The post Doğrudan Demokrasi Festivali appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yunanistan’da anarşist ve anti otoriter örgütlenmelerin, özyönetimle işleyen üretim alanlarının, kooperatiflerin deneyimlerini paylaşmak üzere bir araya geldikleri Doğrudan Demokrasi festivali 4-5-6 Eylül tarihlerinde gerçekleştirildi. Konuşmaların, forumların, atölye çalışmalarının konserlerin oluşturduğu festival, Selanik kentinde yapıldı.
Festivalin ilk günü olan 4 Eylül’de “Ortak Kullanım Mücadelelerinin Birleşmesinin Gerekliliği” başlığıyla gerçekleştirilen forumda, halkın ortak ihtiyaçları doğrultusunda öz örgütlenmeyle gerçekleştirilecek üretimlerin karşılıklı dayanışma ve işbirliği ağlarıyla birbirini desteklemesi üzerine fikirler paylaşıldı. Selanik’te suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele veren “136 Hareketi”, üreticiden tüketiciye aracısız ürün sağlama amacıyla bir araya gelen 16 kolektifin ortaklaştığı “Aracısız Ürün Satış Ağı”, doğrudan demokratik karar alma süreciyle sekiz aydır patronsuz üretimlerini sürdüren VIO.ME. işçileri, hükümetin kapatma kararından sonra işgal edilerek özyönetimle çalışmasını sürdüren Yunanistan Devlet Televizyonu ERT işçileri yaptıkları konuşmalarda kendi deneyimlerini aktardı.
5 Eylül günü, festivalin ikinci günü, konuşmaların ana başlığı ise “Mücadeleye Devam”dı. Konuşmacılar, mücadele deneyimlerini aktarırlarken, mücadelelerin dayanışma ilişkisi ile ortaklaştırılarak büyütülmesinin yolları üzerine önerilerini sundular. Türkiye’de mücadele yürüten Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz, Bulgaristan’daki Adelante Sosyal Merkezi’nden Yavor Kiselintsef, anti militarist Ilham Nisvan ve akademisyen Kostas Lampos konuşma yaptı.
Devrimci Anarşist Faaliyet’in İngilizce yaptığı konuşma aynı zamanda Yunancaya tercüme edildi. Önceki ay Meydan Gazetesi’nde yer alan “Barikatların Ardındaki Direniş Alanından, Mahallelerdeki Forumlara: Doğrudan Demokrasi” başlıklı yazının İngilizce çevirisi, festival boyunca açık kalan DAF standında yoğun ilgi gördü.
DAF’ın İngilizce yaptığı konuşmanın Türkçe çevirisi ise şöyleydi:
Tüm İstanbul’da ve Anadolu’nun pek çok yerinde kentsel dönüşüm projeleri; gecekondu yıkımlarıyla, AVM ve rezidans inşaatlarıyla, soylulaştırmaya çalıştığı meydanlarda basın açıklamalarını dahi yasaklamasıyla hız kazanmıştı. Dönüşüm yalnızca kentlerde değildi. Kırsal dönüşüm de son yıllarda başta Hidroelektrik, Termik ve Nükleer Santral projeleriyle, madenlerle, kaya gazı aramalarıyla, kapitalist tarım politikalarıyla vadilerde, köylerde yaşamı yok etmeye başlamıştı bile. Kırdan kente taşınan yalnızca göçe zorlanan insanlar olmadı, aynı zamanda kırsal dönüşüme karşı başlayan isyanlar kentteki mücadelelere de ruhunu aktardı.
Taksim Gezi isyanında ne bir kahraman vardı ne de bir halk önderi. Kırsallardaki pek çok mücadelede olduğu gibi iktidarsız alanlarda özdenetimleriyle, öz disiplinleriyle ve gönüllülükleriyle bir araya gelen bireyler devlete ve kapitalizme karşı verdikleri mücadelede otoriteden rekabetten ve bencillikten uzak, bir ilişki biçimi deneyimlediler. Yine kırsallardaki pek çok mücadelede olduğu gibi Gezi Parkı’nda da deneyimlenen paylaşma ve dayanışma ilişkileri; siyasi duyarlılığı olmayan pek çok bireyi etkilemeye, dönüştürmeye yetti.
Gezi Parkı’ndaki direnişin 2013 yılındaki toplumsal mücadelelerindeki başlıca tetikleyicilerinden biri bu yılki Hrant Dink anması oldu. Hrant Dink; 19 Ocak 2007’de Taksim yakınlarında çalıştığı Agos Gazetesi binası önünde Faşistler tarafından katledilen Ermeni gazeteci. Katledildiğinden bu yana her yıl 19 Ocak günü Taksim Meydanı’ndan Agos Gazetesi önüne yürüyüş düzenleniyordu. Bu yıl, Taksim Meydanı’nda başlatılan kentsel dönüşüm projelerini gerekçe göstererek bu yürüyüşe katılan bizim dışımızdaki hemen hemen tüm muhalif gruplar yürüyüşün başlangıç noktasını Taksim Meydanı dışında başka bir noktaya taşıdılar. Ama biz 6 yıl önce Hrant’ı teferruat olarak gören anlayışın bugün yaşam alanlarımızı soylulaştırdığını biliyorduk ve buna rağmen ısrarla Taksim Meydanı’nı kullanmaya devam etmeliydik. Bu anmada Taksim’den vazgeçersek yıllardır mücadele ettiğimiz, 1886’da Haymarket’te katledilen yoldaşlarımızı andığımız Taksim 1 Mayıs’ından da vazgeçmemiz beklenecekti.
Nitekim 1 Mayıs sabahı Taksim Meydanı’na çıkan yollar polis tarafından kuşatıldı. Devrimcilerin Taksim Meydanına girmesi yasaklandı. Devlet 1 Mayıs için başka meydanları önerdi. Başbakan Erdoğan’ın özel teşekkürlerini kazanan bir partinin yaptığı 1 Mayıs “kutlaması” haricinde Anarşistler, Kürtler ve Devrimci Sosyalistler, kentsel dönüşüm bahanelerine karşın Taksim ısrarını sürdürdüler. 1 Mayıs günü gerçekleşen polis saldırılarında çok sayıda eylemci polis tarafından yaralandı.
Polis saldırıları ve devlet terörü yalnızca büyük yürüyüşleriyle sınırlı kalmadı. Basın açıklaması yapmak için toplanan 10 kişilik gruplara bile TOMA’larla ve gaz bombalarıyla saldırdılar. Taksim’de ve İstiklal Caddesi’nde polis şiddeti bir rutin haline gelmişti.
Mayıs ayı sonlarında Gezi Parkı içindeki ağaçların, proje kapsamında kesilmeye başlanması bardağı taşıran son damla oldu. Gezi Parkındaki cılız direnişin tüm Anadolu’da yankı bulması uzun sürmedi. Çatışmalar her şehirde meydanlarda, parklarda ve varoşlarda hızla yükseldi. Haziran boyunca 5 kişi devlet terörü ile katledildi.
Pek çoğunuzun burada öğrenmek istediği, Gezi Parkı’nda ve mahalle forumlarında karar alma sürecinin nasıl işlediği. Taksim Meydanı ve Gezi Parkında kaldığımız süre boyunca gerçekleşen ilişki biçimi 15 Haziran’daki büyük polis saldırısı sonrasında mahallelerde güçlenen forumlarda doğrudan demokrasi tartışmalarını belirginleştirdi. “Barikatların Ardındaki Direniş Alanından, Mahallelerdeki Forumlara: Doğrudan Demokrasi” başlığıyla Meydan Gazetesi’nde yer alan değerlendirme gerçekleşen deneyim hakkında yerinde tespitlerde bulunuyor. Bu metnin İngilizce çevirisinin dökümünü hazırladık, bu konuyla ilgili tartışmaları konuşmalar sonrasında sürdürebiliriz.
Mevcut deneyimlerle birlikte antikapitalist, anti otoriter ve anti hiyerarşik yaşam tahayyüllerini yaşamlarımıza indirgeyebilmenin pek çok yolunu bulduk. Bugün bu yolları ve yöntemleri tartışmak adına buradayız.
Yaşamın yeniden yapılandırılması, ilk kez bizim ortaya çıkardığımız bir kavram değil. 1917’de Ukrayna’da, 1936’da İspanya’da deneyimlenen, bugünse halen Güney Amerika’da, Chiapas’ta gerçekleşen bir durum. Bu kavram bizim için de yeni değil. TC devleti ile Kürt halkı arasında gerçekleşen savaşın sıcak zamanlarında, Kürdistan’ın büyük kentlerinden Amed’de, Mezopotamya Sosyal Forumu’nda da biz Yaşamın Yeniden Yapılandırılması’ndan söz etmiştik. Weranşar’da, Gever’de pek çok değerli deneyim gerçekleşti. Bugün Rojava’da da bu deneyimlere benzer deneyimler kısmen de olsa yaşanıyor.”
Festivalin son günü 6 Eylül’deki konuşmaların ana teması ise “Olağanüstü Hal’den Mücadele Meclislerine” idi. Konuşmalara hızlı tren projesine karşı mücadele eden örgütlenmeler; NO TAV İtalya ve NO TAV Fransa, Halkidiki’deki maden projesine karşı mücadele veren S.O.S. Xalkidiki, anti otoriter ve antikapitalist yayın kolektifi BABYLONIA dergisi katıldı.
Aynı gün farklı bölgelerde mücadele veren örgütlenmeler arasında ortak çalışma ve hareket ağı toplantısı da yapıldı. Bu toplantıya Devrimci Anarşist Faaliyet ve Yunanistan’dan Anti otoriter Hareket’in yanı sıra Bulgaristan, Almanya, İtalya, İngiltere’den örgütlenmeler de katılım sağladı. Anti otoriter, anti hiyerarşik ve antikapitalist; doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle işleyen örgütlenmelerle oluşturulacak yaşamın yeniden yapılandırılması, tartışmaların asıl odağını oluşturdu.
3 gün süren festival boyunca örgütlenmelerin, kolektiflerin, kooperatiflerin kurdukları stantlarında bilgi paylaşımları devam etti. Atölye çalışmalarında yer alan katılımcılar arasında, sistemin her türlü eğitiminden uzak bir şekilde, yaşamın bilgisi paylaşıldı. Festival günleri boyunca her akşam anti otoriter, devrimci ve muhalif müzik gruplarının konserleri yapıldı.
Festivalin katılımcıları 7 Ağustos günü düzenlenen mitingde bir araya gelerek, başbakanın Yunanistan’ın büyük patronlarıyla yapacağı toplantıyı protesto etmek için toplantı alanına doğru yürüyüşe geçti. Polisin yapılan yürüyüşe saldırması sonucunda, otuz kişi gözaltına alındı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Doğrudan Demokrasi Festivali appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Abdullah Cömert’in Vurulma Görüntüleri Kaybedildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim Gezi Direnişi sürecinde polisin attığı gaz bombasıyla yaşamını yitiren Abdullah Cömert’in ağabeyi Zafer Cömert, Abdullah’ın vurulma anına ilişkin görüntüleri değerlendirdi.
“Biz o gece görevli olan akrep aracındaki görüntüleri merak ediyoruz. Savcılıktan, emniyetten ve jandarmadan talep ettik. Savcılık dosya gelsin öyle bakacağım dedi. Akrepteki görüntüler neden yayınlanmıyor?” diyerek polis aracındaki görüntülerin gizlendiğini belirtti. Ağabey Cömert yetkililerin açıkça suç işlediğini vurgulayarak, “Ahmet Atakan’ın ölümünün ardından servis edilen görüntüler, neden Abdullah olduğunda saklanıyor. Emniyet, valilik suç işlediğinin farkında değil mi? Savcılık sormadığı için suç işlediğinin farkında değil mi?” dedi.
Adalete güvenmediğini belirten Cömert, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeye hazırlanıyor. Zafer Cömert, “4 ay geçti her şey ortaya çıktı ancak failler halen bulunamadı. Ortaya çıkarılmasını bırakın o gün orda görevli olanların ifadeleri bile alınmadı, 8 Ekim’de AİHM’e gideceğiz. Buradaki hukuksuzluğu AİHM’e taşıyacağız” dedi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Abdullah Cömert’in Vurulma Görüntüleri Kaybedildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ethem Sarısülük’ün Katili Polisi Mahkeme Koruyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim Gezi Direnişi sürecinin ilk günlerinde Ankara’da, polisin silahıyla yakın mesafeden başından vurduğu Ethem Sarısülük, yaşamını yitirmişti. 23 Eylül günü 6. Ağır Ceza’da Ethem’i öldüren çevik kuvvet polisi Ahmet Şahbaz’ın ilk duruşması görüldü. Mahkeme de taktığı peruk düştüğü için deşifre olan Şahbaz, “can güvenliği” gerekçesiyle Ankara dışında bir ile tayin edilecek.
Ahmet Şahbaz’ı korumaya yönelik yoğun güvenlik önlemleri alınan duruşmada polis provokasyonu ile arbede çıkmıştı. Duruşma 28 Ekim’e ertelendi ancak polis Ahmet Şahbaz’ın bir başka yere tayin edildiği bilgisi, yargılama sürecini de başka bir boyuta taşımış oldu. Mahkemeye bu bilginin sunulmasının ardından yargılama da Şahbaz’ın tayin edildiği ile taşınacak.
Ahmet Şahbaz’ın tayin edilmesi ile ilgili Sarısülük ailesinin avukatı Kazım Bayraktar kendilerine bu konuda henüz net bir bilgi ulaşmadığını belirterek; “Eğer Şahbaz’ın tayini doğru ise bu bilgi önümüzdeki duruşmada mahkeme heyetine sunulacak demektir ve bundan sonraki yargılama süreci, tayin edilen ile taşınacaktır. Polis yargılamalarında sık gördüğümüz bu taktik sık sık gerçekleştirilen tayinlerle yargılama sürecini uzatma, neredeyse imkansız hale getirme taktiğidir. Türkiye’de yargının çivisi çıktı” diye konuştu.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ethem Sarısülük’ün Katili Polisi Mahkeme Koruyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ali İsmail Korkmaz Davası Başka Bir İlde Görülecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eskişehir’de Taksim Gezi Direnişi süreci eylemlerinde saldırıya uğrayıp, 38 gün komada kaldıktan sonra yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz’ın ölümü ile ilgili tutuklanan biri polis beş kişi, avukatları aracılığıyla tahliye talebinde bulundu.
Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümü ile ilgili 20 Kasım 2013 tarihinde yapılacak davanın ilk duruşması için Eskişehir Valiliği’ne ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na birer yazı göndererek, duruşmanın Eskişehir’de yapılmasının güvenlik açısından herhangi bir sakıncasının olup olmadığını sordu ve bu konuda güvenliğin sağlanıp sağlanamayacağının kendilerine bildirilmesini istedi. 2. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin, valilikten ve Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan güvenliğin sağlanamayacağı yönünde bir yazı gelmesi halinde durumu Adalet Bakanlığı’na bildirerek Korkmaz davasının başka bir ilde görülmesini isteyeceği belirtildi.
Mahkemeye Ali İsmail Korkmaz’la ilgili bir yazı sunan Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna, davaya katılan avukatların da terör örgütü üyesi olduğunu iddia ederken Korkmaz’ın ölümünü“Protesto olaylarında yaralandığı iddiasıyla gittiği hastanede öldü” şeklinde açıkladı.
Ali İsmail’in ailesi, arkadaşları katillerin yargılanması için her perşembe “Adalet Nöbeti” ve “Adalet Yürüyüşü” gerçekleştiriyorlar.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ali İsmail Korkmaz Davası Başka Bir İlde Görülecek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ahmet Atakan’ın Otopsi Raporu “Ayarlandı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Antakya’da ODTÜ ile dayanışma için yapılan eylemde, polisin attığı gaz bombasının başına isabet etmesiyle yaşamını yitiren Ahmet Atakan’ın otopsi raporu açıklandı.
Adalet Bakanı Başdanışmanı Adnan Boynukara, “Ahmet Atakan’ın otopsi işlemi tamamlanmış ve şu anki verilere göre ölüm sebebi yüksekten düşmeye bağlı ölüm olarak açıklanıyor” dedi.
Ahmet Atakan için Adana Adli Tıp Kurumu’ndan verilen ön raporda, Ahmet’in ölümünün “genel beden travmasına bağlı, kafatası kemiği kırıklarıyla birlikte omurilik kopması, beyin kanaması ve iç organ yaralanmasından gelişen iç kanama” sonucu meydana geldiği belirtildi.
Ahmet’in amcası Nevzat Atakan ise, Antakya’da verilen raporun ayrıntısına ulaşmak için Adana Adli Tıp Kurumu’na geldiklerini söyleyerek, “Doktorların belirlemiş olduğu gerekçe, kafada 4-5 santim derinlikte bir göçük oluştuğu ama neye dayalı olduğu bilinmiyor. Neyden dolayı belli olmayan gerekçe ile başından 2-3 santimlik bir çizik var. Daha detaylı rapor verilmesini isteyeceğiz” dedi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ahmet Atakan’ın Otopsi Raporu “Ayarlandı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İstanbul’dan Selanik’e İŞGAL, ÖZYÖNETİM, ÜRETİM ” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“… Onlar yoktan var edenlerdir, onlar Kazova işçileri, onlar gerçek tanrılardır. Bize ilmek ilmek direnişi öğrettiler.”
Beşiktaş Belediyesi Taşeron İşçisi- Rıdvan Çalışkan
Onlar Kazova işçileri, 31 Ocak’tan bu yana direnen ve direnerek üretenler. 31 Ocak’ta bir haftalık izne gönderildiklerinden bu yana tamamen değişen hayatlarıyla birlikte dünyayı değiştirmeye çalışanlar.
Onlara, izinden geri döndüklerinde ödenmemiş maaş ve mesai ücretlerini alacakları söylenmişti. İzin dönüşünde fabrikaya gittiklerinde ise, kendilerini bekleyen şirket avukatı ile karşılaştılar. Patronlar Ümit Somuncu ve Umut Somuncu çoktan gitmiş, 100.000 kazağı, 40 ton ipliği, yükte hafif pahada ağır makinelerin tümünü giderken yanlarına almış, alamadıkları makinelerin ise motorlarını, kartlarını sökmüş, devrelerini ters bağlamış kullanılamaz hale getirmişlerdi. Bir haftalık izin süresinde, işçilerin üç gün art arda işe gelmediğine ilişkin tutanak tutulmuş tazminatsız bir şekilde işlerine son verilmişti. Kazova işçileri o gün ne yapacaklarını bilemediler. Evlerine döndüler. Fakat bu bir son değil, hepsinin hayatında yepyeni bir başlangıç oldu.
“Artık 31 Ocak’taki gibi değiliz. 31 Ocak’ta çaresiz, bilinçsiz, bilgisizdik. Bu nedenle kimseye güvenmiyor ve korkuyorduk. Bu nedenle de eziliyorduk. Ama artık öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz. Öğretmenimiz direniştir. Direniş bize öğretti ve öğretmeye devam ediyor.” diyor Kazova işçilerinden Bülent Ünal ve ekliyor “Önceleri ürkek ve çekingendik. Slogan atamıyor, pankart tutamıyorduk. Öğrendik. Haftada bir gün Şişli Meydanı’nda toplanıp fabrikaya yürüyorduk. Ama bu, sesimizi kimseye duyurmayan bir eylemdi. Biz Çarşamba yürüyüşleri yaparken, fabrikadan yine mal kaçırıldığını öğrendik. Bu sefer kaçıranlar, fabrikanın müdürleriydi. 28 Nisan’da fabrika önüne çadırımızı kurduk. Artık direnişimiz çadır direnişine döndü.”
28 Nisan’da direniş çadırlarını kurmalarının ardından, fabrikadan kaçırılma ihtimali olan makinelerin ve kalan iplik ve kazakların çalınmasını engellediler. Bu arada patronlar, hırsızlık yaptıkları iddiasıyla Kazova işçileri hakkında, savcılığa suç duyurusunda bulundular. Bunun üzerine çevre fabrikaların da güvenlik kayıtları incelendi, hırsızlığı yapanların patronun kendi adamları olduğu ortaya çıktı. Ne var ki bu adamlar hakkında hiç bir işlem yapılmazken, işçilere soruşturmalar açıldı.
Fakat onlar vazgeçmediler, daha çok eylem yaptılar, işten atılan başka işçilerle dayanışma eylemlerine katıldılar, coplandılar, gaza boğuldular, vazgeçmediler, direnmeye devam ettiler.
Ve Haziran sonunda alacaklarına karşılık fabrikadaki hurda makinelere el koymaya karar verdiler, hazırlandılar. 30 Haziran günü fabrikayı işgal ettiler, makinelere ve içerideki mallara el koydular. Patronların onlardan çaldıklarını, zaten onların olanı, geri aldılar.
Bu makineleri satarak alacaklarının en azından bir kısmını tahsil etmek istediklerinde ise polis önlerini kesti, işçilere saldırdı ve dördünü gözaltına aldı. Bunun üzerine 8 işçi kendilerini fabrikaya kilitledi ve açlık grevine başladı. İşçilerden Bülent Ünal süreci anlatırken bu durumu şöyle açıklıyor “Patronun bizim emeğimizi çalması, makineleri bizden kaçırması suç değildi, ama bizim alacağımızın en azından bir kısmını almaya çalışmamız suçtu. … Polis patronlarımız Ümit Somuncu ve Umut Somuncu’nun şikâyetleri üzerine fabrikaya gelmiş. Yine hakkımızda soruşturma açıldı. Yine biz sanıktık. Patronlara bir şey diyen yoktu.”
Onlar bir taraftan açlık grevine devam ederken, diğer taraftan direnişi büyütmeye devam ettiler. Diğer direnişlerle dayanıştılar, dayanışmayı direnişle öğrendiler.
Kazova işçilerinden Yaşar Gülay, bu süreçte karşılaştıkları zorlukları anlatırken ekliyor: “Şunu da biliyoruz; birçok sorunla daha karşılaşacağız. Ekonomik, polisiye, birçok sorun yaşayacağız. Ama tümünü çözebileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü yalnız değiliz. Çünkü biz direnişimizin talebini değiştirdik. Talebimiz sadece alacaklarımız değil. Bu, onur direnişidir. Bu egemenlerle halk arasında süren savaşın küçük bir örneğidir. Ve bu savaşta biz halkımızla birlikteyiz. Yalnız değiliz ve olmayacağız da.”
Kazova işçileri 31 Ağustos’ta ilk defa yıllardır ürettim yaptıkları makineleri kendileri için çalıştırdılar ve o günden bu yana kendileri için üretiyorlar. Bir taraftan fabrika önündeki direnişlerine devam ederken diğer taraftan direnişlerinin ateşiyle dokuyorlar kazaklarını.
Fabrikayı işgal ettiklerinde el koydukları yarım kalmış kazakları tamamlayarak başladılar işe ve bu kazakları forumlarda satarak elde ettikleri gelirle, patronların tahrip ettiği makineleri onardılar. Üç dokuma makinesini çalışır hale getirdiler ve üretime devam ediyorlar. Bülent Ünal’ın cümleleriyle; “Artık bu makinelerde kendimiz üretiyoruz. Başımızda patron olmadan üretiyoruz. Üretmeye de devam edeceğiz. Artık başımızda bizim emeğimizi çalacak patron istemiyoruz. Artık kendi emeğimizin sahibi olacağız.” diyorlar.
Onlar, asalak ve hırsız patronlara haklarını yedirmemeye kararlılar. Onlar artık maaş ve tazminat alacakları için değil, gelecekleri için mücadele ediyorlar. Onlar patronların onlardan çaldığı makineleri istiyorlar, patronlara açtıkları davanın hukuki süreci devam ediyor. Davayı kazandıkları takdirde makineleri alıp, kendi atölyelerinde üretime özgür bir şekilde devam etmeyi planlıyorlar.
Artık onlar kooperatifleşmeye doğru giderken adım adım direnerek üretmenin ve üreterek direnmenin gücüyle, yalnız olmadıklarını bilerek, örgütlülüğün gücüyle çalıştırıyorlar makineleri. Ekmek, adalet ve özgürlük için çalıştırıyorlar makineleri. Ve patronsuz bir dünyayı dokuyorlar ilmek ilmek kazaklarıyla.*
*Direnişteki Kazova işçilerinin kendilerinin ürettiği kazakları Taksim 26A’dan alabilirsiniz.
“Ekmeği yoğuran biziz, ekmeksiz kalan da
Kömürü çıkaran biziz, soğuktan donan da
Biziz hiçbir şeyi olmayan, ama dünyayı ellerine alacak olan”
Tasos Livaditis
Yukarıdaki dizeler geçtiğimiz Şubat ayında fabrikalarını işgal ederek, makineleri kendileri için çalıştıran Vio. Me. işçilerinin bildirisinden bir alıntı. Ege’nin karşı kıyısında, farklı bir dilde aynı duygularla yola çıkanlar onlar. Ekmek için, adalet için, özgürlük için…
Mayıs 2011’de, ekonomik krizle birlikte kar oranı düşen şirketin patronlarının ortadan kaybolmasının ardından, Vio. Me işçileri fabrika önündeki nöbetlerine başladılar. Çalıştıkları süreçte maaşlarını ve ikramiyelerini tam olarak alamayan işçiler, patronların fabrikanın resmen kapanışı yapılmadan ortadan kaybolması üzerine işsizlik maaşlarını da alamadılar. Fakat ürettikleri 400.000 Euro değerindeki mallar hala fabrikadaydı ve bu onların tek güvencesiydi. Bu yüzden onlara fabrika önündeki nöbetlerini sonlandırdıklarında haklarını alabileceklerini söyleyen Filkeram Johnson Sendikası’na değil, kendilerine ve örgütlülüklerine güvendiler, nöbetlerine aylar boyunca devam ettiler.
Böyle başladılar direnmeye ve yaptıkları toplantılarda, kooperatif olarak işletmeye karar verdiler fabrikayı. Ve adım adım hazırlandılar; hiçbir şeyleri yokken her şeyi ellerine almak için…
İnşaat malzemeleri üreten Vio. Me fabrikasında üretime başlayabilmek için gereken pahalı hammaddeleri almak için işsizlik maaşlarını biriktirdiler ve onlarla dayanışma göstermeye çağırdılar tüm işçileri ve işsizleri.
Diğer taraftan kuracakları kooperatifin yasallığını oluşturmaları gerekiyordu çünkü devletin yasaları, işçilerin kendi kooperatifini kurmasına izin vermiyordu. Ve bunun tek yöntemi bir araya gelmek, dayanışmayı büyütmek ve örgütlenmekti.
Vio. Me işçileri, birçok direnişe gitti, birçok panele ve söyleşiye katıldı. Gittikleri her yerde mücadelelerini anlattı. Birçok grup, sendika, örgüt ve bireyle dayanışma içinde ördü direnişini. Selanik ve Atina’da Vio. Me Dayanışma İnisiyatifleri kuruldu. Ve Yunanistan’da Volos ve Patras’ı da kapsayan bir konvoy gerçekleşti. Vio Me işçileri ile dayanışma için kurulan bu konvoya Yunanistan’ın tamamından katılım oldu, binlerce kişiyle birlikte Çalışma Bakanlığı’na yürüyen Vio. Me işçileri kendi toplantılarında, doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle, özenle oluşturdukları kooperatif taslağını bakanlığa sundu. Görüşmelerin ardından iki hafta içinde kendilerine cevap verileceğini öğrenen işçiler, Selanik’e geri döndüler.
Ancak bakanlıktan herhangi bir geri dönüş alamadılar. Ve onlar direnişin en başından beri yaptıkları gibi, yine kendilerine ve örgütlü güçlerine güvenerek fabrikayı işgal edeceklerini duyurdular. 12 Şubat 2013 günü geldiğinde ise kendileri ile dayanışma gösteren herkesle birlikte fabrikayı işgal ettiler ve özyönetimin makinelerini çalıştırmaya başladılar. Onlar da yıllarca patronlar için çalıştırdıkları makineleri ilk defa kendileri için çalıştırdılar ve bugün hala çalıştırmaya devam ediyorlar.
Direnişleri boyunca devletin türlü baskısı ve çıkmazları ile karşı karşıya gelen işçiler bu günlerde de patronlardan kalan elektrik borcu nedeniyle devlet baskısıyla uğraşıyor. Her şeye rağmen Vio. Me işçileri ve onlarla dayanışma içinde olan herkes, direnmeye devam ediyor.
Ve onlar kendi mücadelelerinin sadece patronun asalak pozisyonunu açıkça sorgulattığı için değil aynı zamanda kapanan fabrikalar ve işsizliğe karşı en gerçekçi çözüm olduğu için kritik olduğunu biliyorlar çünkü “Bu mücadele yöntemi patronsuz bir dünya yaratmanın yöntemidir, işçilerin üretim araçlarını ele geçirmesi demektir”.
Ve biliyorlar ki; “Tek bir sendikanın mücadelesi toplumu kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve bu krizi sonlandırmak için yeterli değildir, bu sendikanın mücadelesi bütün işçilerin ve işçi birliklerinin mücadelesi olmalıdır”.
Dayanışmayı örerek, mücadelelerini sırtlayarak 2011’den bu yana direnmeye, geçtiğimiz Şubat ayından bu yana ise üreterek direnmeye devam ediyor Vio. Me işçileri. Dünyanın dört bir yanından, Arjantin’den, Şili’den, Meksika’dan, Almanya’dan, Sırbistan’dan Türkiye’den, Mısır’dan, mücadelelerini selamlarken yoldaşları, biliyorlar yalnız değiller, biliyorlar, devam ediyorlar üretmeye, direnmeye ve onlar biliyorlar ki;
“… Viomihaniki Metalleutiki işçileri dünyayı tek başlarına dönüştüremez. Ama onlar yalnız kalırsa hiçbir şey değişmez, Bu bütün işçilerin ve işsizlerin mücadelesidir. Bu hepimizin mücadelesidir. Biz kazanacağız!”
Geleceğin Gerçeğini Yaratmak:
Kazova işçileri de Vio. Me işçileri de özyönetimle ve kooperatifleşmeye doğru aynı yolda ilerlerken gözlerimizin önünde yarının gerçekliği oluşuyor. Bakunin’in dediği gibi onlar “sadece fikirleri değil geleceğin gerçeklerini yaratıyorlar.” Onlar işgal ederek, direnerek ve üreterek sömürüsüz ilişkileri bugünden inşa ediyor ve burada, bugünden başlayarak, adım adım, sabırla, ilmek ilmek patronsuz bir dünyayı yaratıyorlar.
Diğer bir taraftan ise özyönetime geçen bu işçiler, yalnızca fabrikalardaki ilişki biçimlerini değil; yöneten ve yönetilen, sömüren ve sömürülen arasındaki bütün ilişkilerin özünde bir kırılma yaratıyor. Toplumun alışılagelmişini reddediyor ve olmazsa olmaz kabul edilen iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinde çatlaklar açıyor ve dayanışmayla örülü, kendi kararlarını alan ve sorunlarına pratik çözümler üreten, bugünden başlayarak özgürleştirici başka bir toplum modelini bugünden yaratıyor.
Onlar, patronsuz işçiler, kapitalizmde açtıkları çatlaklara özgülük tohumlarını ekiyorlar, bu tohumları dayanışmanın bereketiyle, öz örgütlülüğün ışığıyla büyütüyor, düşlediklerini beraberce eyleyerek, bu tohumları yeşertiyorlar. Kapitalizmin çatlaklarında yeşeren bu tohumlar derinlere saldıkça köklerini, parçalıyor bu sömürü sistemini ve yeni patronsuz bir dünyayı yaratıyor işçiler bugünden.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayınlanmıştır.
The post ” İstanbul’dan Selanik’e İŞGAL, ÖZYÖNETİM, ÜRETİM ” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizmin Barış Yelleri Estiğinde… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD ve müttefikleri tüm hazırlıkları yapmış saldırı için gün sayıyorken, savaşta nereden nereye ve hangi silahlarla saldırılacağı konuşulurken, savaş haritaları açıklanırken, savaş sonrası Suriye senaryoları medyada en fazla konuşulanlardan biriyken, oluşan bu durumu nasıl okumak gerek?
Hizbullah ve İran’ın Caydırıcılığı
Suriye’de ÖSO ve Esad’ın ordusu arasındaki savaş başladığından bu yana, özellikle batılı devletlerin doğrudan saldırı yerine, bu savaşta ÖSO’ya destek vererek bir çatışma durumu yaratmaktan taraf olduğu sıkça dile getirildi. Çünkü Esad’a ve Esad’lı bir Suriye’ye yönelik desteğini en başından itibaren açıklayan İran’ın varlığı, bu doğrudan saldırıda en büyük çekincelerden biriydi. İran’ın Esad’ı desteklemesinin, Esad’dan ziyade bölgesel etkisiyle ilgili olduğu da uluslararası medyada sıklıkla yer buldu.
İran’ın dışında bir başka destek de Hizbullah’tan gelmişti. Özellikle ÖSO ve El-Nusra’ya karşı, Lübnan sınırından Suriye’ye girerek gerçekleştirdikleri saldırılarla Esad’ın arkasında olduklarını göstermişlerdi. Hizbullah’ın bu saldırılarla, Esad’ın ordusuna ne kadar destek olduğunu anlamak için özellikle El-Nusra’nın geri çekildiği Batı Suriye’ye bakmak yeterli.
Rusya’nın Rolü
Suriye’nin elindeki nükleer silahları denetlemek için aktif rol almasıyla Rusya, Suriye’ye olası bir saldırının karşısında yer alacaklarını bildiren Dışişleri Bakanı Lavrov ve Başkan Putin’in savaşın başından bu yana yaptıkları açıklamalarla, tutarlı bir tavır gösterdi. Esad’ın kimyasal saldırısının dünya gündemine oturduğu bir ortamda bile, görüntülerin komplo olduğunu söyleyerek Esad’lı bir Suriye’nin dış politikadaki çıkarlarıyla daha uyumlu olduğunu olabildiğince gösterdi. Suriye’ye ilişkin gerçekleşen Cenevre Konferansı gibi uluslararası konferansların tümünde, Ortadoğu’da yapıcı bir politikanın gerekliliğini vurgulayan Rusya, bölgede olası bir başka büyük hegemonyanın da önüne geçmeyi planlıyor. Şimdilik işler Rusya’nın öncülüğünde ve Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun ilerliyor.
Müttefiklerdeki Kırılmalar
Obama’nın mevzubahis konuşmasında yer verdiği gibi, Suriye’ye saldırmaktan vazgeçilmesi bir kesimi rahatsız etse de, Afganistan ama özellikle Irak müdahalesinin olumsuz geri dönüşlerinden elde ettikleri deneyimlerle ABD halkının önemli bir kısmı bu müdahaleye karşıydı. Halkın bu düşüncesinin, kongrenin kararındaki etkisi nedir bilinmez ama daimi dost İngiltere’nin tavrının, ABD’nin değişen politikasında etkisi var. Savaşın bu kadar uzun sürmesine karşın Esad’ın siyasi iktidarı kaybetmemesi, Esad’ın karşısında yer alan devletleri sürecin seyrine ilişkin “yeniden düşünmeye” sevk etti.
Yeni Tehdit ve Hedef Değişikliği
Aslında Suriye’deki savaş en başından bu yana iki kesim arasında değildi. Esad’a karşı muhalefeti bir güç olarak toplamaya çalışan küresel güçlerin hesaplayamadığı durumlar ortaya çıktı. PYD’nin Kürtlerin yaşadığı yerleri hem Esad’ın ordusundan hem de ÖSO’dan koruması ilk hesaplanamaz durumdu. PYD, iki tarafın saldırılarına karşı halkı korurken sadece Esad’ın ve ÖSO’nun değil küresel güçlerin de planlarını altüst etti ve Rojava Devrimi’ni yarattı.
Öte yandan, en başta ÖSO’nun içinde gibi gözüküp batılıların ses çıkarmadığı El-Kaide ile ilintili gruplar, süreç içerisinde güçlerini arttırdılar. El-Nusra çetesi, Esad’ın ordusuna karşı girişilen savaşta son dönemde en çok bahsedilen grup haline gelmişti. El-Kaide’nin Suriye-Irak İslam Cumhuriyeti planlarına ilişkin giriştikleri eylemler, uzun vadede düşünülen küresel stratejinin altüst olmasının nedenleri arasında. Eylül ayı içerisinde 70’e yakın insanın ölümüyle sonuçlanan Kenya’daki AVM katliamının El-Kaide ile bağlantıları düşünüldüğünde, El-Kaide’nin yeniden büyük bir tehdit olarak batılı devletler karşısında belirdiğini söylemek güç değil.
Barış…
Bir yanda Suriye’ye yönelik saldırı politikasını askıya alan ABD, diğer yanda “barış”ın muhafazası için elinden geleni ardına koymayan Rusya… Dünyanın en büyük silah üreticisi ve tedarikçisi konumunda olan BM Güvenlik Konseyi’nde “Esad’lı barış” konuşulmaya başlandı bile. Yeni seçilen ılımlı cumhurbaşkanı Buhrani ile İran da dış politikada barış yelleri estiriyor. Nükleer silah konusundaki açıklamalarla ebedi düşman ABD ile aradaki buzları bir hayli eritmiş durumda.
Uluslararası savaşsızlık ortamının yarattığı “güven”le devletlerin dış politikalarında yumuşamalar gözleniyor. Böyle bir ortamda sermayenin “güven” içinde o coğrafyadan diğerine “barışçıl” bir şekilde dolanacağını öngörmek gerekir.
Devletlerarası siyasi gerilimler ve savaşla sonuçlanan siyasi süreçler karşısında savaşa karşı bir tavır takınmak, bu tavrı dile getirmek ve örgütlemek belki yüzyıllardan beri devam ediyor. Özellikle savaşların her coğrafyaya yayıldığı Dünya Savaşları süresince gösterilen bu tepkinin elbette daha başka bir anlamı var. Dünya üzerindeki iktidarların kavgalarına; devletsiz, sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünyanın savunusuyla karşı çıkanlar, aslında devletli sistemle donanmış kapitalist işleyişin sadece savaş sürecinde değil, barış sürecinde de bu söylemlerini yükseltirler.
Barış, devletlerin halklar üzerindeki sömürüsünün devam etmesi anlamına geldiğinde; kapitalizmin hammaddesi veya pazarı olabilecek tüm toprakların küresel sömürüye itaat etmesi koşuluyla var olabilecek bir durumdur. Küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü pazarın işlemesiyse barış, naif anlamıyla savunulamaz. Devletlerin tüm yıkıcılıklarını gizledikleri bir dönemse barış, sahiplenilmez.
Suriye’de “barış”ın ne anlama geldiğini görmek için, yine küresel medyanın o çok paylaşılan videolarına bir göz atmak yeter. Ellerindeki sopadan silahlarıyla, oyundan da olsa arkadaşlarını “katletme oyununu” oynayan Suriyeli çocuklarda görmek gerek, kapitalizmin barışının ne demek, savaşının ne demek olduğunu.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizmin Barış Yelleri Estiğinde… appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küresel Savaşların Silah Sistemine Karşı NO MUOS Hareketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şu sıralar Sicilya’da ABD ordusunun uydu ve istasyonlarını barındıran üssün kapatılması için büyük bir hareket örgütlenmekte. NO MUOS hareketi sadece Sicilya ve yakın coğrafyaları ilgilendiren bir hareket değil. Savaşların küresel hale geldiği bir zamanda bu gibi hareketler gittikçe önem kazanıyor. Bizler de Meydan Gazetesi olarak, NO MUOS hareketinden Vincenzo Santiglia ile MUOS sistemini, bu sistemin savaşlarda oynayacağı rolü ve bu silah sistemine karşı örgütlenmekte NO MUOS hareketini konuştuk.
Meydan Gazetesi: Muos nedir? ABD ile bu uyduların nasıl bir ilişkisi var?
Vincenzo Santiglia: MUOS, 4 yer istasyonu ve 5 uydudan oluşan bir uydu iletişim sistemidir. Bir silah sistemi olmasının yanı sıra savaşta iletişimin kullanıldığı birçok alanda da kullanılıyor, örneğin MUOS ile hava, deniz ve kara üzerindeki taktik savaş araçları insan operatörlere ihtiyaç duymadan kullanılabilecek. Bu korkunç, sanki bilgisayar oyunu oynar gibi insansız otomatik silahlar kullanılacak.
ABD bu sistemi tekrar askeri üstünlüğü almak için kuruyor, bu sefer planı tüm gök kubbe.
Üssün stratejik konumu gözetilen hedefleri ortaya koyuyor. Norfolk Virginia üssünden Orta ve Güney Amerika’yı ve Atlas Okyanusu’nu; Sicilya’daki Niscemi üssünden Büyük Okyanusun Hawaii’yi içeren kısmı, Avrupa, Ortadoğu ve kuzey Afrika; Avustralya Geraldton üssünden Hint Okyanusu ve Asya.
Bu koşullarda ortaya çıkan NO MUOS hareketi ne anlama geliyor?
Vincenzo Santiglia: Bu hareket MUOS denilen küresel sorunun disiplinler arası analizi sonucunda ortaya çıkmıştır. MUOS bu dünyaya ve üzerinde yaşayanlara, insanlara ve çevresine karşı yüksek bir tehlike arz ediyor; çünkü bütün kitle imha araçlarını uydu teknolojisine sahip basit bir bilgisayar ya da cep telefonu üzerinden kullanabilmenizi sağlıyor.
Özellikle elektromanyetik kirlilik, Niscemi›de olduğu gibi, kanser vakalarının katlanarak olarak artmasına neden oldu.
Şimdi MUOS’a eklenen ve 1991’den beri faaliyette olan NRTF radyo teknoloji üssünün anten ormanına yol açmak için Niscemi’nin meşe ve karaağaç ormanları yağmalandı.
Yerli halkın tepkisi nedir? NO MUOS hareketi, yerli halktan yeterince destek alıyor mu?
Vincenzo Santiglia: Niscemi’deki köklü değişiklerin neden olduğu yıkımdan halk da nasibini aldı, ABD’nin sürekli savaşının bedelini sağlığıyla ve canıyla ödüyor.
Yerli halk ve komşu bölgelerde bilincin uyanması, mücadele ve direniş için acil önlemler almamızı gerektirdi. Barışçıl, şiddetsiz yapılan yol kesmeler, genel bilgilendirme, gösteriler, grevler ve davalar. Sicilyalılar ve diğer birçok İtalyalı, benzer hareketler ile ortaklaşan tek bir amaç için mücadelede birleşti: Niscemi üssünün ve İtalya sınırlarındaki tüm ABD üslerinin kaldırılması.
Niscemi halkının tepkisi artık etkili ve kararlı bir şekilde sürekli artıyor. Ulusal ve uluslararası seviyede biliniyor.
Suriye’deki savaş ve son dönemde ABD’nin hareketliliği karşısında bir şey söyleyebilir misiniz? Sizce bu uyduların, bu tip bir savaşta önemli bir rolü var mıdır?
Vincenzo Santiglia: MUOS şu anda olan ve gelecekte olacak savaşların köşe taşıdır ve dediğimiz gibi küresel savaş kavramı, ABD’yi, Suriye’yi içerir ve MUOS’un varlık nedenidir. Medyada kara kuvvetleri kullanılmadan yapılan saldırı haberleri dolaşıyor.
İnsansız savaş araçları öldürürken, bunları uzaktan yönetiyorlar, sanki halkların katliamına duyarsız kalabilecekleri bir pozisyona girmeye çalışıyorlar.
NO MUOS uluslararası seviyede ne kadar görülüyor? Sizce yeterince uluslararası dayanışma var mı?
Vincenzo Santiglia: MUOS küresel bir problem, kitlelerin farkına varmaları için bilgilendirilmesi gerekiyor. Uluslararası arenada daha yapılacak çok iş var, karşı-bilgilendirme ve farkındalık yaratma. Fakat uluslararası bir durdurma zaten yapıldı. Birçok ülkede Niscemi üssünün işgali konuşuldu. Ve bu yüzden irtibatlarımız arttı, örneğin siz Meydan Gazetesi. Görünürlük zaten var. Fakat büyümesi gerekiyor. Hem bu mücadelenin hem de bununla birlikte, barış ve ahenk içinde bir dünya isteyenlerin dayanışmasının.
Teşekkür ediyoruz. Meydan Gazetesi olarak verdiğiniz mücadeleyi selamlıyoruz.
Vincenzo Santiglia: Söyleşi ve dayanışma için teşekkürler.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayınlanmıştır.
The post Küresel Savaşların Silah Sistemine Karşı NO MUOS Hareketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Şimdi düşüncelerden bahsetmenin vakti değil, şimdi eylem vakti. Bugün her şeyden önce, proleter güçlerin örgütlenmesi gerek. Ancak bu örgütlenmeyi, proletaryanın kendisinin gerçekleştirmesi gerekiyor.”
Mikhail Bakunin,
Jura Federasyonu’ndaki Yoldaşlara Mektuplar, 1873
1860’ların sonu, 70’lerin başı… Bakunin’in yazınsal anlamda en verimli olduğu dönem. Birinci Enternasyonal’deki tartışmalardan yola çıkıp yazdığı yazıların büyük bir çoğunluğu iyi bir öngörü, iyi bir analiz ve anarşizmi olgunlaştıracağı düşünsel bir süreçten çıkmıştır. Tam da böyle bir dönemde, Bakunin’in düşünceleri, teori vs.ye ilişkin kaygısını bu kadar açık dile getirmesinin altında yatan nedeni iyi anlamak, anarşist felsefenin, hareketin, ideolojinin iyi anlaşılmasında önem taşır. Bakunin’in önem sırasında ilk yere örgütlenmenin verilmesinin nedenini kavramak, anarşizmin örgüt ve örgütlenmeyle ilişkisinin açık bir şekilde ortaya konmasında önem taşımaktadır. Bu kaygıyı iyi görmek gerek. Farklı coğrafyalarda anarşizm denildiğinde, o coğrafyada yaşayan insanların akıllarından oluşan şeyler, hatta sözcüğün kullanılabilir olması, kendine “anarşistim” diyenlerin çıkması, her şeyden önce düşünsel bir çabanın ürünü olmaktan önce, anarşizmin bir hareket olma özelliği ile açıklanabilir. Anarşizm, elde teorik bir kılavuzla çıkmaz yola. Yaşamsal pratiklerden geliştirdiği deneyimlerini sonrasında kullanmayı bilse de, eyler; eylediğini örgütler. Hareket olabilme toplumsallığının yakalanması, birbirinden bağımsız, kısmen ilgisiz kimselerin kendiliğinden, rastlantı eseri bir araya gelmesiyle ilintili değildir. Yeni bir toplumsallıkta oluşmuş bir hareket, birbirleriyle iktidarsız bir ilişki içerisinde olan bireylerin bir aradalıklarıyla oluşur. Bu bir aradalığın ismi ne kadar çok öyle ifade edilmekten kaçınılırsa kaçınılsın, bu örgüttür, örgütlülüktür. Bireyler, belli bir duygudaşlıkla yani yoldaşlıkla belli niyetleri gerçekleştirmek için beraberce eylemeye niyetlendikleri andan itibaren, örgütlü hareket ediyorlar demektir. Örgütlü hareket, topluluk halinde yaşayan canlıların doğasında vardır. İhtiyaçların karşılanması, bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmelerindeki bu dayanışma hali, sadece insana has bir durum değildir. Topluluk halinde yaşayan bireyler, birbirleriyle ilişki kurmaktan imtina edemezlerse eğer, birbirleriyle kurdukları ilişki biçimini her halükarda tanımlamaları gerekecektir. Bu tanımın iktidarsız bir temelde yapılması, anarşizm için kaçınılmazdır; özgür bir insanın düşündüklerini eyleyebilmesi için kaçınılmazdır. Öyleyse, örgüt ve örgütlülüğün durduğu yer, bireyin toplumsal ilişkiler içerisinde özgür olabilmesiyle yakından ilişkilidir. Bu özgürleşme çabasına, anarşist hareketin vuku bulduğu tüm coğrafyalarda rastlanır. İktidar ilişkilerinden kurtulma mücadelesi veren bireyler, devlet gibi, din gibi, şirketler gibi varoluşsal olarak iktidarlı olan kurumlara karşı güçlü olabilmek adına bir araya gelmemişlerdir sadece. Aynı zamanda bu dayanışma hali, iktidarsız bir toplumun var olabilmesindeki koşuldur. Bireyler arasındaki ilişkilerin iktidarsız bir şekilde örgütlenmesiyse anarşist bir toplumda olması gereken bu dayanışma hali, bireylerin birbirleriyle aynı anda varlıklarını gerçekleştirebilmelerinin gereğidir. Anarşizm tarihi her şeyden önce, iktidara karşı verilen mücadelenin ve dayanışmayla bir arada yaşayabilmenin tarihidir. Farklı coğrafyalarda eşzamanlı bir şekilde yeşeren anarşizmin, o coğrafyalarda taşıdığı özgünlüğün kaynağı da budur. Farklı bireylerin oluşturdukları örgütlü çabalar, o yerelliğin özelliklerini de barındıracaktır. Bugün anarşizmden bahsedenler fark edeceklerdir ki, anarşizmin farklı coğrafyalarda deneyimlenen tarihi, anarşizmi o coğrafyalarda örgütlemişlerin tarihidir. Bir düşüncenin, hareketin ayakta kalmasının tek koşulu, o düşünceyi yaşatacak, o hareketi devam ettirecek bir örgütlülüğün olmasıdır.
Küba
Anarşizmin Avrupa dışında örgütlendiği yerler önemlidir. Çünkü anarşizm, farklı coğrafyalarda deneyimlenenlerle beraber olgunlaşabilmiştir. Bu coğrafyalardan biri Güney Amerika’dır.
Anarşizmin Küba ile tanışması, özellikle anarko-kolektivizmin ve anarko-sendikalizmin bu coğrafyada ezilen köylü ve işçileri etkilemesiyle oldu. Küba’nın İspanya Krallığı’nın bir kolonisi olmasının ve İspanya’dan göçen işçilerin burada diğer işçilerle beraber örgütlenmesinin, Küba’da anarşizmin ortaya çıkmasından etkisi vardır.1865’te bu ortak çabayla yayınlanan La Aurora, bunun en önemli örneğidir.
Tütün fabrikasında çalışan işçilerin, özellikle Barselona’dan göç eden işçilerle örgütlenmeye başlaması, 1885’te Circulo de Trabajadores’i ortaya çıkardı. Bu işçilerin ilk eylemi, Chicagolu anarşist işçiler için Havana’da yaptıkları destek mitingiydi. Çıkardıkları El Productor gazetesiyle, bu mitingi Küba çapında büyük bir kampanyaya dönüştürdüler. 1887’de Alianza Obrera’ya dönüşen bu işçi örgütü, Küba’da ilk 1 Mayıs’ı kutladı.
Küba halkının karşılaştığı ekonomik sorun kapitalizmin dayattığı koşullarsa, siyasi anlamda da en büyük problem İspanya Krallığı’na karşı verilen özgürlük mücadelesiydi. İspanyol yoldaşları, Kübalıların bu özgürlük mücadelesine en çok destek verenlerdi. Var olan sorunlara karşı verilecek en büyük cevap, toplumun örgütlü hareketiydi. Küba halkının bu örgütlü hareketle tanışmasında anarşizmin rolü büyüktür. 1900’lerin başına gelindiğinde tütün işçileri, şeker işçileri, fırıncılar ve şoförler, örgütlü bir şekilde anarşist işçi sendikalarındaydı. Aynı tarihlerde kendisi için tehlikenin farkına varan devlet, İspanyol anarşistleri sınır dışı etmeye başladı. 1915’e kadar anarşistlerin baskın olduğu işçi hareketi, devletin yoğun baskısıyla bu baskınlığı yitirmeye başladı. Küba Komünist Partisi kurulduğunda, sene 1925’ti. 1930’lara gelindiğinde sosyalistler Ulusal İşçi Konfederasyon’unda daha etkinleşti. Ancak 1936’da kurulan “Özgürlükçü Gençlik”anarşizmin Küba’da tekrar güçlenmesini sağladı. Sonrasında Solidaridad Internacional Antifascista’yı (SIA) kuran gençlik, CNT-FAI’ye yardıma gitti.
1940’larda anarşizmin toplumda yine belirginleşmesiyle, baskı furyası devam eder. Kurulan Küba Anarşist Grupları Federasyonu örgütü ve sonraki adıyla Küba Özgürlükçü Birliği (ALC), Castro kapatana dek mücadelesine devam edecektir. 1950’de Batista hükümetine karşı sosyalistlerle beraber gerilla gruplarında geliştirilen birliktelik, Castro hükümetinin 1960’larda ALC’yi kapatmasıyla sona erdi. Bu tarihten sonra anarşistlerin büyük bir çoğunluğu, ülke dışına sürgün edildi.
Arjantin
Güney Amerika’da anarşizmin toplumsallaşabildiği bir başka yer de Arjantin. 1870’lerle beraber ilk anarşist örgütler oluşmaya başlamıştı. Hatta 1871’de Birinci Enternasyonel’de Buenos Aires’ten temsilciler göndermişti.
1876 yılında Bakunin’in düşüncelerinin etkisiyle İşçilerin Propaganda Merkezi isimli bir örgüt kuruldu. 1885’te Errico Malatesta, kısa bir süreliğine Arjantin’de yaşar. Malatesta’nın da etkisiyle, ilk anarşist işçi sendikası kuruldu. El Perseguido da aynı tarihlerde yayınlanan ilk anarşist gazeteydi.
Anarşistler bu dönemde yoğunluklu olarak işçi örgütlenmelerindeydi. 1891’de İspanya’dan ve İtalya’dan gelen göçmen işçiler arasında Pellicer Paraire ve Pietro Gori de vardı. Paraire’nin öncülüğünde La Protesta Humana gazetesi çıktı. Gazetenin savunduğu çizgi, ekonomi için militan işçi federasyonu, siyaset için de anarşist örgüttü.
1901’de kurulan ilk ulusal emek konfederasyonu “Arjantin İşçi Federasyonu”ydu (FOA). Örgütün temel prensiplerinin belirlenmesinde Paraire ve Gori’nin etkisi olsa da, örgüt sosyalistlerin de dahil olduğu ortak bir projeydi.
1902 tarihinde genel grev ilan eden ve Arjantin’in büyük bir kesiminde başarılı da olan FOA’ydı. Küba örneğinde olduğu gibi hemen “yabancılar yasası” çıktı. Hedeflenen etkili olan federasyon üyelerini ülkeden göndermekti. Ancak birçoğu Arjantin’e geri dönmek üzere Uruguay’a geçti.
1903’te La Protesta Humana isim değiştirdi, La Protesta oldu. FOA’daki anarşistlerin daha da güç kazanmasıyla, örgütün anarşist çizgisi daha belirgin hale geldi ve o da isim değiştirdi; FOAArjantin Bölgesi İşçi Federasyonu oldu (FORA). Zaten bunu izleyen süreçteki kongrede FORA, anarşist-komünizme bağlı olduğunu açıkladı.
1 Mayıs 1904’te, 70.000 işçinin Buenos Aires sokaklarında yürümesiyle anarşizmin etkisi yoğunlaştı. Ve dolayısıyla anarşistlere yönelik baskı da. 1920’li yıllarda gerçekleşen birçok isyanda FORA’nın etkisi büyüktü. 1935’te kurulan Arjantin Anarşist-Komünist Federasyonu, İspanya Devrimi’ne katıldı. 1940’ların ortalarında, Peron başkan olduğunda sadece iktidarı değil toplumun önemli bir kısmını da etkiledi. İşçi sendikalarının büyük bir bölümü Peronizmin etkisinde kalınca 1955’e kadar ( Arjantin Özgürlükçü Federasyonu-FLA kuruluncaya kadar) anarşist bir örgüt topluma etki edemedi. FLA ve FORA şu an hareket halindeki iki anarşist örgüt.
Güney Afrika
Anarşizmin farklı coğrafyalarda köklü bir geçmişi olduğunun bilinmesi, hareketin köklerini ve etkilediği mücadele biçimlerini anlamak açısından çok önemli. Güney Afrika’da son dönemde oluşan anarşizan toplumsal hareketlenmelerinin kökenini burada aramak gerek.
1904’te Cape Town’da Sosyal Demokrasi Federasyonu’ndaki etkin anarşist kanattan önce, 1880’lerde Henry Glasse’nin çıkardığı gazeteler ve Kropotkin çevirileri, Güney Afrika’da anarşizmin kısmen bilinmesine yol açmıştı.
1915’te bu anarşist kanat Uluslararası Sosyalist Birlik’i (ISL) kursa da, süreç içerisinde etkisini yitirip 1921’de ISL, Güney Afrika Komünist Partisi’ne dönüşüyordu. Ancak, Dünya Sanayi İşçileri’nden (IWW) etkilenen bir kanat Afrika Sanayi İşçileri’ni (IWA) kurdu.
Güney Afrika’daki toplumsal hareketler, Afrika özgürlük mücadelesiyle çok ilişkili olduğundan; neredeyse tüm örgütlenmeler bu mücadelenin içinde yer almışlardır. Anarşistler de bu örgütlerin içinde yer alarak 1980’lere kadar anti-apartheid mücadelesi vermişlerdir. 1990’larla beraber Durban ve Johannesburg’da Anarşist Devrimci Hareket (ARM) kuruldu. ARM’ı kuranların çoğunluğunu öğrenciler ve anti-apartheid mücadelesi veren militanlar oluşturuyordu.
1995’te ARM, İşçi Dayanışma Federasyonu’na (WSF) dönüştü ve platformizmi benimsedi. Siyah işçi hareketi ve öğrenci hareketini birleştiren WSF, anarşizmi Zimbabwe, Tanzanya, Zambiya’da da örgütlemeye başladı. 1999’da WSF kapandı ve Bikisha Medya Kolektifi ve Zabalaza Kitap Kolektifi’ne dönüştü. İki grubun çıkardığı ve 2000’lere damgasını vuran Zabalazagazetesi, özelleştirmeye ve evlerden tahliyelere karşı toplumsal bir hareket örgütledi.
2003’te Zabalaza Anarşist Komünist Federasyonu ve 2007’de Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF) kuruldu. ZACF, sonraki süreçlerde yeni toplumsal hareketlere odaklandı, topraksız halk hareketini destekledi. Bunun bir parçası olan Abahlali baseMjondolo hareketi ile dayanışma halindeler.
ABD
ABD, anarşizmin birçok farklı ekolünün oluştuğu bir coğrafya. Bunda anarşizmin bu kadar çok toplumsallaşmasının rolü çok büyük. Öte yandan, halkın içinde bulunduğu olumsuz durumlardan kurtulmak için giriştikleri mücadelede de anarşizmin etkisi ve rolü büyük.
1800’lerin ortalarında ekonomisi ağırlıklı olarak köylü üretimine dayanan ABD’nin Proudhon’un fikirlerinden etkilenmesi bu yüzden kaçınılmazdı. Yüzyılın sonuna doğru gelindiğinde anarşist-komünizmin etkisi Freedom gibi aylık Devrimci Anarşist-Komünist gazetelerle iyice belirginleşir. Bunda toplumu da aynı ideallerle örgütleme faaliyetinin içerisinde olan Lucy Parsons ve Lizzy Holmes gibi isimlerin etkisi vardır. Bu örgütlenme faaliyetinin nereye gittiğini The Alarm’ın etkisiyle büyüyen işçi sınıfı mücadelesinde, 8 saatlik iş günü eylemlerinde ve Haymarket’te katledilen anarşist işçilerde görmek mümkün.
ABD’de işçi mücadelesi tarihi, örgütlü anarşizmin tarihiyle kol kola gider. Johann Most’ların, Emma Goldman’ların, Alexander Berkman’ların işçi hareketindeki önemli isimler olması bu biraradalıkla açıklanabilir. 8 saatlik iş günü eylemleriyle yükselen işçi hareketine ruhunu veren işçi grevlerini yaratanlar yoğunluklu olarak anarşistlerdi.
1 Mayıs 1886’da 340.000 işçiyi sokağa döken, genel greve iten aynı örgütlü anarşist çabaydı. Sacco ve Vanzetti gibi işçi mücadelesiyle özdeşleşmiş isimlerin anarşist olması bu yüzden rastlantı değildi. 1905’te Dünya Sanayi İşçileri (IWW) kurulduğunda bu kol kola giden mücadele bütünleşmiş oldu.
Örgütlü anarşizm, ABD’de sadece işçi hareketinin güçlenmesine değil, toplumsallaşmasına bağlı olarak toplumda rahatsızlık hissedilen Dünya Savaşı gibi konulara da söz üretebildi. Savaş karşıtlığını örgütleyebildi.
1960’larda Goodman, Bookchin, Dolgoff, Chomsky, Perlman gibi isimlerin ABD’den çıkması da, anarşizmin bu kadar farklı ekolleri yaratabilmesi de buradan bakıldığında şaşırtıcı değildir. ABD’de bu kadar toplumsallaşabilmiş bir hareket, ebetteki kendi özgün deneyimlerini oluşturacaktır. Anarşizmin örgütlü gücüne buradan bakabilmek önemlidir. Keza hareketin toplumsallaşması, düşünsel zenginliğe yol açacaktır; anarşizmin toplumdaki bireylerin algısındaki yansımaları bu şekilde açığa çıkacaktır.
1980’lerle beraber hareketsizleşen anarşizm, 1990’larla beraber önemli bir örgütlenme oluşturacaktır. Kuzeydoğu Anarşist Komünistlerin Federasyonu (NEFAC), platformist eğilimiyle anarşizmi, bu coğrafyada örgütlemeye devam etmektedir.
İspanya
Anarşizm tarihinde İberya’nın rolü büyüktür. Bu topraklar, anarşist düşüncenin gerçekle buluştuğu, gerçeğin anarşist düşünceyi şekillendirdiği topraklardır. Yaratılan deneyimler, anarşizmin ne olduğunu, nasıl yaşanıldığını gösteren deneyimler olması açısından; neden anarşizmin örgütlü bir şekilde yaratılması gerekliliğinin anlaşılması için tekrar tekrar düşünülmesi gereken deneyimlerdir.
Buradan düşünüldüğünde ilk anarşist yayın El Porvenir’in, Ramon de la Sagna tarafından burada çıkartılması çok da şaşırtıcı değildir. Anarşizm örgütlenmeye ve toplumsallaşmaya erken tarihlerde başlar. 1868’de Fanelli öncülüğünde Birinci Enternasyonal’deki İspanya delegelerinin savundukları anarşizm bunun en büyük örneğidir.
Zengin ve fakir arasındaki ayrım açıldıkça, din ve devlet baskısı insanlar üzerinde arttıkça anarşizm de toplumsallaştı. İşçiler isyan etti, Luddist eylemler başladı, sendikalar ortaya çıktı. Anarşist düşünceler, konuşmalarla, tartışmalarla ve La Solidaridas gazetesiyle yayıldı.
20. yüzyılda sendikalizm fikri toplumda iyice yerleşiyor. Çünkü istenilen bir yaşamın somutlaşması için sendikanın önemli bir araç olduğu fark ediliyor. Patronsuz, devletsiz ve ruhban sınıfından uzak bir yaşamın gerçekleştirilmesinde önemli bir araç.
1900’lerde İspanya Bölgesi İşçi Toplulukları Federasyonu kuruldu. Ülke genelinde grev ilan edilmesi, kapitalizmin ne olduğunun anlaşılmasına olanak verdi. Federasyon sonrasında, İspanya Bölgesi Anarşist Örgütü’ne dönüştü. 1907’de Solidarida Obrera çıktı ve Solidaridad Obrera gazetesi, aynı zamanda CNT’nin kurulmasını sağlayacak ekip oldu. 1910’da CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu) kuruldu. 1917’ye gelindiğinde CNT’nin üye sayısı bir milyonu aşmıştı, devlet anarşistler üzerindeki baskısını arttırdı. CNT ise her seferinde genel grevle karşılık verdi.
1927’ye gelindiğinde, halk toplumsal işleyişin kontrolündeki devlet etkisini olabildiğince azaltmış ve CNT ile üretim ve tüketim süreçlerindeki kontrolü eline aldı. Böyle bir ortamda beliren siyasal bir ihtiyaçtan dolayı İberya Anarşist Federasyonu (FAI) oluşturuldu. FAI, bu yaşamsal örgütlenmenin sürekliliği için bir teminattır. Siyasal farkındalıklar FAI aracılığıyla arttırılıp, henüz yok olmayan devlet ve diğer iktidar mekanizmalarına karşı bir öz örgütlülük yaratılmıştır.
1930’ların ortalarında başlayan devrim sürecinde FAI üye sayısını, 5000’den 30000’e çıkarmıştır. Toplumsal devrimin ne demek olduğu, ’36 ile başlayan süreçte anlaşılmıştır. Franco’nun ordularına karşı bir yanda cephede olan halk, diğer yanda yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacakları üretim-tüketim-dağıtım problemini CNT aracılığı ile çözmüştü. Bu süreç Juan Garcia Oliver’ların, Buenaventura Durruti’lerin ortaya çıktığı bir süreç olmuştur.
Yeni nesillerin, yeni değerlerle yetişmesi sorununa çözüm de bu toplumsal örgütlülükten gelmiş, Francesc Ferrer’in geliştirdiği tarzda özgürlükçü eğitim modelleri denenmiştir.
Anarşizmin, yarattığı örgütlenme algısı sadece toplumda ekonomik anlamda ezilen kesimlerde değil, erkek egemenliğinden kaynaklı ezilmişliğe karşı kadınların örgütlenmesinde de yer bulmuştur. Mujeres Libres, yarattığı bu örgütlülükle 38000 üyeye ulaşmıştır. Tabi ki etkisi, anarşist bir dünyanın deneyimlendiği tüm İberya toprakları olmuştur.
1939’da Franco faşizminin hedef aldığı şey de bu yüzden bu toplumsal örgütlenme olmuş, bu örgütlenmeyi kırmaya çalışmıştır. Dünya üzerindeki diğer faşist devletlerin desteğiyle, Katalonya’ya kadar anarşistlerin geri çekilmesine neden olsa da, mücadeleye devam eden Maqui’ler Katalonya’nın özgürlük mücadelesine yardımcı olmakla kalmamışlar, anarşizmin bu coğrafyadan kopartılamayacağının kanıtı olmuşlardır.
Ukrayna
Anarşizmin yaşandığı, toplumsallaştığı bir başka coğrafya da güneydoğu Ukrayna’dır. “Özgür Topraklar”, anarşist komünist ilkelerle yaşamın örgütlendiği bir coğrafyadır.
Bunda, 19 yüzyıldan itibaren başlayan anarşist örgütlenme çalışmalarının rolü çok büyük. Mykhailo Drahomanov’un Proudhon ve Bakunin etkisiyle yazdığı ve yaşama geçirmeye çalıştığı fikirler önemli yer tutuyor.
Özgür Topraklar’ın inşasında Nestor Makhno ve Devrimci İsyan Ordusu’nun rolü ne kadar önemliyse, bu topraklarda anarşizmin yaşamasında Nabat’ın (Anarşist Örgütlerin Konfederasyonu)rolü o kadar büyüktür. Nabat sadece Özgür Topraklar’da üretim, tüketim ve federalizm ilkesinin işlemesini sağlamaya çalışmıyor, aynı zamanda Güney Ukrayna’nın tüm şehirlerinde anarşizmi toplumsallaştırmaya çalışıyordu.
1920 ve 21’de önce Menşeviklere sonra Bolşeviklere karşı girişilen bir dizi savaş, Özgür Topraklar’ın korunmasına yardımcı olsa da; sonrasında Kızıl Ordu’nun buraya girmesi ve birçok anarşisti katletmesiyle son buldu.
Çin
19. yüzyılda Rusya’daki örgütlü anarşizm, Çin’i de etkiledi. Ancak bu etkilenme Çin anarşizminin doğmasına yol açmadı. Özellikle Paris ve Tokyo’daki öğrencilerin, anarşist düşüncelerle uğraşmaya başlamasıyla anarşizm, Çin’de daha görünü bir hal aldı.
1906’da Li Shih-tsen gibi, Çin felsefesiyle anarşizmi ilişkilendiren düşünceler ortaya çıktı. Taoism ve Budizm’le karşılıkçılık ve federalizm fikrini birleştiren Çin düşünürleri ortaya çıktı. Bu süreçte, anarşizmin sadece Çin’deki düşünceleri etkilediği değil; aynı zamanda Çin felsefesinin de anarşizmin üzerinde etkisi olduğu sık konuşulanlar arasındadır. Özellikle anarşizmin birey vurgusuyla, Çin felsefesindeki birey vurgusu arasındaki ilişkinin bu etkilenme sonucu ortaya çıktığı söylenir.
Anarşizm’in Çin’de toplumsal bir hareket haline gelmesinde ABD’deki anarşistlerin etkisi var. 1911’de anarşizmin Çin’de geldiği konum, ABD’ye çalışmaya giden Çinli işçilerin etkisiyle oluşuyor. O dönem, Meksikalı ve Çinli işçilerin oluşturdukları işçi birlikleri anarşisttir. Bunda anarşistlerin, o dönemde siyah, Latin ya da Asyalı tüm işçileri kapsayan söylemlerinin etkisi var. 1890’larda Emma Goldman’ın, San Francisco’da yaptığı konuşmaya binlerce Çinli işçi katılır.
1908’de Çinli işçiler, IWW’de örgütlenir. IWW, aynı zamanda beyazların üstünlüğüne karşı çıkan, farklı ırklardan işçilerin örgütlendiği tek işçi birliğidir. Burada IWW’de örgütlenen işçiler, Çine geri döndüğünde, anarşizmin gelişmesine katkıda bulunurlar. 1914’te birçok işçi ve köylü anarşizme örgütlenir.
1919’dan sonra başlayan süreçte, özellikle 4 Mayıs Hareketi ile başlayan süreçte, Bolşeviklerle yakınlaşan anarşistler, Çin Komünist Partisi’yle etkilerini kısmen yitirseler de; Guangzhougrubu örgütlenme ve propaganda ilkelerini benimser ve anarşizmi ayakta tutar. Halkın Sesi isimli gazete çıkarırlar.
Komünist Parti’nin iktidarı sırasında etkilerini büyük ölçüde yitirirler. Çünkü örgütlenmenin önünde büyük bir engel vardır.
Anarşizmin Örgütlü Olduğu Coğrafyaları Düşünmek
Anarşizmin 19.yüzyıl itibarıyla, birçok farklı coğrafyada toplumsallaştığı bilinen bir gerçektir. Elbette anarşizmin örgütlenme alanı, farklı kıtalarda yer alan bu coğrafyalarla sınırlı değildir. Avustralya’dan Kanada’ya, Vietnam’dan Yunanistan’a kadar uzanmıştır anarşizmin örgütlenme alanı.
Anarşizmin örgütlenme tarihi, Birinci Enternasyonalleri, Paris Komünleri’ni, Haymarketleri, Özgür Toprakları, ’36 Devrimini, Kronştadları oluşturmamıştır sadece. Endonezya’da bir ulusal kurtuluş mücadelesinde çıkmıştır bu örgütlü tarih kimi zaman karşımıza, kimi zaman Meksika’da 1911’de Magonların özgürlük mücadelesinde. Kore’nin Japonya tarafından istilasına karşı giriştikleri bir çaba olmuştur anarşizm, kimi zaman Filistin’e saldırının bir parçası olmak istemeyen İsraillilerin vicdani retlerinde belirginleşmiştir.
Yazıda geçen örgüt isimleri, örgütlerdeki insan sayıları, çıkan gazeteler ve dergiler bir şeyi ispatlama çabasından çok, anarşizmin etkisini ve bu etkinin örgütlü olma nedenselliğini açıklamaya yöneliktir. Toplumsal bir düşünce ve hareket olarak anarşizm, toplumsallaşma kaygısı ve çabasının dışında düşünülemez. Bu durum anarşizmin, örgütlenme karşıtı, toplumsallaşma karşıtı, sistemin bireyci anlayışının bir uzantısı olarak göstermek isteyen tüm düşüncelere karşı verilmiş bir yanıttır.
Düşünceler toplumsallaştığı bir ortamda, hareket halindeyken özgünlük kazanır. Farklı anarşist ekollerin doğmasına yol açan da bu örgütlülük halidir. Anarşizmin iktidarsız bir ilişki bütünü olarak tanımlandığı düşüncelerin, tarihte deneyimlenebildiği coğrafyalar, yani toplumsal devrimlerin yaşandığı coğrafyalar, bu örgütlülük halinin ortaya çıktığı durumlardır. Örgüt ve örgütlenmenin farklı şeyler olduğunu söyleyecek olanlara verilecek en güzel cevap da, ezene karşı ezilenlerin oluşturduğu bu örgütlenmelerin birden çok anarşist örgütün varlığıyla oluştuğu gerçeğidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Polisi Tecavüz Etti Savcısı “Tecavüz Bebeğine Devlet Bakar, Doğur” Dedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suç duyurusunda bulundu, koruma talep etti… Tecavüz mağduru birçok kadın gibi soruşturması ilerletilmedi, savcılık taleplerini reddetti. Ve O, bir yılın sonunda yine tecavüze uğradı, tecavüzcülerden biri aynı polislerdendi. Bu kez hamile kaldı. Tecavüzcünün bebeğini doğurmayı reddetti. Ama devlet kürtaj olma isteğini de kabul etmeyince, konuşmaya başladı Reyhan Topal. İçinde bulunduğu çaresizliği, mahkum bırakıldığı ümitsizliği anlatmaya başladı.
Bizler de Meydan Gazetesi olarak devletin polisinin tecavüz ettiği, savcısının “kadın olmak”la suçladığı, yargısının ölüm fermanını yazdığı Reyhan Topal ile yaşadıklarını konuştuk.
Meydan Gazetesi: Merhaba. Bir yıl önce duymuştuk sizin adınızı ilk kez; yaşadıklarınızı, anlatmaya çalıştıklarınızı dinleyebilmek çok zordu. Bundan bir yıl önce yaşadıklarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Reyhan Topal: Bir yıl öncesine kadar icradan araba alım-satım işi yapıyorum ve emekli polis memuru Mehmet Çakır da benim yanımda çalışıyordu. Uzun bir dönem yanımda çalıştıktan sonra istekleri artmaya başladı, maddi isteklerine karşılık vermeyince beni “Hakkında daha önce açılmış dolandırıcılık davası var beni dolandırdı der şikayet ederim” diyerek tehdit etmeye başladı ve isteklerine karşılık bulamayınca arabamı çaldı. Ben de 38. Sulh Ceza Mahkemesi’ne başvurarak, hakkında hırsızlık suçundan dava açtım. Buna karşılık Mehmet Çakır da benim hakkımda dolandırıcılık suçlamasıyla suç duyurusunda bulundu.
Geçtiğimiz yıl, Ağustos ayında dolandırıcılık suçlaması kapsamında ifade vermeye çağırıldım. Ancak ben Levent’te oturuyorken ve buraya bağlı bir karakola ifade vermem gerekirken, Mehmet Çakır da Küçükçekmece’de oturuyorken, ben usulüne aykırı bir şekilde Kağıthane Asayiş Büro Amirliği’ne ifade vermeye çağırıldım. Sonradan öğrendim ki, Kağıthane İlçe Emniyet Müdürü ve tecavüzcü Mehmet Çakır aynı köydenmiş.
30 Ağustos 2012’de ifade vermek için gittiğim Kağıthane Asayiş Büro Amirliği önünde Mehmet Çakır ile karşılaştım ve kendisi beni gördüğü anda küfretmeye, hakaret etmeye başladı. Ben kendimi savunmak istediğimde iki sivil polis geldi. Sonuçta karakola gidiyorsun değil mi, güvenmeyecek misin? Ama öyle değilmiş, öğrendim.
O iki polis beni yaka paça beni karakolun dördüncü katına çıkardılar ve iki buçuk saat boyunca kamerasız bir odada beklettiler. Ardından Mehmet Çakır odaya geldi, “Az sonra yaşayacaklarını hayatın boyunca unutamayacaksın” dedi ve iki resmi polisle odaya geri döndü. Soyunmamı istediler, kabul etmeyince önce Mehmet Çakır bana saldırdı ve tecavüz etti, ardından da diğer iki resmi polisin tecavüzüne uğradım.
Peki sesinizi duyan, yaşananlara müdahale eden hiç kimse olmadı mı?
Hayır, tam aksine. Ben bağırırken odanın kapısının açık olmasına rağmen ve neredeyse oradaki herkes yaşananları görmesine rağmen, kimse müdahale etmedi, yaşananları izlediler. Sonra da tecavüzün izni bırakmamak için, iki kadın memur beni yıkadı. Beni Kağıthane Devlet Hastanesi’ne götürdüler, doktor muayene etmeden “sağlam” raporu verdi.
Tecavüzden sonra yaşadıklarınızla ilgili şikayette bulundunuz mu?
Sonrasında Mehmet Çakır beni tehdit etmeye devam etti. Askeri lojmanda yaşıyor olmama rağmen dolandırıcılık bürodan geldiğini iddia eden iki kişi “Sokağa çıkınca seni alacağız. Karakolda yaşadıkların ne ki!” diyerek beni tehdit ettiler. Ben de suç duyurusunda bulundum ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikolojik tedavi görmeye başladım. Doktorlar ve avukatlar eşimle konuştular ve o süreçte eşim hep yanımdaydı, hastanedeyken de.
Siz şikayette bulunduktan sonra soruşturma nasıl ilerledi peki?
Mehmet Çakır emekli polis olmasına ve şu anda memur olmamasına rağmen, O da diğer iki polisle aynı dosyada, Memur Suçları Savcısı’nda kaldı. Benim dosyamla ilgili bir yıldır hiçbir işlem yapılmamış, bir yıldır kimsenin ifadesine başvurulmamış, bir yılın sonunda (gazetelere çıkınca) teşhise gittim. Tecavüzcülerin kim olduğu belli, bir tanesi 30 Ağustos 2012 günü Kağıthane Asayiş Büro kapısında nöbet tutan polis, biri aynı karakolda görev yapan bir polis, biri de emekli polis memuru Mehmet Çakır. Ama kimsenin ifadesi alınmamış. Bir ilerleme yok.
Bir yıldır zaten tehdit ediliyordum, bununla ilgili suç duyurusunda bulunduğumda da önlem alınmadı. Bakın bunlar bana zarar verecek dedim, savcı yine ciddiye almadı. Savcı ya bilerek uyudu ya da uyutuldu. Anlayacağınız soruşturma olduğu yerde kaldı. Ta ki ben geçtiğimiz 27 Temmuz’da ikinci kez tecavüze maruz kalıncaya kadar.
İkinci olaydan biraz bahsedebilir misiniz?
27 Temmuz günü çocuklarım ve arkadaşlarımla Sedef Adası’na gitmiştim. Akşam saatlerinde döndükten sonra Maltepe sahilinde yürüyüş yapıyordum. Ramazan olduğu için sahil çok kalabalıktı ve ben de bu yüzden hiç tedirgin olmamıştım. Yürüyüş yaparken, gittiğim kuaförden tanıdığım arkadaşım Alev’i gördüm, selam vermek için O’na doğru ilerlediğimde Alev’in arkasındaki arabadan aynı kuaförde çalışan Süleyman Küney ve tecavüzcü Mehmet Çakır indi. Süleyman Küney de ilk olayın ardından polislerin asla öyle bir şey yapmayacağını, benim onlara iftira attığımı söylemeye başlamıştı. O’na polisleri tanımadığını söylemiştim ve sonra da bir daha onunla görüşmemiştim. 27 Temmuz günü ise Maltepe sahilinde Süleyman Küney ve Mehmet Çakır beni zorla bir arabaya bindirdiler. Arabaya biner binmez kapıları kilitlediler ve inmeme engel oldular. O güne dair hatırladığım, Avrupa yakasına geçmiş olduğumuz. Gördüğüm tek şey Pierre Loti tabelası ve bir mezarlıktı. Arabayı mezarlıkta durdurdular, beni arabadan zorla indirdiler. O gece Süleyman Küney ve Mehmet Çakır sabaha kadar bana tecavüz ettiler. Mezarlık olduğu için, sesimi duyup yardım edebilecek kimse yoktu. Sabah ise Aksaray’da bir kafenin önüne bıraktılar beni.
Hamile olduğunu ne zaman öğrendiniz? Ne hissettiniz?
19 Ağustos’ta öğrendim hamile olduğumu ve hemen sonrasında şikayetçi oldum tecavüzcülerden. Şikayetimin ardından savcıya gittim, kürtaj olabilmem için sevk yazması için ona yalvardım. Ama savcı bana “Doğuracaksın tabi! Devlet tecavüz bebeğine sahip çıkar, devlet aile olur. Günahtan da mı korkmuyorsun? Hem kürtaj yasaklandı, onu da mı bilmiyorsun!”diyerek beni azarladı. O anda savcı da söyledikleriyle, sözde adaletiyle tecavüz etti bana. 7 kez kapısına gittim, yalvardım, ama nafile. Süre dolarsa bebeği aldıramayacağımı biliyordum, savcı bile tecavüz bebeğini doğurmam gerektiğini söylüyordu…
Sonrasında nasıl oldu da kürtaj olabilmeniz için gerekli sevki alabildiniz?
Kürtaj olabilmek için süremin dolmasına birkaç gün kalmıştı ki ben gazetelere çıkmaya, yaşadıklarımı anlatmaya başladım. Sonra gazeteye çıktığım ilk gün savcı beni aradı ve acele karar yazdı. Savcının beni odasına çağırdığında sevk kararını bir yazışı vardı, anlatamam. Ben inanmıyorum ki o adam hayatı boyunca o kadar hızlı karar yazabilmiş. Şimdi kürtajdan sonra adli tıpa gidilecek, adli tıpta kan örnekleri alındıktan sonra değerlendirme yapılacak. Ama normal değerlendirme süresi 1 haftayken ben biliyorum ki bu süreç bir yıl sürer. Polisin tecavüzüne uğrayan bir kadının dosyası elbet uzar, uzmanlar tayin olur, birçok aksaklık yaşanır.
Hem ilk hem de ikinci tecavüzün ardından yaşadıklarınızdan sonra, savcılar tecavüze uğramanızla ilgili sizi suçlarken, tecavüz bebeğini doğurmaya zorlanırken, devletin sözde adaletinin tüm kapıları yüzünüze kapanırken ne hissettiniz? Bu süreçte soruşturmanın sizin lehine ilerleyeceğini düşündünüz mü?
Adalet yok ki, nerenin kapısını çalsam, birbirlerini koruyorlar, “Emin misiniz yaptığından?” diyen savcı bile oldu. Öyle bir zihniyet ki onlardaki… Kadın bu, kaç yaşında olursa olsun o suçlu diyorlar. Başsavcı vekilinin biri bana dedi ki; “12 yaşındaki kızın davasını da biliyoruz”. 12 yaşında bir insan, bilincinde olmasa da bazı istekleri artarmış, kadın doğduğundan itibaren cinsel isteklilikle doğarmış zaten, aynen böyle söyledi. Yani tecavüze uğrayan kaç yaşında olursa olsun, kesinlikle kendi isteği varmış, hatta haz alırmış…
Ben biliyorum ki 6 yaşında çocuğa tecavüz edilince de, 10 yaşındaki çocuğa tecavüz edilince de, 40 yaşındaki kadına tecavüz edilince de tecavüzcüler sokakta. Ve ne olursa olsun zaten hep tecavüzcü korunuyor.
Ben 3 kez koruma talep etmeme rağmen reddedildim. Kanun yok zaten. Kadın dediklerini illet olarak görüyorlar, kadına her pisliği yaşatabileceklerine inanıyorlar. O yüzden hangi kanundan bahsediyoruz ki. Sözde kadın hakları var deniliyor, yasalar kadınların yanında deniliyor. Hangi kadının yanında merak ediyorum ben. Ben kadın değil miyim?
Kürtaj olduktan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? Bir yandan size yönelik tehditler sürerken, bir yandan soruşturmanız devam ederken neler yapmayı planlıyorsunuz?
Ben devletin adaletine inanmıyorum. Var mı adalet? Ben üçüncü defa aynı olayı mı yaşarım yoksa öldürülür müyüm diye düşünüyorum sadece. Çünkü hala bir önlem alınmadı ve alınmıyor da. Bence bu pislik insanlar beni öldürecekler ve ben öldürüldüğüm zaman dava düşecek, savcılar da rahat edecek, polisler de rahat edecek. Sonra başka kadınlara da aynısını yapacaklar, belki bir gün adalet yerini bulur, ama benden sonra.
Güvenli bir ortamda değilim, ölüm tehditleri alıyorum. Öldürüldüğüm zaman bunun sorumlusu Savcı Osman Çakır, Başsavcı Vekili Ateş Hasan Sözen, Savcı Mehmet Yüzgeç, tecavüzcü emek polis Mehmet Çakır, Süleyman Küney ve Kağıthane Asayiş Büro’da görev yapan diğer iki polistir. Başka hiç kimse değil.
Kürtajdan sonra ise vatandaşlıktan çıkmayı düşünüyorum. Ben bu devletin vatandaşı olmak istemiyorum. Her gün kadınlar tecavüze uğruyor, her gün kadın cinayetleri oluyor, her gün kadınlar erkekler tarafından öldürülüyor ve yasalar bunu yapanları koruyor. Ben böyle yasalarla tecavüzcüleri, katilleri koruyan bir devletin vatandaşı olmak istemiyorum.
Benim hayatım elimden alındı. Bir yıl öncesine kadar çok güzel bir hayatım vardı. Ama artık geri dönebilme ihtimalim yok.
Reyhan Topal ile yaptığımız röportaj, bir kadının mahkum edildiği çaresizliğe rağmen süren mücadelesini konuşurken sonlanıyor. O, röportajın yapıldığı günün ardından devletin tecavüz bebeğini doğurması için yaptığı baskıya rağmen kürtaj oluyor. İlerleyen günlerde ise Reyhan Topal’dan gazetemize bir mesaj ulaşıyor:
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan aradılar: “Bu durumda çocuklarınızı devlete verin.” diyorlar. Bir yılda iki kere tecavüz edilmesine izin verdikleri bir anneyi düşünmek, gazeteye manşet olunca akıllarına geldi. Nasıl bir zihniyettir ki bu çocuklarımı istiyorlar. Çok haklılar, isteyecekleri bir canım ve çocuklarım kaldı. Çözüm bu onlar için. “Siz de bir şekilde kendinize gelin” diyorlar. Sormuyorlar nasılsınız, durumunuz nasıl. Gelip görme zahmetinde bulunmuyorlar. Bir yılda hayatı iki kez elinden alınan bir annenin ne olduğunu, ne durumda olduğunu… Resmen bana, “hayatında kırıntı falan ne kaldı, gerisini el birliğiyle alacağız” diyorlar. Bir yıldır sütsüz, mamasız kalan bebeğimi unutmuştu o zihniyet. Bir yıldır öğrenci çocuğumun nasıl şartlarda okula gittiğini de merak etmeyen çocuklarımın sokakta uğradıkları tacizleri, şiddetleri görmezden gelen zihniyet…
Reyhan Topal’ın avukatı Eren Keskin, Topal’ın yaşadıklarına ve soruşturmanın ilerleyişine ilişkin gazetemize konuştu. Keskin, “Soruşturmanın bir yıldır devam etmesi, bu kadar yavaş ilerletilmesi ve uzun sürmesi büyük bir hak ihlalidir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın çocukları istemesinin hukuki olarak hiçbir dayanağı yoktur. Yanında anne ve babası olan çocuklara, devletin bu şekilde el koyma isteği hukuk kuralları çerçevesi dışındadır.” diyerek Topal’ın çocuklarının elinden alınması isteğinin hukuk dışı olduğunu belirtti. “Ben 1997’den bu yana gözaltında kadına yönelik taciz ve tecavüz kapsamlı davalara bakıyorum ve ne yazık ki bu tarz soruşturmalar çok yavaş ilerletiliyor. Hele ki failler asker, polis gibi devlet memurları olduğunda, soruşturma daha da yavaş ilerletiliyor. Biz bu süreçte, çeşitli kadın kurumlarının da sürece dahil olarak bizlerle dayanışma göstermesini bekliyoruz.” şeklinde konuşan Avukat Eren Keskin, özellikle taciz ve tecavüz davalarında yaşanan adaletsizliklere karşı kadın dayanışmasının yükseltilmesinin önemini bir kez daha vurguladı.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devletin Polisi Tecavüz Etti Savcısı “Tecavüz Bebeğine Devlet Bakar, Doğur” Dedi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşistler her koşulda her zaman örgütlü olmuşlardır
“Ben”i önemseyerek “biz” olma çabasındaki anarşizmin örgüt ve örgütlülük gibi kavramlarla olan ilişkisini anlamak için, yaklaşık iki yüz yıllık anarşizm tarihini incelemeliyiz. Bu incelemede göreceğiz ki anarşistler her koşulda örgütlü olmuşlardır. Anarşizm ezen ezilen çelişkisinde diğer -izm’ler ile en belirgin farklılığını, iktidar kavramına yaklaşımında belirginleştirmiştir.
İktidarsız ilişkiler özgürlüğün garantisidir
Anarşistler “iktidarı” yıkılması gereken bir kavram olarak tanımlarken, yaratılacak iktidarsız ilişkilerin özgürlüğün garantisi olduğunu savunurlar. Sosyalistlerse toplumu dönüştürebilmek için “iktidarı” kazanılması gereken bir araç olarak tanımlar ve iktidarı kazanmayı savunurlar. -Belirtmeliyim ki araç, her denemede amaca dönüşmüştür- Anarşistlerin iktidara yaklaşımı şu düşünsel farklılığı netleştirmiştir: Sosyalistler, “Devrim yapmak istiyorsan toplumsal iktidarı kazanır ve toplum içi ilişkilerini belirlersin” anlayışındayken; anarşistler, “Devrim yapmak istiyorsan şimdi, şu anda, toplumsal ilişkilerini dönüştürmeye başlarsın, iktidarı kazanmakla uğraşmaktansa yaşamın yeniden yapılandırılması için uğraşırsın. Böylece parça parça dönüştürdüğün yaşamların etkisiyle bütünü dönüştürürsün” anlayışındadırlar.
Anarşistler için bireyler arası “şimdi” başlayan iktidarsız ilişkilerde, bireyin dönüşümü ve toplumun dönüşümü iç içedir. Fabrikada patronun altında ezilen bir işçinin evinde bir eş, baba ya da anne olarak ezene dönüşmesi toplumsal bir sorunsal olduğu kadar, bireyin dönüşümüyle alakalı bireysel bir sorunsaldır. Bir ezilenin toplumsal ilişkiler içerisinde zaman zaman ezen olabileceğini, ezen ezilen çelişkisinin sadece ekonomik bir çözümlemeyle anlaşılamayacağı açıktır.
İktidarlı toplumlardaki toplum ilişkilerinde bir işçinin, erkek kadın ilişkisi içerisinde bir “erkek” olarak ezenleşmesi, edinilmiş bir gündelik davranış eylemidir. İşçinin bu iktidarlı davranışlarından sıyrılması, bu iktidarlı davranışlarının farkındalığıyla mümkündür. Böylesi bir farkındalık yaşamış olan birey, kendisi gibi farkındalıkları olan diğer bireylerle bu iktidarlı davranışlarını yok ederek, iktidarsız davranışların var edilmesini sağlayabilecektir.
Bireyin ve toplumun dönüşümü
Farkındalıklarımız ve kendimiz gibi olan diğer bireylerle kuracağımız bu “devrimci etkileşim” içerisinde, güçlenecek bir toplumsal ilişki biçimini yaratabiliriz. Bu dönüşüm, hem işçinin bireysel dönüşümü hem de içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerin dönüşümü olacaktır. Ekonomik açıdan her daim ezilen olan bir bireyle her daim bir ezen olacak bireyi eşitleyemeyiz. Bu eşitsizlikte, bazı ender deneyimlerde patronun da çeşitli farkındalıklar yaşayarak dönüştüğü deneyimlenmiş olsa da bunun genelleşebileceğine inanamayız. İktidarın baskısıyla dönüşmek zorunda kalan bireydense, farkındalıklar ve etkileşimler sonrasında kendi iradesiyle dönüşen bireyin toplumu dönüştürmesini savunmuştur hep anarşistler. Bu, toplumsal bir devrimin olmazsa olmazıdır. Yani anarşizm bireyin kendinde başlarken, toplumsal ilişkilerinde sürer ve hiç bitmez.
Farkındalıkların ve etkileşimin, bireyin ve toplumun dönüşümdeki pozisyonunu anlamalıyız. Toplumsal ilişki, bireyin diğer bireylerle kurduğu ilişki anlamında olsa da her daim bireyin iradesi dahilinde değildir. İktidarlı ilişkilerle bezenmiş toplumlarda birey, içinde kaldığı bu iktidarlı ilişki biçimine uyum sağlamak zorundadır. Toplum içi yaşanan adaletsizliklerin bireyde yaratacağı farkındalıklar ve çevresiyle kuracağı etkileşimler, böylesi bir sistemin yıkılabilmesi için yeterli değildir. Hem bireyin kendisinin dönüşümünde hem de diğer bireyleri dönüştürme çabası içerisinde örgütlenmesi kaçınılmazdır.
İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür
İktidarsızlığımız –anarşistliğimiz- üzerimizdeki iktidarın baskısına karşı koymakla başlamaz. Bir başkası üzerinde baskı kurmamamızla başlar. Bireysel dönüşümümüzün sağlamasını, ancak ve ancak bir başkasıyla kurduğumuz ilişkide yapabiliriz. -Burada bir “başka”nın kapsamını açmalıyım, birey toplum ilişkisini parça ve parça, parça ve bütün ilişkisi çapında tartışırsak insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkide de bu şablonu bulabiliriz. Bu açının paralelinde, tüm canlı ve varlıkların da birer “başka” olduğunu düşünebiliriz.- Yani birey, yapısı gereği diğer bireylerle ilişki kurar ve bu ilişki, biz anarşistlerin çözümlemesi gereken şeydir. Ve anarşizm de bu ilişkinin kendisiyle uğraşır. Birbirimizi dönüştürebileceğimiz kaçınılmaz fırsat, kendimiz gibi olanlarla kurduğumuz ilişkilerdir. -İnsan ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür- Kendimiz gibi olanlarla kuracağımız ilişkinin kaçınılmaz fırsatından faydalanmalıyız.
Günümüzdeki bir anarşist anlayış olan “örgüt, örgütlenme eleştirisi ve örgütsüzlük savunusu”, olumsuz örgütlenme deneyimlerinin neden olduğu bir sonuçtur. Bu olumsuz deneyimlerin, iktidar kavramıyla ve iktidar davranışlarıyla bir sıkıntısı olmayan sosyalist deneyimler olması da dikkat çekicidir. Bu olumsuz örgütlenme deneyimlerinin olumsuzluk kaynağını, daha ayrıntılı incelemeliyiz. Başlangıçta bu olumsuzlukların sadece sosyalist örgütlerde yaşanıyor gibi tanımlanıyor olmasının da yanlış olduğunu söylemeliyim. Doğrusu, iktidarın kendisi ve iktidarlı davranışlarla sıkıntısı olmayan tüm örgütlenmeler için bu olumsuzluklar kaçınılmazdır. İktidarı olağan kabullenmek, özünde sorunlu bir anlayıştır. Bu anlayış ilk insandan bu yana, insanın insanla, diğer tüm canlı ve varlıklarla kurduğu ilişkilerin iktidarlı olduğu savını savunur. Yaşamın uyumunu görmezden gelirken, yaşamın içinde rekabet ve bencilliği bulmaya çabalar. Bu çaba, iktidarın davranışlarını normalleştirme çabasıdır. İktidar davranışı ise merkezi, otoriter, statülü ve hiyerarşik olmak zorundadır. Merkezi bir örgütlenmede, merkez konumundaki üst statülü bireylerin aldığı kararın tartışmasız bir şekilde hiyerarşik olarak daha alt statüdeki ve hatta statüsüz bireylerce uygulanıyor olması saçmalığının anormalliğidir.
Birçok kişinin sorumluluğunu kendi iradesinde bulunduran üst statülü bireyin bireyliğinden ve alınan kararı tartışmasız uygulayan alt statülü ve statüsüz bireylerin bireyliğinden aynı şekilde bahsedebilir miyiz? Bu ve benzeri ve daha farklı birçok uygulamayla bireyin yadsındığı aşikârdır. Ancak burada anlaşılmaz olan, iktidarsız ilişkileri savunan anarşistlerin örgütlenmenin karşısına koydukları olumsuz savların, iktidarlı örgütlerin deneyimlerinden üretilmesi talihsizliğidir. Bu talihsizliğin bir yanılgı olduğu da oldukça açıktır.
Anarşistlerin iki yüz yıllık tarihi boyunca sayısız örgütlenme yaratmış olduğu bilindiğinde ve yarattığı bazı örgütlenmelerin yüz yıla yakındır sürdürülüp örgütlü bir şekilde toplumsallaştığı düşünüldüğünde, günümüz yeni anlayışının büyük bir tarihsel bilgisizlikten oluştuğu söylenebilir. İki yüz yıllık tarih çok fazla kitap sayfası demekse ve okunmuyorsa, “günümüzdeki anarşist örgütlenmeler” başlığında çok da detaya inmeden genel bir araştırma yapılarak yüzlerce anarşist örgüte ulaşılabileceği de söylenebilir.
Anarşistler, bireyin yadsınmadığı ilişkilerle dolu yüzlerce örgütlenme kurmuş ve kurmaktadırlar. Çeşitli birçok yöntem deneyen anarşist örgütler, iktidarlı örgütlerin merkezi, otoriter, statülü, hiyerarşik modeline karşın; merkezsiz, bütünün parçaları yönettiği değil her parçanın kendini yönettiği ama parçaların oluşturduğu bir bütünün gücüyle, anti-otoriter, herhangi bir statü oluşturmaksızın gönüllü-geçici inisiyatiflerin üst-alt hiyerarşisi olmaksızın ve bireyin sonsuz söz söyleyebileceği forumlarla kurulu örgütler kurmuşlardır.
Çünkü ezen ezilen ilişkisinde bir ezilen olarak yalnızca bu ezilmişlikten ve sadece kendisini kurtarmak istemeyen bireylerdir anarşistler. Şunu bilirler; bu kurtuluş, toplumsal bir kurtuluş olmalıdır. Bu sebeple, her yerde, her zaman iktidarın adaletsizliklerine karşı koymuş ve tüm karşı koyanlarla birlikte örgütlenmişlerdir. Ve örgütlü mücadelelerinden asla vazgeçmemişlerdir.
Örgütsel ilişkiler, biz anarşistlerin kendimizi gerçekleştirebileceği tek olanaktır. İktidarların ezilenleri, kolay yönetilecek ve bireyliğini bulamamış birer “egoya” dönüştürmek istemesi ne kadar olağansa, biz anarşistlerin de hiçbir iktidar tarafından yönetilmeyecek örgütlü bireylere dönüşmek istememiz bir o kadar olağandır. Ve anarşist bir birey olmak istiyorsak bunu kapitalizmin keşmekeş yalnızlığında aramamalıyız. Çünkü bireyliğimizi, benlerden biz olan anarşizmin kalabalığında bulacağız.
Didem Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Benlerden Biz Olmak” – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Hastane Öteye Rant Beriye”- Esra Ayşe Kutluğ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>AKP’nin büyüme-kalkınma-dönüşüm diyerek gerçekleştirdiği devasa projelerinden biri de şehir hastaneleri. Erdoğan, kamu-özel ortaklığı çerçevesinde, 14 ilde kurulacak, 15 şehir hastanesinin startını geçtiğimiz günlerde verdi. 12 Eylül günü İstanbul’da 15 şehir hastanesi yapımı ile ilgili sözleşme, Erdoğan’ın katıldığı bir törenle imzalandı. 18 Eylül günü Erdoğan’ın yanı sıra Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun katılımıyla “Avrupa’nın En Büyük Sağlık Kompleksi” olan Ankara Bilkent Sağlık Kampüsü’nün temeli atıldı.
Danıştay daha önce Türk Tabipleri Birliği’nin açtığı davalarda Bilkent Entegre Sağlık Tesisi’nin de içinde olduğu üç şehir hastanesi ihalesi ile ilgili olarak yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Sağlık Bakanlığı’nın itirazı üzerine Danıştay konuyu görüşmüş, itirazı reddetmiş, yürütmeyi durdurma kararını yerinde bulmuştu. Hükümet ise Danıştay’ın bu kararını geçersiz hale getirmek için Şubat 2013’te yeni bir yasal düzenleme yaparak, aynı zamanda da yeni bir ihale yapılmadığından, yürütmesi durdurulan ihaleler üzerinden hukuksuz ve yüksek mahkeme kararını tanımayan bir biçimde davranıyor.
Hastaneler Şirketleşiyor
Geçtiğimiz yıl 2 Kasım’da yürürlüğe giren Kamu Hastaneleri Birliği Yasası ile birlikte hükümetin sağlığı piyasalaştırma projesinin en önemli adımı atılmıştı. Bu yasa ile her ildeki hastane, şehrin nüfusuna ve hastanelerin büyüklüklerine göre bu “birlikler” aracılığıyla yönetilecekti. Böylece kamu hastaneleri faaliyetlerini büyüme, karlılık, verimlilik, kalite kriterlerine göre belirleyen bir yönetim anlayışına bırakacaktı. Bu demek oluyor ki, kar endeksli kurulmuş tüm şirketler gibi kamu hastaneleri de artık duygu ve empati yoksunu, vicdansız, sadece rekabet ve kar hırsıyla her şeyi göze alabilecek şirketlere dönüşecek. Meydan Gazetesi’nin 5. sayısında da “Hastaneler Şirketleşti” başlığıyla gündem ettiğimiz, sağlıkta yeni dönem anlayışıyla birlikte artık Türkiye’nin en büyük şirketleri, hastaneler olacak.
Kar Amaçlı Hastane, Bol Kazançlı Şirket
Peki, şehir hastanelerinde verilecek hizmet, sağlık hizmeti üzerinden kar etme ve kamudan sermayeye kaynak aktarma şeklinde özetlenebilecek “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın temel anlayışından bağımsız olabilir mi?
İçinde birçok farklı uygulaması olan “Sağlıkta Dönüşüm”ün dört temel ana yöntemi var. İlk olarak tek bir satın alıcı olan SGK’nın tekelleştirilmesi, ikinci olarak sağlık hizmeti sunan yapıların işletmeleştirilmesi, üçüncüsü Sağlık Bakanlığı’nın çoğu sorumluluklarından çekilmesiyle “düzenleyici” rolünü sahiplenerek Kamu Hastaneleri Birlikleri yoluyla işletmenin politik üssü olması ve son olarak da doktoru robotlaştıran hastayı müşteri haline getiren sistemin tam rekabet verimiyle devam etmesi. Şehir hastaneleri de bu dört ana yöntemin uygulanabilir işletim yöntemi olarak hayata geçirilmektedir.
Hastaneyi Alan da Satan da Memnun…
Devlet, özel şirketlere arsa temin ederek en büyük kıyağı yapıyor. Sonra hizmet alım garantisi vererek, “en az 30 yıl” diyerek ödüyor kirasını. Diğer yandan hastanelerde ki görüntüleme, laboratuvar, bilgi işlem, güvenlik, temizlik, yemekhane gibi tüm hizmetleri de şirketlere bırakarak, “hizmet bedeli” adı altında milyon dolarlar ödenmesini, imzalanan sözleşmeyle garanti altına alınıyor. Kurulacak olan bu devasa sağlık kompleksleri ise çevresine kurduğu AVM’leri işletip hem milyon dolarlar kazanıyor, hem de KDV, Damga Vergisi ve harçlardan muaf oluyor. Yani alan memnun, satan memnun.
Aynı zamanda devletin şehrin merkezinde kurduğu eski, depreme dayanıksız, küçük, yetersiz ve yapısı bozuk gibi bahanelerle taşımak istediği hastaneler de “kampüs dışı ticari alan” adı altında yine bu şirketlerin kullanımına veriliyor. Böylece bu hastaneler bir bir yıkılıp, lüks otellere ve AVM’lere dönüşüyor.
Acele Giden Şehir Hastanesine Gidemez, Ecele Gider
Şehir hastaneleri, fiziksel anlamda da sağlık hizmetine ulaşma engelidir. Birçok ilde hastanelerin şehir merkezlerine oldukça uzak yerlere yapılması planlanmaktadır. Bu sebeple şehir merkezindeki mevcut hastaneler ve sağlık kuruluşları hızla kapatılmaktadır. Şehir merkezleri için düşünülen küçük sağlık birimleri ise son derece yetersizdir. Bu ulaşımsızlık hem hasta için, hem de doktor ve diğer sağlık çalışanları için oldukça sıkıntı yaratacaktır.
Şehir Hastanelerinde Prezantabl Doktor Çalışabilir
Sağlık CEO’larının görevlendirdiği “hastane yöneticileri” yoluyla doktorun performansı, hastaneye ne kadar kar ettirdiği üzerinden değerlendirilecektir. Doktorlara getirilen performans sistemiyle birlikte, “ne kadar çok muayene, ameliyat, reçete, o kadar para” deniliyor. Eğer doktor hastaneye yeteri kadar kar ettirmezse, hakkında nakil işlemi başlatılabilir. Rekabetçi piyasanın aklı, hastanede kurulan ilişkiyi doktor hasta ilişkisinden, müşteri hizmet sunucusu ilişkisine çeviriyor.
Bu modeli ilk uygulayan İngiltere, “yalnızca finans şirketlerinin ve ihaleyi alan firmaların yararına olduğu, kamunun zararına ve çalışanların işsiz kalmasına neden olduğu” gerekçeleriyle vazgeçmek zorunda kalmış ve tasfiye yoluna gitme kararı almıştır. Görüldüğü gibi, bu modelde daha fazla kar için işsiz kalma tehlikesi de kaçınılmazdır.
Şehir Hastanelerine Zengin Hasta Girebilir
Bir zamanlar bedava olan muayene ücreti, 15 TL’ye kadar varan sabit ücretlerle belirlendi. Bununla birlikte acil kabul ettikleri haller dışında hiç kimse hastaneye direk gidip, doktor tarafından tedavi edilemeyecek. Acile yalnızca ölmek üzere ya da yaralanma söz konusu olan hastalar kabul edilecek. Genel Sağlık Sigortası’na sahip hastalarsa yalnızca prim değil, aynı zamanda katılım payları ve ilave ücretler ile hastanelerin koyduğu farkları da ödeyecek. Sigortalılara verilecek tüm hizmetlerin miktarı, kapsamı ve süresi SGK tarafından sınırlandırılabilecek. Temel teminat paketi dışında kalan hizmetler için “tamamlayıcı” sigorta yapılması istenecek, dolayısıyla bunun için de ayrıca cepten ödeme yapmak gerekecek. Hastane parasını ödeyemediği için hastayı hastanede rehin alma dönemiyse tarihe karıştı. Çünkü hastalara, hastaneden çıkış almadan senet imzalatılacak. Süre geçiminin akabinde ise icra takibi başlatılacak ve takipte de ödeme alınmazsa, hasta doğru hapishaneye…
Şehir Hastaneleri Kurulmamalı
AKP’nin şehir hastaneleri, sağlık hizmetini piyasalaştırıp şirketleştirmek, toplumun yoksul kesiminin sağlık hizmetine erişmesini engellemek, şehir merkezinde bulunan hastanelerin kapanmasıyla sağlığa ulaşımsızlık yaratmak, şirketlerin kazancının ise yine sağlık hizmeti alanların ve verenlerin cebinden çıkartılması demektir. Şehir hastaneleri, AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmak için dokuz yıldır hayalini kurduğu devlet-şirket ortaklığında planlanan bir soygun projesidir. Unutmayalım ki halkın sağlığını sadece paraya endeksleyen bu anlayış, halkın ölümüne seyirci kalmaktan da asla çekinmeyecektir.
Esra Aye Kutluğ
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıtır.
The post “Hastane Öteye Rant Beriye”- Esra Ayşe Kutluğ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>