direnişinde barikatlarda en çok söylenen ve herkesin en çok katıldığı slogan olmuştu. Hatta “Sık Bakalım”a Gezi Parkı marşı yakıştırmasını yapanlar bile vardı.
Sık Bakalım’ın popülerliğe ulaştığı nokta Taksim Direnişi olsa da bu bestenin tarihi daha eskidir. Birçok takım taraftarı tarafından sahiplenilmiş bu beste tribünlerde polis şiddetine karşı senelerdir söylenir.
Fanatiklik Öldü, Medyanın Başı Sağolsun
Taksim Direnişi’yle kapitalizm sağlam bir yumruk yerken endüstriyel futbol da bundan kendi payını aldı. Futbol takımlarının patronları ve medyanın fişfiklemesiyle oluşan fanatiklik bu direniş sırasında da öldü.
Birbirleri ile düşman diye anılan birçok takım taraftarı omuz omuza barikatlarda beraber direndi. İzmir’in en ateşli taraftarları Göztepe ile Karşıyaka taraftarları kambersiz düğün olmaz diyerek daha direnişin 2. gününde İstanbul’a yola çıkmışlardı. Fenerbahçeliler, Beşiktaş Çarşı’ya gelip, “ Hepimiz Çarşılıyız” diye slogan atıyorlardı. Galatasaraylılar, İnönü Stadı’nın yanında stadı kendilerine barikat yapıp direniyorlardı. İşte senelerdir aynı besteyi aynı düşmana karşı söyleyen taraftarlar bu sefer de yan yana gelip bu besteyi söylemişlerdi.
Sık Bakalım bestesinin tribünlerde yaratılması aslında çok doğaldır. Çünkü tribün bir izleme alanı değildir, tam tersine bir oyun alanıdır. Oyunu izlerken sen de oynarsın. Kızarsın, öfkelenirsin, sevinirsin, tepki verirsin ve oyunu asla bir saha içine hapsetmezsin. Tribündeyken Muğla’da ormanlar yanıyorsa sessiz kalmazsın. Evet, belki kale direklerinin arasından o topun geçtiğini görmek için heyacanlısındır ama, Muğla’daki ormanlar söz konusuysa varsın gitsin şampiyonluk dersin. Başka bir galakside yaşamıyorsundur, bu yüzden Hasankeyf’in sular altında kalmasına, nükleer santral yapılıp yaşamının tehdit edilmesine sessiz kalamazsın. Filistin’de bombalar patlıyorsa tribünün en görünen yerinde Filistin bayrağı sallandırırsın, “Diren Filistin” dersin. Tribündeysen empati yeteneğin güçlü olmalıdır. Van’da insanlar soğukta üşüyorken sen kaşkoluna sarılamazsın, atarsın sahaya o kaşkolu Van’dakilerle aynı kaşkola sarılıp beraber takımı izlemek istersin. İşte bunları yaparsan taraftar olursun, yoksa bir rengi sevmek, formasını almak, o takımın küfrederek maçını izlemekle taraftar olunmaz. Bunu da bize 30 yılı aşkın zamandır en iyi gösteren tribün örgütlenmelerinden biridir Beşiktaş Çarşı.
Tribünden Sokağa: Biber Gazı Oley
1982’den beri Türkiye tribünlerinde dönüm noktası olan Çarşı, tribünlerdeki yaratıcılığını ve inatçılığını direniş boyunca sokaklara da aynen yansıttı. Gerek tribün bestelerinin direnişe uyarlanması gerekse dozer ile Toma’nın kovalanıp polis telsizi ile polise siyah-beyaz çektirmek tribün yaratıcılığın bir ürünüydü. Tribünde maçın skoru ne olursa olsun 90 dakika bitene kadar “Kartal gol gol” diye inatçı bir şekilde takımının yanında olan bir taraftar grubunun biber gazından etkilenip, geri durması da olacak şey değildi. Bu yüzden her biber gazı atıldığında “Biber gazı oley” tezahürat ile karşılandı. İnsanların yanı başında patlayan ses bombaları, rakip takımı baskı altına alırcasına yuhalandı. Uzun süren çatışmalar sonrasında başbakanlığın kapısına dayanıldığında da, gözaltıları serbest bırakmazsanız çekilmiyoruz diyerek Çarşı tavrını net bir şekilde göstermiş oldu. Deplasmanda bir arkadaşları gözaltına alındığında “Amir biz buraya 80 kişi geldik 79 kişi dönmeyiz” diyerek kimseyi arkasında bırakmayan Optik Başkan lakaplı Mehmet Işıklar’ın da herkesi kucaklayan silüetini Çarşı Taksim Meydanı’na geldiğinde AKM’nin üstünden büyük bir şovla sallandırdı.
Umarım ki direnişte tribünlerin etkisiyle oluşan bu yaratıcılık ve inatçılık devam eder, ortaya çıkan racon kesme, aşırı alkol tüketimi, küfürlü sloganlar gibi yan etkiler de derhal tedavi edilerek direniş daha güzel bir taraftarlık görür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sık Bakalım appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yaşadığımız Topraklardaki Halkların Mayasıdır İSYAN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Pavlakiler: Devletin Dinine Baş Kaldıranlar!
Pavlakiler, 7. yy.de Sivas, Malatya ve Erzurum’da yaşayan Ermenilerdir. Resmi dini Hristiyanlık olan Bizans Devleti’nin egemenliği altında olan bu bölgede, kilise ve iktidar yanlısı Hristiyanlığın otoritesini reddederek, Alevilik, İran Manihaizm’i ve Binyılcı Hristiyanlık gibi görece daha özgür ve halkçı anlayışları birleştirmeleri; onları egemen dinin saldırısına maruz bırakmıştır. Nihayetinde Bizans’ın ve kilisenin baskılarına başkaldıran Pavlakiler, Arap Müslümanların ve daha birçok ezilenin katılımıyla 9. yy’de büyük bir isyana kalkışmışlardır. İsyancılar Ankara’ya kadar gelmiş, fakat burada Bizans ordusu tarafından durdurulmuşlardır. Sonrasında Bizans ordusu, isyancıları akıl almayacak işkencelerle katletmiş, (Bizans kayıtlarına göre 100.000 kişi) geri kalanları da sürgüne göndermiştir. Sonraki süreçte, Pavlakiler sürüldükleri yerleri Bektaşiliğin merkezi haline getirmişler, Babai ve Şeyh Bedreddin İsyanı gibi halk isyanlarına hem esin kaynağı olmuş, hem de doğrudan katılmışlardı.
Babai İsyanları: “Dünya Mülkü Halkındır.”
Babai İsyanı, Anadolu halklarının adalet ve özgürlük arayışlarının belirginleştiği, sonrasında da bu topraklarda, devlete ve efendilere karşı girişilecek olan isyanlara esin kaynağı olan bir hareket olmuştur. Anadolu’daki hemen hemen tüm halkları devletin iktidarına karşı birleştiren Babai İsyanları, döneminde bu toprakların çehresini değiştirerek uzun yılar Babailik olarak bilinen bir isyan geleneğini yeşertmişlerdir.
1240 yılında başlayan Babailer Hareketi, diğer öncüllerinde de olduğu gibi dinci, ayrılıkçı, Sünni-Şii çatışması şeklinde resmi tarihin tanımladığı gibi değil; örgütlü, politik bir çabayı ve devrimci zihniyeti gerçekleştirmenin bir başka örneğidir.
“Dünya mülkü halkındır.” diyen Baba İlyas’ın adalet anlayışı ve Baba İshak’ın halkın arasındaki çalışmalarıyla gittikçe büyüyen isyan, Müslümanından Hristiyanına, Türkmeninden Rumuna, konarından göçerine bütün bir halkın sırtında, başkent Konya kapılarına kadar gelmiş Selçuklu Devleti’ni yıkamadıysa bile sarsmıştır. İsyan bastırıldıktan sonra, çoluk çocuk demeden bütün Babaileri kılıçtan geçiren Selçuklular, ne devletlerinin yıkılmasını engelleyebilmişler, ne de yanmakta olan isyan ateşini söndürebilmişlerdir. O gün bir Selçuklu askeri tarafından başı vurulan bir Babai, bir kaç yüzyıl sonra Osmanlı’nın karşısına bir Celali olarak dikilmeye devam etmiştir.
Celali İsyanları: Osmanlı’ya Kıyama Kalkanlar
16. yy.’ın ilk yarısında, Osmanlı›ya karşı başlayan ve neredeyse yüzyılı aşkın bir süre Osmanlı devlet geleneğine ve onun, baskılarla, vergilerle, askerleriyle “dirlik ve düzen” içinde tutmak istediği Anadolu topraklarında çıkan isyanlardır. Bunlardan bazıları; 1517 yılında Yozgat-Tokat bölgesinde Bozoklu Celal, 1525 yılında Süklün Koca ve Baba Zünnun Bozok’ da, 1527 yılında Tokat ve yöresinde Zünnünoğlu Halil ve Hubyar Baba, 1526 yılında Kırşehir-Ankara yöresinde Kalender Çelebi, 16 yy. ortalarında Sivas›ta Pir Sultan Abdal… Bunların tümü Celali İsyanları olarak anılmış, bu topraklarda yaşayanların adalet için mücadeleleri olarak görülmüştür.
Bu isyanlar her zaman olduğu gibi, çok ağır bir şekilde bastırılarak, isyancılar katledilmiş; hatta isyana katılanlar, çapulcu eşkıya diye anılarak hiçleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat bugün, ne isyan değerinden bir şey yitirmiş, ne de Celaliler’in yeniden harladığı isyan ateşinin bugünü aydınlatması engellenebilmiştir.
Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa: Yarin Yanağından Gayri Her Şeyi Paylaşmak İçin!
Şeyh Bedreddin İsyanı, hem ortaklaşacılığın ete kemiğe bürünmüş hali, hem de 16. yy.›da Osmanlı Devleti’ne karşı örgütlenmiş bir devrim girişimiydi. Şeyh Bedreddin ile onun ortakçıları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in çalışmaları ile büyüyen isyan, ağır vergiler altında ezilen, yok sayılan, savaşlarla, sürgünlerle talan edilen köylülerde, ahi birliklerinde, Müslümanlarda ve Gayri Müslimlerde; kısacası toplumun ezilen tüm kesimlerinde karşılık bulmuştu.
İsyan, özellikle Ege bölgesinde, İzmir ve Manisa çevresinde, köylülerin, devlete haraç olarak verdiği ürünleri vermeyip, toprağı ortak işleyip, topraktan geleni ortakça tüketmeleriyle; daha doğrusu öşürcüleri başlarından kovup, devleti ve özel mülkiyeti hayatlarından çıkartarak, hayatlarını paylaşma ve dayanışma ekseninde kurmak istemeleriyle iyice büyüdü.
Köylüler artık devlete haraç vermiyor, toprakların beraber işleyip beraber tüketiyor, her şeye beraber karar veriyor, yemekler köy meydanlarında büyük kazanlarda pişirilip beraber yeniliyordu. Devlet, tabi ki buna daha fazla müsaade edemezdi. Osmanlı, bu komünlere defalarca saldırdı ama her seferinde geri püskürtüldü. Binlerce insan Karaburun’a çekilerek hem ortakçılıklarına devam ettiler, hem de Osmanlı ile savaşmaya…
Fakat bu isyan da çok sert bastırıldı. Şeyh Bedreddin’in ortakçıları, katledilerek bugün “ölüm kuyuları” diye bilinen yerlere atıldılar. İsyanın sona erdiği haberini alan Bedreddin, sürgünde olduğu İznik’ten kalkıp Serez’e geldi, fakat onun ölüm fermanını hiçbir ulema imzalayamadı. Kendi ölüm fermanını yazdı ve boğazına ilmiği kendi geçirip, idam sehpasını tekmeledi.
Demirci Kawa Destanı: Dehaq’lara Karşı, Hepimiz Kawa’yız!
Bundan 2.500 sene önce, Mezopotamya’da hüküm süren Asurlu Kral Dehaq’a karşı ayaklanan Kürtleri anlatır bu destan. Zalim kral Dehaq, hem baharın gelişini engelliyor, hem de yakalandığı ölümcül bir hastalıktan kurtulmak için, her gün bölgeden yakalanan iki genci öldürüp, beyinlerini yiyordu. Gençler katledilirken, sıra daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmişti. Her gün, gençler Dehak’ın askerleri tarafından başları kesilmek üzere götürülürken, Kawa’nın aklına başkaldırı fikri gelir ve bu konuyu etrafında güvendiği birkaç kişiye açıklar. Demirci dükkânında, demirden savaş malzemeleri olarak Gürz û Kember, Kêr gibi araçlar yapar ve bir taraftan da başkaldırı için etrafındakileri eğitir. Bu hareket, yavaş yavaş yayılmaya başlar. Mart ayının 20’sini 21’ine bağlayan gece, zalim Dehak’a karşı direniş başlar. O gece Demirci Kawa, kralın sarayına doğru yürür. Zalim Kral Dehaq’ı öldürerek, hem Kürtleri özgürlüğüne kavuşturmuş olur, hem de yeniden gelen baharın müjdecisi olur.
Şeyh Sait İsyanı: “Torunlarımızın Bizden Dolayı Utanç Duymaması Bizim İçin Yeterlidir!”
5 Şubat 1925, Osmanlı Devleti yıkılmış; ulus temelli T.C’nin kurulması için adımlar atılmaya başlanmıştır. Bu adımlardan biri, tabi ki Kürtlerden kurtulmak, olmazsa onları etkisiz hale getirmektir. İlk önce 2 Mart 1925‘te dönemin başbakanı Fethi Okyar: “Elimi kana bulamak istemiyorum.” der ve ardından görevden alınır, yerine İsmet İnönü atanır. Takrir-i Sükun Kanunu çıkartılır, İstiklal Mahkemeleri kurulur.
Hâlihazırda bir isyan hazırlığında olan Kürtler, bir provokasyonla savaşın içine çekilir. Sonrasında Kürt halkıyla T.C Devleti arasında amansız bir savaş başlar. İstanbul ve Ankara’da gazeteler adeta sağır ve dilsizdir. Onlara göre bir mesele yoktur. Yaşanan küçük bir zabıta vakasıdır. Kürt isyanı bastırılır… Şeyh Sait ve arkadaşları İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp apar topar idam edilirler. Şeyh Sait’in son sözü şu olur: “Torunlarımızın Bizden Dolayı Utanç Duymaması Bizim İçin Yeterlidir!”
Seyit Rıza (Dersim İsyanı): “Ben Sizin Yalan ve Hilelerinizle Baş Edemedim Bu Bana Dert Oldu Ama Ben de Sizin Önünüzde Eğilmedim Bu da Size Dert Olsun”
1935 yılında İsmet İnönü’nün hazırladığı Kürt Raporu’nda aynen şunlar yazıyordu: “Dersim Türklük için kanayan bir çıbandır, derhal kesilip atılması gerekir.” Bu mesaj, gerekli mecralara ulaşır. Dersim’e devletin tunçtan eli dokunmalı, bölge acilen Türkleştirilmelidir. Fakat TC’nin orduları hangi bahaneyle gelirse gelsin, Seyit Rıza ve arkadaşlarının yani Dersimlilerin isyanıyla karşılaşırlar.
Mustafa Kemal’in manevi kızı, pilot Sabiha Gökçen, 1937’de devlet töreniyle bölgeye gönderilir. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, 21 Mart 1937’de, yani Newroz sabahında Seyit Rıza’nın evi bombalanır. Ertesi gün gazeteler, Sabiha Gökçen’i “Türk amazonu” diye manşetlerine taşırlar.
İsyanın bastırıldığı 1938’e gelindiğinde, 40.000 kişi öldürülmüş, bir o kadar kişi de sürgün edilmiştir. Seyit Rıza yakalanmış, idama mahkûm edilmiştir. İdam sehpasından şöyle seslenir Seyit Rıza: ”Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu ama ben de sizin önünüzde eğilmedim bu da size dert olsun.”
Buraya sığdıramadığımız yüzlerce isyanda belirgin olan şuydu: özgürlüğün üzerindeki her baskı karşısında halkların isyanını bulmuştur. Bunu bilmenin gerçekliğiyle telaşlanan günümüz iktidarıysa yeni bir halk isyanıyla karşılaşmanın korkusunu yaşamakta ve yok olmanın telaşıyla saldırmaktadır. İsyanı başlatanların ateşini elden ele taşıyan bizler unutmayalım ki bir isyanı başlatmak o isyanı kazanmaktır. Ve biz kazanıyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yaşadığımız Topraklardaki Halkların Mayasıdır İSYAN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (2) : Devrimci Sınıf Mücadeleci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devrimci Sınıf-Mücadeleci Anarşizm
Wayne Price
Aşağıdaki yazı, devrimci sınıf-mücadeleci anarşizm hakkındaki kendi yorumumdur. Bu yazı, Katılımcı Ekonomi’yi savunan Michael Albert ile birlikte internet üzerinde yaptığımız tartışma/araştırma için temel olmak üzere yazılmıştır. Kimsenin resmi sözcüsü olmasam da, bu yorumun örgütümün, yani Kuzeydoğu Anarşist-Komünist Federasyonunun (NEFAC) görüşleri ile geniş ölçüde tutarlı olduğuna inanıyorum. Bu yorum ayrıca www.anarkismo.net sitesinde vurguladığım enternasyonal eğilimim; örgütlenmeci anarşist-komünizmin tarihsel eğilimi (Platformculuk ve especifismo) ve devlet-karşıtı Marksizm ile örtüşüyor. Düşüncelerimin daha geniş ifadesini şu kitapta bulabilirsiniz: Devletin Ortadan Kaldırılması: Anarşist and Marksist Perspektifler (2007; Bloomington IN: AuthorHouse) Kaba hatlarıyla, kendi anladığım şekliyle anarşizmin ne olduğunu ve ona ulaşmak için gerekli stratejileri çizeceğim.
İdeal Vizyon
Anarşizm demek, otorite, hiyerarşi ve baskının tüm biçimlerinin sonu demektir. Kapitalizm, beyaz egemenliği, erkek egemenliği, homofobi, emperyalizm, militarizm, doğanın tahribatı, vb. ye karşı çıkar. Anarşizm, demokrasi, özgürlük ve öz-yönetimin toplumun tümünde uygulandığı en uç biçimidir. Devrimler her seferinde halk meclisleri, yerel toplaşmalar, işyeri komiteleri, vb. oluşturdu. Taban meclisleri, ilgili konseylere seçilmiş kişiler gönderdiler ama meclisler istediklerinde bu kişileri anında geri çağırabiliyor ve kontrol edebiliyordu. Bu merkezsiz meclisler insanların yüz yüze konuşma ihtiyacını ifade ediyordu. Tıpkı insanlığın varoluşundan beri en çok yaşadığı biçim olan ufak “kabile” ve köy yaşamında olduğu gibi. Bunlar, antik Atina kentindeki doğrudan demokrasi meclisi Eklesia’da, New England’ın şehir konseyinde, 1871 Paris Komünü’nde, Rus Devriminin ilk sovyetlerinde, 1956 Macaristan işçi konseylerinde, Arjantin’deki yataylaştırılmış mahalle toplantılarında, işyeri işgallerinde ve diğer birçok devrimci durumda görülürler.
Anarşizm, kapitalist ekonominin pazarları ve merkeziyetçi, sınıflı planlaması yerine sınıfsız sosyalizmi kuracaktır. Üretim, özelleşmiş ve rekabetçi değil, kolektif ve kooperatif olacaktır. Üretim kar için değil, ihtiyaç için olacaktır. Demokratik tabandan-planlama ile koordine edilecektir. “Ekonomi”, üreticilerin kooperatifleri, tüketicilerin kooperatifleri ve kolektif komünlerin bir federasyonu olarak düşünülebilir. İşyerleri ve mahalli örgütler, kendi meclislerini yönetip merkezsiz federalizm ile koordine edilirler.
Bölgeler ve hatta mahalleler, kendi ihtiyaçlarının mümkün olduğu kadar çoğunu yerel seviyede üretirler ama tümüyle kendine-yeterlik imkânsızdır ve istenmez. Merkezsizleşme, yüz-yüze demokrasiyi sağlar, ekolojik dengeye yararlı olur ve tabandan-yukarı, demokratik, ekonomik planlamayı kolaylaştırır.
Devrimden sonra işçilerin yapacağı ilk işlerden biri, kapitalizmden miras kalan teknolojiyi dönüştürmeye başlamaktır. Ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplum yaratmak için teknoloji yenilenecektir. Teknoloji ve genel olarak üretim, emir-veren ve emir-alan ya da kafa işi ve akıl işi ayrımını kaldıracak şekilde yeniden düzenlenecektir. Yeni bir devlet kapitalisti sınıfın ya da yönetici sınıfının yaratılmasını önlemek için bu zorunludur.
Devlet ortadan kaldırılacaktır. Burada “devlet” derken, uzmanlaşmış, bürokratikleşmiş, topluma yabancılaşmış, toplumun geri kalanının üzerinde duran bir kurumdan bahsediyoruz. Onun yerine bir meclisler ve konseyler birliği gelecektir. Herkes yönetime katıldığı için belirli bir yönetici olmaz. Uzman polis ve ordu katmanları yerine silahlı halk ve hala ihtiyaç kaldıysa sivil konseylerin yönetimindeki bir halk ordusu gelir.
Anarşist Yöntem
Şimdilik mümkün olan sadece genel prensipleri çizmek ve gelecek nesillerin bunları nasıl uygulayabileceğini kestirmektir. Varsayabileceğimiz şeylerden biri, devrim-sonrası toplumun esnek, yerel, çoğulcu ve hepsinin ötesinde deneysel olacağıdır. (Errico Malatesta ve Paul Goodman’ın “anarşist yöntem” olarak adlandırdığı şey) Dünya, hatta Kuzey Amerika bölgelerinin bile tarih, coğrafya ve kültür açısından belirgin farkları vardır. Bu yüzden, kapitalist sömürü yeniden canlanmadığı sürece çoğulcu deneysellik beklenmelidir. Kapitalizm sonrası toplumun nasıl işleyeceği konusunda kimse bütün cevapları bilmiyor.
Farklı bölgeler, farklı demokratik ekonomik planlamaları deneyebilirler, örneğin Parecon ya da Pat Devine’ın düşünceleri, ya da Takis Fotopoulos’un “Kapsayıcı Demokrasi”si gibi. Dahası bir bölge hemen, insanların ihtiyaçlarının sağlandığı ve sadece toplumsal güdülerle çalıştığı tam komünizmi denemek isteyebilir. Başka bir bölge çalışanların emeğinin (diyelim makbuz ile) ödendiği teşvikler konusunda ısrar edebilir. Bununla birlikte toplumun komünist parçaları (ücretsiz sağlık hizmeti, asgari yemek, giyim ve barınak) olabilir ya da olmayabilir. Bazı bölgeler (Marks’ın yaklaşımına benzer şekilde) bu parçaları zamanla ya da nesiller boyunca genişletip tam komünizme varmayı seçebilirler.
Bazı bölgeler toplumu işçi konseylerinin federasyonu üzerinden koordine etmeyi denerken, diğerleri halk meclislerinin federasyonunu deneyebilirler. Demokratik federalizm sınırları içinde, bazı bölgeler göreceli olarak daha merkeziyetçi, diğerleri daha merkezsiz olabilir. Anlaşmazlıkları çözmek için ya da insanları (varsa) anti sosyal kişilerden korumak için değişik yerel yöntemler denenebilir. Bölgeler başarısızlıkları reddedip, başarıları kopyalayarak birbirlerinden öğrenecektir.
Pratikte mümkün ve yararlı olduğu kadar çok merkezsizleşme olurken, ticaret ve diğer pratik konularla ilgilenmek için kıtasal ve uluslararası federasyonlar da gerekecektir. Örneğin, emperyalist devletler olduğu sürece özgür toplumlar, silahlı milislerin karşılıklı koordinasyonu ile kendilerini korumaya hazır olmalıdırlar.
Cinsiyet, ırk, cinsel yönelim, köken gibi sınıfsal olmayan sorunlar da aynı “anarşist yöntemle”, yani merkezsizleştirme, öz-örgütlenme ve deneyle çözülecektir. Kadınlar erkeklere ekonomik ya da başka şekilde, çocuk bakımı için bile bağımlı olmayacaklar, çünkü bu iş toplumun sorumluluğunda olacaktır. Kadınlar, erkek egemenliği ile mücadele edip tüm potansiyellerini geliştirmek için, kendi başlarına ya da erkeklerle birlikte örgütlenmekte özgür olacaklardır. İnsanlar romantik ve cinsel ilişkileri nasıl kuracaklar? Cinsel ve diğer kimliklerini nasıl oluşturacaklar? Toplum çocukları nasıl yetiştirecek? Böyle şeyler öngörülemez, sadece ilgili kişiler tarafından geliştirilirler. Beyaz olmayanlar da çeşitli birliklerde kendileri ya da beyazlarla birlikte örgütlenebilecekler. Irkçılıktan yarar sağlayan bir kapitalist sistem olmayacak ama bu ırkçılığın tamamen yok olacağı anlamına gelmiyor. Beyaz olmayanlar örgütlenip kendi hakları için mücadele edebilecekler. Ayrılmaya ya da birlikte hareket etmeye, ya da öz-örgütlenme ve deney yoluyla ırklar arasında tercih ettikleri herhangi bir ilişkiye karar verebilirler.
Devrimci Strateji
Devrimci anarşizmin amaçları ve araçları tutarlıdır. Öz-örgütlenme ve otonomiye dayalı toplumu oluşturmak için öz-örgütlenme ve otonomi üzerine kurulan bir hareketi destekler. Reform için, halkın yaşam şartlarının iyileştirilmesi için yapılan mücadeleleri destekler: Sendikaların kurulması, daha yüksek ücret, daha düşük çalışma saatleri, kadınlar ve beyaz olmayanlar için ayrımcılık karşıtı yasalar, evrensel sağlık hizmeti, süren emperyalist savaşların sona ermesi, sosyal hakların devlete ve faşistlere karşı savunulması, ekolojinin savunulması, vb. Bu talepleri destekliyoruz çünkü bunlar adaletli, çünkü insanların ne için mücadele edeceklerini seçmeye hakları var ve çünkü insanları otoriteye karşı harekete geçiren her şeyi destekliyoruz. Mümkün olan her yerde bu mücadeleyi, başka sorunlar ile ilişkilendirerek, onları tüm kapitalist sınıftan ve devletten talepler olarak genelleyerek ve harekete geçirecek en militan yöntemleri önererek genişletmeliyiz. Fakat işçilere her zaman gerçeği söylemeliyiz: Bu sistem istikrarlı şekilde iyi yaşam şartları ya da demokratik hakları sunamaz. Bilakis şu anda bu standartlara saldırıyor, çünkü sistemin temel ekonomik krizi yüzünden böyle yapmak zorunda. Uyarıda bulunmalıyız: Yöneticiler, işçi sınıfının ve ezilenlerin zamanla örgütlenip toplumda söz sahibi olmalarına izin vermeyecekler. Bir noktada sertçe üzerimize gelecekler. Gerekli gördüklerinde seçimleri ve sosyal hakları kaldırıp, orduyu, polisi ve faşist çeteleri harekete geçirip, ırkçı ve cinsiyetçi histeriyi kamçılayıp totaliter yapıyı kuracaklar. Yapabilirlerse tabi.
İşçilerin ordunun safları karşısında zafer kazanıp devleti parçalayarak, kapitalizm ve baskının her türlüsünü söküp atarak ve halk meclislerinin bir federasyonunu kurarak bunun önüne geçmesi gerekecek—yani iktidarı alması (ama “devlet iktidarı” değil, yeni devlet yaratmak değil) Diğer bir deyişle, devrim yapacak. Bugün devrim ve karşıdevrim çarpışmasından uzaktayız ama yine de uzun vadede yol gösteren strateji bu olmalıdır. Şimdi bile reformları kazanmanın en iyi yolu insanların militanca, kendine yeterli ve yönetici sınıfa tehdit oluşturacak şekilde, yani devrimciliğe yakın davranmasıdır.
Ve şimdi bile devrimcilerin genel grevleri destekleyerek işçileri hazırlaması ve işçilerin grev kırıcılara, yetkisiz zor kullananlara, kanun dışı polis müdahalelerine karşı kendilerini korumaya hazır olması gerekir. Halkı çevredeki faşist saldırılara karşı koymak için örgütlemeliyiz. “Silah kontrolü” yasalarına karşı çıkmalıyız.
Devrimci Güçler
Devrimi kim yapacak? Tabii ki halk adına devrimi sürükleyip devletin iktidarını eline almayı uman bir öncü elit parti değil, ya da iktidara seçimle gelmeyi planlayan elit bir parti değil. Halkın büyük çoğunluğu yapacak, ezilen ve sömürülenlerin tümü. Kadınların, queerlerin, beyaz olmayanların, engellilerin ezilmeleri vb. dâhil ezilmenin her biçimi birbiriyle örtüşür, iç içe geçmiştir ve bu şekilde ezilmeler karşılıklı olarak birbirlerinin devamını sağlarlar. Şimdi bile mücadele eden, ayaklanacak olan ve devrimi yapacak olanlar bunlardır.
Sınıf mücadeleci anarşistler halkın çoğunluğu olan işçi sınıfının merkezi rolünü görüyor, mavi yakalı, beyaz yakalı ve “pembe yakalı”*, diğer tüm ezilen gruplar ve bu sınıfın ücretsiz üyeleri (yani işsizler, işçi çocukları ve ev işçileri) dâhil. İşçiler ahlaki olarak diğerlerinden (örneğin duyma engellilerden) daha çok ezilmiyorlar. Fakat stratejik olarak, işçilerin devasa bir potansiyel gücü var. Üretim araçları, ulaşım, iletişim ve sosyal servisleri elinde tutan bu sınıf, toplumsal hayatı durdurabilir. Ve yeni, daha iyi temeller ile tekrar başlatabilir.
Devrimcilerin en çok bulunduğu yerler hem ezilen, hem sömürülen kesimlerdir. Siyah işçiler, kadın işçiler (ya da siyah kadın işçiler), ve böyle diğer gruplar işçilerin en çok ezilenleridir. Onları çürüten ayrıcalıkları, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri” yoktur. Azınlık da olsalar, böyle gruplar genellikle mücadelenin ön saflarında yer alırlar. Ayaklandıklarında tüm toplum sarsılır ve tüm sorunlar açık hale gelir.
Anarşist Devrimci Örgütlenme
Anarşistler birçok devrimde önemli rol oynasalar da başarısızlığa uğradıkları deneyimler oldu. Bu başarısız deneyimlerin bir nedeni de anarşist devrimci azınlığın ayrı bir politik örgütünün olmamasıdır. Demokratik bir federasyon tutarlı bir analiz ve program geliştirebilir, üyelerin eylemlerini koordine edebilir ve yayınları ile düşüncelerini yayabilir. Bu federasyon bütün anarşistleri değil, sadece programını kabul edenleri kapsayacaktır. Bir “parti” olmayacaktır çünkü devlet yönetme amacı yoktur. Bu yaklaşıma platformculuk ya da especificismo deniyor.
Bu anarşist örgüt daha geniş kitle örgütlerinde, örneğin sendikalar, mahalli gruplar ve ezilen grupların birliklerinde çalışacaktır. Bunların patronlara değil, kendilerine güvenmeleri için mücadele edecektir ve her zaman taban demokrasisi ve militanlığı destekleyecektir. Elitist örgütlere karşı savaşacaktır. Fakat diğer gruplarla her fırsatta dayanışma gösterecektir çünkü hiçbir örgüt tek başına en iyi fikirlere ve en iyi militanlara sahip değildir. Fırsatçıların yaptığı gibi kendini daha geniş popüler örgütler içinde eritmeyecektir ya da sekterlerin yaptığı gibi kendine kapanıp mükemmel teoriyi aramayacaktır. Bunun yerine en radikal katman ile şimdilik daha muhafazakâr olan çoğunluk arasındaki herkesin birbirinden öğrendiği sürekli diyaloğun parçası olacaktır.
Devrimci örgütlenme, işçi sınıfının ve ezilenlerin öz-örgütlenmesinin karşısında değildir. Bilakis öz-örgütlenmelerin bütünleyici bir parçasıdır. Bütün ezilenler ışığı görüp bir anda toplumcu anarşist olmayacaklar. Gerçekte insanlar politik farkındalığa seviye seviye ulaşırlar. Muhafazakâr dönemlerde birer ikişer gelirler. Radikalleştiren dönemlerde kümeler halinde radikal olurlar. Bunlar diğer insanları kazanmak için birleşirler. Büyük çoğunluk sadece devrimin hemen öncesinde demokratik bir ayaklanmaya hazırdır (ki bu da devrimci dönemi tanımlar).
Krize Verdiğimiz Yanıt
Bir kriz dönemindeyiz. II. Dünya Savaşı sonrası yükseliş 60’larda sona erdiğinden beri ekonomi inişli çıkışlı da olsa genel bir iniş yönünde ilerliyor. Bizim sendikaları ufalmış, endüstrisi azalan ekonomimizde işçilerin gelirleri hızla düşüyor. Ekonomi kötüleşirken büyük işletmeler karlarını artırmak için işçilerin yaşam standartlarını düşürmeye, yoksuların sosyal hizmetlerini kesmeye ve zenginlerden alınan vergileri azaltmaya çalıştılar. Bir yandan insanlar küresel ekolojik felaket tehdidinin ve (nükleer silahların yaygınlaşması dahil) uluslararası savaşların kötülüklerinin farkına vardılar. Resmi politika aşırı sağa kaydı. Cumhuriyetçiler aşırı gericilerin eline geçerken demokratlar onların sadece biraz solunda kaldı.
İşçiler ve ezilenler artık bıktılar. (Kapitalistler için) bir patlama “tehlikesi” var. Böylece ABD’nin en uzak görüşlü kapitalistleri bir kez daha, daha önce birçok kereler yaptıkları gibi, memnuniyetsizliği daha güvenli yönlere yönlendirmek için (ılımlı) ilerici demokrat bir aday hazırladılar. Demokrat Parti, 19.yy’ın halkçıları, 30’ların sendikaları, 60’ların sosyal hak ve savaş karşıtı hareketleri için bir ölüm tuzağı işlevi görmüştü. Şimdi ise karizmatik siyah politikacı liderliğinde, alçak George W. Bush’un beceriksizliklerinden ve felaketlerinden kurtulmaya çalışanların desteğini alıyor. Barak Obama seçilirse, çalışan nüfusa dayatılacak olan tasarruf tedbirlerine ve ABD’nin emperyalist savaşlarının yeniden düzenlenmesine önderlik edecek. Irak vurgusunu azaltıp Afganistan işgalini artıracak. Kaybederse bu yenilgi, takipçilerinin cesaretini kırmak için kullanılacak.
Bu bağlamda, devrimci azınlığın akıntıya karşı gitmesi, demokratlara karşı çıkması, bu parti ve adayları hakkında gerçeği söylemesi zorlaşıyor. Ezilenlerin birliklerinin ve topluluklarının Demokrat Parti’den ayrılması gerektiğini ve seçimciliğin edilgenliğinden kurtulmaları gerektiğini saygıyla ve sabırla anlatmalıyız. Bunun yerine bağımsız kitle hareketlerini desteklemeliyiz: gösteriler, sivil itaatsizlik, grev ve özellikle genel grev. Çoğu sendika ve ezilen yanlısı aktivist, liberal ya da reform sosyalisti, kapitalizmi destekliyorlar ya da en azından devrime inanmıyorlar. Bu yüzden onların kapitalist bir partiyi desteklemeleri anlaşılabilir. Kendilerine devrimci, sosyalist ya da anarşist diyenler için durum farklı. Onların daha iyi bilmesi gerekir. Çoğunluğun bugünkü liberal anlayışına teslim olmaktansa, halk hem cumhuriyetçilerden, hem de demokratlardan bıktığı zaman radikalleşecek olan kitleler için hazırlanmalıyız.
Radikaller, bir ideal vizyon ve bir bilimsel analiz-strateji arasında çoğu zaman yapılan ayrımı reddetmelidir. İkisi de birlikte gereklidir. İnsanlık ekonomik çöküş, faşizm, savaşlar ve nükleer savaş ya da çevresel felaket ile yok olma tehditleri ile karşı karşıya. Toplumcu anarşist bir devrim sadece iyi olacak bir şey değildir. İnsanlığın hayatta kalması için gereklidir.
*pembe yakalı (işçi): Tipik olarak hizmet sektöründe, bakıcılık, resepsiyon gibi geleneksel olarak kadınların çalıştığı işleri yapanlar.
Çeviri: Özgür Oktay
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (2) : Devrimci Sınıf Mücadeleci Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Günü Kurtarmak- Ozan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Size 1 Mayıs gününde bir temizlik işçisini anlatacağım. Televizyonda ulaşım sıkıntısı yaşayan İstanbulluların haberlerinin yayınlandığı sırada gösterdiler onu da. Kırklı yaşlarda, Üsküdar’dan karşıya motorla geçmek isterken motor seferlerinin iptal olduğunu o an öğrenmiş ve şoka uğramış bir kadın. Temizliğe gideceği eve bu sefer gidemezse belki bir daha gidemeyeceği endişesi taşıyarak, verdiği yirmi saniyelik röportajda ev sahibinin bu halini görüp biraz acımasını bekliyordu. Kadın temizlik işçisinin derdi kovulmama, karın tokluğuna da olsa temizlik işine devam edebilme derdiydi.
Size 1 Mayıs günü o kadının gösterildiği haber görüntüsünde hemen o kadından sonra Üsküdar’dan karşıya kişi başı yirmi lira alarak geçen taksicileri gösterdiler. Taksicilerin hemen ardından da Eminönü’nden Karaköy’e motor seferi yapanların kişi başı 5 liraya çalıştığını gösterdiler. Bir taraftan işten atılma telaşı yaşayan İstanbullular bir diğer taraftan da yeri geldiğinde İstanbul’un taşını toprağını altına çevirmeyi bilenler. Nitekim medya 1 Mayıs’ın kazananlarından biri olarak tarifesini katlayan taksicileri ve olmayan tarifeden kar elde eden motorcuları göstermişti.
Size 1 Mayıs günü yaşanan sıkıntıyı ya da medyanın tescillediği kazananları daha fazla anlatmayacağım, gereği de yok zaten. Ancak bir soruyu cevaplamamız gerekiyor; bir tarafta sıkıntı yaşayanlar varken öbür taraftan sıkıntıdan çıkar sağlayanlar olması ahlaki midir? Belirtmem gerekir ki oturduğum kanepede, İstanbulluların ulaşım sıkıntısını paraya çevirenleri ahlaksız diye nitelendirmeyeceğim ya da insanlar zaten bencil ve kötü varlıklardır deyip Allaha da havale etmeyeceğim. Kısacası kendi sinirlerimi boşaltmadan önce sadece sorduğum soru nereye oturuyor ve bu soruyu cevaplamadan önce nereye bakmalıyım diye düşüneceğim.
Kuşkusuz böyle bir karar almışken yaşadığımız sistemden ayrı bir boyutta düşünemem. Yaşadığımız sistemde insanlar hayatlarını devam ettirmek için zorunlu bir şekilde bir başkası için çalışmak durumundaysa, bu durum insanı bir ritim bozukluğuna (sıkılganlık, tembellik vs.) teşvik eder. Dolayısıyla çalıştıran kişi çalışanından rant elde etmek istiyorsa bu ritim bozukluğunu gidermeli ve disiplin altına almalıdır. Burası baskı aygıtının yani devletin devreye girdiği bir alandır. Aksi durumda “mülk sahipleri ve mülksüzler” ya da “ezenler ve ezilenler” olarak katmanlaştırılmış toplumda ezilenler ve mülksüzler bu sıkıntıyı çözmenin yolunu arayacaktır. Bu çözüm öfkeli bir çözümdür ve çözümün ufak sinir harpleri olarak çıkması yani sönümlendirilmesi için baskı aygıtı kişiye nefes alacak bir çıkış noktası gösterir. Böylelikle baskıyla edilgenleştirilen kişi, kişisel alanında etkinleşmeye çalışacak ve ötekisini edilgenleştirecektir. Bu durum tam bir kısır döngüdür ve var olan sömürü sisteminin işlemesi için gereklidir. Ancak bunun için öncelik bir ikna durumudur. İkna durumunda kişi yalnız oluğunu ve vahşi bir rekabetin ortasında bencil olması gerektiğine inanmalıdır, zaten inanmaktan başka bir seçeneği de bulunmamaktadır. Böylelikle durum kişiselleştirilerek toplumsal ilişki biçiminden soyutlanır ve münferitleştirilir. Zorunluluğa ayak uydurması gereken kişi de münferit durumundan çıkartılır ve propaganda alanlarında (belgesel, televizyon dizilileri vs.) genel bir toplumsal ilişki tarzıymış gibi gösterilir. Böyle bir ilişki tarzını dengelemek ya da belirli sınırlarda tutmak içinde bir baskı aygıtının ya da daha güzel ifade ettikleri gibi bir hakemin de var olması gerekir. Bu hakem en iyi haliyle meşruluğunu münferit olarak gösterilen sonra genelleştirilen bir ilişki biçiminden aldığını belirtir. Sözüm ona insan insanın kurdudur diyenler aynı zamanda gerekliliklerini de tam olarak buraya oturturlar. Devletin yani bilinen tanımıyla şiddetin kurumsallaşmış halinin reddedilememesi için aynı zamanda insanlar arasında doğabilecek bir savaş alanına müdahale edebilecek bir hakem rolünü de üstlendiğinin sürekli tekrarlanması bundandır.
Baskı aygıtının zorunlu olduğuna ikna olmuş kişi dolayısıyla rekabetin kaçınılmazlığına da ikna olmuştur. Bu ikna en sonunda kiminin zengin kiminin fakir; kiminin çalışan kiminin patron olması fikrine gelir. Bütün bu sömürü, en sonunda sıradan insanın kafasında kendini aklar. Arada çıkan ufak sinir harpleri “batsın bu dünya” edalarıyla geçiştirilir.
Öyleyse şimdi soruyu tekrar sorabiliriz: bir tarafta sıkıntı yaşayanlar varken öbür taraftan sıkıntıdan çıkar sağlayanlar olması ahlaki midir? Cevap bence kesin ve nettir. Gündelik hayatın kişisel çıkarlara indirgendiği günümüzde yaşanılan her olay “ahlaksızcadır”. Dolayısıyla ahlaki midir değil midir soruları da anlamsız sorulardır.
Yani kişiler bu hengamede kendi çıkarları peşlerine düşmüşlerse o yöne itildikleri için düşmüşlerdir, ancak bu yetersiz bir tespittir. Çünkü iradi durumu yok saymakta ve her yaşananı nesnel bir boyuta taşımaktadır ve insan da tabiri caizse bir makinadan fazlasıdır. İşin iradi yönünü zenginleştirecek ve yaratıcı kılacak nokta bu iradenin nerede açığa çıkması gerektiğini anlamakta yatar. İradenin yalnız kişi ölçeğinde açığa çıktığı durum -ki tarifesine fahiş fiyat uygulayan taksiciler ve motorcular bunun örneğidir, yetersiz bir iradedir. Çünkü bir günü kurtarmanın derdi aslında diğer günlerde biraz olsa tembellik yapma hakkını ya da rahatlama durumunu doğursa da bir süreklilik göstermeyecek ve eski tas eski hamam günler yine devam edecektir. Hayatın anlamsızlaştırıldığı bencillik ve rekabetin yaşamın tek kuralı olarak dayatıldığı, insanlığın zorunluluğa hapsolduğu çağımızda; yaşamın, bencillik ve rekabetten çıkarılması gerekir ki yaşamak bir şeye benzesin. Çünkü bizi edilgen duruma indirgeyen sömürü sisteminden ancak tam anlamıyla etkinleşerek yeni bir toplumsal ilişki tarzı yaratarak kurtulabiliriz, bu da ancak iradenin paylaşma ve dayanışma ölçeğinde açığa çıkmasıyla mümkündür.
The post Günü Kurtarmak- Ozan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşçiler, Hakim’den Hakem’e Hukukla Değil, Direnerek Kazanıyor – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Adalet Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın “mahkemelerin iş yükünün artması, sürecin uzaması ve taraflar arasındaki uyuşmazlıkların çözümünün gecikmesi” gibi bahanelere dayanarak hazırladığı yasa tasarısı taslağının getirdiği değişiklikler ile Hakem Heyetlerinin, işçiler açısından hiçbir güvenilirliğinin olmadığı ise açıkça görülüyor.
Çünkü işe iade davalarında süreç, patronun işçiyi odasına çağırarak işten çıkarıldığını söyleyip önüne imzalaması için bir sürü belge çıkartmasıyla başlıyor. Bu belgelerin nerdeyse hepsi patronların karar verdiği “işten ayrılma nedeni”ni işçinin aleyhine çevirecek, alınmamış tazminatları aldı gösterecek ve daha birçok haksızlığın meşrulaştırılmasına hizmet edecek belgeler. Böyle durumlarda işçiler çoğunlukla paniğe kapılarak ve imzalamazsa tazminatını alamayacağı tehdidinden korkarak, nerdeyse hiçbir belgeyi okumadan imzalayarak işten ayrılıyor. Kağıt üzerinde işçi lehine, özü gereği patronun yasaları olan İş Kanunu ise bu durumda işçi lehine “bir şey yapamayıp üzülmekle” yetiniyor. Öte yandan işçi önüne konan belgeleri imzalamayıp, eğer dava açacak parası varsa işten çıkarıldığı tarihten itibaren 1 ay süre içinde işe iade davası açabiliyor. Bu sefer de mahkemelere gelgitler başlıyor. Yine aynı İş Kanunu gereği, 2 ayda sonlanması gereken davalar türlü bahanelerle 2-3 yıl sürüyor, mahkeme salonları birer çilehaneye dönüşüyor. Bu sürecin sonu ise çoğunlukla belirsiz oluyor. Yeni yasa tasarısı taslağı işten atılan işçilerin dava açmalarını engelliyor. Taslağa göre işten atılan işçiler Hakem Heyeti’ne başvuracak ve yine tasarıya göre heyet kararını 3 ay içerisinde verecek. Yani bu kez de heyet çilesi başlayacak. Heyetin kararına itiraz edildiği takdirde İş Mahkemesi’ne başvurulabilinecek. Eğer mahkeme duruşma yapılmasına gerek görürse, aynı çile orada da sürecek.
Tasarıdan önce işçiler, işten çıkarıldıklarında mahkemelerde tazminat adıyla emeğinin karşılığı olarak görünen sus payı niteliğinde bir parayla kandırılmaya çalışılıyordu. Bugünlerde ise patronlara “İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler ve Kazanma Stratejileri Zirvesi” adıyla işten atma yöntemleri, işe iade davalarını kazanma stratejileri öğreten bir bakanlık ile yine patronların yasalarının adaletini sağlayan başka bir bakanlığın birlikte hazırladığı kanun tasarısı taslağının, çok da farklı bir şeye hizmet etmeyeceği açıktır. Çünkü yüzyıllardır işçiler haklarını mahkeme salonlarında değil sokaklarda, eylemlerde direnişlerde kazandılar. İşyeri önüne kurulan direniş çadırlarıyla, patronların evinin önünde gerçekleştirilen eylemlerle, grevlerle kazandılar. Bugün İSMACO işçileri 160 günden fazladır nöbet tuttukları direniş çadırlarıyla, Kazova işçileri yaptıkları eylemlerle, THY işçileri 20 günü aşkındır gerçekleştirdikleri grevle kazanıyor. İşçiler bundan sonra da hakimin yerini hakemin, mahkemenin yerini heyetin alacağı hukuki alanda değil; yine fabrika önlerinde, meydanlarda direnerek kazanacaklar.
Halil Çelik
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post İşçiler, Hakim’den Hakem’e Hukukla Değil, Direnerek Kazanıyor – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İktidar Sarhoşluğu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Times Gazetesi, “Yetkileri artırılmış bir başkanlık arayışı ve gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi Erdoğan’ın iktidar sarhoşu olup olmadığının kritik testleri olacak.” açıklamasını getirirken, iktidarın zehir gibi sözleriyle yasal sınırlama tanınan alkol meselesi de gündeme cuk oturuverdi.
Tabi ki Erdoğan alkol yasağı konusunda uzun bir süredir ısrarlıydı; 18 yaş altına, üniversitelerde kampüs içerisinde içki satışına, tekel bayilerin kapanış saatlerine, eğlence yerlerindeki yeni düzenlemelere, televizyon ekranlarından yayımlanan reklamlara, yakında yazılı basında da yasaklanacak olan içki reklamlarına kadar peşi sıra birçok yasağı da uygulamaya sokmuştu.
Yasakları öylesine nedenlere bağladı ki; şiddet, suç, intihar, kadın cinayetleri, sosyal-ekonomik problemler, trafik kazaları… Sanki tüm bunlar alkolün tehlikeli ve yıkıcı sonuçlarıymışçasına dillendirildi. Bazı modern(!) ailelerin çocuklarına milli içecek ayran yerine, bira içirdiğini vicdan muhasebesi yaparak vurgulayan sözleri adeta güldürecek cinstendi.
93 yıl önce cumhuriyetin kuruluşuna öncülük eden meclisin bir kutsal Cuma günü dualarla çıkardığı “Men-i Müskirat Kanunu”nu hatırlatan Erdoğan bir konuşmasında “Çağdaşlaşacağız, modernleşeceğiz, uygarlaşacağız, alafrangalaşacağız denilerek, taklitçi bir anlayışla alkol tüketimi özendirilmeye ve teşvik edilmeye başlandı” diyor. Bu arada ise seçim kampanyalarında diline pelesenk ettiği sözleri unutuveriyor; “Tüm çabamız çağdaş bir millet olmak içindir”…
Şimdi soruyoruz Erdoğan; 18 yaş altındaki çocuklar içki içmesin de, tutuklansın cezaevinde tecavüze uğrasın, üstüne işkence görsün, sonra sokağa bırakılıp kaderine terk mi edilsin? Askere aldığın gençler daha 20’sinde aşağılanıp, psikolojik işkenceyle sınanıp, üstüne dayanamayıp intihara mı sürüklensin? Ekonomik yetersizlik yani işsizlik diz boyu sürerken elektrik, su borcunu devlete ödeyemeyen koca cinnetle eşini, çocuklarını son olarak da kendini doğalgazla ısınamadan, zehirleyip yaşamına son mu versin? Mevsimlik tarım işçiliği yapan bir minibüsün arkasına sıkışmış 32 kişi sadece “yol çalışması var” ibaresi olmadığı için uçurumdan yuvarlansın, çoluk çocuk hepsi ölsün, kaza denilerek örtbas mı edilsin? Daha mı iyi? Değil tabi. Ancak bunların hepsi bu memlekette her gün oluyor ve bunlar yaşanırken ne bir yasa, ne bir ceza, ne de yeni bir düzenleme yok, ilişmedi kulağımıza. Üstelik bitmedi, sivil insanların üzerine yağdırdığın bombalar, attığın gazlar, yıktığın evler, kuruttuğun dereler, kestiğin ağaçlar…
Halk bıktı senin sarhoşluğundan!
Sen iktidar sarhoşluğuyla doya doya insan kanı içiyorsun, durmuyorsun, vazgeçmiyorsun, içtikçe eğleniyorsun, içinde boğuluyorsun. Söylesene seni ne, kim kendine getirsin, ayıltsın?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post İktidar Sarhoşluğu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Akil İnsanlar Heyeti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
M. Rifat Hisarcıklıoğlu
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Hisarcıklıoğlu, akil insanların Akdeniz Heyeti başkanı. Yerel ve uluslararası birçok kurumun başkanı olma pozisyonu, onu neden heyet başkanı olduğunu açıklıyor. DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu), TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı), DTİK (Dünya Türk İş Konseyi) gibi yerel kurumlardaki başkanlıkları, Eurochambres (Avrupa Odalar Birliği), ICC (Milletlerarası Ticaret Odası), ICC G-20 Danışma Grubu, WCF (Dünya Odalar Federasyonu), PNB (Yeni bir Başlangıç için Ortaklar), CACCI (Asya Pasifik Ticaret ve Sanayi Odaları Konfederasyonu) gibi uluslararası kuruluşlardaki yönetici pozisyonları Hisarcıklıoğlu’nun heyette ne denli önemli biri olduğunu anlamamız açısından önem taşıyor! Yıllık 80 milyon USD cirosuyla Eskihisar Şirketler Grubu’nun da sahibi olan Hisarcıklıoğlu, Türkiye’nin önemli zenginleri arasında yer alıyor.
Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Dünya Bankası (WB), Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Asya Kalkınma Bankası, İslam Kalkınma Bankası (IDB), Gelişen 8 (D-8) gibi tüm dünyada ekonomik sömürünün zenginlerin işine geldiği gibi işlemesini sağlayan küresel ekonomi tekelleriyle işbirliği kurma görevini T.C. adına başarıyla gerçekleştiren Hisarcıklıoğlu, bu küresel sömürünün yerelde de başarıyla uygulanması için büyük kapitalist projelerin yerel lideri konumunda. T.C.’nin Hisarcıklıoğlu’nun bu “başarılı işbirliği” kurma deneyimlerinden nasıl yararlanacağı büyük bir soru işareti. “Yeni dönem” öncesi programında, özellikle Yerel Kalkınma Ajansları ve onların küresel ekonomik örgütlerle işbirliğini esas alan yerel yönetimler politikasıyla devlet, Hisarcıklıoğlu’nu aktif bir şekilde kullanmayı planlıyor olsa gerek.
Hisarcıklıoğlu’nun “barış” için mi, yoksa ekonomik çıkarlar için mi samimi olduğunu anlamak çok da zor değil.
Nafiz Can Paker
Doğu Anadolu heyeti başkanlığını üstlenmiş Can Paker, medyada çok fazla ismi zikredilmeyen akillerden. Can Paker’in heyete seçilmesinde Türk Henkel, Sabancı Üniversitesi ve Sabancı Holding’deki yöneticilik deneyimlerinin etkisi olsa da, Meydan Gazetesi’nin altıncı sayısında 21.yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri bölümünde “Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV” başlığında eleştirdiğimiz TESEV’de 1997 yılında başkanlık koltuğuna oturması daha büyük etki ediyor olsa gerek. Küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan, bu yapıların küresel stratejilerini yerelde uygulamaya çalışan TESEV’in ideolojisiz görünüm altında, küresel iktidarların niyetlerini nasıl sakladığını bahsi geçen yazıda ayrıntılarıyla ele almıştık. Paker’in 2002’deki Açık Toplum Enstitüsü başkanlığı bu durumu hayli pekiştirir nitelikte. Paker’in hangi liberal değerlerle heyette olduğunu anlamak için çok düşünmeye gerek yok. “Özgürlük” ve “barış” altındaki, Serbest Piyasa Özgürlüğü ve Küresel Kapitalist Barış değerleriyle…
Deniz Ülke Arıboğan
Başarılarla dolu bir akademik kariyer, Deniz Ülke Arıboğan’ı heyete girmesine yetebilir mi? Bu akademik kariyerin nasıl olduğuyla bağlantılı. 1998 yılında İskoçya’da St. Andrews Üniversitesi’nde uzmanlaştığı bölüm, devletin akillerin arasında Arıboğan’ı yerleştirmekle ne yapmak istediğinin görünmesi açısından önemli. Arıboğan, burada Uluslararası Güvenlik Okulu’nu bitirip, terör ve güvenlik konularında uzman olmakla kalmamış, IRA’ya silah bıraktırması övgüyle dile getirilen Liberal Enternasyonal eski başkanı ve Lordlar kamarası üyesi Lord Alderdic’la beraber çalışmalar yapmıştı. Bu ortak çalışma “başka bir başlık altında” sürmekte. Çalışma grubu “sorunlu alanlarda terörizm ve iç çatışmaların yarattığı olumsuz psikolojik etkiler”le ilgili çalışmalar yürütürken, Arıboğan’ın bu çalışma grubunda öğrendiklerini nerede ve nasıl uygulayacağını, Arıboğan’ın Akil Çalışmalarından takip etmek gerekiyor. “Sorunlu alan”, “terörizm” diye “yeni dönem”e yaklaşılması devletin samimiyetinin görünmesi açısından önemli. “Eski dönem” yaklaşımını Arıboğan’ın babası MİT ajanı Mahir Kaynak’ın yaptıklarıyla bir kenara koyan T.C., “yeni dönem” derin stratejilerini Mahir Kaynak’ın kızı üzerinden sürdüreceğe benziyor.
Arzuhan Doğan Yalçındağ
2007-2010 yılları arasında TÜSİAD başkanlığı yapmış Arzuhan Doğan Yalçındağ, birçok şirketin yöneticiliğini yapmış, birçok bankanın kuruluşunda yer almış, şu an Doğan TV Holding A.Ş. yönetim kurulu başkanlığını yürütmektedir. Arzuhan Doğan Yalçındağ sadece Türkiye’nin en zengin ailelerinden birinin kızı olmasıyla Türkiye kapitalizminin öncülerinden biri değil. Dünya Ekonomik Forumu tarafından Genç Global Lider olarak seçilmesiyle, AB Kadın İnisiyatifi kurucu başkanlarından biri olmasıyla küresel kapitalizmin küreselleşmesinin en önemli mimarlarından. Özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya bölgeleri dahilinde sömürünün yerelden uygulayıcıları arasında.
Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın “yeni dönem”e destek vermesinde, heyet içerisinde yer alıyor olmasında “barış gönüllüsü” yanından çok, TÜSİAD’ın bölgedeki ekonomik, siyasi ve sosyal çıkarları var.
Levent Korkut
Heyet içerisinde bulunan o kadar fazla vakıf ve STK’cı varken, bu vakıf ve STK’ların küresel ekonomik odaklarla işbirliği kurmasına sağlayan, Türkiye’de sivil toplumu geliştirerek Türkiye’nin sözde daha demokratik bir yer olmasını sağlayacak, AB fonlu Sivil Toplum Geliştirme Merkezi başkanı Levent Korkut’un da heyet içerisinde olduğunu bilmek çok şaşırtıcı olmasa gerek.
STGM, AB Komisyonu tarafından yılda 1 milyon 800 bin Euroluk bir bütçeyle desteklenen, Türkiye’de sivil toplumun gelişmesini hedefleyen, STK’lara doğrudan maddi destek sağlayan bir yapı. Kapitalistlerin, toplumsal muhalefeti STK’larla ikame etme politikasının Türkiye yürütücüsü STGM başkanı, insan hakları hukukunda yetkinliği ile heyet içerisindeki konumunu belirginleştirmeye çalışsa da, küresel fonlu STK destekleyicisi bir kurumun başkanı olması gerçeğini gizleyemiyor.
Murat Belge
Heyet içerisindeki popüler akillerden biri de Murat Belge. Son 1 Mayıs’ta Taksim’de polisin saldırılarına maruz kalan devrimcileri darbecilikle suçlayan, liberal “taraf” yazılarıyla eski solcu kimliğinden utandığını sürekli anımsatan, Helsinki Yurttaşlar Derneği aktivisti Murat Belge, sadece devletin değil, TÜSİAD’ın da en sevdiği “sol”cular arasında. Devletin de, kapitalistlerin de sempatisini son yıllarda iyice pekiştiren Murat Belge heyetin nasıl bir proje olduğunu bilen ve bu bilinçle hareket eden bir “akil insan”.
Doğu Ergil
Heyetin akademisyen kadrolarından Doğu Ergil, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Uzmanlar Kurulu Üyeliği’nin yanında, NED’le (National Endowment for Democracy) yakın ilişkisi olan TOSAV’ın (Toplumsal Sorunları Araştırma Vakfı) başkanlığını yapıyor. TOSAV’ın yabancı uzmanları, vakfın amacını belirginleştirmek açısından önem taşıyor; ABD’nin Uluslararası Stratejik Çalışmalar Merkezi yöneticilerinden olan J. V. Montville, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 23 yıl diplomatlık yapmış; ABD Dışişleri Bakanlığı’nda “Yakın Doğu Şefliği” ve “Küresel Sorunlar Direktörlüğü” yapmıştı. NED fonuyla ABD’de eğitim görmüş Doğu Ergil’in heyetteki tutumu ve NED’in Uluslararası Stratejisi çok da farklılık arz etmeyeceğe benziyor.
TOBB’da danışmanlık da yapan Ergil, TOBB’un ekonomik stratejileriyle orantılı raporlar hazırlayıp “Kürt kimliğine duyarlılığı” ile gündeme gelmişti. Bir zamanlar sol bir gazetede de yazıları bulunan Ergil, en son Barış Adaları Enstitüsü’nün, New York’ta düzenlediği Fetullah Gülen ve Gülen Hareketi isimli söyleşide konuşmacıydı.
Şükrü Karatepe
Heyet’te TÜSİAD gibi sermaye gruplarından isimler bulunurken, başka sermaye gruplarından isimler görmemek şaşırtıcı olurdu. Şükrü Karatepe’yi Refah Partisi’nden Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış bir isim olarak tanısak da, Karatepe’nin heyette bulunmasında MÜSİAD’la ilişkileri daha önemli bir paya sahip. MÜSİAD’ın siyasi danışmanlığını uzun süredir yapan Karatepe, MÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Üyeliği’ne kadar gelebilmişti. “Yeni dönem”in ekonomiye getirisi-götürüsünü TÜSİAD ve MÜSİAD’lılar anlatacak anlaşılan.
Oral Çalışlar
Çalışlar’ı heyete girmesini sağlayan ne Deniz Gezmiş’le beraber gerçekleştirdikleri İstanbul Üniversitesi işgali ne Fikir Kulübü başkanlığı ne de Türkiye İşçi Köylü Partisi başkanlık kurulu üyeliğiydi. Onu heyete sokan, geçmişte savunduğu değerleri elinin tersiyle iten liberal gazete genel yayın yönetmenliği ve yazarlığıydı. Unutmadan hatırlatmak lazım; Çalışlar da heyetin TESEV kadrosundan.
Etyen Mahçupyan
Heyette bu kadar fazla TESEV’li bulunurken, TESEV Demokratikleşme Programı’nın 2012’den beri başkanı konumunda bulunan Etyen Mahçupyan’ın Akil Heyet’te olması çok şaşırtıcı değil. “Demokrat Zihniyet”ini heyette gerçekleştirme fırsatı yakalayabilecek Mahçupyan, post-liberal değerlerini artık sadece Agos’ta, Radikal’de, Zaman’da yazmayacak. “Devletin barışı” adı altında insanlara anlatma fırsatı bulacak.
Mustafa Kumlu
Direnişteki işçilere işlerinin kıymetini bilmelerini öğütleyen Türk-İş Başkanı Kumlu, heyetle beraber “yaşadığınız ülkenin kıymetini bilin” demeye hazırlanıyor. İşçinin, emekçinin hakkının yenmesine ses çıkarmayan Kumlu’nun, “yeni dönemi” insanlara nasıl anlatacağı merak konusu.
Baskın Oran
Baskın Oran, “yeni dönem”e ilişkin neler düşündüğünü zaten en başından dillendirmişti; “Yiğidin hakkını yiğide vermeli. Sayın başbakan gibi cesur bir politikacı olmasaydı, biz hala birbirimizi yemeye devam edecektik. Heyet’in en çok koşuşturan isimlerinden biri olan Oran, bu görevini Avrupa Konseyi Ulusal İrtibat görevlisi olarak da yapıyor. TESEV’in Demokratikleşme Programı destekçilerinden olan Oran, sıkça tartışılan “akiller maaş alıyor mu?” sorusuna olumsuz yanıt verenlerden. Zaten Adalet Bakanı Sadullah Ergin de, Baskın Oran’ı onaylıyor; “Bunlar gönüllü hizmetlerdir. Ülkelerinin geleceklerini düşünen vatansever kişilerdir. Yaptıkları çalışmalar da kamu güvenliği müsteşarlığı tarafından organize edilmektedir.”
Yıldıray Oğur
Aslında Genç Siviller’den uzun bir süredir ses seda çıkmıyordu. Sansasyonel, “yaratıcı” eylemlerinden uzak kalmıştık! Siyasi iktidarı uzun süre elinde tutan bürokratik elitin artık gücünü yitirdiğini fark edince, yeni oluşan siyasal iktidarı selamlamaktan başka bir şey yapamazlardı zaten. Gerçi Genç Siviller başkanı Oğur, Taraf gazetesinde “özgürlük savunuculuğu”nun dibine vuruyordu ama! Oğur’un “akilliği” ile yeniden hareketlenen Genç Siviller, Suriye ile ilgili çalışmalarına başladılar bile. Tunus’un ABD onaylı, ılımlı İslam hareketi Nahda ile ortaklaşa etkinlikler düzenleyecek olan Genç Siviller, “yeni dönem”de heyet içerisindeki temsiliyetlerini Yıldıray Oğur ve Hilal Kaplan ile gerçekleştirecek.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlamıştır.
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Akil İnsanlar Heyeti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TÜRKİYE’DE TARİH VE TARİH YAZIMI – M. Utku Şentürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>AKP iktidarı ile birlikte ecdada, tarihe ve özellikle de Osmanlı tarihine olan ilgili arttı. Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgi deyim yerindeyse “tavan yaptı”. Bu ilgiden nemalanmak isteyen eli kalem tutan herkes tarih yazmaya başladı. Lakin Türkiye’de tarihçilik ve tarih yazıcılığı yüzyıllar boyu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Taner Timur, Ayşe Hür, Erdoğan Aydın, Hakan Erdem gibi bir elin parmaklarını geçmeyen onurlu ve dürüst araştırmacıları saymazsak vakanüvisliğin ötesine geçemedi.
İktidarın ve egemenlerin “eteklerinin altından” çıkmayan, kapı kulu tarihçiler beslendikleri odakların ve sınıfların resmi tarihini” ballandıra ballandıra” anlattılar ve anlatmaya da devam ediyorlar.
Anatol France’ın, “İçinde yalan olmayan bütün tarih kitapları sıkıcı ve usandırıcıdır,” diye dalga geçtiği resmi tarih (ve yazımı) konusunda Gottfried Benn de şunları ekler: “Bana öyle geliyor ki, korkusuz bir insanın çıkıp öbür insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar devrimci davranış olamaz: Sen neysen, osun ve hiçbir zaman başka türlü olamayacaksın. Senin hayatın budur, hep buydu, hep bu olacaktır. Parası olan çok yaşar, sözünü geçirebilen bir yanlış yapmaz, güçlü olan, doğrunun ne olduğuna karar verir. Tarih budur…”
Tarihin ve tarih yazımının sınıflı toplumlarda nesnel ve toplumun maddî temellerine dayandırılarak yazılması çok da olanaklı görülmemektedir. Bu anlamda “nesnel bir tarih yazımı mümkün müdür?” sorusuna E. H. Carr; “Tarihçinin nesnelliğinin, nesnel olmadığının farkında olma yeteneği ile ölçüldüğü ve büyük tarihçinin ele aldığı olguları inceleyip geleceğe yansıtırken, o anda kendisinin bulunduğu konumu aşıp aşamaması yorumları ile ilgilidir” ifadelerini kullanıyor.
Resmi tarih yazmak, olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gibi göstermek ya da olanın bir kısmını öne çıkarmak, ardından bunu sık sık tekrarlamak ve siyasi hafızaya kazımak demektir.
Bugüne kadar üstte de ismini zikrettiğimiz isimlerin dışındaki tüm “tarihçiler” bize tabiri caizse eşeği boyayıp at diye sattılar. Ama aralarında hiç biri “Derin Tarih”çi (siz onu “Çukur Tarih”çi anlayın) Mustafa Armağan’ın deniz seviyesinin metrelerce altındaki seviyesine erişemedi. Arapça ve Farsça bilmeyen, okuduğu üç beş yalandan tarih kitabı ile tüm kariyerini 2. Abdülhamit ve Said-i Nursi tüccarlığına vakfeden sözüm ona tarihçimiz “gizli belge” dediği ama gizli olduğu halde her nasılsa internetten birkaç dakika içinde indirilebilecek belgeler ile yazılar yazdığını artık sağır sultan bile biliyor.
Cemaatin verdiği direktiflerle bir yazısında ak dediğine bir diğerinde kara diyerek aklı başında okurlar karşısında kendisini gülünç ve zavallı durumuna düşürüyor.
İlber Hoca da Armağan’dan farksız
Resmi tarih yazmakla görevli Armağan’ın cahillikleri saymakla bitmez ama ya anlı şanlı “hocaların hocası” 7-8 dili ana dili gibi bilen İlber Ortaylı’ya ne demeli? Tarihçi Hakan Erdem’in Tarih Lenk kitabında İlber Ortaylı ile ilgili bölüme bir göz atalım isterseniz;
“Üç Kıtada Osmanlılar kitabında, 1260 yılındaki, Ayn Câlut savaşının Ortadoğu’nun tarihinde önemli bir yeri ve simgesi vardır. Çünkü 1258’de Abbasi halefiliğini düşüren ve batıya ilerleyen Moğolları, memlûkler bu savaşla durdurmuştur ama ortaylı, iktisadi ve sosyal değişim kitabında bu savaşta Memluklar’ın yenildiğini, Moğolların yendiğini düşünüyor. çünkü Moğolların Şam’ı ele geçirdiğini söylüyor. Üstüne üstlük İlber Ortaylı bunu daha doğmamış bir Moğol hanına, gazan hana yaptırıyor. Ancak bu kadarına pes denir. Bunu söylemek; Fatih’e patates yedirmeye benzer. (patates Amerika Kıtası’nın keşfiyle dünyaya yayılır.) Ne yazık ki bunlar kafasında bazı şeylerin oturmadığını gösteriyor.”
İktidarın resmi tarihçileri (vakanüvisleri) resmi tarihten bile habersiz, kafa göz kırarak tarih yazıyor. Lise tarih kitabı düzeyindeki tarih bilgileri ile televizyonlarda, gazetelerde boy gösteren bu kapı kulları “üç kıtada at koşturan şanlı ecdadımızın” tarihini, pehlivan tefrikası tadında bizlerle buluşturuyorlar.
Yakın zamanda ütahya’da yaptığı bir konuşmada, Başbakan Erdoğan şunları söylüyor: “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz; her yerle biz de ilgileniriz. Ama bunlar, televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Biz öyle bir Kanuni tanımadık, onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz lazım. Bunu çok iyi anlamanız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz.”
“Hık deyicinin pık deyicileri”
Başbakan bunları söyler de adamları boş durur mu? Hemen bir kanun teklifi hazırlanmış… Kanun teklifini hazırlayan AKP İstanbul milletvekili Oktay Saral: “Bundan sonra Türk aile yapısına uygun, çocuklarımızı rencide etmeyecek, bizim dilimizde zıvanadan çıkarmayacak dizi yapacaklar. Artık bu tarz dizileri bin düşünüp, bir yapacaklar. İnsanlar bize ‘Bu diziler yüzünden çocuklarımız tarihini, atasını tanımıyor’ diyorlardı, artık böyle söyleyemeyecekler!“ diyor.
Hık deyicinin pık deyicisi Mustafa Armağan, Murat Bardakçı, İlber Ortaylı gibi vaka-i nüvisler de Hürrem Sultan’ın iktidar hırsı ile önüne çıkan herkesin kellesini tavuk keser gibi kestirdiğinden ziyade ne denli hayırsever bir insan olduğunu, Kanuni’nin hayatının haremde, hamamda cariye kovalayıp şarap içerek değil at sırtında elde kılıç “kâfir” kovalayarak geçtiğini söyleyerek bizleri “aydınlatıyorlar”. Bu sözde tarihçiler için Kanuni döneminde Sünni/Şeriatçı İslam düşüncesinin dışındaki Alevi önderleri Baba Zünun’un ya da Kalender Çelebi’nin neden katledildiği ise “gözlerden kaçırılması” gereken bir ayrıntıdır.
Böylece bu “anlı şanlı” tarihçilerimiz Naima’dan, Ahmet Cevdet Paşa’dan, Âşık Paşazade’den devraldıkları bayrağı “onur”la taşıyarak resmi tarihin ve resmi ideolojinin yeniden üretimine omuz veriyorlar. Müesses Nizam’ın “tıkır tıkır” işlemesi için kitlelerin beyinlerini yalan bir tarihle uyuşturuyorlar. Son dönemin fenomen dizi karakteri Vasfiye Teyze’nin de dediği gibi; “mecbuuur böyle yapmayıp da ne yapacaklar?” Yıllardır alışmışlar iktidarın ve egemenlerin sırtlarında parazit gibi yaşamaya. Başka türlü geçinmeyi, yaşamayı bilmezler ki…
M.Utku Şentürk
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nşin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post TÜRKİYE’DE TARİH VE TARİH YAZIMI – M. Utku Şentürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post GDO TEREYAĞI İLE PİŞER Mİ? – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Vatandaşlarımızın kafasını karıştırmaya, üreticilerimize zarar vermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Dünyada ticarete konu GDO’lu pirinç üretimi söz konusu değil”
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker
22 Nisan’da Mersin Limanı Gümrüğü’nden geçirilen pirinçler üzerinde yaptığı GDO tarama testi sonucunda, “LLRice601 ve Bt63 olmak üzere yasaklı iki ayrı GDO ırkının birlikte var olduğu”nu raporuna yazan genetikçi Doç. Dr. Alper Tunga Akarsubaşı hakkında, İTÜ Rektörlüğü soruşturma açtı. Akarsubaşı, dava bitene kadar da açığa alındı.
Genetiği değiştirilmiş LLRice ve Bt63 ırkı pirinçler nasıl yapılıyor?
Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) çeşitli yöntemlerle genetik yapısı yani özellikleri değiştirilen canlıları ifade ediyor. Söz konusu GDOlu pirincin genetik değişimi, raporda belirtildiği üzere Agrobacterium tumefaciens tekniğiyle geliştirilmiştir.
Bu teknikte özellikle patates gibi iki çenekli bitki köklerinde tümör yaptığı bilinen “Agrobacterium tumefaciens” adlı bir toprak bakterisi kullanılır.
Bu bakterinin hücresi içerisinde kendi kendini eşleyebilen bakteri geninden ayrı bir DNA parçası bulunur. Bu DNA parçasına örneğin “bitkileri öldüren ilaca dayanıklılık geni” yerleştirildiğinde tarladaki tüm bitkiler ölürken sadece Genetiği Değiştirilmiş (GD) pirinç yaşayacak. Aynı zamanda bitkiye bir de antibiyotiğe dayanıklılık geni yerleştirilir. Bitkiye aktarılmak istenen özellikler bu parçacığın içinde bulunduğu bakteri ve bitki hücreleri aynı besi ortamında bırakılır. Burada bazı bitki hücrelerinin genetiği bu bakterice değiştirilecektir.
GD hücreleri diğerlerinden ayırmak için ortama antibiyotik ilaç salınır. Antibiyotiğe maruz kalan doğal hücreler tamamen ölürken GD olan hücrelerde “bu antibiyotiğe dayanıklılık” geni mevcut olduğundan canlı kalanlar sadece GD pirinçler olacaktır.
Çeşitli besin ve hormonlar laboratuvar ortamında elde edilen hücrenin etrafına salınarak hücrenin grupçuklar oluşturması sağlanır.
Elde edilen grupçuklara kök yapıcı hormonlar ile yaprak yapıcı hormonlar verilerek GDO filizlendirilmeye çalışılır.
Filizlendirilen bitki bir miktar büyütülüp toprağa atılır ve GDO pirinç yaratılmış olur.
Mevzu bahis pirinçlerde de LLRice ırkı bitkileri öldüren ilaçlara dayanıklıyken Bt63 ırkı da böcekleri ve kurtçukları öldüren zehirli bir protein salgılar.
GDOların zararı önlenemez mi?
Genetiği değiştirilen organizmalarda hangi testler yapılırsa yapılsın bu testlerin ne denli etik olduğu bir yana etkilerinin uzun vadede neler olabileceğini kestirmek imkânsızdır.
GDOların daha önce yeryüzünde hiç var olmamış maddeler üretmesi kaçınılmazdır. Ve bu yeni maddelerin etkilerini ortadan kaldıracak panzehir gibi bir sistemin olup olmayacağı da bilinemez.
GDO savunucuları
GDOlara olumlu yaklaşmamızı isteyenler öncelikle devletler ile birlikte ilaç ve tohum şirketleri, sonra da bu işten kar sağlayacağını düşünen kapitalizmin bencil fırsatçılarıdır.
Yeryüzünde birçok insanın “gıda krizi”nden etkilendiğini öne sürerek bu kıtlığa çözüm olarak “daha vitaminli, daha besleyici, daha fazla miktarda” olduğunu iddia ettikleri GDOları dayatmaktadırlar.
İşlettikleri sömürü düzenindeki sahip oldukları mevki ile yetinmeyen ya da daha fazlasını isteyen efendiler, bu yolla yoksul insanları doyurmaktan ziyade “gıda güvenliği” adını verdikleri düzende kimin neyle ne kadar besleneceğine de karar vermek istiyorlar. Tohum şirketleri yarattıkları yeni yiyeceklerle insanları bazı özel hastalıklara karşı da hedef haline getiriyor. Yani GDO içeriğinde daha önce doğada benzeri görülmemiş pek çok proteini de içerdiğinden bağışıklık sistemini uyararak pek çok hastalığa yol açıyor. Bu yolla zaten iç içe oldukları ilaç şirketlerine de yeni müşteriler kazandırıyorlar.
Meydan Gazetesi’nin 6. Sayısında Mercan Doğan’ın kaleme aldığı “YARATIK ŞİRKET: Monsanto” yazısı GDOcu şirketlerin işleyiş mantığını açıkça gözler önüne seriyor: “…gıdayı kontrol edersen insanları kontrol edersin. Gıda bir silahtır…”
Yaşamı Yok Eden Canavarlar
GDO bitkilerin çoğu, zaten böcekleri kendinden uzak tutacak biçimde programlanmış haldedirler. Kendinden ilaçlı bitkiler, içinde bulunduğu ortamın dayanışma ilişkisi içindeki bir öznesi olmaktan çıkarılıyorlar. Ortamdaki diğer varlıkların kendisi ile etkileşimi kesilerek sadece kendi meyvesini besleyerek yalnızlaşıyorlar. Birçok GD bitkide ortamdaki diğer varlıklar GD bitkiye temas ettiği anda onları zehirleyip öldüren zehirler mevcut. Bt63 ırkı pirinçler bunun yalnızca bir örneği. GD bitkiler doğal döngüyü bozduğundan etkileşim içinde bulunduğu diğer varlıkların yaşamını yok ederler. GD bitkinin ateşlediği fitil bir sarmal gibi tüm varlıkları etkiliyor. Bazı türler yok oluşa sürüklenirken bazıları da GDO ile beslenerek GDOların meydana getirdiği maddeleri bünyesinde taşımaya, başkaca varlıklara aktarmaya devam ediyor.
Genetiği değiştirilen yalnızca bitkiler değil elbette. “AquAdvantage Somon” ise GD hayvanlar için bir örnek. Doğal bir “Atlantik Somon”, market boyutu diye tabir edilen ebatlara erişebilmesi için 30 aylık büyüme süresine ihtiyaç duyar. “AquAdvantage Somon”un ise 16 haftada bu büyüklüğe erişmesi AquaBounty adlı şirketin öne sürdüğü en belirgin “avantaj”. Somonun daha hızlı büyüyebilmesini sağlayan şey ise Pasifik Chinook somonu balığı ile Okyanus Mezgiti (Zoarces americanus) türlerinin genlerinden parçalar taşıması. Kurumsal güvenilirliği adının karıştığı skandallarla tescilli olan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA 2010 yılının Ekim ayında bu GD somonu yemenin güvenli olduğunu duyurmuştu. Bu GD balığın insanlarca yenmesinin ne denli güvenli olduğu bilinmez, ancak çiftliklerden kaçıp okyanus ekosistemine karışması durumunda doğal somonlara karşı sağlayacağı üstünlükle bir türün daha yok edilmesine kesin gözüyle bakılabilir. Kaldı ki GDOların yarattığı sorunları yalnızca insanlar üzerindeki etkileri üzerinden ele almak da bir başka yanlış algının yaklaşımı olacaktır.
Kaynak değil Varlık!
İnsanın kendi dışındaki varlıklara böyle bencilce müdahale etmesinin ardında yatan belki de en büyük neden, onları “kaynak” olarak görmesidir. Kaynak, insan merkezci algıdaki insanın, kendisi dışındakilerin insana hizmet etmek için var olduğunu düşünmesinden ileri gelen bir yaklaşımdır. Aslında varlıkların kullanım ve yönetim hakkının insanda olduğu algısı; işçilerin kullanım ve yönetim hakkının patronda olduğu algısından hiç de farklı değildir. İnsanlar arasındaki adaletsizliklere sessiz kalanların yaşama dair adaletsizliklerdeki yaklaşımları sorunlu olduğu gibi bu sorunlu yaklaşım tam tersi algıdakiler için de geçerlidir. Ezen ve ezilen arasındaki kavgada rol alan özneler değişse de kavganın özü burada da aynıdır. Yaşamın her alanında adaletsizliklere karşı durmak doğru bir yaklaşımı ve etkin bir mücadeleyi getirecektir.
2006’da Bayer ABD Tarım Bakanlığı’na LLRice601’in bir cins uzun pirince bulaştığını bildirmiştir. ABD Tarım Bakanlığı’nın yaptığı araştırmada ABD pirincinin yüzde 30’dan fazlasının LLRice601, LLRice604 ve LLRice62 GD pirinciyle kontamine edildiğini tespit etmiştir. Bu nedenle Bayer çiftçilere 750 milyon dolar tazminat ödemiştir. 2006 ile 2007 yılları arasında 30’dan fazla ülkede ABD’den ithal edilen pirinçlerde, Bayer’e ait ve onaylanmamış 3 adet GD pirinç türünün izleri tespit edilmiştir.
Bt63 böcek haşaratlarına karşı dayanıklı, Çin’de devlet desteğiyle geliştirilmiş GD bir pirinç ırkıdır. Bt63 pirinç güve türlerine toksik bir protein üretmektedir. Farelerle yapılan deneyler bu proteinin alerji benzeri sorunlar oluşturduğunu göstermiştir.”
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post GDO TEREYAĞI İLE PİŞER Mİ? – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 19. Yüzyıldan Günümüze Bulgaristan Anarşist Federasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>FAB, iktidar kurumlarını tamamen yıkmayı, dolayısıyla bütün problemlerin kaynağını hedef alan, devrim düşüncesi etrafında toparlanmış insanların oluşturduğu bir gruptur. Toplumsal sorunları büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz diye ayırmadan, bu sorunların kökenine bakmaya çalışırız, yani insanın insan üstünde ki tahakkümüne ve bunun en güncel ifadesi devlete.
Bulgaristan’da hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan kitlesel hareketliliği Arap Baharı’nın etkisine bağlayanlar oldu, Avrupa’da devam etmekte olan ekonomik krizi neden olarak gösterenler de. İnsanlar sokaklara çıktılar, büyük protestolar gerçekleştiler ve hükümet düştü. Farklı coğrafyalardaki toplumsal hareketlere ilişkin o kadar fazla söz üretilir oldu ki. “Küresel dünya” etkisi bu belki de. Ancak problem sadece bu coğrafya dışı anlamlandırma değil; bu dışardan yapılan anlamlandırmaya göre “yerel olmayanların” hareketliliğe etki etme çabaları.
İşte tam da böyle bir ortamda Bulgaristan Anarşist Federasyonu (FAB), ne olup ne bittiğini anlatan bir metin yayınladı. Metin, binlerce insanın sokaklara döken nedenin ne olduğunu anlamaya yönelik olarak yazılmıştı. Bu metin sürecin çerçevesini oluşturan, ancak yerel özne olmayanların ayrıntılı bir şekilde fark edemeyecekleri durumların fark edilmesi adına önemliydi.
Hareketliliğe uluslararası faktörlerin etkisi, STK’ların ve hatta mafyatik yapılanmaların bu hareketlilikten beklentilerini vurguladıkları yazıyla, Bulgaristan’da gerçekte ne olduğunun anlaşılmasına yardımcı oldular. Göstericilerin ana dinamiğini küçük mülk sahipleri, muhalefet partilerindeki işçiler, özel sektörde “biraz daha fazla kazanan” işçiler ve öğrencilerin oluşturduğunu tespit etmeleri önemliydi. İşsiz ve alt toplumsal kademelerdeki kesimlerin gösterilerde bulunmaması, gösterilerin talepleriyle ilgiliydi. Muhalefet partilerinin kazanımıyla sonuçlanan bu hareketliliğe ilişkin anarşist yorum gayet yerindeydi: bu tip gösterilere dahil olmak da, etkileyebileceğini düşünmek de yanıltıcıdır. Güçlü devrimci örgütlenmelerle ancak bir devrim gerçekleşir, devrimci hedefin olmadığı bu tarz gösteriler de her zaman “uluslararası etkilere” açıktır.
Farklı coğrafyalardaki hareketlenmelere ilişkin bu tarz açıklamalar, küresel iktidar odakları anlamlandırmaya ve müdahaleye bu kadar gönüllüyken çok gerekli. Biz de Meydan Gazetesi olarak bu gerekliliğin farkında olan FAB’la bir röportaj gerçekleştirdik.
Meydan: Bulgaristan’da politik düşünce ve toplumsal hareket olarak anarşist bir geleneğin olduğunu biliyoruz. Bu anarşist geleneğin şu anki anarşist düşünce ve harekete etkisi nedir?
FAB: Bulgaristan’daki anarşist gelenek genel hatlarıyla Bakunin ve Kropotkin’in düşüncelerini takip eden anarko-komünist çizgideydi. 19. Yüzyılın sonlarındaki ulusal özgürlük mücadelesi, Bakunin ve arkadaşlarıyla ilişkili. Bulgaristan Devrimci Merkez Komitesi, toplumcu anarşist düşünceleri benimsiyordu. Ne yazık ki Bakuninci gelenek şimdi güçsüzleşti. Kropotkin’in devrimden sonra oluşacak toplum tahayyülü bir hedefle ilgilidir. Şimdi bu tarz bir hedef eksikliği de var.
Meydan: Peki bu anarşist geleneğin örgütünüz FAB’ı şekillendirmede etkisi oldu mu?
FAB: 1945’ten 1990’a kadar devam eden “komünist” diktatörlük yoldaşlarımızın düşünce ve eylemlerini önemli ölçüde engelledi. 1919’da FACB (Bulgaristan Anarko-komünist Federasyonu) kurulduğunda örgüt yasadışıydı. 1990’daki “demokratikleşme”den sonra FAB olarak tanındı. FAB’ın içindeki çoğu kimse, II. Dünya Savaşı’na kadar anarşist düşüncelerden ya da anarşizmin özgür yorumlarından etkilenmişti. Dünya Savaşı’nın başına kadar aktif bir şekilde mücadele eden deneyimli yoldaşlarımız hala var, onlar da Stalinizmin ülkeye hakim olduğu zamanda hayatlarını cezaevlerinde, toplama kamplarında, polis gözetimindeki yerlerde harcamışlar. Deneyimli yoldaşlar çok değerli ancak şimdiler bunun kıymetini bilmiyor sanırım.
Örgütlenmeyle ilgili temel sorun şimdiki koşulların basit gerçekliğiyle örgütlenme arasında bir ilişki kuramamakta yatıyor.
Meydan: Biraz daha FAB’dan bahseder misiniz? FAB’ın yoğunlaştığı mücadele alanları neler?
FAB: Federasyon kelimesi, tam olarak bizim örgütlenmemizi iyi tanımlamıyor. Bunu tarihsel bağı göstermek açısından kullanıyoruz. FAB, iktidar kurumlarını tamamen yıkmayı, dolayısıyla bütün problemlerin kaynağını hedef alan, devrim düşüncesi etrafında toparlanmış insanların oluşturduğu bir gruptur. Toplumsal sorunları büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz diye ayırmadan, bu sorunların kökenine bakmaya çalışırız, yani insanın insan üstünde ki tahakkümüne ve bunun en güncel ifadesi devlete.
En çok yoğunlaştığımız mesele, örgütle ilgili diyebiliriz belki. Örgütün yapısını belirginleştirirken, otoriterliğe düşülmemesi önemsediğimiz bir mesele.
Daha toplumsal boyutta yoğunlaştığımız meselelerden biri, Bulgaristan’daki de-endüstriyalizasyon. Sanayi ve tarım işçilerinin sayısal olarak azaltılması ve işçi sınıfının prekaryalaştırılması ve lümpenleştirilmesi. Öğrenciler, toplumsal adaletle ilgili radikal düşüncelerin taşıyıcısı değiller. Yoksul bölgelerdeki gençler daha yüksek eğitim alabilecekleri yerlere gidemiyorlar ve iyi ücretli bir iş bulamıyorlar. Büyük bir çoğunluğu da göçmen işçi olarak ülkeden gidiyor.
Üzerinde durduğumuz bir diğer mesele de daha kötü sosyal konumda bulunan farklı etnisite de ki insanlarla ilişkiye geçmek, özellikle Romanlar ve Türklerle. Tabi ki bu çok zor, Bulgaristan halkının milliyetçi tutumlardan kaynaklı deneyimlerinden dolayı ilişki kurmak neredeyse imkansız. Bu milliyetçi tutum, özellikle ülkedeki “orta sınıf” arasında yaygınlaşıyor.
Meydan: Anarşizmi toplumsallaştırmanın giderek daha önemli bir hale geldiği zamanda, Bulgaristan’daki anarşizm hakkında ne söylersiniz? Anarşist bireyler, gruplar ya da örgütler var mı?
FAB: Aslında anarşizmle ilişkilenmiş farklı gruplar ve bireyler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak “devrimci” yöntem biraz korkutuyor belki bu birey ve grupları. Toplumsal önyargılar ve kaygılar nedeniyle reformizmi tercih ediyor insanlar genel olarak. Bu onları kapitalist topluma entegre kılıyor, düşünceleri belki “sol” sayılabilir ancak bu tarz kafa yapısıyla hiçbir zaman anarşizme evrilmiyor.
Kendilerine anarşist diyen ve bu dediklerinin arkasında duran insanlar yok değil, ancak örgütlü hareket çok da güçlü değil. Onları FAB’tan ayıran temel özellik, otoritenin belirtilerine karşı mücadele etmeleri. FAB otoritenin kendisiyle mücadele eder.
Meydan: Geçtiğimiz aylardaki isyan dalgasından sonra, Bulgaristan’daki şimdiki durum nedir?
FAB: “İsyan” sözcüğü durumu anlamak için birazcık güçlü bir sözcük. Biz bunun yerine “gösteriler” diyelim. Başından itibaren manipüle edilmiş ve ana akım burjuva reformizmine eklenmiş bir halde diyebiliriz. Ulusalcılık adı altında, polis kontrolündeki holiganlar sokakları herhangi radikal toplumsal ajitasyondan “temizledi”.
Şu an parlamentoda 4 parti bulunuyor. “Türk azınlığın” partisi, “sağcı” parti, “solcu” parti ve “ulusalcı, sağcı-solcu argümanları kullanan” parti. Tabi bu partilerin hepsi, içinde bulundukları sermaye gruplarının temsilcilerinden başka bir şey değil. Şu an hükümet oluşturulmasıyla ilgili bir prosedür işletiliyor. Anlaşılan o ki Rus oligarşisi, ABD’ninkinden daha iyi hizmet etmiş.
Gösterilere neden olan zamlar hala daha devam ediyor (elektrik zamları örneğin). Hatta zamlar daha da arttı, buna rağmen yeni gösteri yok. Yakın bir zamanda da sokak hareketleri görmek çok mümkün değil, yeni hükümet buna izin vermeyecek kadar güçlü gözüküyor.
Meydan: Peki yaşanan bu hareketliliği Bulgaristan’daki anarşist gruplar için bir olanak olarak görebilir miyiz?
FAB: Gösteriler, sloganlarımızı daha görünür kılabilir. Ancak Bulgaristan’daki insanları bu durum daha devrimci kılmaya yetmez. Yapacağımız herhangi etki, sokağa oy toplamaya gelmiş bir partiyle karışabilir. İnsanlar ikisi arasında bir ayrım yapamayacak bir politik durumun içinde. Tabi işin bir de FAB tarafı var. FAB örgütlenmeyi daha güçlü bir konuma taşımadan buna girişmez. FAB’ın asıl istediği, son gösterilerde, gösterilerin gölgesinde kalan “ezilenler”e ulaşmak.
Meydan: Devletler, özellikle toplumsal muhalefetin arttığı zamanlarda özellikle bu muhalefetin radikal kısmında kalanlara karşı sertleşir. Devletin bu iç politikasından doğan zorluklarla karşılaştınız mı?
FAB: FAB ilk günden bu yana güvenlik güçleri tarafından gözetim altında. Ancak “demokratik” hükümetin iktidarda olduğu günden bu yana, Bulgaristan’da anarşistlere yönelik açık bir devlet saldırısı yok. Belki gelecekte bekleyebiliriz. Ama uluslararası ve sosyal statüko korunurken, bu tarz bir tehlike yok gibi.
Meydan: Böyle bir ortamda uluslararası dayanışmanın önemi nedir? Diğer anarşist federasyonlarla yakın ilişkiniz var mı?
FAB: Uluslararası Anarşist Federasyonlar (IFA)’ın bir parçasıyız. Genellikle Balkanlardaki anarşistlerle ilişkilerimiz var. Karadeniz çevresindeki coğrafyalarda Rusça konuşan anarşistlerle internet üzerinden bir tartışma gerçekleştirdik. Gayet iyi bir deneyimdi. Yakın bir zamanda, bu tarz başka bir girişim olmadı. Bunun dışında, farklı coğrafyalardaki anti-otoriter gruplarlar ve yoldaşlarla dayanışma eylemleri gerçekleştiriyoruz.
Küresel bir anarşist hareketin ihtiyaçlarının ve düşüncelerinin karşılanması için, ortak bir gündem altında farklı coğrafyalardaki devrimci hareketleri birleştirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Böylelikle daha az güçteki federasyonlar güçlenmeye fırsat bulurken, tüm dünyada bir hareketlilik sağlanabilir. Sınıf temelli uluslararası bir dayanışma olmadan, anarşist hareket devletlerin insanları daha fazla ayrıma politikasının üstesinden gelemez.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post 19. Yüzyıldan Günümüze Bulgaristan Anarşist Federasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ÖZGÜRLÜĞE YELKEN AÇAN FANZİN: FİLİKA FANZİN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Çıkarmış olduğunuz fanzinin adı neden Filika?
Çünkü denizde Filika hayat kurtarır. Filika denizde herhangi bir tehlikeye karşı (çarpışma, yangın, batma vb.) gemiden güvenli bir şekilde uzaklaşmak içindir. Biz Hacı Rahime Ulusoy denizcilik lisesinde okuyan liseliler olarak hayatımızdaki tehlikeleri sadece bunlarla sınırlamıyoruz. Mesela bizim için otorite ve hiyerarşi de bir o kadar tehlikedir. Biz hayatımızdaki tüm tehlikelerden uzaklaşmak ve mücadele etmek için fanzinin adını Filika koyduk. Çünkü hayatımızın her alanında farklı adaletsizlikler yaşıyoruz. Bu adaletsizlikleri kapsayan geniş bir yelpazeyle liseli arkadaşlarımıza ulaşıyoruz. Denizden başlayarak hayatımızın her alanına uzanan bir yolculuk; en temelinde özgür bir denizcilik istiyoruz ve özgürlüğe yelken açıyoruz.
Meydan: Denizcilik lisesinde okuyorsunuz. Peki denizcilik liselerinde okumanın ne gibi zorlukları var?
Her okulda olduğu gibi biz de otoriter, hiyerarşik eğitim ile karşı karşıyayız ve böyle bir eğitim içinde baskıyı barındırıyor. Ama denizcilik lisesinde bu daha da belirgin bir şekilde karşımıza çıkıyor. Örneğin, okulda bizleri gemideki hiyerarşiye hazırlıyorlar ve bu hiyerarşi okulda abi-kardeş gibi masum görünümlü kavramlarla anlatılıyor. Ayrıca denizciliğin bir erkek mesleğiymiş gibi gösterilmesi, içinde çok fazla dini jargon barındırması ve staj dönemi koşulsuz itaatin olması gibi sorunlar bunlardan bir kaçı sadece.
Meydan: Filika Fanzin’i kaç kişi, nasıl çıkartıyorsunuz?
Filika Fanzin sürekli inisiyatif alan beş kişilik bir ekip tarafından çıkartılıyor. Ancak Filika’ya fikir beyan eden, yazı yazan ve dağıtımlarına katılan çok sayıda arkadaşımız var. Fanzin ile alakalı kararları hep beraber, bir araya gelerek alıyor ve uyguluyoruz.
Meydan: Tabi ki bir de dağıtım aşaması var. Filika Fanzin’in dağıtımını nasıl yapıyorsunuz?
Dağıtımı genellikle İstanbul da bulunan denizcilik liselerinde yapıyoruz. En çok kendi okulumuzda aktif faaliyet gösteriyoruz. Açıkça tüm sınıfları dolaşarak fanzini arkadaşlarımıza tanıtıyor ve dağıtıyoruz. Ancak çıkardığımız son sayı okul idaresi ve öğretmenler tarafından gerçekleşen ciddi bir baskı ile karşı karşıya kaldı. Düşüncelerimizi yazarak paylaşmanın dahi yasak olduğu okulumuzda Filika Fanzin toplatıldı. Fanzine okulda yasak getirdiler yani.
Meydan: Filika Fanzin şimdiye kadar kaç sayı çıktı ve çıkacak olan yeni sayısı için düşündüğünüz bir tarih var mı?
Filika Fanzin şu ana kadar 2 sayı çıktı. Zaten ikinci sayımızı da yasakladılar. Ama biz inadına 3. sayıyı da çıkartacağız, dağıtacağız. Tarih olarak şu an belli değil.
Meydan: Biraz da içerik hakkında konuşalım. Fanzin’i incelediğimizde yalnız denizcilik konusunda değil tüketim, ayrımcılık, eğitim gibi birçok kavram üzerine yazılar yazıyorsunuz. Yazıların içeriğini nasıl belirliyorsunuz?
Öncelikle yazıların içeriğini ortak belirliyoruz. Yazılar öncelikle bireysel sorunlarımızdan ortaya çıkıyor. Zaten bu bireysel sorunlar aynı zamanda diğer liselerdeki arkadaşlarımızın da ortak sorunu. Okulda ki disiplin cezalarından, öğretmenlerin baskısından, giydiğimiz üniformadan, ahlak kurallarından, staj eziyetinden tutun birçok sorunla karşı karşıyayız. Üstüne yasaklanan bir fanzinin tepkisi olarak bu yasakçı anlayışa karşılık yaşadığımız sorunlara daha fazla yer vermeyi istiyoruz. Yasakçı, baskıcı eğitime karşı olan tepkimizi ve aynı zamanda toplumda yaşanan genel sorunları dile getirmeyi sürdüreceğiz. Sanal medyada yayınlanan “Okulsuz bir toplum mümkündür” münazarasında arkadaşlarımız eğitim konusunda ki eleştirilerimizi son derece net bir şekilde savunmuşlardı. Bu münazara okulda oldukça etki yarattı. Özgür bir eğitim fikrini tartışmaya ve konuşmaya başladık.
Meydan: Filika Fanzin’i nerelerde bulabiliriz ve sizinle nasıl iletişim kurabiliyoruz?
Genelde denizcilik liselerinde ve diğer okullarda dağıtım yapıyoruz. Ya da elden dağıtım. Kadıköy de 26A Sahaf*ta bulunan Fanzin noktasına da bırakıyoruz. Oradan ücretsiz bir şekilde alabilirsiniz. Ayrıca iletişim için; [email protected]
SAHAF 26A Caferağa Mah. Sakız Sokak No: 3/1 (Caferağa spor salonu yanı) Kadıköy/İSTANBUL
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post ÖZGÜRLÜĞE YELKEN AÇAN FANZİN: FİLİKA FANZİN appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Katil Coca Cola’nın Gizli Formülü Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Herkesi şaşırtan bu gelişme üzerine Coca Cola şirketi bu defterde yazılanlar ile ilgili bir inceleme yaptı ve ardından açıkladı: Defterdeki formüle göre yapılırsa tadı biraz değişik olur.
İlk günkü formüllerinin yıllardır değişmediğini söyleyen Coca Cola yetkililerinin, defterdeki formülde eksik buldukları şey aslında ortada. Yıllardır sendikal mücadele veren işçileri, sendikacıları katleden şirketin defterde yazılı formülde tek eksiği, döktü kan. Evet, defterdeki formüle göre Cola’nın tadı biraz değişik olabilir, çünkü formülde Coca Cola’nın yıllardır katlettiği işçilerini kanı yok!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
The post Katil Coca Cola’nın Gizli Formülü Bulundu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>