The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(7) : “Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon
Kapitalizm (yine) krizde ve dünyanın her yerinde insanlar alternatifler arıyor. Tabii ki arıyorlar, çünkü kapitalizmin krizlere gebe olduğu ve düzgün bir dünya istiyorsak başka bir şekilde örgütlenmemiz gerektiği şimdiye kadar herkes için apaçık ortaya çıkmıştır. Anarşistler tipik olarak mevcut ekonomik düzenin sonlandırılmasını (ya da bazılarının deyimiyle, “ekonomiyi” tümüyle ortadan kaldırmayı) istemekle kalmaz; aynı zamanda egemenliğin her biçimine ve ezilmelere karşı çıkarlar. En iyilerimiz, bu değişik egemenlik biçimlerinin toplumsal hayatın içinde karmaşık şekillerde kesiştiğini anlamıştır ve bu yüzden teorilerimiz ve stratejilerimiz bu anlayışı yansıtır.
Anarşistler arasındaki alternatiflerden biri, “mutualizm” denen pazar biçimindeki bir sosyalizmdir. Hem stratejik, hem vizyoner olan bu ekonomik düşünceyi ilk olarak Proudhon açıklamış, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa’da, Lyon’daki işçi kesimleri arasındaki deneyimlerine ve gözlemlerine dayanarak modellemiştir.[2] Proudhon, işçilerin sahip olduğu ve yönettiği şirketlerin kapitalist şirketlerin yerine geçip ücretli köleliği ortadan kaldırabileceğini ve bütün işçilerin bireysel ya da kolektif olarak kendi üretim araçlarına erişebildiği bir dünya yaratabileceğini savunuyordu. Kapitalistler üretim araçlarına sahip olmaları sayesinde işçilere ürettikleri değerin bir kısmını verip kalanı kar olarak alabildikleri için, işçilerin bu araçlara sahip olması ve öz-yönetimi bizi bu toplumsal ilişkilerden kurtaracaktır. Proudhon;bu işçilerin-sahipliğindeki ve özyönetimli şirketlerin devletsiz bir pazarda —büyük bir tarım-sınai federasyonun düzenlediği sosyalist bir pazarda— rekabet ettiği bir dünya öngörüyordu.
Proudhon, mutualist strateji ve vizyon düşüncesini (Bu ikisi her zaman çok yakından ilişkilidir.) ilk oluşturduğunda bundan yüz yıl önceydi. Fakat insanlar kapitalizmin doğasını, mantığını ve “gerekliliğini” sorgulamaya başladıkça, tahmin edebileceğimiz gibi, sosyalizmin pazar biçimleri popülerlik kazandı. Örneğin, Schweickart’ın “Ekonomik Demokrasi” adını verdiği çalışması bir çok dile çevrilmiştir ve çok destekçisi vardır.[3] Mutualistler, Devletsiz Toplum Merkezi ve Özgürlükçü Sol Birliği gibi gruplarda yazarlar ve ajitasyon yaparlar. İngiltere Muhafazakar parti üyesi Francis Maude bile kamu işçilerinin kooperatif kurabileceğini önermişti.[4]
Bu bölümde genel olarak pazar sosyalizminin, özellikle de yıllar önce Lyon’daki işçilerin uyguladığı ve Proudhon’un ve çağdaşlarının dile getirdiği anarşist akımın —mutualizmin— geniş bir eleştirisine girişmek istiyorum (Sonuçta bu derleme anarşist ekonomi üzerine). Ben bir özgürlükçü komünist olduğum için eleştirilerimin çoğu benimle aynı karşı-siyaset eğiliminde olanlara yeni gelmeyecek ama bu yolla en azından bazı eski şeyleri yeni ve kullanışlı şekilde söyleyebileceğimi umuyorum. Ayrıca A.B.D.’de, Benjamin Tucker ve Josiah Warren gibi Amerikan anarşizminin bireyci geleneğinden ödünç alan yeni biçimleriyle birlikte, mutualizme olan ilgi arttı. Ve bu nokta, kapitalizm alternatiflerine ilgi artarken, anarşist komünistlerin söze girmesi için iyi bir yerdir. Aşağıda mutualizmin teorik ve stratejik yetersizlikleri olarak gördüğüm bazı özelliklerini ve özellikle —belki de en önemlisi— herhangi bir kapitalizm-sonrası vizyonun parçası olarak pazarları neden reddetmek isteyebileceğimizi özetleyeceğim.
Çağdaş mutualist teorinin merkezinde devlet eleştirisi yer alır. Yaptıkları devlet analizinin bazı kısımlarıyla aynı fikirde olmakla birlikte çıkardıkları sonuçların çoğuna itirazım var. Akıllı ve üretken mutualistlerden biri olan Carson, “Bir mutualist anarşist olarak, devlet zoruyla tefecinin, arsa sahibinin ve kapitalistin çıkarları korunmadığı zaman artık değere el konulmasının —yani kapitalizmin— mümkün olmadığına inanıyorum.” diye yazıyor. Buraya kadar tamam.
Deric Shannon San Jose Devlet Üniversitesi’nde Adalet Çalışmaları Bölümü’nde profesör olan Shannon, AK Press’in yazar ve editor kadrolarından. Yazının başında da belirttiğimiz üzere The Accumulation of Freedom: Writing on Anarchist Economics’in yazarlarından biri. Bunun dışında, Political Sociology: Oppression, Resistance, and the State and Contemporary Anarchist Studies: An Introductory Anthology of Anarchy in the Academy ve Queering Anarchism isimli kitapları bulunuyor.
Gerçekten de kapitalist toplumsal ilişkiler, üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucunda ortaya çıkan sınıfsal karşıtlıkları devletin kontrol etmesini gerektirir. Kapitalistler işçilerin ürettiğinin bir kısmını (yani ücretleri) ödeyip kalanı kar biçiminde çalarak artık değer biriktirirler. Devlet bu düzeni şiddet kullanarak korur—Devletin sağladığı koruma olmasa biz işçiler üretim araçlarını ve kendi emeklerimizin tüm toplumsal ürünlerini alıp istediğimizi yapabiliriz. Fakat özel mülkiyet kurmacası, devlet kurmacası tarafından dayatılıyor—ve bu mitler, bu toplumsal örgütlülüğümüzün içine yerleşmiş, temelinde dini ve mistik özellikler, artık değere el konulmasına izin veriyor. Bu konuda anlaşıyoruz.
Çağdaş mutualistler bu durumda “kapitalizmin sömürücü özelliklerinin temelinde devletçilik vardır.”[6] dediklerinde sorunlar başlıyor. Dahası, “dolayısıyla kapitalizmin devletçi desteklerini yok etmek yeterlidir”[7] diyorlar. Eski Amerikan bireycilerinin, anarşizmi neredeyse anti-devletçiliğe indirgeyen çalışmalarından hareketle, bu sonuca oldukça sezgisel olarak varılıyor. Örneğin Tucker anarşizmi “iş ilişkilerinin bireyler ya da gönüllü birlikler tarafından yönetilmesi ve devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunan doktrin”[8] olarak tanımlıyor. Böylece, (Proudhon ve Warren’ın savunduğu) anarşizmin “temel meselesi” devletin ortadan kaldırılması olunca —“Proudhon’un An-arşizm olarak adlandırdığı doktrin” anarşistleri “sadece korkusuz Jeffersoncu Demokratlara” indirgiyordu.[9] Bu durumda mutualistler vahşi ekonomizmin “temel çelişkisini”, yeni bir “bütün toplumsal sorunların kökü“ ile değiştiriyorlar— yani devletle. Bu da baştan savruk ve etraflıca düşünülmemiş bir teoriye yol açıyor (ve tabii bu da savruk ve etraflıca düşünülmemiş strateji ve vizyona).
Sonuçta pazar da insanların başka deneyimlerinden yalıtılmış değil. Ve tabii devletin yardımıyla kapitalizm de bizim mevcut pazar pratiklerimizin içine yerleşmiştir —ama sadece kapitalizm değil. Sonuçta biz anarşistler olarak —bütün egemenlik ilişkilerine karşıyız. Erkek egemenliği, “normal” ve “muktedir” bedenler, beyaz üstünlüğü, cinsiyet için katı ve yoğun bir şekilde denetlenen kategoriler de aynı şekilde pazar pratiklerimizin içine yerleşmiştir—bu liste oldukça uzun tutulabilir. Ve bu egemenlik ilişkilerinin yapısı “köküne” saldırıp gerisini çözebileceğimiz bir yapıdan çok uzaktadır. Bu ilişkiler kurumsal düzenlerimizin yanı sıra günlük hayatımızın içinde de birbirleriyle kesişirler.
Mutualistler savunduğu gibi hükmedici ilişkilerinin kalbinde devlet yatıyorsa bu diğer egemenlik biçimlerini nerede bulacağız? Onların teorisi devleti bir kök olarak ele alıyor ve örneğin ilkel birikimin, kapitalizmin ve devletin gelişmesinin temellerinde erkek egemenliğinin rolünü göz ardı ediyor.[10] Benzer şekilde eğer devleti, ekonomiyi ve ondan doğan diğer toplumsal ilişkilerimizi yapılandıran, doğrudan bir hiyerarşi olarak görürsek, çağdaş toplumsal düzenin yapılandırılmasında beyaz üstünlüğünün rolünü inceleyemeyiz. Benzer şekilde, köle ekonomisinin çağdaş Amerikan kapitalizmini ve genişlemeyle küresel ekonomiyi[11] geliştirmesinden, A.B.D.’deki Jim Crow ya da grev kırmada ırk ayrımının stratejik kullanımı[12] gibi beyaz üstünlüğünün değişik dönemlerine has ekonomik özelliklere kadar birçok tarihsel gelişme, bu formülle “devletçiliğe” indirgeniyor.
Söylemeye çalıştığımız şey, devletin tüm bu kurumsal yapıları desteklemediği değil —destekliyor. Devlet, köleliği kanunlaştırmak için kullanıldı, Jim Crow ‘u uyguladı ve bunu grev kırmak için kullanan kapitali destekledi. Fakat aynı zamanda bu diğer egemenlik biçimleri de devletin kendisini destekliyor. Yani, kök yok ve hükmedici ilişkilerimiz karmaşık bir şekilde birbirine bağlı. Dahası, bundan farklı varsayımlar, indirgemeci oldukları için teoride ve stratejide her tür hatayı doğuruyorlar. Ackelsberg, İspanya Devrimi’nde anarşist kadınların oluşturduğu bir grup olan Mujeres Libres üzerine yazdığı mükemmel kitabında; birçok anarşistin —ve özellikle bu anarşist kadınların— sendikalist hareketin içinde kapitalizmi temel karşıtlık olarak gören bazı kesimlere karşı sınıf indirgemeciliğini nasıl reddettiklerini anlatır. Bu indirgeme “birçok anarşistin”, “kadınların ezilmesi sorununu”, olsa olsa işçilerin kurtuluşuna göre ikinci sırada, ‘devrimin sabahında’ çözülecek bir problem” olarak görmelerine yol açmıştır. Mujeres Libres bu düşüncenin karşısında mücadele etmiştir. Maalesef, mutualist teori, —kapitalizmin “kökü” varsaydığı—devlet konusunda aynı yanlışı yapıyor ve geri kalan sorunların çözümünü öncelikle devletin halledilmesinden sonraya bırakıyor.
Günümüzde indirgemecilik ve öncelikli çelişkiler sorusuna en iyi cevabı verenler, kesişimsellik (intersectionality) teorisini ortaya atan siyah feministler ve kadıncılardır.[15] A.B.D.’de 60’lar ve 70’ler haraketleri içindeki ezmenin ve sömürünün kökü ile ilgili tartışmaların etkisiyle feministler de toplumsal baskının bu “kökünü” nasıl tespit edip saldırabileceğimiz konusunda iç tartışmalar başlattılar.[16] Combahee River Kolektif bildirisinin ardından,[17] birçok feminist egemenlik için tek bir kaynak bulmayı gereksiz görmeye başladı. Bunun yerine, egemenlik ilişkilerinin tek temele indirgenemeyen, karmaşık şekillerde kesiştiğini savundular. Tahakkümün her hangi bir biçimine karşı savaşmak demek hepsine karşı savaşmak gerektiğini onaylamaktır. Bu, anarşist analize güzelce uygulanabilir—özellikle feministlerin devleti ve kapitalizmi yıkma çağrısı yaptıkları yerlerde.[18]
Ve kapitalizmi bu tek kaynağa indirgemek anarşist teoriden baş döndürücü şekilde ödün vermektir. Örneğin bazı çağdaş mutualistler, sözde “anarko”-kapitalistlerle beraber yazıyor ve çalışıyorlar. Sonuçta bu kapitalistler de devlete karşılar. Ve bu ücretli emek, özel mülkiyet ve kiralık korunma savunucularıyla (Çünkü etrafta yardım edecek bir devlet olmadığında birilerinin işçilerin ellerini o üretken mülklerden uzakta tutması gerekiyor.) birlikte bir çalışabilirsek, devleti bitirebiliriz—ve sonra kapitalizm çökecek mi? Bu oldukça ilginç döngüsel akıl yürütme bir noktada Carson’u, bir zamanlar “özgürlükçü” kelimesini “düşmanlarından”(yani anarşistlerden)[19] çalmakla övünen Murray Rothbard gibileri için “entelektüel olarak dürüst”[20] demeye bile yönlendiriyor.
Fakat anarşizm her zaman toplumcu olmuştur—ve yirminci yüzyılın başından beri de tipik olarak komünisttir. Anarşistler egemenliğin tüm biçimlerine karşı çıkarlar ve kapitalizm bunlara dahildir—her zaman da böyleydi. Aksini iddia etmek, kapitalizme karşı savaşırken ölen ya da cezaevine giren binlerce anarşistin anısına hakaret olur. Ve kapitalizmi yok etmek için devlete karşı kapitalistlerle birlik olmayı önermek hiçbir stratejik düşünceye sığmayacak bir ödündür. Fakat devleti kapitalizmin kökü olarak gören mutualistler için böyle değil. Gerçekten de, kapitalizmi yok etmek için bütün egemenlik ilişkilerini de yok etmeliyiz—çünkü bunlar karşılıklı olarak birbirlerini pekiştirirler (tabii ki bu kapitalizmi de yok etmek demektir).
Açıkça belirteyim, kitle örgütleri ve kampanyalar her tür düşünceden insanları kapsar ve insanlarla birlikte örgütlenmek için bir turnusol testine gerek duymamalıyız. Fakat hareketimizin eylemlerinde birkaç şeyi açıkça belirtmeliyiz. Birincisi; mutualistlerin doğru şekilde belirttikleri gibi, kapitalizm devlet olmadan var olamaz. Devletsiz kapitalizm olamayacağına göre onu savunmak kendi başına bir çıkmazdır. İkincisi, anarşistler kapitalizme karşıdır, tüm egemenlik biçimlerine karşı olduğumuz gibi. Ücretli emeğe — insanların üretken mülklere sahip olup ve başkalarının bunları kullanarak yarattığı artık değere el koymasına— karşıyız. “Anarko”-kapitalist diye bir şey yoktur.
Strateji Üzerine Birkaç Söz
Teori, strateji ve vizyon çok yakın ilişkili oldukları için mutualist strateji hakkında birkaç şey daha söylemek istiyorum. Mutualistler, ki bu konuda tebrik etmek gerekir, stratejide bazı temel gereklilikleri görmüşlerdir—özellikle de kapitalizmi bitirmek istiyorsak ve sadece çalışanlara karşı daha nazik olması için tamponlamak istemiyorsak:
Emekçilerin başarılı bir sınıf savaşı vermeleri için savaş terimleriyle düşünmeleri gerekir, “haklar” ya da “yasa” değil. Anaakım sendikalar psikolojik olarak Yeni Düzen “toplumsal sözleşmesinin” mirasına bağımlılar. Ulusal Emek İlişkileri Kurulu’nun sınırları dışında düşünememeleri ciddi bir handikap. Emeğin savaş terimleriyle düşünmesi, “yerleşik kurallara” bakmadan, sadece strateji ve kendi adalet anlayışları ile sınırlı kalarak elindeki tüm araçları kullanması gerekir.[21]
Burada gerçekten yine anlaşıyoruz. Ama Carson, aynı metin içinde başka hiçbir yerde “savaşı” savunuyor gözükmüyor. Bir kere, devleti kapitalizmin “kökü” olarak gören birinden bekleyebileceğimiz şekilde, “anarşistler için politik program”ında erkek egemenliği, beyaz üstünlüğü, hetero-normativite, vb. hakkında hiçbir şey yok. Yine, —bütün egemenlik ilişkilerine karşı olan— anarşistlerin bunlar hakkında söyleyecek bir şeyleri olmalı. Bu hiyerarşik ayrımlarla baş etmek konusunda büyük anlaşmalara varmamız gerekmiyor ama onları yok sayamayız. Ve onları bu mutualist çerçeveye yerleştirmek ilginç olabilir (Örneğin gizli el erkek egemenliğini boğabilir mi?). Dürüst olmak gerekirse Özgürlükçü Sol Birliği’nin yazılarına baktığımda bu konulardan bazılarına açıklama getirme çabasını gördüm, ama bu metinlerde kapitalizm açıkça suçlanmıyordu (ve bu diğer hiyerarşik ayrımların korunmasındaki rolü de anlatılmıyordu).
Bunun ötesinde Carson’un politik programındaki stratejisinin çoğu Prodhon’unkini yansıtıyordu — mutual banka, kooperatiflerin yaratılması, kamu hizmetlerinin mutualizasyonu, vb. Bu klasik anlamda reformist bir pozisyondur — çatışma için mümkün olan son ana kadar bekliyoruz. Bu noktada Martin ve Barrot’un komünleştirmesinden bir şeyler öğrenebiliriz:
Komünleştirme, farklı olarak, malları parasız dolaşıma sokacak, fabrikayı çevresinden yalıtan kapıyı açacak, iş sürecinin teknik olarak geliştirilmesi için fazla yabancılaşmış olan bir başka fabrikayı kapatacak, 15 küsur yıl yaşamdan koparan özelleştirilmiş bir yer olan okulu kaldıracak, insanların kendilerini 3-odalı aile birimlerine hapsetmeye zorlayan duvarları yıkacak—kısacası bütün ayrımların kırılmasına neden olacaktır.[22]
Burada hiç bekleme yok, pazar yok, kapitalizmin denizinde kooperatif adaları yok, ama yaşamlarımızda komünizmin bilinçli olarak yaratılması var— şimdi ve burada var olanın, o ayrımları kırıp, imkanlı çatlakları genişletip açarak yaşamın diğer alanlarına yayılması. Bu ne çatışmayı ya da saldırmayı beklemek için bir uyarı, ne de tarihi sonlandıracak “Büyük Devrimci Eylem”i beklememiz için bir öneridir. Bu, günlük hayatlarımıza şimdi müdahale etmemiz ve bize ait olanı —her şeyi— almamız için bir öneridir. Bunun anlamı şu anda saldırıp işgal edebileceğimizdir ve o çatışma altyapıyı yaratmakla uğraşırken beklediğimiz uzun vadeli bir dilek değildir— bilakis altyapı, bu çatışmalar ve işgallerdir.
Alternatif kurumların yaratılması mutualist stratejide geniş yer tutar ve Proudhon’un zamanından beri böyle olmuştur. Mevcut toplumun yerine alternatifler yaratmamız gerektiğini yine kabul ediyorum (Bakunin’in yüz yıl önce belirttiği gibi— en azından eskisini yok etme sürecinde yenisini yaratırız). Ve böylece Proudhon mevcut düzenin dışına çıkmanın adımları olarak; mutualist yardımlaşan toplumların, kredi ve banka birliklerinin, işçilerin sahip olduğu ve öz-yönetimli kamu hizmetlerinin (devletin himayesi ve yönetiminden çıkarılarak) yaratılmasını öngördü. Benzer şekilde, bir pazar sosyalistinden beklenebileceği gibi, bizi yavaşça kapitalizmden dışarı taşıyacak stratejisinin merkezinde işçi kooperatiflerini gördü. Fakat kooperatiflerin, kapitalizm altında talep olarak, Kay’in öz-sömürü olarak açıkladığı bir sorunu vardır.
Dolayısıyla sorun kapitalin nasıl yönetildiği değil, kapitalin kendisidir, kimin yönettiğinden ya da ne kadar demokratik yönettiğinden bağımsız olarak… Bir kooperatifin mülkleri, nasıl kullanılacakları hakkında oylama yapılsa da, yaygın meta üretimi ve ücretli emek toplumunun içinde olduğu sürece kapital olmaktan çıkmazlar. Demek istediğim, bir işi yapmak için gereken emek zamanını en aza indirmek için tüm gücümüzle biriktirme zorunluluğu aynen kalır, kooperatifte bile… Rekabetçi bir pazarda faaliyet gösteren bir firma —”iflasın eşiğindeki” firmalar için kesinlikle geçerli olacaktır— pazardaki yerini korumak ya da iyileştirmek için üretimi genişletmek ve yeni teknolojilere tekrar yatırım yapmalı ve bunun için de gerekli artık değeri oluşturmak zorundadır. Yani —bir yoğunlaşmış kapital olan— firmanın kendine ait bir mantığı vardır. Artırılmış canlı emekle beslenmesi gerekir, yoksa kuruyup yok olur. Ölü emek olarak, canlılardan vampir gibi yaşam emmelidir ve ne kadar çok emerse o kadar çok yaşar.[23]
Diğer bir deyişle, pazarın baskısı kapitalizm altındaki diğer herhangi bir işletmeye olduğu gibi kooperatiflerin de karşısına çıkacaktır (ve rekabetçi pazar sosyalizminde de böyle olacaktır). Şimdi, bu kooperatiflerin ille de kötü olduğu ya da kapitalizm altındaki öz-yönetimli kuruluşların bize herhangi bir ders veremeyeceği anlamına gelmez. Bilakis, iş yaşamımızda en ufak karar verme ve katılım bile (özellikle işyerinde ve yaşamımızın çoğunda neredeyse hiç katılımımız olmadan kurulan) toplumsal dünya(lar)ımızda örgütleme alternatiflerine işaret edebilir. Fakat kapitalizmden çıkış stratejisi olarak kooperatiflerin varsaydıkları pazarların yanı sıra kendi iç sorunları da vardır. Ve bu sorunlar mutualist kapitalizm-sonrası vizyonda da sürer.
Vizyon
Carson’ın yazılarında, mutualist dünya “bizim dünyamızdan geceyle gündüz kadar farklı ya da kölelikten kurtulduğumuz—işi yapanların sahip olup kontrol ettiği merkezsiz, yerel kullanıma yönelik küçük ölçekli üretimin dünyası” olacaktır.[24] Katılıyorum. Mevcut toplumdan büyük ölçüde farklı olacaktır. Ama benim için iki soru ortaya çıkıyor. Birincisi, böyle bir dünya toplumcu kalır mı? İkincisi, pazar sosyalizmi gerçekten yeterli mi? —yani bunları aynen korumak: pazarlar, firmalar arası rekabet, olumsuz dış etkiler, yaşamın ayrı bir alanı (yani “iş” ve “çalışma”) olarak üretim—
Daha önce dediğim gibi pazarlara, kapitalizm-sonrası vizyon olarak karşı çıkıyorum. Bunun nedeni kısmen pazar sosyalizmini savunan çevrelerin gerçekten toplumcu kalacaklarını kabul etmekte zorlanmam. Devletsiz toplumculuğun gerekliliği konusunda anlaşırsak insanların bu yolda her türlü olasılığı deneyeceklerini düşünüyorum. Komünizmin işçilere dayatılması oldukça anlamsız olacaktır (Bizi sömürenlere dayatmak konusunda rahatım.) ve insanlara tek bir vizyon dayatan bir devlet olmadığı zaman kapitalizm-sonrasında, değişik alanlarda birçok değişik biçim olacaktır. İşçiler bir ihtimal sosyalizmin pazar biçimlerine de girişebilirler. Kooperatif hareketinde stratejik olarak zaten girişiyorlar, ama hareketin çoğu toplumcu özelliğini ve kapitalizmin ötesine geçme isteğini kaybetti (daha ötesine gitmeye çalışılmazsa pazar sosyalizminden ne çıkabileceğini yansıtmıyor mu?). Fakat nihai bir hedef olarak pazarları savunmak bana mevcut sömürgeci ilişkilere geri dönmeyi istemek gibi geliyor. Pazarlar rekabet sürecinde kar etme baskısını dayatır. Ve benim için bu rekabetçi alanda mutualite görmek zor. Kooperatif firmaları diğerlerinden daha fazla biriktirebildiği zaman bu, kapitalizmi doğuran birikimleri oluşturan büyük eşitsizliklere yol açmaz mı?
Bu kuşkusuz bir varsayım—hiçbirimiz kapitalizm sonrası toplumun neye benzeyeceğini bilmiyoruz (ama bu ilişkileri embriyo halinde yaşarken gözlemlediğimiz zaman ve desteklediğimiz değerleri mücadelenin içine yerleştirmeye girişirken bazı belirtiler görüyoruz). İşçiler, kendileri bir sınıf olmaktan çıktıklarında geleceğin toplumunun neye benzeyeceğini (yaratıyorlar ve) yaratacaklar. Teorisyenler tarafından dikte edilmeyecek olsa da bence anti-kapitalistlerin üzerine düşen, en iyi tahminlerimizi ortaya koymaktır (ve bunu alçak gönüllülükle ve kesinliklerden ziyade tahminler olarak yapmaktır). Ve özgürlükçü komünistler için bu, yaşamlarımızda komünizmin içeriğini yaratmak demektir. Bunun için şimdiki zamanı, şu anda var olanların bir kümesi olarak görmek yerine, tutumumuzu değiştirerek onu oluşanlar kümesi olarak görebiliriz —biz ezilenlerin ve sömürülenlerin pasif izleyiciler değil eylemciler olduğumuz tarihsel sürecin içinde ortaya çıkan oluşumlar.
Ama, kapitalizm-sonrası vizyon olarak —kapitalizmin ötesine geçmenin bizi nereye götüreceğine ilişkin bir tahmin olarak— pazar sosyalizmini neden eleştiriyorsun diye sorulabilir. Esas olarak pazarların, eşitsizlik yaratan içsel sorunları olduğu için ve bence toplumsal dayanışmayı yaratmak yerine yok etmeye eğilimli oldukları için.
Birincisi ve en önemlisi, pazarlar katılımcı değildir. Yani toplumsal hayatımızı planlama yerine (ya da daha iyisi yaşamak), bunları ünlü “görünmez ele” bırakıyoruz. Üretmemiz gerektiğini tahmin ettiğimiz derecede “katılıyoruz” (Aslında tipik olarak patronlarımız ne üreteceğimizi hesaplıyor ama pazar sosyalizminde herhalde kendimiz yaparız.) ve yaratabildiklerimizi ya da pazar aracılığıyla bize sunulanları tüketiyoruz. Kendimizi süreçten çıkarıp yerine kar isteğini koyuyoruz.
Buna bağlı olarak pazar paylaşımının olumsuz dış etkileri vardır. Örnek olarak (bıkmış olabilirsiniz ama) hava kirliliği gibi şeyler, bir malın (örneğe bağlı kalmak için çok yakıt yakan bir araba diyelim) üreticisi ve alıcısı arasındaki alışveriş anlaşmasının dışındaki üçüncü kişilerin onayına sunulmaz. Pazardaki rekabet sürecinde, bu olumsuz dış etkiler üçüncü kişilerin onayı olmadan yaratılır. Dolayısıyla “serbest ticaret”, tipik olarak pazardaki malların karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak değiş tokuş edilmesi olarak anlaşılırken; etkilenen üçüncü kişilerin onayından hiç bahsedilmez. Kendi yaşamlarımızı yaratmakta özgür olduğumuz bir toplum, karar-alma süreçlerinde kararın bizi etkilediği ölçüde söz sahibi olduğumuz bir toplum olacaktır. Pazarlar bu çeşit katılımı ve aktif yaratımı lanetler.
Bence pazarların yaptığı (ve pazar sosyalizmi altında yapacağı) en olumsuz dış etki toplumsal dayanışmaya karşı olur. Eğer işçilerin yönetimindeki firmalar pazarda rekabet ederse bunun anlamı, o işçilerin gelirinin firmalarının ne kadar iyi performans gösterdiğine bağlı olmasıdır. Bazı işçi grupları işyerlerini işletme biçimleri ya da oradaki imkanlar sonucunda toplumsal üretime daha fazla erişebilecekler. Bazılarının daha iyi donanımları olacak, katıldıkları işyeri kolektifinin bireyleri daha kapasiteli olacak, vb.
Bu, toplumsal üretime daha fazla erişmek için işçileri birbirleriyle karşı karşıya getirerek toplumsal dayanışmayı zayıflatır. Bu işsizlik yaratabilir çünkü öz-yönetimli firmalar da —aynen kapitalizm altında şirketlerin “küçülmeye” gitmesi gibi— işçileri atıp maliyetlerini azaltabilirler. İşyerleri pazar aracılığıyla toplumsal üretime erişmek için rekabet ederken, firma artık değeri ne kadar artırabilirse, işçilerin geliri o kadar fazla olur— böylece ek gelire ulaşabilmek, işgücünün bazı (daha az üretken) kısımları olmadan üretimini sürdürebilen firmalar için işten çıkarmaları ve işsizliği teşvik eder.
Benzer şekilde pazar rekabeti olumsuz dış etkileri de teşvik eder ve hatta olumlu dış etkileri köstekler. Gelirin belli bir firmanın başarısına bağlı olması, toplumsal maliyetleri başkalarına kaydırmayı da teşvik eder. Hava kirliliği örneğine dönecek olursak, bu kirlenmeyi azaltacak cihazlar pahalı olabilir. Bir pazar toplumunda işçilerin geliri firmanın başarısına bağlı olduğu için, kirletmek bir firmanın işçilerinin gelirini artırabilir. Buna bağlı olarak eğer bir işyeri toplumsal bir iyilik’ten kar edemiyorsa o olumlu dış etkileri (bu örnek için temiz hava) köstekler.
Ve en önemlisi, bu tarz rekabet çoğu anarşisti (hatta çoğu mutualisti) harekete geçiren değerleri erozyona uğratır. Pazar paylaşımı bencil-çıkarlarla kar-arayışıdır ve yükselttiği etik —mutualistlerin önerdiği (Proudhon’un tarım-sınai federasyonu ya da sabit fiyatlar gibi) yerinde denetim türleriyle bile— her birimizin kalanlara karşı olmasıdır. Kapitalizm altında bize bireyler olarak bu etik öğretilir. Öz-yönetimli firmaların pazarında rekabete girseydik kolektifler olarak bu etiği öğrenirdik.
Dahası, mutualizm işyerini ve çalışmayı insan yaşamının geri kalanından ayrılmış bir yaşam alanı olarak öngörüyor. İnsan yabancılaşmasının bu temel biçiminden kurtulmak yerine bu ayrımları koruyor. Bunun birkaç önemli anlamı var. Birincisi, pazarlar hala çocuklar için —insanlar için— temel toplumsallaşma kaynağı olacaktır. Örneğin eğer bir firma kadınları kendi bedenleri hakkında berbat hissettirdikten sonra o sorunu “düzelten” bir ürün üretip kar elde edebiliyorsa, o zaman bu, kadınlar için yoğun şekilde denetlenen ve imkansız güzellik ölçülerini teşvik eder. Pazarlar, bizim o yaygın pazar ilişkileri dışında kendilik anlayışımızı bulamayacağımız tarzda toplumsal süreçler için maddi çıkarlar yaratabilir.
Bu aynı zamanda işyerini de —sıkıntıdan patlayarak zamanımızı harcadığımız ve metalara erişmek için yarışırken gittikçe daha çok ezildiğimiz o korkunç yeri— olduğu gibi koruduğumuz anlamına geliyor (çünkü işyeri, zorunlu emek yoluyla toplumsal üretime erişebilmek için bağlandığımız yerdir). Kapitalist toplumsal yaşamda hüküm süren rasyonel ve hesaplanabilir süreçleri koruyoruz. Özgürlükçü komünistler için bazı ölçülebilir ve hesaplanabilir toplumsal ürünleri paylaşmak yeterli değildir. Sadece malların paylaşımındaki miktarların bir yöne kaydırılması peşinde değiliz. Toplumsal yaşamın örgütlenmesinde biçimsel bir dönüşüm istiyoruz. Eğer dünyamızı kar, rasyonel değiş-tokuş ve hesaplı, bencil çıkarlar merkezinde örgütlemek yerine keyif, arzu ve hatta macera gibi farklı değerler merkezinde örgütleseydik toplum neye benzerdi? “Ne kadar?” gibi sorularla o kadar endişelenmeyip, onun yerine “Ne kadar iyi?” gibi sorular sorsaydık dünya nasıl gözükürdü? Öz-yönetimli yabancılaşma ve parçalanma, bu uğurda savaşmamız gereken bir alternatif gibi mi duyuluyor? Bence çok daha fazlasını isteyebiliriz ve istemeliyiz (ve almalıyız). Bu aynı zamanda bizi verimlilikçi bir düşünce yapısından çıkarıp o kadar fazla gereksiz şeyi üretmeyi durdurduğumuz bir dünyaya doğru yöneltebilir.
Özgürlüğün Birikimi İçin
Bence mutualistler temel bazı şeyleri doğru yapıyorlar. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, işçilerin ürettiği artık değere el konulması, işyerindeki emir yapıları—bütün bunlar kapitalizmin ayrılmaz parçalarıdır ve mutualistler bunları haklı olarak reddediyorlar. Eğer komünizmin yaratılmasını bir süreç olarak — ezilenlerin bir faaliyeti olarak— görürsek; o zaman yolda pazar sosyalizmi deneyleri görebiliriz, çünkü bu fikrin birçok takipçisi var. Umarım bu eleştiri, amaçladığım doğrultuda alınır —amacım mutualist ekonomiyi ya da pazar sosyalizmini kınamak değil, özgürlükçü komünistlerin geleceği oluşturma sürecinde neden farklı içerik yarattığını ve anarşistlerin pazar etrafında dönen bir teoriyi, stratejiyi ve vizyonu neden reddedeceğini açıklamaktır.
Bence mutualistler teorilerinde, kapitalizmin toplumsal ilişkilerini devletin koruduğunu savunmakta haklılar. Fakat kapitalizmin kökü devlettir diye önermeleri yanlıştır — sanki sadece devleti sökerek altında yaşadığımız, karmaşık ve kesişen egemenlik ilişkilerinden kurtulabilecekmişiz gibi. Dahası, diğer egemenlik ilişkilerinin, kapitalizmi ve devleti yaratıp desteklemek konusundaki rollerini yok sayarak ilkel birikimle kapitalizmin yaratılışını birbirine karıştırıyorlar. Bu da, tabii iyi düşünülmemiş bir stratejiye yol açıyor.
Mutualist Kevin Carson yine haklı olarak çalışan insanların “haklar” gibi sosyal masalların terimleriyle düşünmeyi bırakıp kapital ve devletle savaşmaları gerektiğini savunuyor. Ama programında, şüphesiz devleti temel çelişki olarak gördüğü için, sınıfsal olmayan ezilme konusunda söyleyecek bir şeyi yok. Ve alternatif kurumlar yaratarak, reformlarla —özellikle mutual kredi ve kooperatif ticari kuruluşlar yoluyla—kapitalizmden çıkış yolunu gösteren, pazar merkezli mutualist strateji; mutualizmde vizyon sorunlarına yol açıyor.
Mutualistler doğru bir şekilde kapitalizmin ötesine geçmek zorunda olduğumuzu ileri sürüyorlar. Ama kapitalizm sonrası toplumda pazarları korumak, kara ve rekabete dayalı herhangi bir sistemin parçalayıcı etkisini de korur. Dahası, olumsuz dış etkileri teşvik eder ve olumlu dış etkileri köstekler. İşçileri toplumsal üretime erişim konusunda birbirleriyle karşı karşıya getirir. Ve işyerini hayatın ayrı bir alanı olarak koruyarak toplumsal dünyamızı, kapitalist yabancılaşmanın ayrılmaz parçaları olan aynı rasyonel, hesaplanabilir kontroller üzerine örgütlüyor.
Özgürlükçü komünizm; iddia ediyorum ki, içeriğini mücadelemizin içinde yarattığımız bir şeydir ve çoğu zaman pazar sosyalistlerinin oluşturduğundan farklı görünür. Gerçi üzerinde anlaştığımız, benzer duyarlılıklarımız var. Mükemmel bir dünya yaratamayız ama bence daha iyi bir dünya yaratabiliriz. Ve bunu yaparken mümkün olanların arasında ütopyaya en yakın olana doğru gitmemiz gerektiğine inanıyorum. Geleceğin toplumunun neye benzeyeceği hakkında tahminler meraklılarına bazı ihtimaller sunsa da, sonuçta kapitalizm sonrası toplumun yaratılması bütün ezilenlerin işidir —sadece teorisyenlerin değil. Bana göre bu hareket komünizmdir ve geleceği yazılmamıştır ama oluşmaktadır.
1 Bu parçayı yazarken yorumlarıyla bana yardımcı olan Matt Ignal, Zach Blue, Abbey Volcano, Tom Wetzel, John Asimakopoulos ve Bill Armaline’e teşekkür ederim. Biliyorum hiçbiriniz benim bakış açıma tümüyle hemfikir değilsiniz ama tavsiyeleriniz olağanüstü yardımcı oldu, gerçi bütün hatalar, yanlışlıklar vb. sadece bana aittir.
2 Proudhon’un eserlerinin mükemmel bir güncel derlemesi için, bkz. Iai McKay, ed. Property Is Theft!: A Pierre-Joseph Proudhon Anthology (Oakland, CA: AK Press, 2011).
3 Bkz. David Schweickart, Against Capitalism (Cambridge: Cambridge University Press, 1996); and David Schweickart, After Capitalism (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, 2002). İlgilenen okurlar, internette birkaç yerde Schweickart ve “katılımcı ekonomi” nin arkasındaki beyinlerden biri olan Michael Albert arasındaki, pazar sosyalizmi üzerine odaklanan tartışmaları bulabilirler.
4 “Public Sector Workers Urged to Form Co-operatives,” Guardian, November 17, 2010, http://www.guardian.co.uk/society/2010/nov/17/public-sector-workers-co-operatives (accessed June 15, 2011). Kesinlikle ne gerçek kooperatifleri, ne de pazar sosyalizmini öneriyor. Daha çok, sözel bir el-çabukluğu elde etmek için özel mülkiyet alternatiflerine artan ilgiyi kullanıyor (blz. Anarcho, “Mutualism: Fake and Real,” Anarchist Writers 18, 2010, http://anarchism.pageabode.com/anarcho/mutualism-fake-real (accessed June 15, 2011).).
5 Kevin Carson, “The Iron Fist behind the Invisible Hand: Corporate Capitalism as a State-Guaranteed System of Privilege,” mutualist.org, http://www.mutualist.org/id4.html (accessed June 15, 2011).
6 Kevin Carson, Studies in Mutualist Political Economy, http://www.lulu.com/items/volume_68/8968000/8968917/3/print/8968917.pdf (accessed June 15, 2011).
7 Carson, “The Iron Fist.”
8 Benjamin Tucker, Individual Liberty, http://theanarchistlibrary.org/HTML/Benjamin_Tucker__Individual_Liberty.html (accessed July 5, 2011).
9 Ibid.
10 Örnek olarak, bkz. Sylvia Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body, and Primitive Accumulation (Brooklyn, NY: Autonomedia, 2004); Maria Mies, Patriarchy and Accumulation on a World Scale: Women in the International Division of Labor (Atlantic Highlands, NJ: Zed Books, 1986); and Carole Pateman, The Sexual Contract (Stanford, CA: Stanford University Press, 1988).
11 Bkz. Joe R. Feagin, Racist America: Roots, Current Realities, and Future Reparations (New York: Routledge, 2010).
12 Bkz. Carter A. Wilson, Racism: From Slavery to Advanced Capitalism (Thousand Oaks, CA: Sage, 1996).
13 Bkz. Martha A. Ackelsberg, The Free Women of Spain: Anarchism and the Struggle for the Emancipation of Women (Oakland: AK Press, 2005).
14 Ibid., 38.
15 Örnek olarak, bkz. bell hooks, Feminism is for Everybody: Passionate Politics (Cambridge, MA: South End Press, 2000) and Patricia Hill Collins, Black Feminist Thought: Knowledge, Consciousness, and the Politics of Empowerment (New York: Routledge, 2000).
16 Örnek olarak, bkz. Lydia Sargent, Women and Revolution (Boston, MA: South End Press, 1981).
17 Combahee River Collective, “Combahee River Collective Statement,” http://circuitous.org/scraps/combahee.html (accessed June 15, 2011).
18 Anarşizmi kesişimsellik ile bağlayan bir parça için, bzkz. Deric Shannon and J. Rogue, “Refusing to Wait: Anarchism and Intersectionality,” http://theanarchistlibrary.org/HTML/Deric_Shannon_and_J._Rogue__Refusing_to_Wait__Anarchism_and_Intersectionality.html (accessed June 15, 2011).
19 Bkz. Anarcho, “Mutualism: Fake and Real.”
20 Bkz. Carson, “The Iron Fist.”
21 Anarcho, “Mutual Aid, Parecon, and the Right Stealing the Word ‘Libertarian,’” http://anarchism.pageabode.com/anarcho/mutual-aid-parecon-right-stealing-libertarian (accessed June 15, 2011).
22 François Martin and Jean Barrot, Eclipse and Re-emergence of the Communist Movement, http://theanarchistlibrary.org/HTML/Francois_Martin_and_Jean_Barrot__AKA_Gilles_Dauve___Eclipse_and_Re-Emergence_of_the_Communist_Movement.html (accessed June 22, 2011).
23 Joseph Kay, “On Co-ops, Conflicts, and Strawmen,” http://libcom.org/library/co-ops-conflicts-straw-men (accessed June 14, 2011). Aynı terminoloji kullanmazdım çünkü “sömürü” genelde bir tarafın, diğer tarafın artık değerine el koyduğu bir düzen için kullanılır, ama pazar içinde çalışan kooperatifler hakkındaki yorumları mükemmel. Iain Mckay ile aralarında bu konu üzerine yaptıkları yazışmanın tamamı ilgilenenler için mükemmel bir okumadır.
24 Carson, “The Iron Fist.”
Deric Shannon
Çeviri: Özgür Oktay
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları(7) : “Görünmez Eli Kesmek: Pazarların İçsel Problemleri ve Anarşist Teori, Strateji ve Vizyon” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Devletin Katliam Alevilerin İSYAN Geleneği VAR “- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Güvenlik Birimlerinin “Gezi Analizi”, Fişlemenin Kanıtı
“Gezi Analizi” raporunda, 28 Mayıs’ta başlayıp Eylül’ün ilk haftasına kadar süren bu sürede gerçekleştirilen Gezi Parkı eylemlerin değerlendirmesinin ortaya konulduğu belirtildi. Raporun diliyle “Gezi Parkı olayları çerçevesinde”, 80 kentte (Bayburt hariç) 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi. Eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katıldı. 5 bin 513 kişi gözaltına alınarak soruşturma kapsamına alındı. Soruşturmalarda 189 kişi tutuklandı. 1 polis öldü, 697 polis yaralandı. 4 bin 329 direnişçi yaralandı, 5 direnişçi katledildi. Analizde tabi ki, Lice’de kalekol yapımına direnirken askerlerin açtığı ateş sonucu katledilen Medeni Yıldırım yok. Gözaltına alınanlar üzerinden hazırlanan raporda; kadın-erkek yüzdeleri, eğitim düzeyleri, ekonomik göstergeleriyle ilgili veriler de mevcut.
Analizin en dikkat çekici bölümü ise şöyle:
“Yine şüphelilerin yüzde 78’si Alevi kökenli olup bazı sendikalar/sivil toplum örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler. Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı marjinal sol oluşumlar içinde, yüzde 4’ü ise terör örgütleri ve yasal uzantıları içinde yer alıyor.”
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yapmış olduğu bu analiz, yıllardır “asılsız iddia” olduğunu ileri sürdüğü fişleme uygulamasına aleni kanıt niteliğinde. Alevileri görmezden gelen, hiçbir alanda tanımayan, fırsat buldukça da katleden devletin polisi, kimlerin Alevi olduğunun bilgisine sahip olduğunu ağzından kaçırarak açık verdi bir nevi.
Taksim Direnişi; Öfkenin, Sabrı Aşıp Sokaklara Taşması
Aslında evet, “Gezi protestoları, bir Alevi ayaklanmasıdır.” Taksim Direnişi, birbirinden farklı sınıfsal, etnik, inanç grupları ve toplumun çeşitli ezilen katmanlarını eylemde bir araya getirdi. Temmuz 2013 tarihli Meydan Gazetesi’nde Emrah Tekin’in “Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir!” başlıklı yazıda yazdığı gibi; Sünni-İslam merkezli yaklaşıma, kadın bedenine ve yaşamına müdahaleye, sınavlarla yaratılan rekabete ve adaletsizliğe, taşeronlaşmaya ve kapitalist sömürüye, kentsel dönüşüm bahanesiyle soylulaştırmaya ve yıkımlara, LGBTİ bireylere yönelik polis şiddetine ve linç girişimlerine, daha birçok baskı ve yasaklamaya karşı duyulan öfkenin, sabrı aşıp sokaklara taşmasıdır Taksim Direnişi. Dolayısıyla; evet, Gezi protestoları, bir Alevi isyanıdır. Aynı zamanda; bir kadın, bir trans, bir işçi, bir öğrenci, bir yaşam savunucusu, bir devrimci isyanıdır…
Alevilerin İsyan, Devletin Katliam Geleneği
Sünni-İslam algısındaki devletler, tarih boyunca Alevileri dışladı. Yok sayma, baskı, ötekileştirme, inkar, hatta imha politikaları dur durak bilmedi. Ne Alevilerin devlete isyanları bitti, ne de devletin Alevi katliamları.
Gazi ve Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi Katliamları
12 Mart 1995 tarihinde, Gazi Mahallesi’nde 4 kahvehane tarandı. 67 yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya yaşamını yitirdi. Olayın duyulması üzerine; Alevilerin çoğunlukta olduğu binlerce kişi, meselenin var olan bir Sünni- Alevi çatışmasından ziyade devlet provokasyonu olduğunun farkındalığıyla ve “Düşman camide değil, karakolda.” şiarıyla, Gazi Polis Karakolu’na doğru yürüyüşe geçti. Karakolda bulunan polisler tarafından, kalabalığın üzerine ateş açıldı ve bir kişi daha hayatını kaybetti. Ertesi gün, İstanbul’un çeşitli semtlerinden Aleviler ve devrimciler Gazi Mahallesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Kolluk kuvvetleri doğrudan hedef gözeterek kalabalıkların üzerine ateş açtı. İlerleyen günlerde, devlet; mahallede sokağa çıkma yasağı ilan etti. Fakat bu, gösterilen direniş sayesinde fiilen hayata geçirilemedi. 15 Mart günü direniş ve beraberinde devlet şiddeti, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne sıçradı. Burada da kolluk kuvvetlerinin insanların üzerine ateş açması sonucu, 5 kişi yaşamını yitirdi. Gazi Mahallesi’ndeki olayların yatıştığı 16 Mart günü, 17 kişinin hayatını kaybettiği öğrenildi. Daha önce OHAL valiliği de yapan Hayri Kozakçıoğlu, katliam sırasında İstanbul valisi idi.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı
2 Temmuz günü, Pir Sultan Abdal’ı anma etkinlikleri çerçevesinde kente birçok yerden insanlar gelmişti. Sivas’a gelenler arasında Aziz Nesin de bulunuyordu. Hintli yazar Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” adlı kitabını, gazetesinde yazı dizisi olarak basan Aziz Nesin, bir süredir radikal İslamcı kesimden tehditler alıyordu. Kitap tüm dünyadaki Müslüman camia tarafından yasaklanmış, yazarı hakkında ise ölüm fetvası çıkarılmıştı. 2 Temmuz günü Madımak Oteli önünde toplananlar, oteli ateşe verdiler ve burada 37 kişiyi yakarak öldürdüler. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, “Otel çevresinde toplanan vatandaşlarımıza herhangi bir şey olmamıştır.” dedi. Olayların failleri olarak, daha sonra göstermelik olarak yargılanan sanık avukatlarından 8’i daha sonra AKP’den milletvekili oldu. Refah-Yol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan, sanıkları cezaevinde ziyaret etti. Sivas davası, 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düştü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, davanın düşmesiyle ilgili olarak; sanıkların “mağduriyetine” dikkat çekerken, “Bu karar milletimize hayırlı olsun.” dedi.
Maraş Katliamı 1978
19 Aralık akşamı, ülkücü tandanslı, “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı filmin gösterildiği sinemaya patlayıcı madde atılması üzerine, kentte bulunan faşistler çeşitli sendikalara ve bazı sol parti binalarına saldırdılar. Ertesi gün ise, Alevilerin yoğun yaşadığı Yörükselim Mahallesi’ne saldırarak Alevi dedelerinden Gıjgın Dede’yi öldürdüler. 26 Aralık tarihine dek süren saldırılarda, çoğunluğu Alevi 105 kişi yaşamını yitirdi. Sinemaya bomba atılmasından birkaç gün önce Alevilerin evleri işaretlendi ve bazı cami hutbelerinde bir Alevi öldürenin cennete gideceği söylendi. Bu söylenti kentte fısıltı gazetesi yoluyla yayıldı. Katliamın bir ve iki numaralı sanıkları olarak yargılanan iki yezid; Ökkeş Kenger ve Muhsin Yazıcıoğlu, daha sonra milletvekili seçilerek TC parlamentosuna girdi.
Çorum Katliamı
1980 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında, kentte Alevilerin yaşadığı Milönü Mahallesi’ne yapılan faşist saldırılar sonucu 57 Alevi öldürüldü. Katliam, devletin televizyonu TRT’den, Alaaddin Camii’ne bomba atıldığı şeklinde yayımlanan yalan haber sonucu başladı ve kentte bulunan devlet destekli faşist gruplar infiale geçirildi. Yaşanan saldırılardan dolayı mahallelerinin girişine barikat kuran Aleviler ve devrimciler, daha sonra 12 Eylül darbesini yapan generallerden biri olan Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun tarafından tanklarla taranmakla tehdit edildi. Katliam sonrasında açıklama yapan dönemin içişleri bakanı Mustafa Gürcügil, “Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır.” şeklinde konuştu.
Malatya Katliamı
18 Nisan 1978’de, dönemin Adalet Partisi’nden belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi sonucu, kentte bulunan Alevilere yönelik saldırılarda 3 liseli Alevi genci katledildi.
Dersim Katliamı
Dersim, Osmanlı döneminden beri merkezi otoriteden bağımsız yaşıyordu. 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile Dersim bölgesine “özel bir statü” getirildi. Buna göre bölgenin adı, iki yıl sonra TC devleti tarafından başlatılacak “Devletin Tunç Eli” operasyonuna ithafen, Tunceli olarak değiştirildi ve Dersim “yasak bölge” ilan edildi. 6 Ocak 1936’da ise, şimdiki Elazığ, Erzincan, Dersim ve Bingöl illerini kapsayan bölgede, “Genel Valilik” statüsü uygulamaya geçirilerek askeri vali sıfatıyla Abdullah Alpdoğan, Ankara yönetimince buraya atandı. Devlet bölgeye askeri yığınak yapması ve ablukaya alması karşısında direnişe geçen Dersim’liler 20-21 Mart 1937’de Pah köprüsünü yaktılar. 1938’de devletin ikinci kez askeri gücünü kullanarak, karadan ve havadan bomba yağdırması sonucu on binlerce insan yaşamını yitirdi. Daha sonra, 1936 yılında çıkarılmış olan ve kısaca, devlete Türk olmayanları başka yerlere sürme yetkisi veren “Zorunlu İskan Kanunu” uyarınca, on binlerce insan da topraklarından sürüldü.
Koçgiri Katliamı
1921 yılında, Sivas bölgesini de içine alan bölgede, yüzlerce Alevi-Kürdün yaşamını yitirdiği katliamdı. Katliamı gerçekleştiren devlet güçleri arasında, “Sakallı Nurettin” lakaplı Nurettin Paşa’nın komutasındaki Merkez Ordusu’nun emri altında, daha önce Pontus-Rum katliamlarını da yapan, o dönemin devlet tetikçisi denebilecek olan Topal Osman’ın Giresun Alayları da bulunuyordu.
TC Öncesi İsyan ve Katliamlar
1826 yılında Sultan 2. Mahmud’un gerçekleştirdiği Alevi katliamının yanı sıra, 1606-1611 arasında Kuyucu Murat Paşa katliamı, 1533-1534 arası Kanuni dönemi, 1514’te kan dökmeyeceğini söyleyip 40 binden fazla Alevi’yi diri gömerek idam ettiren, kafalarını kesip kuyulara attıran Yavuz Sultan Selim’in katliamları vardır. Ayrıca 1526 Baba Zünnun, 1527-1528 Şah Kalender Çelebi ve 1518 Bozoklu Şeyh Celal(Celali) isyanları-katliamları sayılabilir. Ayrıca Selçuklu Devleti döneminde 1236-1243 yılları arasında Baba İshak(Babailer) isyanları vardır.
Gelelim Günümüze
Devlet’in katliam geleneğini sürdüren AKP hükümeti döneminde, Alevilere yönelik birçok yeni politika geliştirildi elbette. Ve devletin Alevilerini yaratma çalışmaları yapıldı. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, kimliklere Alevi yazılması, cemevlerinin ibadethane olduğunun kabul edilmesi gibi talepler görmezden gelindi misal. Devletin Dersim’le yüzleşmesi adı altında Dersim Katliamı meşrulaştırıldı. Sivas’ı yakanlar yargılanıyor denildi, dava zamanaşımına uğratıldı. 29 Mayıs 2013 tarihinde temeli atılan 3. Boğaz Köprüsü’ne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği açıklandı. Bu açıklama, Alevilerde bir öfke patlamasına neden oldu. Devletin, Alevilere yönelik geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımı, bu öfkenin asıl kırılma noktasını oluşturuyordu.
Taksim Direnişi, tam da bu süreçte gerçekleşti. Sonrasında, “o paket!” açıklandı. Demokrasi Paketi’nde bahsi geçen Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi, Alevilere ağır bir hakaretti. Bir üniversite kurulacak, o üniversitenin bir İlahiyat Fakültesi olacak ve bu fakültede Sünni İslam okutulacak. Alevilere hediye paketinde sunuldu bu haber, alenen hakaretti. Bunlar dışında Cami-Cemevi projesi, İzzettin Doğan& Fethullah Gülen ilişkisi, Alevilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki rantsal dönüşüm projeleri, Maraş’ı anımsatacak bir şekilde Alevilerin dönem dönem kapılarının işaretlenmesi ve saymakla bitmeyecek uygulamalarla AKP hükümeti taşeronluğunda sürüyor devletin katliam geleneği, ta Yavuz’dan, hatta Muaviye’den beri. Ancak unutulmamalıdır ki, Alevilerin isyan geleneği de sürüyor, Hızır Paşa’ların inadına.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Devletin Katliam Alevilerin İSYAN Geleneği VAR “- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Nefret Cinayetleşiyorken… “- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklarda ‘kadın cinayetleri’ denilen bir olgu oluşturduk. Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından öldürüldüğü bir coğrafyanın istatistiki verilerine dayanarak. Hal böyleyken, tepki de kaçınılmaz. Kadınların hunharca katledilmesi karşısında devletin de onun adaletinin de yaşanan tüm bu cinayetlere ortak olduğu gerçeği, ayan beyan ortada üstelik. Mahkeme kararları bunun en somut örneği. Defalarca yapılan haklı itirazlara rağmen yargıdan çıkan kararlar ‘önce kadınları vurun’ dercesine tarihin bir tekerrürü olarak karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki erkek egemenliğin asırlık laneti üzerimizde kan, işkence ve acı oluyor.
Toplumsal kamuflajla diri diri gömüyoruz cenazelerimizi. İlk seferinde ölmedin belki yırttın, git tecavüzcünle evlen demek de öldürün demek değil mi? Gece sokak ortasında düşene bir tekme de sen attığında, ona duyduğun köklü nefret değil mi bu cinayetlerin sebebi? Peki ya katiller? İçeride, dışarıda, makamlarında… Ne fark eder, ağır cezalar alsalar dahi içlerindeki bu nefreti söküp atamadıktan sonra, ne işe yarar onlarca yıl bedenleri çürütmek? Zaten çürümüş, kokmuş insanlık. Ama yine de bir nebzecik huzur… Sadece bu yüzden gölge etmesinler, başka ihsan istemez, demeden de edemiyor dilimiz. Bu yüzden ey muktedirler! Önce vurduğunuz kadınların sevdiklerini de azcık avutun, kesin katillerin cezalarını. Ancak ve ancak hepimiz biliyoruz hiçbir ceza işe yaramaz. Nihayetinde içimizi dolduran doyumsuz nefreti söküp atamadıktan sonra… Nefret, zaten nefret ettikçe cinayetleşiyor.
Peki, kime, neden bu nefret?
Nefretin meşru dil haline geldiği yaşadığımız bu coğrafyada ırkı, rengi, etnik kökeni, uyruğu, dini, cinsiyeti veya cinsel yönelimi, fiziksel ya da zihinsel engeli sebebiyle birilerine zarar vermek çok meşru değil mi? Toplumsal ahlakın, milliyetin ve devletin bekasının neferi nefret dolu aklın tek bildiği yol olan bu nefreti herkeslere gösterebilmek için “hazır ol”dan, saldır moduna geçmesi çok meşru değil mi? Kendi gibi olmayana, her türlüsünden haddini bildirmek de çok çok meşru. Aşağılamak, görmezden ve duymazdan gelmek, hatta kesip doğramak, diri diri yakmak, yok etmek yani bir nevi kusursuzca temizlemek çok meşru değil mi? Okuyoruz, yazıyoruz, izliyoruz ve yaşıyoruz değil mi?
Bu toplumsal bir temizlik operasyonu aslında ve bu operasyonda, son yıllarda pik yapan “eşcinsel seviciliğine” rağmen, en çok da farklı cinsel yönelimlerin (lgbtti) toplumu kirlettiği tehlikelisiyle kışkırtılıyoruz. Nefret cinayetleri gerçeğini belki de en çok onlar yaşıyorlar. Devlet temiz toplum yaratmayı arzularken, seri katiller kollarını sıvamış, operasyon için bekliyorlar ve öldüresiye kan istiyorlar. Tabi ki doyumsuz bu nefretten suç doğacaktır. Misal, geçenlerde trans İdil’i “temizliyorlardı”. Neyse ki göğsüne boylu boyunca atılan 47 dikişle “ucuz yırttı” İdil. Misal 14 yaşındaki Burçin’i “temizlediler”. Aile meclisi Burçin’i “kimseye yar etmedi”, oklavayla döve döve döve katletti. Misal, gözaltında kadınları elle taciz eden işkenceci polisler görevlerinden alınarak kısa süreliğine temiz bir hayata sayfa açmış gibi, “atanıverdi”. Misal, misal, misal…
Ancak ve ancak biliyoruz hiçbir ceza işe yaramaz. Nihayetinde derdimiz, içimizi dolduran doyumsuz nefretle mücadele edebilmek. Bu nefreti kökünden söküp atabilmek…
The post ” Nefret Cinayetleşiyorken… “- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz ay, politik gündeme hakim olan konulardan biri de, Recep Tayyip Erdoğan’ın, partisinin 20. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’ nın son günü söylediği sözlerdi. Erdoğan, Ankara-Kızılcahamam’da düzenlenen toplantının basına kapalı bölümünde, erkek ve kadın öğrencilerin bir arada yaşadığı öğrenci evlerini gündeme getirmişti. Erdoğan konuşmasında, kendisinin temsil ettiği siyasi geleneğin muhafazakar-mutaassıp toplumsal normlarının, bu coğrafyadaki toplumun genelinde var olduğu varsayımıyla, kadın-erkek öğrencilerin aynı evde yaşamalarının “kabul edilemez olduğunu” ve gerekirse adli ve polisiye müdahalelere uygun düzenlemeler yapılabileceğini belirtti. Bu sözlerin kamuoyunda tartışılmaya başlanmasıyla da, önce İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, ardından da Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Erdoğan’ın bu sözlerini talimat telakki eden ve derhal durumdan vazife çıkaran açıklamalar yaptılar. Bunlardan, özellikle Adana valisinin açıklaması, kamuoyunda yoğun tepki çekti ve bir süre gündem oluşturdu.
Adana valisi Hüseyin Avni Coş’un, mülkiye müfettişliği yaptığı sırada, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki yolsuzluk soruşturmasından aklanmasını sağlaması nedeniyle; devlet-iktidar-vali ilişkisi bu örnekte kişisel bir menfaatler birliği gibi görünse de, aslında sözünü ettiğimiz bu ilişkide, çok daha derin bir aidiyet algısı söz konusudur. Bu algıyı biraz daha iyi anlayabilmek için, TC devletinin yakın geçmişinden bir örnek verebiliriz. 1986 yılında, dönemin başbakanı Turgut Özal, Malatya’ya bir gezi düzenlemiştir. Seçim otobüsünün üzerine orada toplananları selamlamak için çıktığında, boyu kısa olduğundan, etrafındaki insanlar yüzünden görülemediği için çevresindekileri çömeltmesi istenir. Özal bunun üzerine etrafındaki insanlardan çökmesini ister, herkes çöker, ancak bir kişi hala ayaktadır: Malatya Valisi Naim Cömertoğlu. Turgut Özal valiye dönerek, “Vali Bey siz neden çökmüyorsunuz?” diye sorar. Vali Cömertoğlu’nun cevabı oldukça çarpıcıdır: “Devlet çökmez sayın başbakanım.”
Devletin ceberrut yüzünü, uygulamaları ve söylemleriyle bulundukları idari mevkide belirginleştiren valiler, bu eylemlerini, geçtiğimiz yasaklı 1 Mayıs ve hemen sonrasında gelişen Taksim Direnişi sürecinde yoğunlaştırarak, kentlerin bu en yüksek mülki amirlerinin ellerinde bulundurdukları yetkilerle, aslında nelere kadir oldukları algısının, kamuoyunda daha iyi anlaşılmasını da sağladılar.
Taksim Meydanı’nın eylem ve mitinglere kapatılmasıyla yasaklı hale gelen 1 Mayıs’ta, yasağa rağmen alana ulaşmak isteyen binlerce kişiyi engellemek için, İstanbul’daki toplu ulaşım araçları, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun talimatıyla büyük oranda durduruldu. Taksim Meydanı’na çıkan tüm metro, metrobüs, otobüs, şehir hatları vapurları ve yolcu motorları valilik emriyle seferlerini durdururken; araç trafiğinin yanı sıra, meydana giden tüm yaya trafiği de kapatıldı. Böylelikle valilerin, önceki yasaklı 1 Mayıslardan (2007, 2008, 2009) tanıdığımız, halkın toplu ulaşımını engelleme-yasaklama yetkisini tekrar hatırlamış olduk. Yine Taksim Direnişi sürecinde, Gezi Parkı’nın “valilik emriyle” bir açılıp bir kapatılmasıyla da, valilerin, halkın ortak kullanım alanlarını, insanların kullanımına açma ve kapama yetkisine de sahip olduklarını öğrenecektik.
Valiler, son dönemde AKP iktidarının yaşamın her alanında baskıcı ve otoriter karakterini belirginleştirmesiyle, mevcut iktidarın sözcüleri gibi görünseler de, gerek 1923 sonrası cumhuriyet döneminde, gerekse Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde merkezi devlet yönetimiyle arasında içselleşmiş bir bağ kurmuşlardır. Devletle kurmuş oldukları bu aidiyet bağı dolayısıyla, valilerin nezdinde devletin bireye olan yaklaşımını da görmek mümkün.
1944 yılında, o dönemlerde Avrupa’da yükselen ırkçılık yanlısı hareketlerin bu coğrafyaya da sıçraması nedeniyle düzenlenen ırkçılık yanlısı eylemlere katılmaktan dolayı tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın sözleri şöyledir: “Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa onu biz yaparız. Bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi çağırdığımızda askere gelmek.” Dönemin Ankara valisinin bu sözlerinde cisimleşen bu durum, valiler nezdinde devletin bireye olan bakışının bir özetidir aslında. Günümüzde, Adana valisinin “Gavat” hitabında ya da İstanbul valisinin, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta başından biber gazı kapsülüyle yaralanan Dilan Alp’e yönelik “Marjinal örgüt üyesi” sözleriyle de tanıdığımız bu durum, devletin hiçbir zaman değişmeyecek algısıdır. Devletlerin karakteristik yapıları farklılaşsa da valilerin devletle kurduğu ilişki, devlete derinden bir bağlılık ve sadakat içerir.
Muktedirin Sadık Temsilcileri: Sömürge Valileri
Britanya İmparatorluğu’nda kraliçe tarafından, sömürgeleştirilen bölgelere, “Genel Vali” adı verilen sömürge valileri atanmaktaydı. Birleşik Krallık’ın devlet literatüründe, “sadık, sadakatle bağlı” olarak çevrilebilecek “loyal” sıfatıyla tanımlanan sömürge valileri söz konusu sömürgede imparatorluğun ve kraliçenin gücünü temsil eden figürlerdir. Benzer bir biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir sömürge valiliği sistemi uygulanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu işgal ederek sömürgeleştirdiği bölgeleri eyalet olarak adlandırılarak, buralara beylerbeyi adı verilen valiler atıyordu. Beylerbeyi adı verilen bu sömürge valilerinde de belirleyici temel kriter “payitahttaki sultanın sadık kulu” olması idi. Söz konusu eyalette, padişahın otoritesini temsil eden bu valilerin emrinde ayrıca, ”Tımarlı Sipahi Ordusu” adı verilen, sayıca merkezi yönetimdekinden fazla sayıda askere sahip bir silahlı güç de bulunmaktaydı. Merkezi yönetimdeki padişaha her yıl salyane, yani yıllık adı verilen, söz konusu sömürgeleştirilmiş bölgenin halkından zorla toplanan vergiler bu valiler aracılığıyla yollanmaktaydı. Gerek Osmanlı, gerekse Britanya İmparatorluğu sömürge valilerinden merkezi yönetimin asıl beklentisi ise, sömürgeleştirilen bölgeden azami sermaye akışının istikrarlı bir biçimde sağlanmasıydı. Sözünü ettiğimiz bu sömürge valilerinin merkezi yönetimle olan bu “akçeli ilişkisi” de göz önünde bulundurulduğunda, kendilerinden istenen “sadakatin” anlamı da daha çok belirginleşiyor. TC devletinin yakın tarihinde de benzer bir sömürge valiliği sistemi uygulandığını söyleyebiliriz. Devletin “derin varlığını” askeri operasyonlarla belirginleştiren bu sömürge valileri de elbette devletle olan ilişkilerinde sarsılmaz bir sadakat içerisindeydiler.
Sömürge Valiliği: OHAL’in Sadık Valileri
TC devletinin, Kürdistan’a ve Kürt halkına yönelik olarak yürüttüğü inkar ve imha politikalarının sonucu olarak sürdürdüğü savaşla birlikte, 1987 yılından itibaren bölgede “Olağanüstü Hal” uygulaması başlatıldı. Bölge de “Olağanüstü Hal Bölgesi (OHAL)” olarak tanımlanmaya başlandı ve Ankara yönetimi tarafından buraya bir bölge valisi atandı.Böylelikle Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümü TC Devleti literatüründe “Olağanüstü Hal Bölgesi” olarak tanımlanıyordu. Olağanüstü hale uygun olarak, kendilerine olağanüstü yetkiler verilen bu bölge valileri, kamuoyunda da “Süper Vali” olarak adlandırılıyordu. OHAL valileri, asıl olarak,devletin bölgede yürüttüğü savaşı koordine etmekle görevliydiler. Olağanüstü Hal’in etkin olarak uygulandığı 1987-2002 yılları arasında 17 bin insanın fail-i devlet cinayetleriyle katledildiği gerçeği ortadayken, bu “Süper Valilerin” söz konusu “görevlerini” başarıyla yürüttüklerini söyleyebiliriz. Şimdilerde zaman zaman, insan hakları örgütlerinin çalışmaları sonucu kamuoyu gündemine gelen; köy yakmalar, boşaltmalar, insanları helikopterlerden ya da asit kuyularına atmalar, JİTEM cinayetleri ve gözaltında kayıplar vb. fail-i devlet cinayetleri, bir sömürge valiliği sistemi olan OHAL valiliği uygulamalarının sonuçlarıdır. Devletin bölgeye yönelik askeri ve psikolojik saldırılarını yoğunlaştırdığı bu dönemde bölgede valilik yapan Hayri Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan gibi isimler, yukarıda sözünü ettiğimiz devlet katliamlarında daha öne çıkan isimlerdi. Daha önce görev yaptıkları il valilikleri ve emniyet müdürlükleri dönemlerinde adları devrimcilere yönelik ev ve sokak infazları ve işkencelerle gündeme gelmiş bu isimler, devletin Kürdistan’da sürdürdüğü savaşın koordine edilmesi açısından oldukça uygundu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişinin de etkisi sonucu, bir sömürge valisinden beklenen sermaye akışını sağlama ve kapitalizmin sömürgedeki istikrarını inşa etme, koruma “görevi” konusunda, OHAL valilerinin Ankara’yı tatmin edebildiğini söylemek ise oldukça güç. Bu yüzden devlet şimdilerde,neoliberal-kapitalist politikalara sahip AKP aracılığıyla “çözüm süreci” adı altında Kuzey Kürdistan bölgesinde istikrarlı bir kapitalist inşa sürecini hayata geçirmek istiyor.
Tek Partileşen AKP’nin Sadık Valileri
2011 Haziran seçimleri sonrası AKP iktidarının yöntemlerini daha da sertleştirmesi ile birlikte, zaten TC’nin geleneğinde var olan devlete derinden bağlı valiler algısı, bu mevcut bağın yanı sıra iktidara olan bağlılığı da belirginleştirdi. Bazı muhalif çevrelerce “AKP Valisi” olarak da adlandırılan bu durum, AKP’nin iktidarında giderek tek partileşme gerçeğini de ortaya koyuyor. CHP’nin tek parti döneminde olduğu gibi “şimdilik” ilgili ilin vali ve belediye başkanının, CHP il başkanı olması gibi bir durum belki söz konusu değil. Ancak,bugün, tek parti ya da tek bir kişinin yönetimine dayalı rejimlerde örneklerine rastlanabilecek şekilde, Erdoğan’ın herhangi bir konuya dair sözünü ya da demecini acilen uygulanması gereken bir talimat olarak algılayan valilerle karşı karşıyayız. Valilik kurumu TC devleti anayasasının 127. Maddesinin 4. ve 5. fıkraları gereği yerellerin vasileri, yani illere vesayet eden kurumlar, olarak tanımlanmaktadır. Askeri vesayeti tasfiye ettiğini söylerken, neo-liberal politikalara dayalı kendi vesayetini inşa ederek, gitgide tek partileşen AKP iktidarında valilerin konumları, anayasanın bu maddesiyle de güvence altına alınarak önemini arttırıyor. İşte bu yüzden de tek partileşen AKP iktidarının bu söz konusu vesayeti istikrarlı bir şekilde hayata geçirmede Adana Valisi Hüseyin Avni Coş gibi, muktedirin herhangi bir konuya dair bir sözünü “emir telakki eden”, iktidarının bekası için meydanları ve parkları ezilenlere yasaklayan, polis-sivil faşist işbirliği şiddeti sonucunda öldürülen Ali İsmail Korkmaz için “arkadaşları öldürmüştür” diyerek gerektiğinde halka aleni yalan söyleyecek “sadık kapı-kullarına” daha çok ihtiyacı olacak.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Sadıksa Vali Devlet ‘Baki’ ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” TSK’daki Askerin İki Katı “Kaçak” Var! ” – Oğuz Sönmez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Milli Savunma Bakanlığı (MSB)’nın 3 Aralık tarihli açıklamasında, TSK mevcudunun 647.939 kişiden 708.054 kişiye çıktığı haberi veriliyor. Bunun yaklaşık 400 bini er ve erbaşlardan yani “zorunlu” askerlerden oluşuyor. Yine Bakanlığın 23 Ekim tarihli açıklamasında, 750 bin yoklama kaçağı ve bakayanın bilgilerinin GBT(Genel Bilgi Toplama) sistemine yüklenmesi için Emniyete gönderildiği bildirilmekte. Ancak bu sayı ne kadar doğru? Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2008 yılında DTP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal’ın sorusuna verdiği cevapta, 1 milyon kişinin tecilli, yoklama kaçağı ve bakaya olduğunu açıklamıştı. O yıldan bu yana bu rakamı azaltabilecek tek faktör yaklaşık 70 bin kişinin bedelli askerlikten yararlandırılması olmuştur. Geçen 5 yıllık sürede nüfusun artışını göz önüne alırsak, 1 milyon sayısının eksilmesi değil, aksine arttığı söylenebilir. Yani bugün için 1 milyon civarında “asker kaçağı” olduğu söylenebilir. Bu sayı mevcut er ve erbaşların (zorunlu askerlerin) 2 katını da aşar.
Anayasal açıdan “vatandaşlık” kriterinin asli unsuru, sosyal hayatta ise gençlerin, kınalar yakılarak, törenler düzenlenerek yolcu edildiği, bir “kutsal” bir “tabu” haline getirilmiş “askerlik”in, polisçe takip edilen ve adeta kriminalleştirilen bir duruma gelmiş olması sistemin iflasının ortaya serilmesinden başka bir şey değildir. Aslında 1 milyon insanın askere alınmak istenmesi söz konusu bile değildir. Alsanız ne yapacaksınız? Yoksa düşünülen, 2 bin liradan 50 bin liralara kadar uzanan para cezalarını bir kaynak olarak değerlendirmek mi? Sanmam. Askerliğin 3 ay kısaltılmasıyla 70-80 bin askerin terhis edileceği, oluşan eksikliğin de “yakalama”, “para cezası” vb. tehditlerle, asker kaçaklarının bir kısmının korkutulmasıyla giderileceği düşünülmüş anlaşılan. Elbette bu hesap tutar. Ancak sorunun köklü çözümüne yönelik adım atmadan böylesi geçici tedbirlere başvurmak yarayı kaşımaktan ve kanatmaktan başka bir şey değildir.
Evet, bu sistem iflas etmiştir: 1789 Fransız Devrimi’yle tarih sahnesine çıkan “vatandaş orduları” (bugünkü adıyla zorunlu askerlik sistemi) artık süresini doldurdu. Ordular, kullandıkları silahların teknolojik gelişkinliğinden dolayı daha az sayıda ve uzman askerlere ihtiyaç duyuyorlar. Bu pahalı da olsa “mantıklı” bir çözüm. 28 NATO ülkesinden Türkiye dahil yalnızca 6 ülkede zorunlu askerlik sistemi var ve bu sayı hızla düşüyor. TSK’nın da yönelimi bu şekilde. Kürdistan’da yaşanan savaş, bu gerçeği daha bir açıklıkla ortaya çıkardı. Dağlara savaşmaya yollanıp, her gün cenazeleri gelen gençlerin tecrübesizliği ve yoksulluğu toplumu isyan ettirdi. Hemen harekete geçilerek öncelikle savaşan unsurların (komandolar birlikleri) profesyonelleşmesi sağlandı. Ardından, ABD’deki sisteme benzeyen “sözleşmeli askerlik” sistemine geçildi (Bu sistemde henüz başarı yakalanamadı. Açılan 40 bin kadroya karşılık ve sürekli artan vaatlere rağmen alınan asker sayısı henüz 2 bin bile değil). Jandarmanın tamamen profesyonel hale getirilip, İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, bir kısmının da yine profesyonel “sınır birlikleri”ne kaydırılması gündemde. Elbette tüm bunlarla birlikte silahların modernizasyonu da son hızla sürdürülmekte. Özellikle son on yılda yerli silah üretiminde büyük bir gelişme kaydedilmiş, TSK’nın silah ihtiyacının yarısı yurt içinden karşılanır duruma gelinmiştir. Amaç “bölgesel bir güç” ve giderek de “küresel bir aktör” olmaktır.
Adalet Bakanı’nın da dediği gibi profesyonelleşmede sağlanacak başarı ile vicdani ret hakkının tanınması da sağlanacaktır. Olabilir mi? Olur. Gerek yukarıda anlatmaya çalıştığım sıkıntılar, gerekse de Avrupa Konseyi ülkeleri içinde vicdani ret hakkını tanımayan tek ülke konumunda olmak da aşılması gereken ayrı bir sıkıntı.
Ancak tüm bunlara rağmen olası bu sürecin önemli bir kırılganlık noktası da var. Çok önemli bir adım ve adeta geri dönülmesi imkansız gibi görünen “çözüm süreci”ne rağmen Kürdistan’da barış sağlanmış değil. Yeniden savaşın başlaması söz konusu olabilir. Ayrıca, bölgede sürekli bir savaş hali var ve her an içine çekilebiliriz. Tüm bunlar sistemin devamını hatta daha kötü senaryoları da gündeme sokabilir. İşte o zaman “Asker milletiz”, “Her Türk asker doğar”, “Asker ocağı, peygamber ocağıdır”, “Vatan parayla kurtarılmaz, uğrunda şehit olunur” gibi propagandalar çok çabuk devreye sokulur ve yine bir kez daha başa dönülebilir.
Bizim tercihimiz “kötünün iyisi”. Eskilerin tabiriyle “ehven-i şer”. Zaten demokratik mücadelenin kendisi de böyle bir şey değil mi? Savaşa değil, barışa odaklanalım.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” TSK’daki Askerin İki Katı “Kaçak” Var! ” – Oğuz Sönmez appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “KAÇAKLAR VE BAKAYALAR” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yoklama kaçağı ve bakaya durumunda olanlar hakkında yurtdışına çıkış yasağı, banka hesabı açtırmaktan yasaklanma gibi yaptırımların uygulanacağı yönünde demeçler verildi ve haberler yayınlandı. Bu şekilde bir korku iklimi yaratılmaya çalışıldı. Son olaraksa Milli Savunma Bakanı, kanunu okumak aklına gelmiş olacak ki, bu kişiler hakkında idari para cezası uygulanacağını açıkladı. Oysa daha önce suç olarak düzenlen yoklama kaçaklığı ve bakaya, 22.05.2012 tarihli 6138 sayılı kanunla ilk kez işlendiğinde kabahat olarak kabul edildi ve idari para cezası verileceği düzenlendi. İkici kez aynı fiil işlendiğinde ise bu kez suç olarak kabul edildi ve kişi hakkında ceza soruşturması açılacağı Askeri Ceza Kanunu’nda düzenlendi. Ancak bu sanki yeni bir şeymiş gibi anlatılıyor ve bu şekilde bir korku iklimi yaratılmaya çalışılıyor.
HAK MI ANGARYA MI: VATAN HİZMETİ/ZORUNLU ASKERLİK
TC Anayasasının 72. maddesindeki “Vatan hizmeti, her Türk’ün hakkı ve ödevidir” şeklindeki hüküm Askerlik Kanunu’nun 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur” şeklindeki bir düzenlemeyle yasal karşılık bulmuştur.
Askerlik yükümlüsü olanlar ise tarih boyunca bu yükümlülükten kurtulmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Parası olanların kimi Türk lirası cinsinden “bedel” ödemiş kimi dövizi bastırıp askerlikten kurtulmuştur. Parası olan sahte çürük raporu alarak, olmayansa kendini sakatlayarak askerliğe elverişsiz hale getirmiş.
DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ KAPSAMINDA VİCDANİ RET
Bunların dışında bir de, vicdani retçiler var ki dini, ahlaki, politik vb. gerekçelerle zorunlu askerlik hizmetini reddetmekte; bunu yaparken de kaçmak yerine sivil itaatsizlik eylemi şeklinde bunu kamuoyuna deklare etmekte, yasaya açıkça karşı gelmektedirler. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen din ve vicdan özgürlüğü, kişilerin zorunlu askerlik hizmetini bu sebepler tahtında reddetmesini de kapsıyor. Türkiye, imzaladığı bu uluslararası sözleşmelerin bunu zorunlu kılmasına rağmen vicdani ret hakkını tanımamakta ve vicdani retçileri de yoklama kaçağı/bakaya/itaatsiz asker/firari vs. şeklindeki sınıflandırmalara tabi tutmaktadır.
HUKUKSAL DURUM
Gelelim yoklama kaçağı ve bakayaların hukuksal durumuna… Bilindiği üzere kişi ancak “kıtaya katıldıktan sonra”, askerlik yapacağı birliği belli olduktan sonra gidip birliğine teslim olduğunda, asker kişi sıfatını kazanır. Askerlik Kanununa göre yoklamada bulunmayan ve bulunamadıklarına dair bu kanunda yazılı bir mazeret gösterememiş olanlara “yoklama kaçağı”; yoklamada bulunarak asker edildikleri halde istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik yapacakları kıtalara gitmeksizin toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanlara ise “bakaya” denir.
İDARİ PARA CEZASI
Yoklama kaçağı veya bakaya olanlar ilk olarak idari para cezasıyla karşı karşıya kalırlar. İdari para cezasının miktarı Askerlik Kanunu’nun 89. maddelerinde düzenlenmiştir. Buna göre; dört ay içinde gelenler iki yüz elli, yakalananlar bin; dört aydan sonra bir yıl içinde gelenler beş yüz, yakalananlar iki bin; bir yıldan sonra gelenler yedi yüz elli, yakalananlar üç bin Türk Lirası idarî para cezasıyla cezalandırılır. Bir yıldan sonra tamamlanan her takvim yılı için kendiliğinden gelenler ayrıca bin, yakalananlar ayrıca iki bin Türk Lirası idarî para cezası ile cezalandırılır.
Yoklama kaçağı veya bakaya durumunda olan kişi, birliği belli olsa dahi kendiliğinden birliğine teslim olmadığı sürece kimse onu zorla asker yapamaz. Sevk evrakı verilerek kişi birliğine sevk edilir. Sevk edildikten sonra birliğe katılmayan kişi “bakaya” sayılır.
CEZA SORUŞTURMASI VE DAVA AÇILMASI
Verilen idarî para cezası kesinleştikten sonra yoklama kaçağı/bakaya durumunun devam etmesi halinde kişi hakkında askerlik şubelerince suç dosyaları hazırlanarak kişinin nüfusa kayıtlı olduğu yer Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilir. Bu durumda kişi hakkında Sulh Ceza Mahkemesi’nde ceza davası açılabilir. Bu suçlardan açılan davalar askeri mahkemelerde değil, sivil mahkemelerde görülür.
Askeri Ceza Kanunu’nun 63. Maddesine göre; dört ay içinde gelenler altı aya kadar, yakalananlar iki aydan altı aya kadar; dört aydan sonra bir yıl içinde gelenler iki aydan bir yıla kadar, yakalananlar dört aydan bir yıla kadar; bir yıldan sonra gelenler dört aydan iki yıla kadar, yakalananlar altı aydan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
Kişi, hakkında açılan soruşturmada veya davada vicdani ret itirazını veya varsa başka itirazlarını ileri sürebilir. Verilen karara karşı itiraz veya temyiz yollarını kullanabilir. İtiraz veya temyiz yolunda da bir sonuç alınamazsa karar kesinleşir. Kesinleştikten sonra Anayasa Mahkemesine veya AİHM’e bireysel başvuru yapılabilir.
YAKALAMA MEVZUSU
Çeşitli yasal düzenlemeler ışığında yakalama/GBT konusuna bakıldığında “asker kaçaklarının” GBT sorgusu sonucunda yakalanmalarının ve askerlik şubesine teslim edilmelerinin yasal dayanağı olduğu görülecektir. Ancak bu kişinin askeri birliğe zorla götürülerek asker edilmesi anlamına gelmez. Yani yoklama kaçağı veya bakaya durumunda kalmayı tercih eden kişiler, baskerlik yapmaya zorlanamaz.
Ancak önemle belirliğe sevk edildikten sonra yeni bir “bakaya suçu” işlemekte serbesttirler. Kimse zorla askeri birliğe götürülerek i
Oysa Askerlik Kanunu nedeniyle yakalanan ve askerlik şubesine sevk edilen kişilerin serbest bırakılmalarını sağlamak için başvurabilecekleri herhangi bir mahkeme yoktur. Bu nedenle de AİHS 5. Maddesinde düzenlenen “kişi özgürlüğü” hakkı ihlal edilmektedir.
Davut Erkan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yaymımlanmıştır.
The post “KAÇAKLAR VE BAKAYALAR” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Suriye Halklarının Kaderi İsviçre’de mi Yazılacak “- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye barış görüşmelerinin yapılacağı Cenevre-2 Konferansı’nın tarihi 22 Ocak olarak kesinleşti. Görüşmelere 30’a yakın devletin katılması bekleniyor.
ÖSO ÖSO Generali Selim İdris “Cenevre görüşmeleri süresince bile ihtiyaç duyduğumuz silahları temin ederek Esad’ı düşürmek için savaşacağız. Cenevre-2 Konferansı’nın hazırlık sürecine dahil edilmediğimiz için de konferansa katılmayacağız.” dedi.
Esad Rejimi Suriye Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamayla “Suriye’yi temsilen Devlet Başkanı Beşar Esad’in direktiflerini alan” bir heyetin konferansa gönderileceğini belirtti.
El Kaide El Kaide ve bağlantılı çeteleri, konferansa katılmayacaklarını katılanları da hain olarak ilan edeceklerini açıkladı.
Kürt Yüksek Konseyi KYK konferansa bağımsız bir taraf olarak katılmak istiyor. Kürtlerin ortak iradesini temsil eden KYK’nin konfernsta Rojava devrimini gündemleştirmek istemesi nedeniyle ABD ve TC devletleri KYK’nin konferansa katılımlarını engellemek istiyor.
Rusya başta, Cenevre-2 Konferansı’nda PYD’nin de içinde olduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin bulunması gerektiğinin söylese de Erdoğan ve Putin’in görüşmesinin ardından, Rojava’nın KDP temsilcisi olan El Parti’nin Cenevre-2’ye taraf olması konuşulmaya başlandı. Ardından Erdoğan ve Barzani’nin görüşmeleri ve El Parti Başkanı Abdulhakim Beşar’ın Ankara görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamalarda TC Devleti ile KDP arasında Rojava’ya karşı bir ittifak oluşturdukları görüldü. Barzani’nin “PYD , Rojava’da devrim yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu? Tek yaptıkları şey, rejimin onlara teslim ettiği yerlerde söz sahibi olmak” diyerek Rojava’da oluşturulan geçici hükümeti tanımaması ve TC Devleti’nin Yüksek Kürt Konseyi ile yaptığı görüşmelerde bağımsız olarak değil SMDK içerisinde katılın demesi, TC Devleti ve bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin Rojava devriminin temsilcilerini Cenevre-2’de görmek istemediğini ise açıkça gösteriyor.
PYD konferansta kendisinin de içinde bulunduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin tarafsız olarak Cenevre-2’ye katılmasını ve böylece Kürtlerin ortak bir iradeyle temsil edilmesi gerektiğini savunuyor. Demokratik Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun yaın zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde “Rojava Devriminin Aşamaları” başlığıyla düzenlediği panele görüntülü konuşma ile canlı bağlanan Salim Muslim “Cenevre-2’nin Kürtler açısından bir Lozan’ın tekrarı olmasına müsaade edemeyiz, konferansta Rojava devrimi ortak irade ile temsil edilecek. Ama bize karşı ittifak oluşturanlar bizi Cenevre-2’de görmemek için çabalıyorlar” şeklindeki açıklamasıyla Kürtlerin olmadığı ve Rojava devriminin konuşulmadığı bir konferansın geçerli olmayacağını belirtiyor.
Cenevre-2 Konferansı’nda çıkar birliği için ittifak oluşuran ABD, Rusya, İran, TC ve KDP bu konferansta Kürtlerin kendi istedikleri şekilde, SMDK içerisinde katılmalarını ve Rojava devriminin konferanta kesinlikle konuşulmamasını istiyorlar. PYD ise Rojava devrimine karşı oluşturulan bu çıkar ittifağına kendisini dayatarak, Rojava halkının iradesini Cenevre-2’ye kabul ettirmek istiyor.
Rojava devrimine karşı çıkar ittifakı kuran güçler, birbirleriyle kulisler yaparak Rojava’nın konferansa dahil olmasını engellemeye çalışsalar da, KDP başkanı Mesut Barzani’nin söylediğinin tam tersine, Rojava’da halkın öz-yönetimine dayalı devrim zaten meşrudur. Rojava’da özgür yaşamlar örgütlenmeye, devrim büyümeye devam edecektir.
Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) SMDK içerisinde 15 tane İslami cihadcı örgütün koalisyondan ayrılmasıyla beraber güçsüzleşen ve meşruluğu sorgulanan SMDK’nin içerisine Mesut Barzani’nin başkanı olduğu KPD’nin desteklediği El Parti katıldı. SMDK “Kuşatma altındaki bölgelere yiyecek ve sağlık yardımı ile Esad rejiminin tutukladığı insanları serbest bırakması” ön koşullarının gerçekleştirilmesi halinde Cenevre-2’ye katılacaklarını belirtmişti. SMDK Başkanı Ahmed el-Carba Arap Birliği ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Cenevre-2 için henüz karar vermediklerini” söyledi. Ayrıca SMDK İran’ın konferansa katılmasına da karşı çıkıyor.
BM ve Arap Birliği BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi İbrahimi, Tahran’da İran Dışişleri Bakanı ile biraraya gelerek Cenevre-2 için hazırlık görüşmesi yaptı. Bu süreci “Yeni Suriye Cumhuriyeti” oluşum süreci olarak adlandıran ikli, SMDK’nin de Esat rejiminin de konferansta olmasını istiyor. İran İran’ın ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya ile nükleer program üzerinde anlaşmasının ardından, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif Cenevre-2 Konferansı’na davet edilmeleri halinde hiçbir ön koşul sürmeden katılacaklarını belirtti. Furkan Çelik Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmştır.
The post ” Suriye Halklarının Kaderi İsviçre’de mi Yazılacak “- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Asfalt Yolsuzluktur PATIKA YAŞAM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şirketlerin talan projelerine, iktidarların rant savaşlarına karşı düzenlenen “Kent Mitingi” için on binlerce kişi Kadıköy’de buluştu.
Mahalle forumlarından yöre derneklerine, kent hareketlerinden siyasi partilere kadar birçok katılımcının olduğu Kent Mitingi’nde Patika Ekoloji Kolektifi de yer aldı. Yeni kurulan kolektif, “Asfalt Yolsuzluktur Patika Yaşam” yazılı pankartıyla, Söğütlüçeşme’den Kadıköy’e yürüdü.
Patika Ekoloji Kolektifi, miting güzergahı boyunca ve miting alanında, aynı isimle çıkardıkları PATİKA dergisinin ilk sayısının dağıtımı gerçekleştirdi.
Polis, coşkulu bir yürüyüşün ardından arama noktalarında üzerini aratmak istemeyen gruba gaz bombalarıyla saldırarak mitingi dağıtmaya çalışsa da başarılı olamadı. Polisin saldırısı sırasında gazdan etkilenen Elif Çermik fenalaşarak yoğun bakıma kaldırıldı. Polisin tüm bu saldırısına rağmen devam eden miting, “mücadeleye devam” vurgusuyla sonlandırıldı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post Asfalt Yolsuzluktur PATIKA YAŞAM appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Migros İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>24 Aralık sabahı Migros Depo bünyesinde faaliyet gösteren CEVA LOJİSTİK Firmasından DGD-SEN üyesi olan 18 işçi, çeşitli nedenlerle işten atıldılar.
İşten atılan işçiler, 27 Aralık Cuma günü Migros ve Ceva’nın faaliyet gösterdiği Şekerpınar’daki Migros Depo önünde bir basın açıklaması gerçekleştirerek direnişe başladılar.
Direnişi işlerine dönene kadar devam ettireceklerini belirten işçiler, 29 Aralık Pazar günü ise Kadıköy Boğa Meydanı’nda bir araya geldiler. İşçiler buradan Çarşı Migros önüne kadar yürüyüş yaptılar.
Yürüyüş boyunca; “Direne direne kazanacağız!”, “Sendika hakkımız engellenemez!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber, ya hiç birimiz!”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!”, sloganları ile Migros önüne kadar yürüyen işçiler, burada basın açıklamasını gerçekleştirdiler.
Basın açıklamasından sonra işçiler, Migros içerisine girip alışveriş yapanlara teşhir konuşmaları yaparak, direniş kazanımla sonuçlanana kadar Migros’tan alışveriş yapmamalarını istediler. Daha sonra, “Bütün Migros’ları eylem alanına çevirip, her yerde teşhir edeceğiz” diyerek dışarı çıktılar. Dışarıda bekleyen kalabalık işçileri alkışlarla karşıladı.
İşçiler eyleme devam edeceklerini ifade ederek, dayanışma çağrısı ile eylemlerini sonlandırdılar.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yaymlanmıştır.
The post Migros İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” ‘Zorunlu Askerliğin’ Hükmü Kalmamıştır!” – Halil Savda appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Peki, gerçekten kişilerin zorla elleri kelepçelenerek kışlaya götürülmeleri mümkün mü, anayasa bakımından zorunlu askerlik durumu nedir?
TC Anayasası ve Zorunlu Askerlik
TC Anayasası’nın 72. maddesindeki “Vatan hizmeti, her Türk’ün hakkı ve ödevidir” şeklindeki hüküm Askerlik Kanunu’nun 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur” şeklindeki düzenlenmiştir.
Anayasa vatan hizmetini zorunlu kılmakla birlikte, kanunla bu hizmetin sadece askerlikten ibaret sayılması anayasaya da aykırı bir durumdur. Dolayısıyla 1927 yılından bu yana, devlet ve ordu anayasal suç işliyorlar.
Bütün bu değerlendirmelerden şunu söylemek mümkün: Zorunlu askerlik uygulaması bir angaryadır ve sürdürülmesinin imkanı kalmamıştır.
Şu soru önemli; kişi zorla askere götürülebilir mi? İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin askerliğe dair verdiği gerekçeli bir karardaki ifadeler zorunlu askerlik durumunun geldiği hali iyi anlatıyor. Karar özetle “Zorunlu askerliğin angarya ve kölelikten beter, ekonomiye zarar veriyor, uygulama katı ve dünya örneklerinden geri” diyor.
İran, Mısır ve Türkiye’de askerler izinleri dışında tüm mesai saatleri ve geceleri dahi kışlada geçiriyorlar. Bu ülkelerde askere alınan kişiler, toplumdan yalıtılmış bir şekilde yaşıyorlar. Çin ve İsrail’de devlet vatani yükümlülüğü olan kişiler arasında seçim yapıyor. Meksika’da yükümlülüğü olan kişiler sadece hafta sonları bir gece kışlada kalıyorlar. İsviçre’de ise askerlik yükümlülüğü 260 gün ve yılda 3’er haftalık eğitimler ile yapılıyor. Diğer Avrupa ülkelerinin neredeyse tümünde zorunlu askerlik uygulaması yok. Türkiye benzeri modellerin türü tükenmiş durumda ve bu model demode bir durumu teşkil etmekte.
22 Mayıs 2012 tarihli, 6138 sayılı kanuna göre asker kaçaklığı ve bakaya olanlar zorla elleri kelepçelenerek askeri kışlaya alınamazlar. Bu kanuna göre suç işlendiğinde ancak Kabahatler Kanunu’na göre işlem yapılabilinir ve ilk kez işlendiğinde idari para cezası uygulanabilir. İkinci kez aynı fiil işlendiğinde ise bu kez suç olarak kabul edileceği ve kişi hakkında ceza soruşturması açılacağı belirtiliyor. Önemle vurgulamam lazım ki, ilgili kanun kişinin yakalanıp kelepçelenerek askere alınmasına imkan vermiyor.
Kimse askeri birliğe teslim olmadıkça asker sayılamaz. Dolayısı ile bu kişiler askeri mahkemede yargılanamazlar ve elleri kelepçelenerek hiç kimse kışlaya götürülemez.
Başbakan buyurduktan hemen sonra bakaya ve kaçaklar GBT’ye işlendi. Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ile İçişleri Bakanlığı arasında bir protokol imzalandı ve bir genelge yayımlandı. Ve kaçaklar avı başlatılmış durumda. Neredeyse ülkenin her yerinde asker kaçakları yakalanıp, askerlik şubelerine götürülüyor.
Bu protokol TC anayasasına, mevcut yasal düzenlemeye ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır. Dolayısıyla bu protokolün uygulanma şansı yoktur.
Milli Savunma Bakanlığı’nın mevcut kanuna göre yapabileceği tek şey idari para cezası uygulamak ve savcılıkları ceza soruşturması için harekete geçirmektir.
Ne kimseyi kelepçeleyip askerlik şubesine götürme yetkileri vardır ne de böyle bir durum mümkündür.
Asker kaçağı olması nedeniyle Kabahatler Kanunu kapsamında idari para cezası verilen kişiler Sulh Ceza Mahkemesi’ne itiraz ederek cezanın iptalini isteyebilir. Ceza iptal edilmezse, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurulabilir. Bu başvuruda devletin mahkûm olacağı ise kesindir. Bu durumda kişi ödediği para cezasının en az on mislini geri alacaktır; yani para kazanmanın zor olduğu bu dönemde iyi bir gelir elde edilebilir. Sizler her gün yeni bir GBT’ye girip yakalanarak iyi para kazanabilirsiniz. Yani artık “suç” işleyerek, yeni bir para kaynağı elde edebilirsiniz.
Vicdani Ret Derneği Eş Başkanları Merve Arkun ve Oğuz Sönmez kişilerin zorla askere götürülmeleri hakkında yaptıkları basın açıklamasında şunu söylediler: “Böylesi bir uygulamaya geçilmesi halinde ‘asker kaçaklarının’ yanında olacağımızı ve her türlü desteği vereceğimizi belirtiyor, bu durumu protesto için tüm ‘asker kaçaklarını‘ vicdani retlerini açıklamaya çağırıyoruz”.
Mevcut uygulama yaşama hakkını ve özgürlüklerin tümünü gasp ediyor.
Angarya olan, yaşama hakkını ve özgürlükleri yok eden askeri kışlaya gitmeyin bitsin!
Kaçmayan, saklanmayan angarya içinde olmayacağını açık söyleyen vicdani retçiler her zaman şunu söylediler: “Ölmeyeceğiz, Öldürmeyeceğiz, Kimsenin Askeri Olmayacağız.”
Askeri kuruma ne tek kuruş verin ne de tek saniye; reddedin gitsin!
Halil Savda
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” ‘Zorunlu Askerliğin’ Hükmü Kalmamıştır!” – Halil Savda appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Gülen ve Gülmeyen Yüzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşanan gerilimin sinyalleri, aslında Oslo Görüşmeleri’nin sızdırılması ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın 7 Şubat 2012’de KCK kapsamıyla ifadeye çağırılmasıyla fark edilmişti. 11 yıldır TC iktidarında bulunan AKP ile onun yakın bir zamana dek, iktidarındaki paydaşlarından olan Gülen Cemaati ile aralarında var olan, ”dershanelerin kapatılması tartışması” üzerinden hissedilmeye başlanan gerilim, 17 Aralık sabahı gerçekleşen polis operasyonlarıyla iyice açığa çıktı ve gündemin en önemli konusunu oluşturdu.
Kamuoyunda cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olarak adlandırılan bu operasyonda açığa çıkanlarsa bakan oğulları, belediye başkanı oğulları, inşaat şirketleri patronları, banka genel müdürleri, kara para ticareti yapanlar, rüşvet, ihalelerde yolsuzluk, uluslararası altın ticareti, para sayma makineleri, ayakkabı kutusuna saklanan milyon dolarlar oldu.
Hükümet ve Hizmet Hareket’i arasındaki bu gerilim sonucunda, 11 yıllık “istikrarın” nasıl sağlandığı kısmen ortaya çıkmış oldu. 11 yıllık aklık, pürü paklık yalanlarına sığdırılanlar para çeşmelerinin başını tutmuş olanlardı. Emlak sektörü ile ilgili bir bakanlık, finans sektörü ile ilgili bir bakanlık ve tüm bunlar arasındaki güvenliği sağlayacak bürokratik merkez konumunda bulunan İçişleri Bakanlığı…
Hükümetin ağzından eksik etmediği ancak işçilerin, emekçilerin bir türlü farkına varamadığı istikrarlı büyümenin, aslında kimlerin cebini büyüttüğü, kimler için istikrar olduğu ortaya çıktı. Halkın maruz kaldığı ekonomik sömürünün, kimleri zengin ettiği ayan beyan ortaya çıkmış oldu. Madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda yaşamlarını üç kuruş için riske atanların emekleri üzerine konan bu zat-ı muhteremlerin bulunduğu konumlar aslında birer rastlantıdan mı ibaretti?
Hükümet açığa çıkan durumdan sadece yargı süreciyle işleyen ve bakanların istifalarıyla sonuçlanan hukuksal bir kayıp yaşamadı. Aynı zamanda hükümetin siyasi karizması, özellikle partiden istifa eden milletvekilleriyle sarsıldı. Sayıca fazla mitinglerle, başbakana destek eylemleriyle durum düzeltilmeye girişildiyse de bu siyasi karizma yitimi engellenemedi. Ölçüt olarak özellikle uluslararası medya kuruluşlarının sürecin hemen başından itibaren AKP politikalarının otoriterliğine vurgu yapan yazılarını (AKP tarafından her ne kadar faiz lobileri ile ilintili gösterilse gösterilsin) düşünmek gerek. Son süreçte varılan nokta, ortaya çıkan yolsuzluğun, bu siyasi karizma yitiminde etkili olacağıdır. Hem de batının İhvan’dan vazgeçtiği bir süreçte buna benzer bir durumun yaşanmasının rastlantısallığı da özellikle tartışmalı.
AKP, süreci belli kurumların başında bulunan ve operasyonu yürüten kişileri bulundukları konumdan alarak karşıladı. Tayyip Erdoğan’ın söylemi, gittikçe artan bir şekilde sertleşti. Partisinin yolsuzluğunu aklamaya çabasıyla, ayrılanlar için “biz ayıkladık” ifadesini kullandı. Hükümetin çevresindeki medya kuruluşları da aynı sertliğe geçmekte sıkıntı yaşamadı. Cemaatle ilişkili olduğu bilinilen kanallar ve gazeteler topa tutuldu. Çıkarılan yönetmeliklerle yargıya müdahale edildi. AKP’nin süreci yönetmekte uyguladığı politikalar “darbe” olarak nitelendirildi.
Yolsuzluk ve rüşvetin bu kadar ayan beyan ortada olmasına rağmen, hükümetin otoriterliği kullanarak durumu saklama gayretleri, gözlerden birkaç şeyi ya uzak tuttu ya da bu birkaç şeyin normalleşmesine izin verdi.
AKP hükümeti karşısında güç odağı olarak beliren yargı-yürütme-yasama etkisi, tüm kabineyi değiştirtecek olan cemaatti. Cemaatin bu etkisi, AKP iktidarının en başından bu yana biliniyordu. Ancak işin şaşırtıcı kısmı bu etkiye sahip olan cemaatin siyasi bir yapı olarak meşruiyetidir. Cemaatin siyasi meşruiyeti sorgulanmadan, gazetelerden, televizyon kanallarından, internet sitelerinden bu iktidar çatışması gündemleştirildi. Cemaat herhangi bir siyasi kurum değildi. Gülen ve cemaatinin, ta Pensilvanya’dan buraya bu kadar etki edebileceği, en azından ilgili okullar, dershaneler ya da STK’lar üzerinden tahmin edilemezdi. Hükümet için Gülen’in her bedduasında, bu bedduayı emir telaki eden ne kadar çok bürokrat varmış meğer!
Devletin içinde kurumsallaşmış bu yapının hangi seçimde, bu konumu kazandığı, hangi yetkililer tarafından atandığı meçhul! Cemaat tüm bu yolsuzluk bilgilerine sahipken, gerilimin tırmanması sonucunda bir koz gibi oynadığı 17 Aralık operasyonu, cemaatin niyetinin ne denli “saf” olduğunu göstermek açısından önem taşıyor. Cemaat, operasyonu artan gerilim sonucunda siyasi bir manevra olarak kullanmıştır; AKP’nin yolsuzluklarını ortaya çıkarmak için değil, onun üzerinde bir baskı unsuru oluşturabilmek için kullanmıştır.
Hükümetin ortaya çıkan yolsuzluğunda, bu ayrıntının kaybolmaması önemlidir. Keza ezenler arasındaki savaşta bize düşen, ezenlerden birini desteklemek değil, yaşamlarımızı çalanlara karşı mücadele etmektir.
Yaşanılan tüm bu süreçler için hem hükümetin hem de muhaliflerin (hatta cemaatin de), çözüm olarak gösterdiği seçimlerin neye denk düştüğünü bu açıdan tekrar düşünmek gerek. Siyasi iradelerimizi sandıklarla teslim alanların “paralel evrendeki” izdüşümlerini düşünmek gerek. Mücadele de en etkili çözüm, bu kriz anlarında siyasi irademizi sokaklarda, meydanlarda KAZANARAK, seçim aldatmacasının tuzağına ve oyalamasına düşmeden Taksim İsyanı’nda olduğu gibi devrimi şimdi şu anda yaşayabilmektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. saysında yayımlanmıştır.
The post Devletin Gülen ve Gülmeyen Yüzleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Punto’da Direniş Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Beşinci ayını geride bırakan direnişte, Ocak başında sendikalı 63 işçi işten çıkarılacak. Geçtiğimiz ayın başlarında, işe iade davalarının ilk duruşması görülen direnişçi işçiler, Punto Deri patronlarının sendikalı işçilere yönelik tüm saldırılarına, yıldırma politikalarına karşı; direnişi ilk günkü kararlılıklarıyla, kar, soğuk demeden büyütüyor.
Patronların Sendikasızlaştırma Çabalarına Karşı Direniş
Zeytinburnu’ndaki fabrikanın, hem ön taraftaki mağazası önünde, hem de işçilerin giriş çıkış yaptığı fabrikanın arka kapısında, sendika önlükleri ve direniş ateşiyle bekleyişlerini sürdüren direnişçi işçilerin her biri, en azı 3 yıl olmak üzere, ortalama 10-15 yıl boyunca Punto Deri’de çalışmış. Punto Deri fabrikasına direnişçileri ziyarete gittiğimizde işçiler, sendikalı olmadan önce patronun kendilerini hiçbir şekilde muhatap almadığını; ancak sendikalı olunca görüşmelerin başladığından bahsettiler. İşçilerden Ramazan Aygün, bu görüşmelerin sonucunda patronun “sendikadan istifa edin, devam edelim” gibi tehditlerine ve sendikasızlaştırma çabalarına direndikleri için işten çıkarıldıklarını belirtti.
Mağaza Önü Eylemleri Sürecek
Lacoste, Hugo Boss, Strenesse, Armani gibi küresel kapitalist markalara üretim yapan Punto Deri’nin Nişantaşı mağazası önünde, daha önce eylem yapan direnişçi işçiler, Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu’nun (ATİK), Avrupa’nın farklı bölgelerinde bu küresel markaların önünde gerçekleştirilen eylemleri ve mağaza önü eylemlerinin ardından, Punto Deri’nin satışında düşüş yaşandığını belirtti. Ancak Punto Deri patronunun, bu düşüşü de kullanarak, yılbaşında resmi olarak iflasını vereceğini belirten işçiler; patronun hamlesine göre, mağaza önü ve fabrika önü eylemlerinin süreceğini vurguladı.
Son Atılmalarla Beraber 100 İşçi Direnecek
Ağustos ayında 2 işçiyle direnişin başladığı Punto Deri’de, şu anda çalışmakta olan Deriteks üyesi tüm işçiler, her an işten atılma tehdidiyle karşı karşıya. Farklı zamanlarda işten çıkarılan 28 işçinin sürdürdüğü direnişin 117. gününde, çay molasında direniş alanına ziyarete gelen işçiler, mola bitiminde içeri alınmadı. Ayakkabılarının ve montlarının dahi verilmediği Erkut Bayhan, Halil Çakır, Gürsel Akbaş, Nuh Berk, İrfan Günhan adlı işçiler de fabrika önü direnişine katılarak, direnişi büyütme kararı aldı. Ayrıca yılbaşında 63 işçinin daha işten atılacağını belirten direnişçiler, Punto Deri direnişinin daha da büyüyeceğini belirtti.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştr.
The post Punto’da Direniş Sürüyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>