SAYI 16 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Fri, 07 Mar 2014 08:42:13 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Kaburga Fanzin https://meydan1.org/2014/03/07/kaburga-fanzin/ https://meydan1.org/2014/03/07/kaburga-fanzin/#respond Fri, 07 Mar 2014 08:42:13 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/07/kaburga-fanzin/ Meydan: Kaburga Fanzin’in adı nereden geliyor ve bu adın etrafındaki insanlar nasıl oluştu? Kaburga: Kaburga ismi, yazdığım bir şiirin başlığı. Grafiker arkadaşımız Erman, “Yazdığın şiirlerden birinin başlığı olabilir” dedi ve gözümüze Kaburga çarptı. Fanzin için iyi bir isim olduğunu düşündük ve öyle karar verdik. Kaburga’nın çevresinde oluşan insanlar bizim yazar-çizer insanlar. Hepsi, sanatın belli bölümüyle ilgileniyorlar. […]

The post Kaburga Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan: Kaburga Fanzin’in adı nereden geliyor ve bu adın etrafındaki insanlar nasıl oluştu?

Kaburga: Kaburga ismi, yazdığım bir şiirin başlığı. Grafiker arkadaşımız Erman, “Yazdığın şiirlerden birinin başlığı olabilir” dedi ve gözümüze Kaburga çarptı. Fanzin için iyi bir isim olduğunu düşündük ve öyle karar verdik. Kaburga’nın çevresinde oluşan insanlar bizim yazar-çizer insanlar. Hepsi, sanatın belli bölümüyle ilgileniyorlar. Zaten kaburga sadece şiir ya da edebiyat fanzini değil. İçinde olan resimlere, sanat akımlarına yaptığı göndermelerle kendi çevresini oluşturdu. Hem içeriği oluşturanlar hem de okuyanlarla belli bir birliktelik meydana getirdi.

Kadıköy’den çıkmış olan Kaburga, Kadıköy’e nereden bakıyor?

Kaburga Kadıköy’den çıktı, evet. Bakış ekseni de elbette Kadıköy’dür. İlham kaynağı burasıdır, burada yaşıyoruz, fakat kaburga zamanla birçok yere ulaştı. Fanzinin ulaştığı her yer bizden, Kadıköy’den bir iz taşıyor, ancak hiç bir bakış açısı Kadıköy ile sınırlı değil.

Fanzin bir altkültürdür. Günümüzde modalaşmış bir altkültürle karşı karşıyayız. Kaburga, bu modanın içinde mi karşısında mı?

Tabi ki karşısında. Bunu, mecmuanın sayfalarını karıştırdığınızda zaten görürsünüz. Popüler olan hiçbir şeyle ilgilenmiyoruz. Bizi bir araya getiren şey samimiyettir. Altkültür son zamanlarda çok moda. Underground diye tabir edilen irili ufaklı yayın politikasına baktığınız zaman altkültürle alakası olmayan, aksine bunu modalaştırmaya çalışan insanlarla dolu olduğunu görürsünüz. Buna örnek olarak bir sürü şey söyleyebilirim. Ancak biz bu işi ticari bir kaygıyla yapmıyoruz, zaten bu işi ticari kaygı güderek yapan birçok dergi, yayınevi var. Buna rağmen biz alt kültürün ya da yeraltı edebiyatı zırvalıklarının temsilcisi değiliz.

Kaburga neler okur?

Kalabalık bir kadromuz var. Herkes, her şeyi okur. Ama genel olarak Cenk Taner okuruz diyebilirim. Fanzini hazırlarken ya da sohbet ederken ise, en çok birbirimizi okuyoruz.

Kaburga, fanzine göre daha fazla konu, içerik ve bütünlüğe sahip bir dergi formatındaki “zine” çizgisine mi yakın yoksa “fanzin” çizgisine mi?

Fanzinlerin geldiği noktada çok fazla içeriğe sahip olmadığını ve kısıtlı konulardan bahsedebildiğini göz önünde bulundurursak, zaten isminden de anlaşıldığı gibi tercihimiz “zine”den yanadır. İçeriği de “zine”e daha uygundur.

Kaburga’nın kapağında yer alan bazı mottolar var. “Devlet öldürür, şiir süründürür”, “Biber gazı oley”, “Kalede yalnızız” gibi… Fanzinin kapağında niçin bu tarz mottolar kullanmayı tercih ettiniz?

Bu üst mottolar aslında alıntıdır. İlk sayıda “Zubizarreta Kalede Yalnız” şiirinden alıntıydı. İlk sayıda kaburga logosunun üzerine “kalede yalnız” yazısını koyduk, kapağa çok yakıştı. İlk sayıdan sonra diğer sayılarda da gelenek oldu. İkinci sayıda ise Gezi olayları sırasında Çarşı grubunun attığı “Biber Gazı Oley” slogandan etkilendik ve bu olaylara bir gönderme yapmak istedik. Diğer sayıda da “devlet öldürür, şiir süründürür” dedik.

Kaburga’ya yazmak ya da fanzini okumak isteyenler nereden ulaşabilir?

Kaburga’yı Kadıköy 26A’ya bıraktık. Ayrıca Taksim Mephisto, Kadıköy Masal Evi Cafe-Bar gibi yerlerden fanzine ulaşılabilir. İletişim için ise [email protected] adresinden bize ulaşabilirsiniz.

Röportaj için teşekkür ederiz. Dayanışmayla…

 

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post Kaburga Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/07/kaburga-fanzin/feed/ 0
1936’dan Bugüne Carmela Direniyor https://meydan1.org/2014/03/06/1936dan-bugune-carmela-direniyor/ https://meydan1.org/2014/03/06/1936dan-bugune-carmela-direniyor/#respond Thu, 06 Mar 2014 19:16:01 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/1936dan-bugune-carmela-direniyor/ Ez dixazim veya bibejim: Dive hun ji bir nekin ku em ji hunermend in, hunermende nefsbiçuk… Ne weki we ne, ev zelal e, le çawa be ji hunermend Seyri Mesel Sanat Atölyesi’nin tiyatro ekibinin Kürtçe sahnelediği “Ay Carmela” oyununu izledikten sonra, İstiklal Caddesi’nin aşağı sokaklarında bulunan Seyri Mesel Sanat Atölyesi’nde oyun ekibinden Nurten ve Güler […]

The post 1936’dan Bugüne Carmela Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ez dixazim veya bibejim: Dive hun ji bir nekin ku em ji hunermend in, hunermende nefsbiçuk…

Ne weki we ne, ev zelal e, le çawa be ji hunermend

Seyri Mesel Sanat Atölyesi’nin tiyatro ekibinin Kürtçe sahnelediği “Ay Carmela” oyununu izledikten sonra, İstiklal Caddesi’nin aşağı sokaklarında bulunan Seyri Mesel Sanat Atölyesi’nde oyun ekibinden Nurten ve Güler ile sahneledikleri oyun üzerine sohbet ettik.

Sohbetimize Seyri Mesel Sanat Atölyesi ve tiyatro ekibinin çalışmalarını konuşarak başladık. Seyri Mesel Tiyatrosu 2002 yılında açılmış, 2003 yılında da pratik çalışmalarına başlamış. Sadece tiyatro değil aynı zamanda bir sanat atölyesi olan Seyri Mesel’de müzik, resim gibi birçok sanat dalının çalışmaları yapılıyor. Seyri Mesel Tiyatrosu’nun on yıllık dolu dolu bir geçmişi var. Tiyatro oyunlarının iki tanesini Türkçe, geri kalan oyunlarını ise Kürtçe sahnelemişler. Oyunlarında, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki halkların kültürleri ve geleneklerini sahneleyerek seyirciyle buluşturmuşlar. Fakat ilk defa çeviri bir metinle, Anadolu coğrafyasından İberya’ya yüzlerini dönüp, Carmela’yı görmüşler. Ve üç tiyatrocunun hikayesini anlatan “Ay Carmela” oyununu sahnelemek için üç tiyatrocu başlamışlar çalışmaya.

Ay Carmela oyununda üç karakter var; Carmela, Paulino ve sağır olan Gustavete. Bu üç arkadaş, İspanya Devrimi sürecinde birlikte tiyatro yapan bir grup tiyatrocu. Bir sabah yanlışlıkla kendilerini faşist Franco ordusunun askerleri arasında bulan Carmela, Paulino ve Gustavete esir alınırlar. Onları esir alan ordunun başında, tiyatro aşığı İtalyan bir faşist komutan vardır ve onlardan kendi askerleri için oyun düzenlenmelerini ister. Ve tabi ki bu oyunların faşist rejimi öven oyunlar olması gerekir. Tiyatrocular oyunu oynarken, militer düzenin yok edici ve acı yanını görmezden gelmek zorunda bırakılır. Fakat oyun oynandığı esnada Carmela dayanamaz. Komutanların ve faşist düzenin bütün acımasızlıklarını sahnede anlatmaya başlar. Engel olamayan Paulino, Carmela’yı susturmaya çalışsa da nafile, Carmela başkaldırmıştır bir kere. İtalyan komutan ise bu düzene karşı çıkan, başkaldıran her insana yaptığı gibi Carmela’yı kurşuna dizer ve katleder.

İspanya’da 1936 yılında yaratılan devrimde halklar özgürlükleri için, faşist güçlere karşı mücadele ediyordu. Halkın verdiği mücadele, yeni bir iktidarı yaratmak için değil, özgür bir yaşamı yaratmak içindi. Güler ve Nurten bu oyunda anlatılan 1936 İspanya’sının, bu topraklarda yaşananlarla benzediği noktaların olduğunu ve oyun metninin içine girdikçe aslında metnin ne kadar çok kendilerine hitap ettiğini söylediler. Onlar, yaşadığımız topraklarda yıllardır TC devletinin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşın yakıcılığını doğrudan yaşıyorlar. Bu nedenle de oyunun en temelinde, militarizm eleştirisi yaptıklarını vurguluyorlar. Militarizm eleştirisi Carmela’nın karşı koyuşlarında beliriyor daha çok.

Bizim topraklarımızda da militarizme karşı vicdani retçi kadınlar, Barış Anneleri, “vatan sağ olsun” demeyi reddeden birçok kadın, Carmela gibi başkaldırıyor.

Evet, Carmela başkaldıyor. Peki ya Paulino? Nurten, Paulino’nun parçalanmışlığından bahsediyor. Direnerek ölen Carmela’nın yanında, sadece yaşamak için çırpınan, sadece yaşamak için kendi benliğinden vazgeçen Paulino aslında Carmela’dan daha ölü. Çünkü o her şeyini kaybetmiş, yaşayan bir ölüdür.

“Aslında dünyanın neresinde olursak olalım durum değişmiyor” diyor Güler. Oyunda yer isimlerini, karakter isimlerini Kürtçeye uyarlamak geçmiş akıllarından; ama sonradan gereği olmadığını düşünmüşler. Çünkü yaşananlar aynı, hangi dilde anlatıldığı ne fark eder…

“Fakat bombalar hiçbir şeye yaramaz

Rumba la rumba la rumba la

Kalplerin attığı yerde

Ay Carmela! Ay Carmela!

Karşı saldırı çok güçlü

Rumba la rumba la rumba la

Direnmek zorundayız

Ay Carmela! Ay Carmela!

Verdiğimiz mücadele aynı

Rumba la rumba la rumba la

Yemin ediyoruz savaşmaya

Ay Carmela! Ay Carmela!”

Savaşın yakıcılığını, yok edici yanını, hem güldürüp hem de bir burukluk bırakarak, hissettiren Carmela ile 1936 İspanya’sında yaşananları anlatan Seyri Mesel Tiyatrosu’na teşekkür ediyoruz.

Son gösteri 27 Şubat’ta oynanacak, küçük ama mütevazı sahnesinde seyircisiyle buluşmaya devam edecek. İyi seyirler…

Röportaj : Merve Demir

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post 1936’dan Bugüne Carmela Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/1936dan-bugune-carmela-direniyor/feed/ 0
“Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman https://meydan1.org/2014/03/06/sigmaz-sandiklara-hayaller-zeynep-kocaman/ https://meydan1.org/2014/03/06/sigmaz-sandiklara-hayaller-zeynep-kocaman/#respond Thu, 06 Mar 2014 18:41:28 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/sigmaz-sandiklara-hayaller-zeynep-kocaman/ Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu […]

The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar

Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu oluyor. Kadınlar, yaşamları boyunca hep bir seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar.

Çeyiz sandıklarından seçim sandıklarına, kadınların kaderi değişiyor mu?

Küçük bir çocukken evcilik oyunlarıyla genç kadınlığa varıncaya dek sürdürülen evlilik propagandası, kadınlara “iyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Erkek egemen bir toplumda kadının evliliğe hazırlanışı, geleneksel değerlerle birlikte bu propagandaya eklenir. Bu geleneklerden biri de itinayla hazırlanan, yıllarca bir sandıkta biriktirilerek kadının adeta ekonomisine dönüşen çeyizidir. Böylelikle kadınlar çeyiz sandıklarını yüklenip, aile evinden çıkıp, çocukken oynadıkları evcilik oyunlarını gerçek kılarlar. Çocuk gelin Kader’in yazgısı da böyle başlamıştı. 11’inde evlendirildi Kader, 12’sinde anne oldu, 14’ünde gömüldü. Çünkü ona yükledikleri çeyiz sandığı, onun tabutu oluverdi. “İyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapma şansı bile olmadan üstelik. Çeyiz sandığında biriktirilen onca şey dışında, evinde ölü bulunarak çıkarılan kefenli sandıkta, bir tek Kader’in cansız bedeni vardı. Ya Kader “iyi yaşamak” adına sandığı yüklenmeyip, kader dedikleri yazgıya başkaldırabilseydi? Yine de aynı kader yazılır mıydı onun için, bizim için, kadınlar için?

Günümüze dek kadınlar “özgür yaşam” mücadelesi adına hayatın her alanında sadece bir nebzecik eşitlik için görünmek, duyulmak, varlıklarını hissettirmek adına uğraştılar, mücadele ettiler. Onlar uğraştıkça kurtarıcı sanılan tüm iktidarlar her defasında, erkek egemen anlayışlarıyla kadınları engellemeye çalıştı. Bu alanlardan birisi de siyasetti. Tarihsel olarak bakıldığında kadınlar bir nebzecik kazanım elde etmiş gibi görünse de, istenilen özgürlük var olan iktidarlı, erkek egemen siyaset anlayışı değişmedikçe kazanılamamıştır.

Cumhuriyet’in, kadınlara batılı makyajı

Cumhuriyetle birlikte her kesim ulus-devlet anlayışına uygun olarak “Türkleştirildi”. Bu kesimlerden biri de farklılığı barındıran Osmanlı içerisindeki kadın hareketiydi. Ancak Cumhuriyetle birlikte kadın, Kemalistlerin “modern kadın” tahayyülüne uydurulmak istendi. Cumhuriyet erkekleri kadını batıya öykünen, makyaj yapan, tiyatrolara giden, erkeklerle aynı ortamlarda yemek yiyerek dans eden, güzellik yarışmalarına katılan bir kalıba sokmakla meşguldüler. Cumhuriyet’in kadın ideali söylenenin aksine eğitimli kadın yaratmak değil, erkeklerin yanına yakışan batılı modern görünümü yaratmaktı. Çünkü Cumhuriyet’in önemli misyonlarından biri zaten buydu, diğer yandan da etnik kökenin yok edilmesini sağlamak. Kemalist tarih yazımında yer alan “kadınlara bütün haklarını biz verdik” söyleminin altının boş olduğuysa, Osmanlı kadın edebiyatı ve dergilerinin 1990’lardan sonra feminist araştırmacıların gayretleriyle keşfedilmesi sonucunda bir kez daha anlaşılmış oldu.

Kadınların mebusluk propagandasının kısa tarihçesi

Osmanlı döneminden beri siyaset yapma mücadelesi veren Nezihe Muhiddin ve beraberindeki kadınlar, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” adlı partinin kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvurmuştu. Ardından “Kadınlar mebus olmak istiyor” şeklindeki haberler ardı sıra basında yer aldı. Bakanlığın uzunca süren sessizliğinden sonra, hükümet “kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı” gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Basında konuya ilişkin “bazı düşünceler nedeniyle uygun bulunmadığı” yazıldı. Bu “düşüncelerin” ne olduğu konusu hiçbir zaman açıklanmadıysa da parti tüzüğünün siyasi hakları ima eden 2. maddesi, belediye seçimlerinde aday olunmasını öneren 3. maddesi ve “kadınların savaş halinde askerlik yapmasını” öneren 8. maddesinin çok “taşkın” bulunduğu söyleniyordu. Diğer yandan kuruluş faaliyetleri devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası sebebiyle “halk fırkası” adının bir kadın kuruluşu tarafından kullanılması “bölücü” olarak görüldü.

Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, “taşkın” maddeleri değiştirdiler. 1924’te Kadın Birliği adlı örgütü kurdular. Parti tüzüğünün 3. maddesinde “ Kadın birliğinin siyasetle alakası yoktur” yazıyordu. Birlik, uzunca bir süre kimsesiz çocuklara, yoksul kadınlara yardım etmek, ekmek ve iş olanağı sağlamak gibi “hayırseverlik” işleriyle uğraştı. Anlaşılan şu ki seslerini kısmakla iyi etmişlerdi, çünkü tam bu sıralarda İstiklal Mahkemeleri’nin darağacına gönderdiği insanların feryatları yükseliyordu.

1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ise kadınların siyaset yapma isteğine kulak tıkamak için yeni bir bahane olarak gösterilmişti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye’de mühim meselelerin olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazıyordu. İsyan bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu da etkisini göstermiş, kadınlara yönelik ciddi bir “yasaklar” uygulaması başlatılmıştı. Bu zorlamalar sonucunda 1926’da kadın birliği, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olabilmek için başvuru yaptı. “Kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” şeklindeki açıklamalarla, yapılan başvuru kabul görmedi. Birlik içerisindeki bazı Kemalist kadınlar yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” iddia ederek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları yılmadı, farklı şehirlerde şubeler açıp, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan genel seçimlere katılmak için kampanyalar başlatmak istedi, ancak teklif yine kabul edilmedi. Kadınlar bunun üzerine seçime erkek bir aday ile katılma kararı aldılar. Kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını kesen Kenan Bey, alaylara tahammül edemeyince kadınlar bu kez adaysız kaldı. Kadınların siyaset yapma mücadelesi, Nezihe Muhiddin hakkında “birliğin kasasındaki parayı kişisel amaçlarla harcadığı” gerekçesiyle soruşturma açılması ve birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sona erdirildi.

1930’da kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1934’te ise Cumhuriyet’in erkekleri tarafından uzun yıllar tanınmayan mücadelenin sonucunda seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan meclise girmeyi bir türlü başaramayan Nezihe Muhiddin, tarihte iz bırakan diğer birçok kadın gibi bir akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.

1935’ten 2013’e gelindiğinde…

78 yıl önce parlamentoya 17 milletvekili gönderen, ara seçimde de 1 milletvekilinin katılımıyla 18 sandalye kazanabilen kadınlar, 2013’e gelindiğinde ise 79 vekille mecliste yer tutmayı sürdürüyorlar. 1983 seçimlerine kadarsa 10’u aşmayan sayılarla temsil edilen kadınlar, darbenin ardından yapılan ilk seçimde ironik bir şekilde 12 sandalye kazanabildi. Buna karşın, kadın milletvekillerinin kabinede temsili, genelde tek isimle sınırlı kaldı. Tansu Çiller dışında Başbakanlık görevini üstlenen başka kadın olmadı. Günümüzde eşbaşkanlık sistemi ve yüzde 40 kadın kotasını getiren BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ise bir ilke imza attı. Parlamento da BDP’nin kadın temsiliyet oranının diğer mevcut siyasi partilere göre daha fazla olma nedeniyse, Kürt kadınının yaşamsal olanı politikleştirerek, Kürdistan özgürlük hareketi içerisinde deneyimledikleri öz örgütlenme konusundaki sürekli kararlılıktır.

Kadın Yolu dergisinin arasına sıkıştırılan radikal bildiri

Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tarafından 1925’te yayımlanan Kadın Yolu isimli derginin dördüncü sayısını devletçi, milliyetçi ve militarist bulan bir grup kadın, yazılanları eleştirmek maksadıyla gizlice derginin sayfaları arasına bir dizi talepler sıralamıştır. Tarihsel dönem açısından oldukça radikal olan bu talepler, derginin nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir kitapçıktan alınmıştır. Bu şekilde varlığına ulaşılarak edinilen bu belge, hem Osmanlı kadın hareketi tarihi yazımı açısından hem de özellikle anarşist kadın hareketinin benimsediği söylemleri taşıması açısından önemlidir. Bildiride yazanlar şu şekildedir:

-Zevcelik ve validelik tabiatın emri, mukaddes vazife değildir.

– Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe edilmemelidir.

– Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder.

– Irk-ı milliyetçilik vatanperverlik değildir.

– Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez.

– Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.

Bu bildiri anlaşıldığı üzere kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen durumların bir reddedişidir. Yaşamsal olanın siyasallaştığı fikrinden yola çıkacak olursak, yazılanlar seçim hakkı talebinden çok daha ötedir. Bu belge adeta bir kadın özgürlüğü manifestosudur.

Bildirinin ilk maddesinde evliliğin, ailenin ve anneliğin kutsal bir durum olmadığından bahsedilmektedir. Anarşist kadın hareketi bahsedilen kutsallığı, bu yapıları ve içinde barındırdığı ilişki biçimlerini erkek egemen bir toplumda erkeğe yönelik birer hizmet aracına dönüşmesi dolayısıyla eleştirmektedir. Günümüzdeki mevcut aile yapısı hem sosyal hem de ekonomik olarak kadının sömürüldüğü bir mekanizmadır. Aile, devlet eliyle sağlamlaştırılan, hiyerarşik olarak erkekte belirginleşen iktidarlı ilişkiyi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ile olağanlaştırmaktadır. Erkek egemen toplumda annelik kutsal vazife olarak addedilen bir kavram olarak “ev kadınlığı” ve “çocuk bakımı” gibi durumların yaratmış olduğu ekonomik ve sosyal sömürüyü kadınlar üzerinden yükseltir. Dolayısıyla tüm bu sorunsallar aslında iktidarlı ve erkek egemen toplumsal yapının sorunsallarıdır. Radikal olan bildiride yazılı olanlar değil, bu toplumsal yapının bizzat kendisidir. Çözüm de bu toplumsal yapıda var olan ilişki biçiminin öncelikli olarak reddedilmesi ve mevcut toplumsal yapının kökten değişmesidir.

Bildirinin ikinci maddesinde zorunlu askerliğin kaldırılmasından bahsedilmektedir. Günümüz anarşist kadın hareketi bu konuda “vicdani ret” mücadelesini dillendirmekte ve anti militarist bir anlayışı yaşamlarda örgütlemek için çabalamaktadır. Evlatlarını askere göndermeyerek böylelikle de savaşın bir unsuru olmalarını engelleyen kadınların da mücadelesine dönüşen vicdani ret hareketi, yaşadığımız bu topraklarda filizlenmeyi sürdürmektedir. Vatanın kutsallığı da tıpkı ailenin kutsallığı gibi sadece bir devlet propagandasıdır.

Bildirinin üçüncü maddesinde ahlak konusuna değinilmiştir. Yaşadığımız coğrafyada da toplumsal ahlak olarak tanımlanarak çoğu kez kadınların öldürülmesiyle belirginleşen cinayetler bizzat kadınların en önemli sorunlardan biridir. “Erkeklik en çok erkeği ezer” sözünden hareketle toplumda kültürel bir olguya dönüşen “erkeklik” kavramının en büyük korkusu kadınsılaşmaktır. Yaşadığımız toplumda bu kültürden beslenen erkek, cinselliğe ve kadın bedenine karşı duyduğu büyük endişe nedeniyle şiddete başvurmaktadır. Çünkü varoluşunu ve iktidarını ancak kadını öldürerek kazanabilir. Erkek, erkekliğinin onaylanmadığını ve tehdit altında olduğunu hissettiği her an, kadınsılaşmamak adına her şeyi yapar. Oysaki ahlak denilen şey, her bireyin kendisinin vicdani sorumluluğudur.

Dördüncü maddede bahsedilen vatanperverlik sözüyle anlatılmak isteneni ise anarşist Emma Goldman öyle güzel bir dille ifade etmiştir ki; “Peki nedir vatanseverlik?” diye sorulduğunda şu sözlerle karşılık verir;

“Bir kişinin doğduğu topraklara çocukluk anılarının, umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizi neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyonlarca parlayan yıldızı sayıp ruhlarımızın derinliklerine işleyen gözümüzün nuru mu? Kuşların müziğini dinleyip onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımızın olmasını dilediğimiz yer midir? Kısacası her santimetrekaresinin güzelliği eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiğimiz bu yere duyulan aşk mıdır? Eğer vatanseverlik buysa pek azımız vatanseverdir. Çünkü oyun mekanları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların sesini ise sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ve efsanelerle ilgili hikayeler de dinleyemeyiz, çünkü annelerimizin öyküleri acı, gözyaşı ve kederi anlatmaktadır.

O halde nedir vatanseverlik? “alçakların son sığınağıdır” ve diğer yandan vatanseverlik yapay bir şekilde yaratılmış yalanlar ve yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan, insanı özgüveninden ve değerlerinden kopartırken, ona anlamsız bir kibir ve gurur katan, gerçekten de bir egoizmdir.”

Yaşadığımız topraklardaysa “vatan uğruna” ve “milliyetçilik” adına bir bir katledilen kardeşlerimizin acısı henüz taptazeyken “vatana hizmet için çalışacağız” vaatleri, vatanperver bu alçakların seçim demokrasisi yalanıdır.

Beşinci maddede siyasal hakların meclise girme ve oy verme hakkıyla edinilemeyeceği söylenmiş; altıncı maddede ise bireyin hürriyetinden ve iradesinden bahseden sözlerle asıl anlatılmak istenen gerçek demokrasi olmuştur. Sözümüz kendi bireyliğimizde, kendi kararlarımızla, irademiz ve gücümüzle bu vatanperver alçakların karşısında ancak karşılık bulmalıdır.

“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” Emma Goldman

Sandığı yüklenmek…

“İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Kaderinki gibi, kurtarıcı sandıklarımız katilimiz olduğunda, buna da kader deyip geçiyoruz. Tıpkı “iyi yaşamak için iyi bir yöneten” gerektiği yalanına zorla inandırıldığımız gibi. Bizi yönetmek isteyenlerin seçim sandıklarına, tıpkı çeyiz sandıkları gibi onca değerli hayalimizi çaresizce teslim ediyoruz. Yıllarca biriken bu hayaller bir sandıkta gerçekleşsin diye, “iyi yaşamak” hakkımız diye, en nihayetinde özgürlük arayışında biçare yükleniyoruz bu sandıkları. Kendimiz dışındaki kurtarıcılar da zaten bizi bir tek bu sandıklarla kurtaracaklarını söylüyorlar; bizse kurtuluşu bu sanıyoruz, vaatlere kanıyoruz, sandığı yükleniyoruz, taşıdıkça altında eziliyor, ezildikçe yaşamdan vazgeçiyor, vazgeçtikçe de kaybediyoruz. Çocuk gelin Kader gibi ölüyoruz.

Yerel seçimlerin yaklaştığı, iktidarların seçim vaatleriyle ortalarda dolandığı, bir oy için binlerce yalanın üretildiği bir dönemdeyiz. Kadınlar yerel seçimleri konuşup, tartışırken elbette kendi hayallerinin gerçekleşmesi noktasındaki kararlar üzerine düşüneceklerdir. Yani kadınlar için yine bir seçim zamanı.

Oysa ne “iyi bir yaşam” var yaşadığımız düzende, ne “iyi bir yöneten”, ne de “ iyi bir eş” kadınlar için. Özgürlükse şayet peşinden koştuğumuz, özgür bir yaşamsa istediğimiz öncelikle iktidarlı ve erkek egemen bu düzeni yıkmalıyız. Yıktıkça, her an, kendi ellerimizle yaratmalıyız özgür yaşamı. Kaderi bozmak, ancak özgür bir yaşam için hayallerimizi sandıklara teslim etmeden, sandığı yüklenmeden, kaderin yazgısına başkaldırabilmektir. Çünkü ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar.

 

Zeynep Kocaman

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/sigmaz-sandiklara-hayaller-zeynep-kocaman/feed/ 0
Rüzgar’ın Sürüklediği Şair Füruğ Ferruhzad https://meydan1.org/2014/03/06/ruzgarin-surukledigi-sair-furug-ferruhzad/ https://meydan1.org/2014/03/06/ruzgarin-surukledigi-sair-furug-ferruhzad/#respond Thu, 06 Mar 2014 16:59:53 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/ruzgarin-surukledigi-sair-furug-ferruhzad/ Füruğ Ferruhzad, İran’ın İslami devrimi öncesinde yaşamış ve hayata erken veda etmiş kadın şairlerdendi. 5 Ocak 1935 günü başkent Tahran’da dünyaya geldi. Babası Muhammed Ferruhzad ve annesi Turan Veziriteber’in yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Oldukça sert ve soğuk bir karaktere sahip, asker bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Füruğ, yetişmesinden gelen bu baskıyı yaşamı boyunca kendi iç […]

The post Rüzgar’ın Sürüklediği Şair Füruğ Ferruhzad appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Füruğ Ferruhzad, İran’ın İslami devrimi öncesinde yaşamış ve hayata erken veda etmiş kadın şairlerdendi. 5 Ocak 1935 günü başkent Tahran’da dünyaya geldi. Babası Muhammed Ferruhzad ve annesi Turan Veziriteber’in yedi çocuğundan üçüncüsüydü.

Oldukça sert ve soğuk bir karaktere sahip, asker bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Füruğ, yetişmesinden gelen bu baskıyı yaşamı boyunca kendi iç dünyasında hissetti. Fakat babası tam anlamıyla bir şiir tutkunu da olduğu için, bu durum, Füruğ’un şairliği üzerinde olumlu bir etki yarattı. Çelişkiden olumlu bir dönüştürüm yaratan Füruğ, ilkokulu bitirdiği yıl babasının da konuya olan ilgisiyle, önce şiir okumaya, sonra da yazmaya başladı. “Buradan uzakta, buradan uzakta” şeklindeki ilk dizelerini söylediğinde Füruğ, liseye henüz yeni başlamıştı. Bu noktada Tezer Özlü’yü anımsamamak imkânsız. Yaşamın tek anlamının “gitmek” olduğunu söyleyen, başkaldırı ruhu taşıyan, radikal bir yazar o da. Gerçekten, dar kalıplara, baskı ve dayatmalara karşı çıkmak için “gitmek” de gerekebilir bazen.

Bu dönemde ilgisi yalnızca şiirle sınırlı kalmadı. Çok güzel kompozisyonlar yazarak düzyazıdaki başarısını da sergiledi. Sıra arkadaşlarından birinin anlattığına göre, Füruğ’un ne yazık ki hiç sevmediği ders kompozisyondu. Çünkü öğretmeni sürekli olarak yazdıklarının kendisine ait olmadığını, başka yazarlardan kopyaladığını öne sürdü.

17 yaşında Perviz Şapur ile evlendi. Eğitimine eşinin yanında Ahvaz’da devam etti. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār’ı dünyaya getirdi. Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında Füruğ, eşinden ayrıldı. Mahkeme Kāmyār’ın velayetini babasına verdi.

Füruğ, Tahran’a geri dönüp şiir yazmaya devam etti ve Esir adını verdiği ilk kitabını yayınladı. Kısa bir süre sonra iki kitabını daha piyasaya sürdü. Bunlardan ilki “Duvar” ve diğeri de “İsyan” dır.

Şiir yazmaya başlamasını şöyle anlatır Füruğ: “On üç-on dört yaşlarında birçok gazel yazdım, fakat hiçbirini yayınlatmadım. Ben bir zamanlar şiir söylerdim, bende öylesine içgüdüsel olarak kaynardı. Her gün iki üç tane, mutfakta, dikiş makinesi karşısında yazıverirdim. Çok okurdum ve az buçuk da yeteneğim vardı. Bir yolunu bulup geri vermeliydim. Bunların şiir olup olmadıklarını bilmiyordum, fakat o günlerin ben’i olduklarından kuşkum yok. İçtenliklidirler ve çok kolay olduklarını da biliyorum. O zamanlar daha yoğrulmamıştım. Kendi dil ve biçimimi, kendi düşsel dünyamı bulmamıştım. “Ailevi yaşam” dediğimiz dar ve küçük bir çerçevede tıkılı idim. Sonra ansızın tüm sözlerden boşaldım. Çevremi değiştirdim, daha doğrusu zorunlu ve kaçınılmaz olarak değişti.”

Yirmi iki yaşında yazar ve yönetmen İbrahim Gülüstan’la tanıştı ve sinemaya başladı. Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yaptı. 1962 yılında yaptığı bir belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filmler Festivali’nde birinciliği elde etti.

1962 yılında Unesco Ferruhzad hakkında bir belgesel film yayınladı. Aynı yıl Bernardo Bertolicci de İran’a gelerek Ferruhzad’la ilgili bir belgesel yaptı.

1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya’da düzenlenen Ober Havzen Film Festivali’nde en iyi film ödülünü aldı. Film Onat Kutlar’ın tanımıyla, cüzamlılar gerçeğini bir masal boyutuna ulaştırıyordu, acı, korku ve unutma duyguları veren bir masal. O, bu filmi Tebriz’deki Baba Bağı Cüzamlılar Evi’nde on iki günlük bir çalışmayla çekmişti. Ve cüzamlıların güvenini kazanmak için bu süre içerisinde onlarla yaşamıştı. Bu film sonrası Cüzamlılar Evi’nde tanıdığı Hüseyin’i evlat edindi.

1964 yılında şiirinde dönüm noktası sayılan “Yeniden Doğuş” isimli kitabını yayınladı.

13 Şubat 1967 tarihinde öğleden sonra saat 14.30’da stüdyoya gitmek için hızla seyir halindeyken karşısına çıkan okul aracına çarpamamak için direksiyonu kıran Füruğ, aracından fırlayıp, boynunun kırılmasıyla 32 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Modern İran şiirine önemli katkılar sağlayan şairin ölümünden sonra çalışmaları Soğuk Mevsim adı altında bir kitapta toplandı. Michael Hillman, Yalnız Kadın adıyla onun hayatını ve şiirlerini 1987 yılında yayınladı. Şairin şiirleri ve yaşamı hakkında daha pek çok makale ve kitap yayınlandı, hayatı filme çekildi.

Füruğ Ferruhzad şiirlerinde derin bir yalnızlık duygusu dikkat çeker. Bu yalnızlığını en çok belli ettiği şiiri “Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım” dır. İşte o şiirden bir bölüm:

“…

Üşüyorum

Üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınamayacağım

Ey sevgilim! Ey tek sevgilim “kaç yıllıktı acaba o şarap?”

Bak burada

Ne kadar ağır zaman

Ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi!

Niçin hep denizin altında tutuyorsun beni?

Üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum

…”

Bunun yanında, şiirlerinde kadınların sorunlarını da ele almakta, İran toplumunun kadınlara uyguladığı ayrımcılığı eleştirmektedir. Bu fikirleri zaman zaman şiddetli tartışmalara yol açmıştır. İran’da kadınların yaşamlarının daha iyi koşullara kavuşmasını savunan Füruğ, dönemindeki Şah’ın despotluğuna da karşı çıkmıştır. Şiirleri kimi zaman İran toplumunca erotik bulunmuştur. İran şiirinde kadının sesini, tecrübelerini, duygularını, ümit ve beklentilerini, aşk ve ihtiraslarını, küskünlük ve umutsuzluklarını dillendirdi. Ve onda özel olan boyalanmamış, tüm açıklığıyla ortaya konulan, dokunaklı, müzikli ve bir yandan da coşku ve heyecan dolu anlatımdır. Bunun yanında o, erkekleri de inceleyen ve tanımlamaya çalışan az sayıdaki doğulu kadın şairden biridir. Şiirlerinde kadınlar ilişki ve aşk temalarıyla sınırlanmayan, cinsellikte kendini tanımlamış olan, beklenti ve sanrılarından kurtulmuş kadınlardır. Erkekleri de kendilerine biçilen geleneksel elbiseleri içinde kalmazlar.

Şiirlerinde işlediği temel konu aşktır. Ona göre modern İran edebiyatı gerçek sevginin ne olduğunu pek bilmez. Orada aşk o kadar abartılı, kederli ve acı doludur ki, bugünün telaşlı ve sinirli insanı onu bu haliyle sindiremez. Bu şiirlerde aşk, insanın en güzel ve en saf duygusu değildir ve iki vücudun bütün güzelliği ile adeta tapınmayı andıran beraberliği “ilkel bir gereksinim” olarak tanımlanıp basitleştirilmiştir.

“…

kara ve soğuk parmaklıklar ardından

gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru

bir elin uzanışını düşlüyorum, diye

ansızın ben de uçayım sana doğru

…”

Tutsak adlı şiirinden…

Füruğ, aşkla ilgili bütün değerleri radikal bir biçimde yeniden değerlendirmiştir. Yine de o, iki eşit ve aynı derecede önemli duygu arasında kalmıştır: suçluluk duygusu ve korkuyla, şehvetli bir vücudun arzuları. Şiirleri yasaklanmışlıklar çölünde birer vaha gibidir. Aşk ilişkilerinde ve sonrasında kendini tanıdığını, tanımladığını söyleyecektir. Sakat, başarısız aşk ilişkileri, tamamlanmamış birliktelikler içinde o, erkeğin duygusal dünyasına örttüğü peçeyi kaldırmış ve ardından sonsuz bir yalnızlığa ve yalınlığa gömülmüştü.

İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin 1999 yapımı Rüzgâr Bizi Sürükleyecek filminin adı, şairin bir dizesinden alıntıdır. Ayrıca Fransız Rock Grubu Noir Desir grubunun “Le vent nous portera”/ “Rüzgâr bizi sürükleyecek” adlı şarkısı da Füruğ’un söz konusu şiirinden ilham alınarak bestelenmiştir.

Kitapları

Tutsak (Esir) (1952)

Duvar (1957)

İsyan (1959)

Yeniden Doğuş (1964)

İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına (Bu kitabı tamamlayamadan 1967′de öldü.)

Türkiye’de Yayınlanmış Kitapları

Sadece Ses Kalıcıdır, Çev. Cavit Mukaddes, YKY, Ocak 1997.

Sonsuz Günbatımı, Çev. Onat Kutlar, Celal Hosrovşahi, Ada Yayınları, Şubat 1989.

Bütün Şiirleri, Çev. Kutlukhan Eren. Şule Yayınları 1999.

Dünya Sevmek İçin Çok Küçük, Çev. Kenan Karabulut, Gri Yayınevi Mart 2006.

Furuğ, Çev. Kenan Karabulut, Gendaş, Ekim 2002.

Ödülleri

1962 yılında yaptığı belgeselle İtalya Belgesel Filmler Festivali’nde birincilik.

1963 yılında “Kara Ev” filmiyle, Almanya Oberhausen Film Festivali’nde en iyi film ödülü.

 

Utku şentürk

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post Rüzgar’ın Sürüklediği Şair Füruğ Ferruhzad appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/ruzgarin-surukledigi-sair-furug-ferruhzad/feed/ 0
Yalınayak https://meydan1.org/2014/03/06/yalinayak/ https://meydan1.org/2014/03/06/yalinayak/#respond Thu, 06 Mar 2014 14:38:31 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/yalinayak/ Yakın zamanda, Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde gardiyanların yaptığı bir koğuş aramasının görüntüleri medyaya yansımıştı. Medyaya yansıyan aramaların görüntüleri, iki kayıttan oluşuyordu. Birinci kayıtta arama yapılmasına direnen iki tutsağın gardiyanlar tarafından zorla dışarıya çıkarıldığı ve her bir tutsağa 4-5 gardiyanın saldırdığı görülüyordu. İkinci kayıtta ise, tutukluların çamaşır leğeninden yaptıkları basketbol potası “yasak” denilerek sökülüyor, […]

The post Yalınayak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yakın zamanda, Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde gardiyanların yaptığı bir koğuş aramasının görüntüleri medyaya yansımıştı. Medyaya yansıyan aramaların görüntüleri, iki kayıttan oluşuyordu. Birinci kayıtta arama yapılmasına direnen iki tutsağın gardiyanlar tarafından zorla dışarıya çıkarıldığı ve her bir tutsağa 4-5 gardiyanın saldırdığı görülüyordu. İkinci kayıtta ise, tutukluların çamaşır leğeninden yaptıkları basketbol potası “yasak” denilerek sökülüyor, camın tozuna parmakla yazılmış bir yazı tutanak altına alınıyor ve soruşturma sebebi oluyordu. Yayınlanan bu son görüntülerle birlikte, cezaevlerindeki keyfi uygulamalar tekrar gündeme geldi.

Türkiye ve bölge illerinde bulunan cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri, 2014 yılının ilk iki ayında da devam etti. İnsan Hakları Derneği’ne gönderilen mektuplarla, milletvekillerinin cezaevi ziyaretleriyle, hazırlanan raporlarla ortaya çıkan sonuçlar gösteriyor ki cezaevlerinde keyfi uygulamalar artarak sürüyor. Cezaevi yönetimlerinin dayatmacı uygulamalarıyla özellikle siyasi tutsaklar iradesizleştirilmek ve tektipleştirilmek isteniyor.

Üst arama, ayakkabı çıkartma, çıplak arama, sohbet hakkının ve kurs-atölye-hobi çalışmalarının engellenmesi gibi birçok şekilde tutsaklara uygulanan bu yıldırma politikalarına direnenler ise, cezaevi yönetimlerinin tehdidi, baskısı ve cezasıyla karşı karşıya.

Cezaevlerinde yaşanan bu keyfi uygulamalar ve hak ihlalleri hız kesmeden sürerken, İzmir 1 No’lu Kırıklar F Tipi Hapishane’den bir tutsak da gazetemize ulaşarak, kaldığı cezaevinde yaşanmakta olan uygulamalardan bahsetti. Uzun yıllardır tutsak olan Serkan Kocakaplan, kaldığı cezaevinde henüz başlayan ve cezaevlerinde giderek yaygınlaşacak olan “görüş kabini uygulaması”nı şu şekilde özetledi:

“…Adalet Bakanlığı’nın 13 F Tipi cezaevinde uygulamaya çalıştığı, avukat/tutuklu görüş kabinleri “yenileniyor”. Yeni uygulamayla birlikte, hükümlü ve tutuklunun getirildiği koridora açılan kapı dışında, kabinin üç cephesi de camdan yapılacak. Bu durumda, tutsakların avukatlarıyla yaptığı görüşmeyi görevli gardiyanın yanı sıra, herkes izleyebilecek. Bu durum, avukat-müvekkil mahremiyetinin ihlali anlamına gelmekte ve savunma hakkı ortadan kalkmaktadır. Bu uygulama şu an Kırıklar 1 No’lu ve Bolu F Tipi hapishanelerinde uygulanmakta. Ayrıca uygulama için Sincan ve Kandıra F Tipi hapishanelerinde de inşaatlar sürmekte. Bu uygulamaya karşı çıkan tutsaklar ise darp edilmekte, tutsakların savunma hakları ellerinden alınmaktadır.

Ayrıca havalandırmalara takılan ve tutsakları gözetleyecek olan kameraların, tutsaklar tarafından sökülüp idareye teslim edilmesi ile ilgili, cezaevi idaresi birçok tutsağa 20’şer günlük hücre cezası vermişti. Bu konuyla ilgili olarak Adalet Bakanlığı’na yapılan itirazlar ise çoğu zaman olduğu gibi dikkate alınmamaktadır…”

Devlet, mücadele edenleri hapsederek korkutabileceğini düşündüğünü cezaevlerinde, tutsakları yıldırmaya çalışıyor. Açılan soruşturmalarla, verilen cezalarla, uzun tutukluluk süreleriyle, “avukat-müvekkil mahremiyeti”ni engelleyecek yeni uygulamalarla, tutsaklar üzerindeki baskısını artırmayı sürdürüyor. Tutsaklarsa, üzerlerindeki tüm baskıya rağmen direnmeyi, mücadele etmeyi sürdürüyorlar; içeriden bize ulaşan tutsak arkadaşımız Serkan Kocakaplan gibi “her şeye rağmen bir şeylerin değişeceğine dair umutlarını koruyorlar”…

The post Yalınayak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/yalinayak/feed/ 0
Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) https://meydan1.org/2014/03/06/anarsistlerin-secim-tartismalari1-2/ https://meydan1.org/2014/03/06/anarsistlerin-secim-tartismalari1-2/#respond Thu, 06 Mar 2014 14:27:35 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/anarsistlerin-secim-tartismalari1-2/ Meydan: Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı? Zlatko-FAB: Belki 5-6 farklı parti var – yöneten sınıfın yaklaşan seçimde ihtiyacı olan çember sayısı kadar (eski Komünist […]

The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Meydan Gazetesi’nin daha önceki sayılarında yer verdiğimiz Anarşist Ekonomi Tartışmaları’na iki aylık bir ara verdik. Bu iki aylık süreç içerisinde ilgili bölümü, farklı coğrafyalardan anarşist birey, grup ve örgütlerle “seçimler” başlığıyla gerçekleştirdiğimiz röportajlara ayırdık. Bu röportajları yaparken ilgili birey, grup ve örgütlerden, bağımsız bir durum ya da süreç olarak seçimleri ele almaları yerine, o coğrafyanın siyasi-ekonomik gerçekleri düzleminde bir seçim değerlendirmesi yapmalarını talep ettik. Yaşadığımız coğrafyadaki yaklaşan yerel seçimleri değerlendirirken, daha sağlıklı yorum yapabilme imkanı verecek olan bu deneyim paylaşımlarını, bu yazı dizisinde yayınlıyoruz.

Bu çerçevede, doğrudan demokrasi-seçimler; öz-yönetim-temsiliyet karşıtlıklarını düşünme fırsatı bulurken, anarşizmin seçimlere ilişkin sözünün altı boş bir “oy vermeme” kampanyası olmadığını, farklı bir siyasal gerçeklik arayışı ve uygulanışı olduğunu gözler önüne sermeye çalıştık. Yer verdiğimiz farklı yorum ve değerlendirmelerin, Anarşist Ekonomi Tartışmaları bölümünde uyguladığımız hemen sonuca varmayan, irdeleyen, anlamaya çalışan yöntem biçimiyle benzerlik taşıdığını düşünüyoruz.

İlk yazımızda, Avustralya’dan Melbourne Anarşist Komünist Grubu’ndan David; Bulgaristan Anarşist Federasyonu’ndan Zlatko; Anarşist Federasyon (Fransa)’dan Fred ve anarkismo.net’in editörlerinden Şilili José Antonio Gutiérrez D. ile yaptığımız röportajlara yer verdik.

Bu tarz bir sürecin sonunda ortaya çıkacak siyasi tahayyülün Chiapasları, Rojavaları, Taksim-Gezi İsyanlarını anlamada bir bakış açısı sağlamaya katkıda bulunacağını umarak, Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’nın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.

 

Meydan: Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?

Zlatko-FAB: Belki 5-6 farklı parti var – yöneten sınıfın yaklaşan seçimde ihtiyacı olan çember sayısı kadar (eski Komünist partinin “Doktrin” ve “Devlet güvenliği”, bugünün “İşadamları”, “Oligarkları” ve “Mafyası”). Yöneten sınıfın dışında bir grup insanı temsil edebilen hiçbir parti yok. Bütün bu partiler bir şekilde yöneten sınıf tarafından yaratılıyor ya da destekleniyorlar. Siyasi partilerin izledikleri yol ve programlarında ufak değişiklikler var.

Bunun sebepleri, gücün yöneten sınıflar arasında yeniden paylaşımı ve “sıradan seçmenin” politik farkındalığının gerilemesi. Yöneten sınıfın içindeki bölünmeler, bu partilerin siyasetini de etkiliyor ve her geçen sene daha zayıf ve dağınık hale geliyor. Yani eğer bir hareket varsa da yanlış yönde gidiyor (eğer seçimlerin “halkı iktidara” getireceğini düşünüyorsanız).

Güncel duruma gelince – hükümet berbat (şimdiye kadar gelen tüm hükümetler gibi temelde yöneten sınıfı gözetiyor); halk, partilerin kendisini hiçbir şekilde temsil ettiğine inanmıyor; parti üyeleri kendi çıkarları için orada kalıyorlar. “Sınıflar”, “temsil edilen gruplar” ve benzeri herhangi bir siyasi gündem yok.

Bu yüzden halk siyasi partilerde herhangi bir umut görmüyor ama bu ülkede başka şekilde yaşayabileceklerine inanmıyorlar. “Batıda”, gerçekten işleyen, “normal devletler” olduğuna inanıyorlar. Çünkü “bizim” devletimizde yöneten sınıf, insanları “bir şeylerin değiştiğine” inandırmak için “yeni” politikacılarla “yeni” partiler ve hareketler yaratıp duruyor.

Fred-IFA: Siyasi partiler gerçekte değişmezler. Yenileri oluşturulabilir – ya da isim değiştirebilirler – ama hep aynı politikacıdır. Yeni partilerin ortaya çıkması, sadece o kişilere bir iş bulmak içindir. Aslında 6-7 ana parti var. Diğerleri bu gruplara katılabilir ya da yereldir. Bunların yarısı sol-kanattır ama ana sorun toplumun sağ yanıdır ve tabii iki ana partinin. Eşcinsellere ve Romanlara karşı yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık artıyor. Daha önce eşcinsel evliliğine karşı gösteri yapan aşırı sağcı gruplar, farklı başlıklarda örgütlenmeye devam ediyor: Eşitlik karşıtlığı, kadın hakları karşıtlığı vb. En büyük değişim, toplumda büyük takipçisi olan aşırı muhafazakar grupların saldırılarında, hatta bazıları çok şiddetli.

Diğer yandan siyasi partilerin genelde o kadar fazla etkisi yok. Birçok insan oy vermiyor ve politikacılara güvenmiyor. Fakat diğer kolektif yapının daha fazla etkisi yok. Örneğin sendikalar etkilerini kaybediyor, çünkü bir mücadele olduğunda gidebilecekleri kadar ileri gitmiyorlar. Grevi durdurup politik açıklama talep ediyorlar… Ama politikacılar işçilerin haklarını yok ederken patronlar için iyi çalışıyorlar.

Değişmesi gereken şey, insanların bireyci düşünce yapısı çünkü kolektif olarak kazanmanın yolunu bulamıyorlar.

David-MelbACG: Avusturalya’da ulusal seçimler Eylül’de yapıldı ve bir hükümet değişikliğiyle sonuçlandı. Liberal Ulusal Parti (LNP, merkez sağ) %10’un üzerinde bir farkla kazandı. İki ana parti, LNP ve Emek (merkez sol) insan hakları ve ekonomi üzerine benzer politikalar ile yürüdüler. İki parti de eşcinsel evliliği desteklemiyor (Avustralya’nın çoğunluğu desteklediği halde), ikisi de mülteci göçünü azaltmak için sığınmacıların hapse atılmasını onaylıyor. Liberal partinin resmi görüşü iklim değişikliğine inanmıyor (çoğu Avustralyalı inanıyor). Emek partisi inanıyor ama çözüme yönelik etkili değişiklikler yapmıyor. Üçüncü bir parti var, oyların %9’unu alan, sosyal demokrat (ılımlı sol), çevreci ve sosyalist odağı ama aslında sosyal kapitalistler olan Yeşiller.

Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?

Jose A.: Bu soruda, anarşistlerin toplumsal mücadele içindeki rolünü anlamak çok önemlidir. Solda seçimlere katılan müttefiklerimiz olabilir ve onlara sempati duyabiliriz ama bizim rolümüz her durumda iki tarafı keskin kılıç olan seçim alanında değildir. Seçimler belirli bazı meseleleri ileri taşımak için yararlıdır ama burjuva kurumlarının meşruiyetini pekiştirirler ve gerçek mücadelenin nerede olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratırlar: Sınıf mücadelesinde ve mevcut düzene karşı halk hareketinde. Solun bir kısmının bu taktiği kullanmak istemesini anlasak da, bizim rolümüz sokaklardadır, doğrudan demokrasiyi, halkın gerçek gücünü, tabandan yukarı toplumsal örgütlenmeleri yaratmak, gücü yöneten sınıftan, kapitalistlerden alıp işçilere, sıradan insanlara vermektir.

Zlatko-FAB: Bulgaristan genelinde anarşist hareket içindeki bireylerin hepsi aynı değil. Bazıları, bazen, birbirlerini eleştirmekle ya da medyanın vurguladığı ama kitleler için önemli olmayan sorunlar üstüne çalışmakla çok fazla meşgul oluyorlar. Medyanın tamamen yok sayması ve yöneten sınıfın diğer ezme biçimlerinden ayrı olarak, bu da siyasi durumda eksik olan anarşist etkinin nedenlerinden biri. Sadece halkın değil, çoğu “aktivist’in” de modern toplumsal ezme biçimlerinin üzerine kurulduğu toplumsal ilişkiler ve sınıfsal yapı konusundaki anlayışı eksik. Bu yüzden, “anarşistler” insanlarla konuştuklarında ana akımın söylediğinden farklı bir şey söylemeleri gerekmiyor ve söyleseler bile kimse anlamıyor. Ben ikinci problemin çok önemli olduğuna inanıyorum ama bu röportajın konusu dışında.

Fred-IFA: Biz, anarşistler olarak sendikalarla, kolektif yapılarla (kütüphaneler, kooperatif, vb.) ve belirli anarşist gruplarla ilişkiliyiz. Uygulamada anarşist alternatifler diye tanımladığımız şeyi geliştirmeye çalışıyoruz. Öz-yönetimli yapıyı ya da alternatifi oluşturmak istiyoruz. Gruplarımızda, kütüphanelerde, gazetede, radyo programında vb. anarşist düşünceleri ve pratikleri yaymaya devam ediyoruz.

Siyasi partileri umursamıyoruz ve kolektif projelerde bile bu partilerle çalışmak istemiyoruz. Örneğin sol-kanat partileri Paris’te düzenlenen öz-yönetim fuarına katılmaya çalıştılar ama biz onları hala reddediyoruz. Toplumsal hareket istediği gücü ve perspektifleri kendi başına bulmalıdır, bu işi sözde uzmanlara bırakmamalıdır.

Bizim savunduklarımız öz-yönetim ve otonomidir.

David-MelbACG: Bazıları en sosyalist seçenek olarak Yeşiller’e oy veriyor ve bazı anarşistler Daniel Cohn-Bendit önderliğinde, siyasi değişimi bu yolla etkilemek için Yeşiller’e katıldılar ama pek başarılı olamadılar. Diğerleri tam anlamıyla anarşist bir platformda, seçimlere doğrudan karşı çıkıyor, genelde anti-kapitalist ekonomi, karşılıklı yardımlaşma farkındalığını yükseltiyor ya da bazen basit parodi ya da hiciv yapıyorlar. Avustralyalıların büyük çoğunluğu da seçimleri “eğer oy vermek herhangi bir şey değiştirseydi yasak olurdu” sözüyle eleştiriyorlar. Anarşist doğrudan eylem, politika değişimi ya da seçim sonuçları üzerinde çok etkili olmasa da, mülteci gözaltı merkezlerinin kapatılması gibi belirli durumlarda değişimi zorlayan etkili bir araç olduğu geçmişte kanıtlanmıştır.

Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşımın kamuoyunda nasıl bir yeri var?

Jose A.: Bazı insanlar dar bir politika anlayışına sahipler ve sadece ancak seçimlere katıldığınız zaman politik olduğunuzu düşünüyorlar. İnsanlara farklı bir yaklaşımla şunu anlatmak gerekiyor: Her gün, düşüncemizi her açıkladığımızda, sesimizi her yükselttiğimizde, komşularımızla, sınıf arkadaşlarımızla, iş arkadaşlarımızla bir araya gelip her karar aldığımızda politika yapıyoruz. Patronların, yöneten sınıfın en çok korktuğu politika budur: Çünkü bu politikanın sadece oyuncuları değil, oyunun kurallarını da değiştirme potansiyeli vardır. İnsanlar doğrudan demokrasiyi keşfedip kendi meselelerine gerçekten katılmayı ve gerçek gücü istediklerinde, devrimcilerin esas görevi bir alternatif göstermektir, insanların mücadele ederek zaten geliştirdikleri deneyimi daha da genişletmeleri için araçlar vermektir. Bugün ihtiyacımız olan, tabandan yukarı daha çok örgütlenme ve yaşamak istediğimiz tipte bir toplumu halk hareketiyle uygulamaya koymaktır. Yöneticiler bizi aksine, değişikliğin tepeden geldiğine ikna etmek isteseler de, birçok değişiklik bu yolla, doğrudan mücadeleyle, isimsiz kitlelerin politikaya akın etmesi yoluyla meydana geliyor.

Zlatko-FAB: Tabii ki boykotu yayıyoruz. Ve her sene seçimleri biz kazanıyoruz – halkın %50’si hiç oy kullanmıyor. Tabi ki bu kadar çok etki yarattığımızı iddia etmiyoruz. Bir alternatif olarak doğrudan demokrasi hakkında konuşuyoruz ve son yıllarda bu iyi karşılanıyor ama bunun nedeni maalesef bu terimin daha popülerleşmesi. İnsanların bunu nasıl algıladığı net değil – son zamanlarda birçok politikacı “öz-yönetim” ve “doğrudan demokrasi” kelimelerini kullanmayı seviyor, hatta bazen “ulusallaşma”, “güçlü-el” ve “vatan hainleri mahkemesi” ile birlikte. Halka açıklanacak çok şey var ama yandaş medyanın sesini aşmakta zorlanıyoruz.

Fred-IFA: Gerçek şu ki insanlar artık oy vermiyor. Bizim yapmamız gereken, onları oy vermemeye ikna etmek değil, direnmek için kolektif yapıyı oluşturmak ve somut dayanışmanın yeni biçimlerini yükseltmektir. Birçok ufak kolektif deneyim var ama büyük etkileri yok, çünkü çok yerel çalışıyorlar. İşlerimizden biri de bu deneyimleri daha büyük bir hareket oluşturmak için federe etmektir.

Şu anda çok fazla mücadele yokken, örgütlerimizi yeni insanları katmak konusunda güçlendirmeliyiz, büyük etkinlikler (kitap fuarı, uluslararası toplaşma) ya da şenlikler düzenlemeliyiz. Bazıları başarılı olabilir ama anarşist gruplar hala zayıf. Etkimiz, militan sayımızdan çok daha önemli ama onu da sayısal olarak ifade etmek zor.

David-MelbACG: Avusturalya medyası iki ana partiye ya da sağ kanat Hristiyan partilerin yarattığı sansasyonel manşetlere sıkıca odaklanmış durumda. Anarşistlerin çoğu seçimlere doğrudan tepki vermiyor. Bazı anarşistler, bloglar ya da bildiriler ve posterler yoluyla seçimler hakkında yorum yapıyorlar. Avustralya’da oy vermek zorunlu olduğu için birçok anarşist oy vermeyerek ceza riski alıyor ya da “oy verme” kartları ve broşürleri dağıtarak hapis riski alıyor. Bu taktiklerin başarısı çok az ve pek ilgi çekmiyor.

Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?

Jose A.: Türkiye’deki durumu bilmiyorum ama başlatılan hareket ne olursa olsun genel duruma bağlıdır. Anarşistler çoğu zaman çekimser oy ajitasyonu yaparlar ki bence bu esas meseleyi kaçırmaktır. Esas mesele seçim yanlısı ya da seçim karşıtı olmak değil, kendimizi neden seçim kampanyasıyla sınırlıyoruz? Bizim çoğu zaman negatif değil, pozitif bir formül ajite etmemiz gerekiyor: Bizim alternatifimiz seçim günü değildir, bizim alternatifimiz insanların mücadele ve örgütlenme kapasitesini artırmaktır, sadece mücadele yoluyla anlamlı değişimin meydana geleceğini göstermektir, iktidarda kim olursa olsun. Ben kişisel olarak bunun en iyi alternatif olduğunu düşünüyorum ama bu, bir çekimserlik kampanyası ya da bir seçim boykotu çağrısının yapılması gereken zamanlar yoktur anlamına gelmiyor, özellikle de mücadelenin yükseldiği ve insanların yönetici bloka karşı itaatsizliğin sesini güçlü çıkarabileceği zamanlarda. Bunlar hep genel duruma bağlı. Yine genel duruma bağlı olarak, istisnai zamanlarda, örneğin bir azınlık ya da ezilen grup için ya da yoğun tepki dönemlerinde ya da bir askeri cunta durumunda, bir sol kanat alternatifini desteklemek önemli bile olabilir. Fakat bunlar örgütlenme ve harekete geçme kapasitesinin ciddi şekilde sınırlandığı istisnai durumlardır. Anlaşılması gereken en önemli şey, bizim anarşistler olarak görevimizin başka yerde olduğudur, yeni bir dünya yaratmak için gerekli yetenekleri inşa etmemiz ve insanların kendi yeteneklerine güvenmelerini sağlamamız gerekiyor. Tam da bu nedenle anarşizmin amacı ve aracı arasında, taktiği ve stratejisi arasında çelişki yoktur. Biz ezilenler olarak doğrudan eylemi sadece mücadele mekanizması olarak değil, aynı zamanda tabandan yukarı yeni bir dünya yaratmak için öneriyoruz.

Kendimize sormamız gereken en önemli soru, halkın mücadelesi için eylemlerimizin etkisi ne olur, öz-yönetim kapasitesi için, nasıl ezildiğini ve nasıl sömürüldüğünü anlamak için?

Zlatko-FAB: Seçimleri, özel eylemler örgütleyecek kadar önemli görmüyoruz. Çoğu zaman kendi gazetemizde yazmaktan daha fazlasını yapmıyoruz ve belki sokaklarda duvarlara bazı sloganlar… İlk (ve “demokrasi” geldikten sonraki son) referandumda, farklı önerileri ve sahte oyları topladığımız bir kampanya başlattık ve bunları web sitemizde yayınladık. Toplumun farklı örgütlenmesi için bir alternatif önerecek kadar güçlü değiliz, sadece bunun hakkında konuşabiliyoruz ve yapabildiğimiz kadarıyla uyguluyoruz. Seçimler sadece bu konuda konuşmak için bir fırsat. Genelde insanlar onaylıyorlar, ama… Hepsi bu – yine gidiyorlar ve ‘”aha az kötü olanı seçiyorlar”.

Fred-IFA: Oy vermeme kampanyası duyurmamıza gerek olmasa da, olumlu perspektifi yükseltmek için “ideolojik” kampanya yapmak zorundayız: Öz-yönetim, bedava ulaşım, toplu satın-alma, vb. Yapması uzun süren bir iş. Biz seçimlerden sadece büyük bir kampanya yapmak için faydalanıyoruz. Kendi gündemimizi oluşturmak istiyoruz.

David-MelbACG: Herhalde en bilineni, sürekli Melbourne’de seçimlere katılan Joe Toscano’nun kampanyası. Bir sandalye kazanmak için en az %40 gerekirken genelde %1’den az oy alıyor. Medyanın merkez-dışı siyasete ilgisizliği nedeniyle anarşist farkındalığı ya da geniş toplumsal ya da ekonomik sorunları yükseltmek üzere ana akım dışında tasarlanmış kampanyalar büyük ölçüde yok sayılıyor.

Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet iktidarını amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?

Jose A.: ABD’den Mısır’a, dünya çapındaki hareketler bize demokrasinin radikal bir sorgulamasının olduğunu gösteriyor. İnsanlar dünyayı yöneten ufak elitin bütün bu oyunlarından bıktı, usandı. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, sonunda hep altlarındakileri aldatıp soyuyorlar. On yıllardır ilk defa, anarşistlerin bakış açısı milyonlara ulaşma potansiyeli taşıyan, eylemlilik için kullanışlı bir rehber haline geldi. İnsanların görüşleri genelde anarşizme yakınlaşıyor çünkü anarşist düşünce, ayaklanan işçi sınıfının pratiğinden türemiştir. Bu fırsatı kullanmamız ve programımızla kitlelere ilham vermemiz gerekiyor ama iki aşırı uçtan kaçınmalıyız: Faydacılık ve aşırı-ideolojileştirme. Reformlar için mücadele ve toplumsal dönüşüm arasındaki dengeyi korumamız gerekiyor. “Tek yol devrim” gibi geniş sloganlardan kaçınmamız ama devrimci amaçlarımızı kitlelerden gizleyip sisteme dokunmayan bir reformlar listesinin de ötesine geçmemiz gerekiyor. Net konuşmalıyız, uzun vadede toplumun radikal dönüşümünü amaçlayan en acil talepleri vurgulamalıyız. Bu kolay bir iş değil ama bir yerden başlamamız gerekiyor.

Zlatko-FAB: Eğer “doğrudan demokrasiye ilişkin deneyimler ve hareketler” sonunda “hükümet gücünü elde etmeyi” amaçlıyorsa, bizim kesinlikle “yeni toplumsal hareketlere” ve “seçimlerin yeni anlamına” karşı çıkmamız gerekir. Bu “yeni hareketin” önerdiği her şey, ezilen sınıfların gözlerini boyamanın yeni bir yolundan başka bir şey olamaz. Bulgaristan’da 100 yıldır her türden sosyalist hareket’le berbat deneyimler yaşadık ve bugün bile bazılarımız (FAB örgütü dâhil) eski komünist partinin ideolojik takipçileri tarafından aldatılıyor. Çalışmalarımız bazen bizi farklı gruplarla yan yana getirdi – ulusalcılardan komünistlere kadar, bir şekilde ihanete uğramadığımız bir seçim hatırlamıyorum. Anarşizmin bütün tarihi, ideolojik ödünün sadece zarar getireceğidir. Bunun hakkında yeterince bilgimiz var. Fakat iyi niyetli olduğumuz için, genelde diğer örgütlerle işbirliği aramamız anlaşılabilir bir durumdur. Ve çoğu zaman hata yaparız – insanları kabul etmemiz gerekir, ama ideolojileri değil.

“Yeni toplumsal hareket” eğer dünya için gerçek bir alternatif haline gelecekse hem kapitalizmi, hem de devleti reforme etme niyetinden vazgeçmelidir. Buharlı trene jet motoru takarak uzay gemisi yapamazsınız (tabii bir Cem Yılmaz filminde değilseniz).

Fred-IFA: Bize göre, seçimler kuralları değiştirmek için iyi bir yol değil. Biz hükümet gücünü elde etmek istemiyoruz, onu yok etmek istiyoruz. Toplumu örgütlemenin yolu kolektif mücadele biçimleridir. İspanya’da olanlar, örneğin, önemlidir. “Los Indignados”dan sonra İspanya halkı zorunlu göçlere ve büyük projelere karşı yeni örgütler oluşturdular. Bu hareket Arap ülkelerinde, Yunanistan’da devrimlere ilham verdi. Faşist ve aşırı muhafazakar grupların geri gelmesine dikkat etmemiz gerekiyor. Dinin iktidarına karşı da savaşmak gerekiyor. Birçok ülkede anarşizm kendi yolunu ararken yeniden doğuyor ya da yeni başlıyor. Birçok toplumsal hareket kendilerine anarşist demiyor ama bizim için onlar anarşist. Önemli olan kolektif olarak neyi inşa ettiğimizdir.

Taksim Direnişini coşkuyla izledik, haberleri ve bildirileri yayınladık. Şüphesiz, insanlar değişim için harekete geçmenin yeni yollarını buldular. Bazı Kürt coğrafyalarındaki doğrudan demokrasi ve otonomi de ilginç olabilir.

Biz, Fransızca-konuşan anarşist federasyon (FA) olarak bilgi, destek ve tartışmaları paylaştığımız Uluslararası Anarşist Federasyonlar (IAF-IFA)’la ilişkiliyiz. Açık fikirli bir örgütlenme biçimini yükseltiyoruz, ezilmeye ve köleleştirmeye karşı mücadele etmek için yeni ilişkiler kuruyoruz ama bunu anarşistler olarak yapmak istiyoruz.

Şili’de bazı anarşistler, toplumsal mücadele daha fazlasını kazanamaz diyerek siyasi partilere katıldılar. Bize göre bu bir hatadır ve bu strateji anarşist hareketi zayıflatıp bölmüştür.

Mücadele için kullandığımız şeyler: Otonomi, federalizm, doğrudan demokrasi çok önemli. Seçimlere katılmadan da hükümeti (yok edecek kadar güçlenmeden önce) istediğimiz gibi davranmaya zorlayabiliriz. Bu mücadelelerde sadece anarşistler değil halk da gücünü ve isteklerini artırır. Şüphesiz, bu daha zor ve daha çok zaman alıyor ama yükseltmek istediğimiz şey budur. Diktatörlüğün hiçbir türünü istemiyoruz.

David-MelbACG: Halkın çoğunun temelsiz bir demokrasi inancı var. Arap Baharı, Occupy, Diren Gezi, vb. nihayetinde sadece bozuk bir siyaseti getiriyor ya da devam ettiriyor, yani demokratik hükümeti. Occupy sonrasında Obama tekrar seçildi. Gezi sonrasında eğer Erdoğan kazanmazsa muhtemelen Kılıçdaroğlu kazanacak ve neo-liberalizm, ulusalcılık ve anti-Kürt politikalar devam edecek. Bu toplumsal hareketlerin bir sonraki seviyesi, işçilerin özyönetimi, evlerin ve mahallenin komünal yönetimi, kadın ve etnik azınlıkların bağımsızlığı, vb. doğrudan katılım sistemleri başlatmak olmalıdır, hükümetten bu idealleri onaylamasını beklemek değil. Seçimlerin yeni anlamı demokratik değişim talebi değil halkların bağımsızlığının ve gücünün arttırılması olmalıdır. Demokrasi sadece kültürel, politik ve finansal çoğunluğa hizmet eder çünkü çoğunluğun iktidarına odaklanan bir sitemdir.

Çeviri : Özgür Oktay

[email protected]

 

Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Seçim Tartışmaları(1) appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/anarsistlerin-secim-tartismalari1-2/feed/ 0
“Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun https://meydan1.org/2014/03/06/yeni-surum-grip-h3n2-ozlem-arkun/ https://meydan1.org/2014/03/06/yeni-surum-grip-h3n2-ozlem-arkun/#respond Thu, 06 Mar 2014 11:09:55 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/yeni-surum-grip-h3n2-ozlem-arkun/ H3N2: Bu kışa damgasını vurdu İlk duyduğumuzda bir asteroid adı ya da yeni üretilen bir otomobil markasını çağrıştıran H3N2, aslında bu kış bizi yatak döşek yatıran grip virüsüne verilen ad. Bütün bir kış bizi öksürtüp aksırtan, yatak döşek yatıran hatta kış bitse de kendi bitmeyen bu grip, domuz ve kuş gribinden sonra popüler gripler listesinde […]

The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
H3N2: Bu kışa damgasını vurdu

İlk duyduğumuzda bir asteroid adı ya da yeni üretilen bir otomobil markasını çağrıştıran H3N2, aslında bu kış bizi yatak döşek yatıran grip virüsüne verilen ad. Bütün bir kış bizi öksürtüp aksırtan, yatak döşek yatıran hatta kış bitse de kendi bitmeyen bu grip, domuz ve kuş gribinden sonra popüler gripler listesinde üst sıralarda yerini aldı. Şiddetli vücut ağrısı, titreme, ateş ve öksürük gibi belirtilerle ortaya çıkan bu hastalık özellikle metropollerde salgına dönüşürken, birçoğumuz aldığımız antibiyotiklere, antivirallere ve kutu kutu ilaçlara rağmen bir türlü iyileşemedik.

İyileşemedik…

İyileşemeyiz de. Çünkü bu salgında yatak döşek hastalanan çoğumuz doktora ya da eczaneye gidip ilaçlarımızı aldıktan sonra tekrar işe dönmek zorunda kaldı. “Dinlenemeden iyileşemeyeceğimiz gerçeğini” bir kenara bırakarak, “ne olursa olsun çalışmamız gerektiği gerçeği” ile yeniden iş yerlerimizde aldık soluğu. Hastalığı değil de belirtilerini ortadan kaldıran ilaçlar alarak işe gidip gelirken; metroda, otobüste, metrobüste ve iş yerinde bu salgına hepimiz teker teker ve tekrar tekrar yakalandık.

Böylesi bir döngü içinde iyileşmek zaten inanılması güç bir masal gibi. Zaten hastalıkların birini atlatsak bir diğeri başlıyor, çünkü bu sistem kendi başına hastalık üretiyor. Bu kışa damgasını vuran H3N2’nin yeni moda bir spor arabayı çağrıştırması bundandır.

Sağlık endüstrisi üretimde hız kesmiyor

Kapitalizm içindeki her endüstri gibi sağlık endüstrisi de üretimi ve sürdürülebilirliği oldukça önemser. Bu nedenle hastalığın ya da onu oluşturan koşulların ortadan kaldırılmasına değil, hastalığın devamlılığına odaklanır. Ayakta kalmak için hasta insanlara ihtiyaç duyan bu sistem, elbette sizi sağlıklı olmadığınıza inandırmak, hatta hasta etmek için bütün olanaklarını kullanacaktır.

Medya aracılığıyla tanıştığımız “yepyeni” griplerden mustarip olan bizler, son model ilaçlardan medet umar hale geliriz. Domuz gribi gider, kuş gribi gelir, grip gider, kuşlar gider, tavuklar itlaf edilir, geriye Kırım Kongo kanamalı ateşi kalır… Hastalıkların biri biter diğeri başlar, istatistiklerde kolesterol aralığı değişir kolesterol hastası oluruz, tansiyon aralığı değişir tansiyon hapı alırız. Bu da yetmez, kırışığımıza krem, kelimize merhem bulur, satar, sattırır.

İlacım olmadan asla!

İlaç tüketimi son on yılda üç katına çıktı. Özellikle psikiyatri ilaçlarının tüketimi geçtiğimiz yıl neredeyse 37 milyon kutuya ulaştı. Bu da yaklaşık 380 milyon TL’lik bir pazar oluşturuyor. İlaç endüstrisinin silahtan sonra en büyük ikinci endüstri olduğunu hesaba katarsak, basit bir ağrı için doktora gittiğimizde neden 5 farklı ilaç kutusuyla çıktığımız daha anlaşılabilir oluyor. Zaten bunları kullandığımızda yan etkilerinden dolayı “yeni bir takım” ilaç kullanacağımız da garanti.

Peki, iyileşebilecek miyiz doktor?

Hasta ve hastalık üretmek üstüne kurulu bir “sağlık endüstrisi” içinde iyileşmek bir yana, sapasağlamken çürüğe çıkmak an meselesi. Gripten kalkmak için iki üç gün yatıp dinlenmek, kuvvetli beslenmek yeterli belki ama sonu gelmeyen bir çalışma temposu içinde, bozulmayan yoğurtlarla, çekirdeği içinde filizlenen domateslerle beslenirken, metrobüs kuyruğunda beklerken ya da masa başında yarı felç bir şekilde çalışırken hayatta kalmak bile meziyet.

Durum böyleyken “bu halimize şükür en azından yarı ölüyüz” demektense bir derman bulmak gerek ama bu dermanın ilaçlarda ya da hastanelerde olmadığı aşikar. Zaten bunun reçetesi olsa da yazılmazdı.

Özlem Arkun

ö[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Yeni Sürüm Grip H3N2” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/yeni-surum-grip-h3n2-ozlem-arkun/feed/ 0
Kullan-at Kılavuz : “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı” https://meydan1.org/2014/03/06/kullan-at-kilavuz-anayasa-mahkemesine-bireysel-basvuru-hakki/ https://meydan1.org/2014/03/06/kullan-at-kilavuz-anayasa-mahkemesine-bireysel-basvuru-hakki/#respond Thu, 06 Mar 2014 08:49:15 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/06/kullan-at-kilavuz-anayasa-mahkemesine-bireysel-basvuru-hakki/   Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı :  2010 yılında yapılan referandumundan sonra Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru hakkı tanınmış oldu. Ancak bu hukuki yol, son aylardaki uzun tutukluluk meselesine dair mahkemenin vermiş olduğu kararlarla tekrar gündeme girdi. Peki, bize karşı açılmış veya bizim açmış olduğumuz davalarda konuyu nasıl bir hukuki yol izleyerek Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğiz? […]

The post Kullan-at Kılavuz : “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler… 

 

Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı : 

2010 yılında yapılan referandumundan sonra Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru hakkı tanınmış oldu. Ancak bu hukuki yol, son aylardaki uzun tutukluluk meselesine dair mahkemenin vermiş olduğu kararlarla tekrar gündeme girdi. Peki, bize karşı açılmış veya bizim açmış olduğumuz davalarda konuyu nasıl bir hukuki yol izleyerek Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğiz? Bu kullan-at yazı da, bunu incelemeye çalışacağız.

Anayasanın 148/3 fıkrasına göre: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”

Bu madde çerçevesinde, AYM’ye “herkes” başvurabilir. Bu, yabancı uyruklu kişilerin de başvuru yapabileceği anlamına gelir. Ancak yabancılar T.C vatandaşlığı ile bağlantılı olan (mesela seçme seçilme konusu gibi) konularda başvuru yapamaz.

Başvuru konusu Anayasada belirtilen temel hak ve özgürlükler ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki haklara ilişkin olabilir. Örneğin yaşama hakkı, işkence ve eziyet yasağı, zorla çalıştırma yasağı, kişi hürriyeti ve güvenliği, hak arama hürriyeti, suç ve cezaların kanuniliği, özel hayata, aile hayatına, konut ve haberleşmeye saygı, düşünce, din ve vicdan hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti, toplantı ve örgütlenme hürriyeti, serbest seçim hakkı, temel hak ve hürriyetlerin korunması, eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi, eşitlik ve etkili başvuru hakkı bu kapsamda sayılabilecek haklardandır. Başka bir konuda başvuru yapılırsa mahkeme konu bakımından yetkisiz olduğu için başvuruyu reddedecektir. Yukarda belirtilen haklara ilişkin ihlalin ise 148/3’e göre “Kamu Gücünden” kaynaklanması gerektiği belirtilmiştir. Bu çerçevede Gezi sürecinde yaşam hakkımıza, eziyet ve işkence yasağına, hak arama hürriyetine açıkça kasteden devlete karşı açılan davalar (bir sürpriz olmazsa) reddedileceğinden, konuyu hiç üşenmeden binlerce ayrı dosya olarak AYM’ye taşımak gerekiyor. Bırakalım onlar zor durumda kalsın.

AYM inceleme alanı dışında olduğundan, mahkemenin verdiği kararın adil olup olmadığını, davadaki maddi ya da hukuki hataları, hukuk kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığını inceleyemez. Öbür taraftan bu hususlar temel hak ve özgürlüklerin ihlali ile doğrudan bağlantılı ise ve açıkça keyfilik varsa inceleme konusu yapılabilir.

Başvuru süresi ise 30 gündür. Normal hukuki prosedürde Yüksek Mahkemelerin (Yargıtay, Danıştay ile Askeri Yargıtay ile Danıştay) vermiş olduğu nihai kararlarla kanun yolları sona erer. Bu nihai karar sürenin başlangıcıdır. Bu noktada hatırlatmak gerekir ki, tüketilmesi gereken kanun yolları etkin değilse veya makul sürede yargılama yapılmıyorsa (uzun tutukluluk) kanun yolları tükenmeden de AYM’ye başvurabilirsiniz.

Başvurunun AYM’nin internet sitesinde yer alan formun doldurularak yapılması gerekiyor. Tüm delillerde bu formun eki olarak dosyaya konulmalı. Ayrıca şu anda 200 tl civarı bir harç da ödenmek zorunda. Başvuruyu direk AYM’ye yapabileceğiniz gibi bulunduğunuz yerdeki mahkemelere giderek de yapabilirsiniz. Oradaki görevliler teslim ettiğiniz dosyayı AYM’ye gönderecektir.

Bireysel başvuru hakkının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AIHM) başvuru yolunu kapatıp kapatmadığı konusuna gelince; AIHM’e başvuru hakkı Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle teminat altına alınmıştır. Devlet AIHM’e başvuruyu engelleyemez. Ancak bu noktada AYM’ye başvuru hakkının tanınmış olması devletin bir kurnazlığı olarak duruyor. Çünkü iç hukuk yolları tamamen tüketilmeden aihm’e gitmek mümkün değil. AYM’ye başvuru hakkı da artık bir iç hukuk yolu haline geldiğinden bu süreç tamamlanmadan AIHM’e gitmek artık olası değil. Türkiye ödemek zorunda kaldığı yüksek tazminatlar sebebiyle icat ettiği bu ara formülü de geçen iki yıllık “performansına” baktığımızda boşa düşürecek gibi duruyor.

Devletin kendi koyduğu kuralları insanlara öldüresiye dayatıp kendisinin hiçbir şekilde tanımaması şaşırtıcı değil. Mücadelemizin bir yönü de bu ikiyüzlülüğün açıkça teşhir edilmesidir.

 

Ali Rıza Ercan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post Kullan-at Kılavuz : “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/06/kullan-at-kilavuz-anayasa-mahkemesine-bireysel-basvuru-hakki/feed/ 0
“Gülmek Politik Bir Eylemdir” – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2014/03/05/gulmek-politik-bir-eylemdir-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2014/03/05/gulmek-politik-bir-eylemdir-gursat-ozdamar/#respond Wed, 05 Mar 2014 19:47:54 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/05/gulmek-politik-bir-eylemdir-gursat-ozdamar/ Hükümetle cemaat ilişkisi bozuldukça, yeni filler tepiştikçe ortalık her geçen gün daha da toz duman oluyor, deyim yerindeyse at izi it izine karışıyor. Geniş kitlelere de, bunlara bakarak bir şeyleri anlamaya çalışmak kalıyor. İşte bu noktada, güncel kültür ve sanat ürünlerinin, bu tepişmeyi teşhir etmekten çok kenarda kıyıda beklediklerini, hatta hiç ortada görünmemeyi seçtiklerini söylemek […]

The post “Gülmek Politik Bir Eylemdir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Hükümetle cemaat ilişkisi bozuldukça, yeni filler tepiştikçe ortalık her geçen gün daha da toz duman oluyor, deyim yerindeyse at izi it izine karışıyor. Geniş kitlelere de, bunlara bakarak bir şeyleri anlamaya çalışmak kalıyor.

İşte bu noktada, güncel kültür ve sanat ürünlerinin, bu tepişmeyi teşhir etmekten çok kenarda kıyıda beklediklerini, hatta hiç ortada görünmemeyi seçtiklerini söylemek mümkün.

Mağduriyet edebiyatının ardından seçimler sonucu başa gelen bir güruhun zamanla, neredeyse padişahlık yetkileriyle donanmış olması, en ufak bir eleştiride bulunanın bile kellesinin gittiği bir dönemi kendilerince normalleştiriyor.

Dizilerdeki yapma karakterlere bile tahammülsüzlük gösteren bu anlayış, son bir yılda görülen odur ki, gerçekleri de manipüle etme becerisini gösteriyor.

Ama bu hep böyle miydi? Elbette hayır.

Baskıcı hükümdarların egemen olduğu bu topraklara isyan ile birlikte mizah ve hiciv de gelişti. Kalelerin, sarayın dışında bir muhalif dildi bu aynı zamanda.

Mizahtaki o derin inceliği anlamayan sultanlar çok da önemsemez görünseler de, kuşaktan kuşağa dillendirilen öykülerle, isyanın taşıyıcısı da oldu haliyle.

Günümüzde de sinema, hep bu baskıcı otoriter anlayışa karşı duran örnekler verdi, faşist darbe koşullarında bile.

12 Eylül darbesinin ardından, her şeyin yasaklandığı dönemde, belki de kültür sanat alanında ilk belirgin karşı koyuş Deli Deli Küpeli filmi oldu. Film, bir akıl hastanesinden kaçan iki kişiden birinin, kasabanın aylardır beklediği kaymakam sanılması üzerine kuruludur. Bu kaymakam, sözleri, davranışları, aşı kampanyaları ile inceden inceye Kenan Evren’i eleştiriyle doludur.

Filmin bir sahnesinde, kurulan mahkemede yargılanan Karaoğlu, sırf Samsunlu olduğu için 10 yıl daha cezaya çarptırılır. Çünkü deli kaymakam Fenerbahçelidir ve Samsunspor Fenerbahçe’ye 4 çekmiştir. Bugün bile uydurma gerekçelerle on yıllarca tutsak edilenleri düşününce, askeri darbe ve sıkıyönetim koşullarında böylesi bir eleştirinin değerinin daha da çarpıcı olduğu açıktır.

“Normale dönüş” ile birlikte başımıza Turgut Özal getirilince de çok şey değişmedi. Özal, o meşhur kalemini ekranda sallaya sallaya yalanlarını sıralarken, dilinden hiç düşürmediği bir şey de ortadirek idi. Kapitalizme entegrasyonda arada kalmışlar, hep bir üst sınıfa terfi etme gayretinde olanlar bu ortadirek sözünü öylesine sevdi ki, sözcük ondan sonraki politikacıların da sözlüğüne girdi.

Toplumsal duyarlılığı bugüne göre oldukça yüksek olan Yeşilçam Sineması da bu söyleme seyirci kalmadı. Ortadirek Şaban gibi filmlerle bu sınıflararası ayrım gülümseterek, hem politikacılar hem de bu yalanlara kananlar hicvedildi.

Bu icraatının ardından, Adnan Kahveci ile kafa kafaya verip vergi düzenlemesi yaparak neredeyse her şeyi vergiye bağlayan Katma Değer Vergisi de gündemi oldukça meşgul etmişti. Yeşilçam, bu kez bunu resmetti: Katmadeğer Şaban.

Barınmak için yaptığı gecekondusunun yıkımına engel olmak için tekerlekli gecekondu yapan bir karakterin anlatıldığı Gülen Adam filmi de unutulmazlar arasında. Hatta yıllar sonra buna benzer bir olayın gerçekten yaşanmış olması, sinemanın öngörüsünden değil, beslendiğimiz mizah kültürünün ortak olmasından diyebiliriz.

Farklılıklarla Bir Arada, İsyan Alanına!

Geçtiğimiz yıl Gezi Parkı’nda başlayan ve önce Taksim Meydanı’na, sonra da neredeyse bütün kentlere sıçrayan direniş, Gezi Parkı’na kurulan çadırlarla başlamıştı. Küçük bir memurlukta çalıştığı için aldığı parayla geçinemeyen, bu yüzden de ev kirasını ödeyemeyen bir çiftin anlatıldığı Yakışıklı filminde Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakter, belki de, Gezi Parkı’nda çadır kurma eylemini ilk gerçekleştirendi.

Günümüzde, dershaneler üzerinden başlayan bir tartışma emniyet müdürlerini, bakanları bile koltuklarından edecek boyuta ulaşmış, okyanusun ötesinden beddualar edilmişken, bunun yalnızca “saray” diliyle konuşuluyor olmasına ne demeli? Kral ve soytarıları her gün televizyonda arzı endam ederken biz ne yapıyoruz?

Tamamen Duygusal!

Sinemanın bu anlamda iyi bir dil kuramadığı ortada. Belki de on yıllar boyunca Cem Yılmazlara, Ata Demirerlere gülmeye alıştırılan izleyici, gene onların ağzına ya da o tarza bakıyor. Onlar içinse her şey “tamamen duygusal!”.

Oysa gönlümüz ve gözümüz, bir Kemal Sunal filmi arıyor. İstanbul’un kenar bir mahallesinde geçen, bir dershane patronu ile bir Kuran kursu imamı ve bir mahalle muhtarı arasındaki zaman zaman komik olayları resmeden bir film. İsmi Dershaneler Kralı olmaz belki ama 4+4+4 Şaban olabilir, kim bilir.

Ya da ayakkabı kutularında saklanan trilyonlar neden Köyden İndim Şehire tarzında işlenmesin ki? Kazarak çıktıkları yer İnönü Stadı değil de bir alışveriş merkezi neden olmasın?

Günümüzde politik film diye yapılan işlere baktığımızda da, bu mizahi inceliği göremiyoruz. Daha sert daha asık suratlı filmler, daha politik olarak sunuluyor, bu aslında sistemin de işine geliyor: Mizahı tamamen komediye çevirip içini boşaltmak. Bunu kabullenen sanatçılar da bolca olduğundan, bir sıkıntı da açığa çıkmıyor.

Bir diğer sıkıntı! da adaleti sağladığını, birlik ve beraberliği koruduklarını iddia edenlerin yüzlerinin bir türlü gülmemesi. Oysa madem güzel, faydalı işler yapıyorlar, o halde asıl onların yüzlerinin gülmesi gerekmez miydi?

Ama bakıyoruz, ayakkabı kutusu dolusu parası olanın suratı asık, oyların yarısını alan partinin başının suratı asık. Elinin altında bir cemaat tutanların yüzleri asık.

Düzmece suçlamalarla, uydurma kanıtlarla, yalan karalamalarla tutuklananların yüzlerindeki gülümse ise hiç gitmedi. Ali İsmail’in, Berkin Elvan’ın gülümsemeleri içimizi ısıtmayı sürdürüyor.

Çünkü bu asık suratlı efendilerin karşısında yalnızca gülmek bile politik bir eylem oldu.

Gürşat Özdamar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Gülmek Politik Bir Eylemdir” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/05/gulmek-politik-bir-eylemdir-gursat-ozdamar/feed/ 0
“İM SYM YM OHM DGM ÖYM Muamması” – Davut Erkan https://meydan1.org/2014/03/05/im-sym-ym-ohm-dgm-oym-muammasi-davut-erkan/ https://meydan1.org/2014/03/05/im-sym-ym-ohm-dgm-oym-muammasi-davut-erkan/#respond Wed, 05 Mar 2014 14:46:42 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/05/im-sym-ym-ohm-dgm-oym-muammasi-davut-erkan/ Her yasa paketi ile birlikte medyada bir “demokratikleşiyoruz” havası estiriliyor. Son dönemde de “özel yetkili mahkemeler” (ÖYM) kaldırılacak diye bir rüzgar esiyor. Bir dakika duralım burada, Özel Yetkili Mahkemeler, 3. Yargı Paketiyle zaten kaldırılmamış mıydı? Ne oldu, hortladı mı kaldırılan mahkemeler? Hem nedir bu Özel Yetkili Mahkeme etrafında kopan fırtınalar? Çok derine inmeyeceğiz, çok eskiye […]

The post “İM SYM YM OHM DGM ÖYM Muamması” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Her yasa paketi ile birlikte medyada bir “demokratikleşiyoruz” havası estiriliyor. Son dönemde de “özel yetkili mahkemeler” (ÖYM) kaldırılacak diye bir rüzgar esiyor. Bir dakika duralım burada, Özel Yetkili Mahkemeler, 3. Yargı Paketiyle zaten kaldırılmamış mıydı? Ne oldu, hortladı mı kaldırılan mahkemeler? Hem nedir bu Özel Yetkili Mahkeme etrafında kopan fırtınalar?

Çok derine inmeyeceğiz, çok eskiye de gitmeyeceğiz. Esasen Özel Yetkili Mahkemeler söz konusu olduğunda Türkiye bakımından İstiklal Mahkemeleri, Sıkı Yönetim Mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri, Olağanüstü Hal Mahkemeleri ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden bahsetmek gereklidir. Ancak konuyu daha kısa bir yazıyla, daha sade biçimde anlatabilmek adına onlara değinmeyeceğiz. Sadece şu son 1 buçuk-2 sene içerisinde bu mahkemeler üzerinde yapılan değişikliklerle meseleyi irdeleyeceğiz. Birkaç yasa değişikliği ile kısa bir gezintiye çıkacağız ve öyle sanıyor ve umuyorum ki tüm bu soruların cevabı kafalarda netleşecek.

Gezintiden önce kısa bir not düşelim: Sayılan mahkemelerin hepsinin ortak özelliği bu mahkemelerde olağan hukuk yerine “düşman ceza hukuku” diye tabir edilen olağandışı bir hukukun ve yargılama usulünün yürütülmesidir. Bu doktrine göre iki tür hukuk uygulaması yapılır. Birincisi sıradan vatandaşlara uygulanan hukuktur. Diğeri ise muhaliflere uygulanan düşman ceza hukukudur ki bunlar misyon mahkemeleridir. Olay yargılaması yapılmaz, kişi yargılaması yapılır. Usul kuralları uygulanmaz, maddi gerçek araştırılmaz. Önemli olan istihbarat notları ve polis fezlekeleridir.

ÖYM’ler 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. maddesinde düzenlenmişti. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yasaya göre;

“Türk Ceza Kanununda yer alan;

a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu veya uyarıcı Madde imal ve ticareti suçu,

b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,

c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci Maddeler hariç),

dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.”

Tartışmalar daha çok c bendinde yer alan suçlara ilişkin yargılamalara ilişkin olarak yürüdü. KCK davalarıyla binlerce Kürt siyasetçi cezaevlerine dolduruldu. Ergenekon, Balyoz gibi davalarla da ordu içerisindeki bazı kliklerin hükümete karşı darbe girişiminden bahisle yüzlerce asker ve sivil tutuklandı, yargılandı. Bu mahkemelerin talimatla çalıştığı herkes tarafından bilinen bir gerçekti. İktidar tarafından dillendirilmediği sürece görülmeyen gerçeklerden biri. Avukatların, daha mahkeme kararını açıklamadan -Samanyolu TV’den- kaç kişinin tutuklanacağını öğrenebildiğini belirtmekle yetinelim. Gülen Cemaati’nin hâkimlik-savcılık sınavları ve özellikle de mülakatlarında etkinliği ve AKP hükümetiyle ortaklık içerisinde olduğunu akılda tutarak.

Bağımsızlığı ve tarafsızlığı etrafında dönen tartışmalar sonucunda “3. Yargı Paketi” olarak bilinen 6352 sayılı yasanın 105. maddesi ile CMK’nın 250-251-252. maddeleri kaldırıldı. (Kanunun genel gerekçesinde “adil yargılama hakkının temini” amacına yönelik olarak bu değişikliklerin yapıldığı belirtilmişti.) Bir önceki cümleyi okuyan kişi böylece ÖYM’lerin kaldırılmış olduğunu düşünebilir, ancak öyle olmadı. Aynı yasanın 75. maddesi ile yeni ÖYM’ler kuruldu. (Hatırlayacaksınız “özgürlük mahkemeleri geliyor” diye öve öve bitirememişlerdi.) Madde bir yerden tanıdık gelecektir:

MADDE 75 – 3713 sayılı Kanunun 10 uncu maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

“Görev ve yargı çevresinin belirlenmesi, soruşturma ve kovuşturma usulü

MADDE 10- Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek Ağır Ceza Mahkemeleri’nde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.”

“Haydaa, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dediğinizi duyar gibiyim. Mantığı nedir ki bu hareketin? Bir cepten alıp bir cebe koymak bu… Evet, bir cepten alınmıştı ve hesaba göre başka birinin cebine konmuştu. Bu değişiklik yapılırken hükümet cephesinden de ÖYM’lerin tarafsızlığının ve bağımsızlığının kalmadığı çokça dillendirilmişti.

Devam edelim, aynı yasada enteresan bir ayrıntı vardı. Güçler dengesini ve mahkemelerin kime çalıştığını iyi gösteren bir ayrıntı. Geçici 2. Madde Fıkra 4: “Ceza Muhakemesi Kanunu’nun yürürlükten kaldırılan 250. maddesinin birinci fıkrasına göre görevlendirilen mahkemelerde açılmış olan davalara, kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerce bakmaya devam olunur.”

Türkçesi şu; eski ÖYM’ler adil yargılama yapmadığı için kaldırıyoruz. Yerlerine adil yargılama yapacak yeni ÖYM’ler kuruyoruz. Ama eski ÖYM’ler ellerindeki dosyalarda adil olmayan yargılamalara devam edebilirler. Biraz daha sadeleştirelim: Ey cemaat, tabağındakini de bitir, sonra sofradan kalk! Sıra bizde…

Sonrasını yazmaya gerek yok, biliyorsunuz zaten. MİT krizi, 17 Aralık, savcıların görevden alınması, TIR’lar, emniyet içindeki yer değiştirmeler vs… Ve yine bir “ÖYM’leri kaldırıyoruz” döneminden geçiyoruz. “Düşman ceza mahkemeleri” el değiştiriyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “İM SYM YM OHM DGM ÖYM Muamması” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/05/im-sym-ym-ohm-dgm-oym-muammasi-davut-erkan/feed/ 0
“Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2014/03/04/devletler-halklar-isyanlar-ve-secimler-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2014/03/04/devletler-halklar-isyanlar-ve-secimler-ozgur-erdogan/#respond Tue, 04 Mar 2014 12:23:12 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/04/devletler-halklar-isyanlar-ve-secimler-ozgur-erdogan/ Seçimler ilk olarak Eski Yunan’da karşımıza çıkmış, sonrasında Ortaçağ Hindistan’ında köy meclislerinin oluşturulması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Bu seçimlerde insanlar mecliste görmek istedikleri kişinin ismini bir palmiyenin üzerine yazıp, sayılması için bir toprak kabın içine bırakıyordu. Tabi ki köprünün altından çok sular aktı; palmiye yapraklarından, sanal alemde oy kullanmaya kadar geçen süreçte birçok şey […]

The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Seçimler ilk olarak Eski Yunan’da karşımıza çıkmış, sonrasında Ortaçağ Hindistan’ında köy meclislerinin oluşturulması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Bu seçimlerde insanlar mecliste görmek istedikleri kişinin ismini bir palmiyenin üzerine yazıp, sayılması için bir toprak kabın içine bırakıyordu. Tabi ki köprünün altından çok sular aktı; palmiye yapraklarından, sanal alemde oy kullanmaya kadar geçen süreçte birçok şey değişti ama seçimin ne kadar “gerçek bir seçim” olduğu sorusu anlamını yitirmedi. Biz de Meydan Gazetesi olarak dünyadaki seçimlere göz atarak, bu konuyu değerlendirdik.

ABD

ABD’de, seçimler adeta bir oyun gibi geçer. Bu oyunun yönetmenleri küresel kapitalist şirketler ve onların devlet aygıtı içerisindeki bürokratları iken, Demokrat ve Cumhuriyetçi parti adayları ise adeta Hollywood yıldızlarıymışçasına ABD’nin “demokratik seçimleri”nde arz-ı endam ederler. Bu oyunun diğer ayağı ABD halkları, yegane izleyicileri ise seçmenlerdir. Fakat şu açıktır ki, oyunun sonu bellidir. Küresel kapitalistlerin nasıl bir imaja ve politikaya ihtiyacı varsa, o imaj seçilir. “Saldırgan” imajı ile Bush ya da ılımlı imajı ile siyahi başkan Obama. Bu yüzdendir ki, oyun çoğu zaman yarı yarıya boş geçer. İstatistiklere bakılırsa 1960’da oy kullanma oranı % 64 iken, 1996’da % 50 ‘ye kadar düşmüştür. Az önce de belirttiğimiz gibi seçimler birkaç istisna (Roosevelt 1927’de İlerici Parti ile % 27 oy almıştır) hariç, hep iki parti arasında geçmiştir. Öyle ki 1852’den bu yana başkanların tümü, bu iki partiden gelmiştir. Ayrıca açıklanmış veriler de bize İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kullanılan oyların % 95’inin bu partilere ait olduğunu göstermiştir.

ABD seçimleri her ne kadar trajediyi andırıyor olsa da, yaşanan bazı olaylar yüzümüzde hafif bir tebessüm bırakabiliyor. 2012 seçimlerinde Obama’nın rakibi olan Cumhuriyetçi Romney’in destekçileri, Obama seçimi kazandıktan sonra 100.000 imza toplayıp eyaletlerinin ABD’den ayrılmasını talep etmesi gibi olaylar ise komedi örneğidir.

Avrupa Birliği

İskandinavya ülkeleri, Belçika, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerin devletleri özellikle “demokrasinin tam olarak işletildiği”, seçimlerin usulüne uygun olarak yapıldığı, toplumun belirli bir refah düzeyine eriştiği ülkeler olarak anılırlar. Bu ülkelere Ortadoğu ve Afrika’dan bakan ezilenler, derin bir iç çekerek niye onlar gibi yaşamadıklarına yakınırlar. Ama işin gerçeği şudur ki, mahalleye ağaç dikerken bile mahalle halkına referandum yapan akıl, üçünü dünyayı sömürmekle ilgili olarak, kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymaz. Dünyanın her yerindeki efendiler, ezilenlerin sırtından kazandıkları paraları bankalarında saklarken, o çok inandıkları demokrasinin kuralları işlemez. Savaştan ve yoksulluktan kaçan mültecileri sınır boylarında bekletip, onları kaçmak zorunda bırakıldıkları ülkelerine geri göndermek için referandum yapmaya çekinmezler. Ezilenler için Kuzey Avrupa demokrasisi “sınırın dışında kalmak”tır. Antik Yunan demokrasisi ile algısal bir akrabalığa sahip olan bu ülkelerin demokrasisi, insan hakları, katılımcılık ve sosyal devlet safsataları ardında, kölelerin üzerinden yükselen bir demokrasidir.

Kuzey Kore

Kuzey Kore’de seçimler, bütün çıplaklığı ile “seçim” gibi ilerler, başka bir deyişle “formaliteden”. Her şey açık ve nettir. Hiçbir siyasetçi Hollywood yıldızı gibi bir hava takınmaz. DPRK (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti)’nde, ülkenin kurulduğu günden bu yana, İşçi Partisi iktidardır. Dolayısıyla İşçi Partisi’nin aday gösterdikleri seçilecektir. Öyle de olur. Genç ve yeni Devlet Başkanı Kim Yong-Un babasının babasından devraldığı iktidarı korumak için, elinden geleni ardına koymaz. Kim Yong-Un, partinin genel sekreteri, Kore ordusunun başkomutanı ve mareşal unvanlarını taşıyan eniştesi Chang Song Thaek’i idam ettirip, takipçisi olabilecek yaşlı vekilleri ise öteledikten sonra, kendisi gibi genç muktedirleri aday gösterir.

Kaldırım Taşlarının Altında Kumsalı Değil, Oy Pusulası Arayanlar

Seçimler, yukarıdaki örneklerde bahsettiğimiz gibi, bir oyun ya da bir formalite olmanın ötesinde, birçok yerde ve zamanda patlamakta olan isyanları dizginlemek için kullanılan bir emniyet sübabı işlevi de gördü ve görmeye devam ediyor. Buna en iyi örneklerden bir tanesi Occupy Wall Street Hareketi olabilir. Bu hareket sonrasında ortaya bir şey çıkmadığı gibi, hareket adeta Obama’nın seçim çalışmasına dönüşmüştü. Occupy Wall Street’in talepleri ile Obama’nın programında açıkladığı reformlar örtüşüyor, toplumun adaletli bir yaşam arzusu bir seçimle daha boğuluyordu. Aynısı olmasa bile, bir benzeri Fransa ‘68’inde kendisini gösteriyordu. İktidarın özellikle öğrenciler ve işçiler üzerindeki yoğun baskısı önce Sorbonne Üniversitesi’nde patlak veriyor, sonrasında öğrencilerden işçilere kadar toplumun tüm ezilen kesimlerine hızlı bir şekilde yayılıyordu. Her sokak başında barikatlar kuruluyor, başta Paris olmak üzere Fransa’nın hemen hemen tüm şehirleri yanıyordu. Ta ki iktidardaki De Gaulle işçilere ve öğrencilere birkaç basit hak tanıyıp, erken seçime gideceklerini açıklayana dek. Koca bir toplumsal hareket bir ay içinde tutuşup, seçim safsatasıyla söndürülüyordu.

Güney Afrika

1948’den 1994’e kadar Apartheid (Beyaz ırkın üstünlüğünü savunan Ulusal Parti iktidarı) rejimi içinde yok sayılan, katledilen ve yoksul siyah halk, onlarca yıl verdikleri özgürlük mücadelesinin sonunda bu rejimden kurtuluyordu. Fakat 1994’de Güney Afrika’nın ilk “demokratik seçimi”nde ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ve SACP (Güney Afrika Komünist Partisi) ittifakının iktidarı devralmasından hemen kısa bir süre sonra, iktidarın ezilen halklar üzerindeki kılıcı, yoksulları biçmeye devam etti. Siyahilere yönelik ırkçılık nispeten azalsa da, halihazırdaki hükümet tüm etnik ayrımcılıkları körüklüyor. Kentsel dönüşüm projeleri ile yoksul halkı evinden ediyor, madenleri, belki de geçmişte olmadığı kadar, küresel kapitalist şirketlerin talanına açıyor. İşçilerin üzerindeki baskıyı arttırıp, onların hayatta kalmasına bile tahammül etmiyordu. (Bkz. Marikana Katliamı)

Yunanistan

Yunanistan’da son seçimlerde alnının akıyla çıkan, “meclis dışı siyaset” oldu. Ne yıllardan beri ülkeyi değişerek yöneten Panhelenik Sosyalist Hareket(Pasok) ve Yeni Demokrasi Hareketi, ne de sokakta var olan hareketin mecliste temsil edilmesi gerektiğini savunan ve oylarını arttıran Radikal Sol Koalisyon (Syriza) başarılı olabildi. Seçimlere katılım oranı %65’te kaldı. Toplumun azımsanmayacak bir bölümü devlete ve onun önümüze seçim diye sunduğu aldatmacaya kanmadı ve sandığa gitmedi. Her ne kadar bu oranın tamamı olmasa da büyük çoğunluğu parlamenter sistemin temsili demokrasisinde değil, doğrudan demokrasi alanlarında, öz-yönetim ve öz-örgütlülük anlayışıyla devlet dışı başka bir örgütlenmenin peşinde olduklarını gösterdiler.

Tarihin ve coğrafyanın farklı zamanlarında ortaya çıkan tüm bu deneyimler gösteriyor ki temsili demokrasi ve gözümüzün önünde oynanan tüm bu “demokrasicilik oyunu” biz ezilenleri köleleştirmeye ve başımızı kaldırıp isyan bayrağını çektiğimiz her an için bizi etkisiz kılmaya yarayan bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Seçim sandığından “özgürlüğü” çıkarmayı vadedenler, gün geldiğinde” özgürlük için mücadele edenler”i susturmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetes’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Devletler Halklar İsyanlar ve Seçimler” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/04/devletler-halklar-isyanlar-ve-secimler-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Kafanın İçinde “Ne” Var?” – Erdinç Yücel https://meydan1.org/2014/03/04/kafanin-icinde-ne-var-erdinc-yucel/ https://meydan1.org/2014/03/04/kafanin-icinde-ne-var-erdinc-yucel/#respond Tue, 04 Mar 2014 11:11:21 +0000 https://test.meydan.org/2014/03/04/kafanin-icinde-ne-var-erdinc-yucel/ Değişik zamanlarda yaşıyoruz. Nereye baksak kafası karışık ve kaygı içinde insanlar… Herkes mağdur, herkes kırılgan, herkes yine de dünya hakkında bilinmesi gereken her şeyi yalamış, yutmuş ve hazmetmiş görünüyor. İçine gömüldüğümüz gündemler birbirini öyle hızlı takip ediyor ki gündemin içinden bakıp, resmin bütününü görmek pek olası değil sanki. Patladığı günden bu yana bir parçası kılındığımız […]

The post “Kafanın İçinde “Ne” Var?” – Erdinç Yücel appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Değişik zamanlarda yaşıyoruz. Nereye baksak kafası karışık ve kaygı içinde insanlar… Herkes mağdur, herkes kırılgan, herkes yine de dünya hakkında bilinmesi gereken her şeyi yalamış, yutmuş ve hazmetmiş görünüyor. İçine gömüldüğümüz gündemler birbirini öyle hızlı takip ediyor ki gündemin içinden bakıp, resmin bütününü görmek pek olası değil sanki.

Patladığı günden bu yana bir parçası kılındığımız Suriye İç Savaşı mı dersiniz, Büyük Ortadoğu Projesi mi, Reyhanlı Katliamı mı? Avrupa’yı sarsan ekonomik krizin gölgesinde AB ilişkileri mi yoksa… Ergenekon operasyonları, KCK operasyonları, “barış” süreci… Devletin el değiştirmesi, cemaat – AKP savaşı, CHP’de kaynayan kazanlar, Taraf’tan ayrılanlar, orduda boy gösteren kadro sıkıntısı… Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi, İsrail’le ilişkiler… Yeniden çizilen sınırlar, küreselleşme, güç gösterileri… Dünyanın dört bir yanında kazanlar kaynarken Türkiye’de kurutulan dereler, Hidroelektrik Santraller, iki milyon ağaç pahasına yapılacak olan İstanbul’daki 3. Köprü ve Havaalanı projeleri, Taksim’in yayalaştırılması ama gösteri yürüyüşlerine kapatılması, dört bir yandan fışkıran AVM’ler, alkol yasağı, ertesi gün haplarının reçeteye bağlanması, internetin kontrol altında tutulması, hapishane kompleksleri, “iki ayyaş”lar, “en az üç çocuk”lar, dört artı dört artı dörtler…

Tüm bunları nefes almadan sıralarken OECD yaşam endeksinde Türkiye’nin sonuncu olmasını filan da es geçmeyelim. Hiçbir gündemin hatırı kalmasın… Bunca şey nefes nefese yaşanırken kimi vatanı korumak peşinde, kimi imanını, kimiyse yaşam tarzını… Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, neyi isteyip neyi istemediğimizi unutturan bir hırgürün içinde, yaşam gailesindeyiz… O halde korkularımızın motorunu durdurup bir nefes almanın tam zamanı…

Algımızı durultmanın, gerçeklikle ilişkimizdeki temassızlıkları gidermenin, Mevlana’nın filine ışıkları açıp bir de öyle bakmanın tam zamanı… “Kardeşim Esad”ın bir günde nasıl “kan emici Esed”e dönüştüğünü anlamanın mesela… Tıpkı yıllar öncesinde kırk yıllık “tedhiş”in bir gecede “terör”e dönüşmesi gibi… Birbiriyle kopuk ve ilişkisiz görünen her şeyin aslında nasıl da birbirine göbekten bağlı olduğunu, hayatın ve hegemonya stratejilerinin boşluk tanımadığını da anlamanın yolu belki bu dil oyunlarını görebilmekten geçmektedir kim bilir…

İki kere iki dört; dilinizi, gündeminizi ve korkularınızı yönetmeyi başaran kişiler algınızı ve davranışlarınızı da yönetebilirler. İşte tekleşmiş bir toplum distopyasına giden yolun köşe taşları… Algınızın iplerini elinizde tutamıyorsanız hayatınızı nasıl savunabilirsiniz ki? Yaşam alanlarınızı ve çocuklarınızı mesela…

O zaman bütün bu muhabbetlerin rotasını kısaca çizmek gerekir: Algı manipülasyonunun ilk adımı bildiklerini unutturmaktır. Buyurun size enformasyon bombardımanı… Gerçeklerle harmanlanmış yalanlar. Arzulara bulanmış kaygılar… Havuç ve sopa… Şeyler arasındaki bağıntıları takip etme yetimizin elimizden alınması izler bunu. Akışı takip etme yeteneğimizin güdükleştirilmesi. Bağlam ile algımız arasına çekilen perdeler… Gerçeklikle aramızda örülen duvarlar…

Masa başında oluşturulan bir dille malul olmak… Tedhiş, dehşetten gelir mesela. Sizi dehşete düşürerek, korku salarak algınızı ya da davranışlarınızı yönlendiren her hareket bir tedhiş hareketidir. Dehşet yoksa tedhiş yoktur. “Üniversite Harçları Kaldırılsın” diyen 17’lik çocuğu tedhiş suçlamasıyla hapislerde süründüremezsiniz mesela… Bağlam ortadadır… Devletin işkencesinin, gözaltında kayıpların, infazların tedhişle ilişkisini gözlerden gizlemeniz de olası değildir. Zira dehşet saçarak algınıza ve davranışlarınıza yapılan bir müdahaledir söz konusu olan… Ama terör dediğinizde her şey değişiverir. Kavramın aslında aynı köke erişmesinin bir önemi yoktur bu noktada. O kökü kimse algılayamamaktadır çünkü. Ve böylece “silahsız terör örgütü” gibi kavramlar bile icat etmeniz mümkündür artık. Sonra kaos ve anarşi vardır. Mutlaka çok “kötü” şeylerdir böyle ama ne olduklarını kim bilebilir ki… Şeyler bağlamlarından tek tek kopartılıp kavramlar yeniden içeriklendirilirken, birbiriyle alakasız her şeyi birbiriyle ilişkilendirebilmek de mümkün olur… Kaos eşittir anarşi, anarşi eşittir terör. E tedhiş ne oldu? Suya düştü… Su ne oldu? Paralel devlet içti… Gerisi oldu da bitti maşallah. “Operasyon”un adı eskiden “ameliyat”mış kimin umurunda? Ne yaptık? Devletin düzenine karşı kargaşa çıkartmaya terör denir… Peki ya kargaşa? “Emek Sineması yıkılmasın” dersin. Polis gelir gaz sıkar. Kargaşa olur. Çocuklarımız ölmesin dersin. Polis gelir cop çeker, kargaşa olur. Ve kargaşa her zaman devletin düzenine karşı girişilmiş bir eylem olduğu içindir ki polis seni dövüyorsa bir bildiği vardır mutlaka. Ve bildiği o şey de senin bir terörist olduğundur… Tenis seyircisinden de, tiyatrocudan da, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’dan da terörist çıkarmanın formülü budur işte. Kuşkusuz postmodern zamanlarda simya, sosyal bilimlerin en mühimidir.

Bağlamları kopar, dün bildiğini bugün unuttur, kavramları yeniden içeriklendir, şeyleri nasıl algılatmak istiyorsan öyle ilişkilendir. Sözde soykırım, sözde vatandaş, sözde muhalefet… Dersim bir kararnameyle böyle Tunceli olur. 1 Mayıs Mahallesi, Mustafa Kemal… Kart-Kurt işte güzel kardeşim. Çaktınız köfteyi… Sonra bir sabah kalkmışsınız “Esad Kardeş” olmuş, “kan emici Esed…” Hani böyle şeyleri pek merak edenlerden değilseniz boşluğu doldurmak yine benim işim olsun: Ondan sonra 11 Mayıs… Ne güzel kasabamızdın sen Reyhanlı.

Sonra gelsin dindar nesil, gitsin Taksim. Gitsin kürtaj, gelsin üç çocuk… Neyin yenilip neyin içileceği, neyin giyilip neyin çıkarılacağı, kaç çocuk yapılacağı, nasıl yapılacağı, kime ne denilip ne denilmeyeceği, neye itiraz edilip neye edilmeyeceği, nerede toplanılıp nerede dağılınacağı filan artık “usta”nın bileceği iştir ve fakat neyin özel hayata ve yaşam tarzlarına müdahale olup olmadığını da o bilecektir elbette… Burada başbakan konuşuyorken, onun lafı üstüne laf söylemek ne haddimize…

Ve ondan sonra aslına bakarsanız on iki gelir… Algımızın ipleri “usta”ların elinde olduktan sonra apoletliymiş apoletsizmiş ne fark eder… Ve her gün 12 olduktan sonra Mart’mış Eylül’müş beyhude…

 

Erdinç Yücel

 

Bu yazı Meydan Gazetes’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Kafanın İçinde “Ne” Var?” – Erdinç Yücel appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/03/04/kafanin-icinde-ne-var-erdinc-yucel/feed/ 0